Birincisi: İmam Gazali “Tehafüt'el-Felasife” adlı eserinde “ilahiyat filozoflarından” bazılarının sözlerine cevap verirken meselesi uzatmamıştır. Ve gene bildiğin gibi Allah'ın varlığını inkar eden materyalistlerin görüşlerini de ele almamıştır. Hüseyin el-Cisr ise, on dokuzuncu asırda bir kısım materyalist bilginlerin elinde yeniden hortlayan materyalizmle karşı karşıya gelmiştir. Bu sebeple bilgin ağırlığını daha çok materyalizme vermiştir. İkincisi: Hüseyin el-Cisr kendi devrinde ortaya çıkan bir takım yeni görüşlere karşı koymuştur. Bunların en önemlilerinden biri de bazı materyalist bilginlerin müdafaa edip Allah'ı inkara kadar götürdükleri; “hayat, katı maddenin kendiliğinden çoğalması neticesinde ortaya çıkmıştır,” dedikleri tekamül görüşüdür. Belirtelim ki, bunlar materyalist görüşlerdir. Gazali devrinde bu derece açık ve geniş olarak su yüzüne çıkmamışlardı henüz... Hatta bugünkü kadar yayılmamış ve taraftar bulmamıştı. Hüseyin el-Cisr bu teorilerin tartışmasını hak dinin ve gerçek ilmin ışığında ele almayı uygun görmüştür.
el-Cisr müşahede ettiğimiz kainatın sonradan yaratıldığını, bu yaratıcının “tek varlık olan Allah” olduğunu, Allah'ın zatî ve sübutî sıfatlarını, bütün kemal sıfatlarını, aklen sabit olarak kabul ve teslim etti. Bundan sonra maddecilere döndü. Alemin sonradan yaratılması ve yoktan varedilmesi hakkındaki düşüncelerinin, insanı yaratıcıyı inkara kadar götüren batıl fikirler olduğunu açıkladı. Bunları teker teker ele aldı. Yanıldıklarını belirtti. “Yoktan yaratılma” hikmetini idrak edememelerinin sebeplerini, mahlûkat ve kainatın nizamı üzerinde gizlenen hikmet ve hakikatleri açıklayarak batıl görüşlerim çürüttü. Daha sonra da, eserinin en önemli bölümünü teşkil eden Darwin felsefesini ele aldı. Bu hususu çok açık ve insaflı deliller getirerek izaha çalıştı. Her sözünü, dinî bir yetenekle naklî ve aklî delil ve ispatlara dayanarak açıkladı. Görüşlerinde hiç bir zaman, kör taassup belirtilerine rastlanamaz. İlmî gerçeklere dayanan delil ve ispatları, aklî ve mantıkî kaideler dahilinde izah ederek İslam dininin hiç bir zaman, aklî gerçeklere aykırı olmadığını savunur, bunun bir hakikat olduğunu açıklar.
Hayran:
“Alemin sonradan yaratılışı ve kadîm oluşu hu-usunda Hüseyin el-Cisr'le Gazalî ve başkaları arasında bir görüş ayrılığa var mı hocam?” Ebu'n-Nûr:
“Temelde bir ayrılık yok. Fakat Hüseyin el-Cisr, Allah'ın varlığını tamamen inkar eden materyalistlere cevap verirken, Gazalî, Allah'ın varlığını inkar etmeden alemin kadîm olduğunu söyleyen ilahiyatçılara cevap veriyordu. Hüseyin el-Cisr'in sözleri bazı yönlerden Gazali’den ayrılır. Bilhassa materyalistlerin öne sürdüğü delilleri tartışırken kullandığı üslûpta.
Hüseyin el-Cisr'in Gazaltyle aynı metodu kullandığını görünüsün. O, önce materyalist filozofların görüşlerini kendi ağızlarından alır ve onları açıklığa kavuşturur. Sonra da onlara cevap vermeye başlar. Ve özetle şöyle der:
Siz maddecilerin görüşleri iki esas üzerinde toplanmaktadır” birincisi madde, ikincisi ise, onun gücü yani hareketidir. Bu alemin aslı madde'dir” dediniz. Güç ve kuvvetini “hareket” aslı maddedir dediniz. Güç ve kuvvetini hareket olarak tavsif ettiniz. Ve bu iki şeyi birbirine bağladınız. Birbirinden hiç bir zaman ayrılmayan, ezelden mütelazım şeyler olduğunu ileri sürdünüz. “Maddedeki (kuvvetin) hareketin kendiliğinden, sebepsiz ve illetsiz olarak meydana geldiğini kabul ettiniz. İddianız buydu. Maddedeki zarurî oluşma gereğince, önceden “yok” olan bir maddenin sonradan meydana geldiğini ve “sebepten” “sonucu” elde ettiğinizi ileri sürdünüz. Maddenin hiç bir zaman, ne zatiyle, ne de kuvvet ve hareketiyle, herhangi bir gayesi, kasıt ve isteği olmadığını, yalnız zaruret icabı oluştuğunu sözünüze eklediniz. Ve buna inandınız.
Sonra:
“Yer tabakalarını aradık taradık. Birçok kazılar yaptık. Neticede en son noktaya kadar vardık. Hiç bir canlı veya bitki kalıntısına, fosil ve donmuş şekillere rastlayamadık” dediniz. Bu itibarla, “Bütün canlıların ve bitkilerin sonradan meydana geldiği” fikrine sahip olduk dediniz. Önceleri, yeryüzünde, ne bir bitki, ne de canlı bir yaratık vardı. Aradan çok uzun zaman, milyonlarca yıl geçtikten sonra ölü maddenin kuvvet ve hareketiyle ve atomların çarpışması sonunda hareket ve kuvvetler arasındaki nispî karışma, esas unsurdan teşkil eden canlıların temel atomlarını meydana getirdi. Sonra bu nisbî birleşmelerden de bütün bitkiler ve canlılar zuhur etti. Canlı cisimlerden doğan ilk şey sıvı ve saydam bir maddedir. Onun beslenme parçalanma ve çoğalma gücü vardır. O da protoplazmadır. Bunun tevellüdünden de en basit hayvan ve bitkiler meydana geldi. Bu canlılar, sizin zikrettiğiniz dört kanunun etkisiyle çoğalmaya ve çeşitlenmeye başladı. Ve nihayet milyonlarca sene sonra bugünkü duruma geldiler. İnsan denen varlığın tabiî ayıklama ile evrimleşen bu hayvanlar topluluğunun bir ferdi olmaktan başka bir şey olmadığını, insanın maymundan geldiğini, insanın aklının diğer hayvanlarmkinden farksız olduğunu, ancak “evrimleşme” ve “tekamül”de onlardan daha ileri olduğunu ileri sürdünüz.”
Hüseyin el-Cisr materyalizmi özetledikten sonra materyalistlere cevap vermeye başladı:
“İleri sürdüğünüz iddiaları, düşünce ve görüşlerinizi araştırdım. Maddeyi esas alarak onun kadîm (ezelî) bir nesne olduğu inancına sahip bulunduğunuz neticesine vardım.
Maddenin ezelî (kadîm) liğini kabul etmekte, onu yaratan bir “yaratıcı”ya inanmadığınız aşikardır.
Maddenin türlere ayrılması ve bu türlerin (nev'ilerin) sonradan meydana gelmesi fikri de ayrıca görüş ve düşüncenizde belirtilmiştir. Fakat bununla beraber “madde”nin bizzat sonradan yaratıldığı veya (iddianıza göre) sonradan meydana gelip tekevvün ettiği” fikrini söylemediniz ve bunu kabul etmediniz. Fakat kadîm olduğunu iddia etmekten de çekinmediniz. Çünkü aklınız, bir türlü “madde”nin de sonradan yaratıldığı realitesini idrak edememiştir. Fakat “ölü” bir maddeden canlı varlıkların nasıl, meydana geldiğini açıklamak için de hemen maddeye bir “kuvvet” eklediniz. Ama kuvvetin nereden geldiğini izah etmeden, bizzat maddenin kendisinden doğduğunu ileri sürdünüz. Üstelik bunu da “hareket/'le (canlılıkla) tefsir ettiniz. Bu hareketi atomlara nispet ettiniz. Ve canlı varlıkların (türlerin) temel unsurlarını teşkil ettiklerini söylediniz. Böylece bütün canlı varlıkların “madde ve hareket”ten doğduğunu ileri sürdünüz. Halbuki canlı varlıkların türleri gibi maddenin de sonradan yaratıldığını kabul etmiş olsaydınız, elbette maddeyi yoktan vareden yaratıcı Allah'a, inanmanız gerekirdi. Bütün türlerin kasıtsız, iradesiz, istek ve gayesiz olarak, bir zaruret icabı meydana geldiğini, elbette söylemeye cesaret edemez ve böyle bir şeye inanmazdınız...
Her şeyden önce, size izah etmen lazım gelen birinci şey, madde”nin “kadîm olmadığı” sonradan yaratılan bir “yaratık” olduğunu belirtmektir.
Gerçekleri araştıran, doğru düşünen bilginlerin de idrak ettiği gibi, teorimizin içine aldığı fikirlerde, “üç” meselenin nazarı dikkati çektiği açıktır. Bu üç meselede bahis konusu olan fikirleri, birlikte, beraberce ispat imkansızdır. Çünkü bazılarının ispatı, diğerlerinin ispatının imkansızlığını gerektirmektedir.
Bu üç mesele şunlardır:
Birincisi: Sizin de iddia ettiğinize göre, “madde” kadîmdir. Maddenin hareketi de kadîmdir. Her ikisi de ezelîdir.
İkincisi: Yine iddianıza göre, “jeoloji bilgisine ve yer tabakalarında yapılan kazılardan elde edilen neticelere dayanarak canlı varlıkların hepsinin sonradan meydana geldiğini ve “en yakın” olarak bilinen, yani “en son varlık” olarak meydana gelenin insan varlığı olduğudur.”
Üçüncüsü: Siz, türlerin bütün değişimlerinin maddenin parçalarının hareketinden meydana geldiğini, bu hareketin ezelden beri, zaruret icabı maddenin vazgeçilmez bir unsuru olduğunu, bu hususta madde ve hareketin seçme ve iradesinin olmadığını, söylediniz.
Bunun manası, madde ve hareketin “ilk sebep”, bunlardan meydana gelen türleri (canlı varlıkların nevilerini)de “sonuç” olarak düşünmenizdir. O halde bu üç meselede ileri sürdüğünüz fikirlere cevap olarak derim ki:
“Her aklıselim (sağduyu) sahibi, kesin olarak, kabul eder ki, bir şeyin sebebi (ilk illeti)nin meydana getirdiği sonuç, elbette, ilk illet (sebep)e tabi olmasını gerektirir. Yani, “ilk sebep” ne ise, sonucun vasfı da odur. Şayet sebep “kadîm”se “sonu” da kadîmdir. Sebep hadis ise sonuç da hadistir. Her aklıselim sahibi, kesin olarak böyle hüküm verir. Aksi takdirde, “sebep”in varlığının “sonuç”suz olması aklen imkansız bir hükümdür. İleri sürdüğünüz misale bunu tatbik edelim: Madde ve hareket size göre “kadîm”dir. Onlardan meydana gelen bütün canlı varlıkları da zaten “sonuç” olarak kabul ediyorsunuz. O halde, “sonuç”un “kadîm” olması gerekir. Oysa siz, canlı varlıkların “kadîm” olmadığını, sonradan meydana geldiklerini savunuyorsunuz. Bunu sağduyu ile nasıl bağdaştırabiliyorsunuz?
Bu durumda siz, üç mesele karşısında kalıyorsunuz: Ya illetinin kıdemine uyarak bütün malullerin (illetin sonuçlarının) kıdemine inanacaksınız -ki bu da keşifleriniz neticesinde sabitleşen olaylara aykırı düşmektedir- veya madde ve hareket, irade ve seçme kudretine sahip iki yaratıcı güçtür ve bunlar muayyen bir zaman için değişikliklerin meydana gelmesine tahsis edilmiştir, diyeceksiniz; yahut da, madde ve hareketinin sonradan meydana geldiğini söyleyeceksiniz ki, istenilen de zaten budur.
Görülüyor ki, büyük bilgin, açık ve kesin ispatlarla, aklen maddecilerin görüşlerini çürütmektedir.
Bundan sonra Hocam el-Cisr, bir başka açıdan maddecilere şöyle seslenir: “Maddenin şekil ve suretsiz olarak bulunması, aklın kabul edemeyeceği bir hakikattir. Çünkü madde, şekil ve suretiyle var olmuştur. Şekilsiz, suretsiz madde tasavvur edilemez. Oysa siz, maddenin “şekilsiz ve suretsiz” olduğunu ileri sürdünüz. Akıl ve iz'an böyle bir şeyi nasıl kabul edebilir? Zira şekil ve suret, maddeden ve onun hareketinden meydana gelmektedir. Şekilsiz ve suretsiz ne madde, ne de hareket tasavvur edilemez. Size göre, madde ve hareket “kadîm”dir. Fakat her aklı selim (sağduyu sahibi, maddedeki şekil ve suretin “kadîm” olmadığını bilir. Çünkü şekil ve suret, daima değişmeye, yok olmaya mahkûmdur. Öyleyse şekil ve suret “kadîm” değildir. Sonra sizin de ileri sürdüğünüz fikre göre: “Yeraltındaki şekil ve suretler değişmeye, hatta başka bir biçimde iken, sonradan, daha başka bir şekil ve suret almaya müsaittir. Böylece canlı varlıkların suret ve şekilleri değişmiş, yok olmuştur.” Bu itibarla, maddeden ve hareketten ayrılmayan, onsuz ne madde, ne de hareket tasavvur edilen “şekil ye suret” kadîm olmadığına göre; elbette madde ve hareket de kadîm değildir. Ve sonradan yaratılmış oldukları aşikardır. Bunu her aklıselim sahibi kabul eder.
Madde ve hareket ezelî değildir. Sonradan yaratılanlar gibi, her şeyle birlikte yok olmaya mahkûmdur. O halde kadîm olmaları imkansızdır.
Maddenin sureti yokluğa mahkûm olduğuna göre, madde yok olmaya mahkûm demektir. Çünkü maddenin ayrılmaz sıfatı olan suret, kadîm olmadığına göre madde de kadîm değildir.
Suretin yokluğa mahkûm olması dolayısıyla acaba maddeden ayrılmayan ve onsuz tasavvur edilmeyen suret yokken maddenin hali nedir?
Ya “maddenin suret ve şekli yoktur” diyeceksiniz. Ki aklen bu imkansızdır. Zaten böyle bir şeyi siz de kabul etmediniz. Çünkü şekilsiz ve suretsiz madde tasavvur edilemez.
Yahut da “suret ve şekille beraber sonradan meydana geldi” diyeceksiniz ki, o işte o zamanda maddenin kadîm olmadığı vuzuha kavuşmuş demektir.
Hülasa olarak diyebiliriz ki, madde suretsiz, suret de maddesiz tasavvur edilemez. Bu imkansızdır. Aklıselim böyle bir şeyi kabul edemez. Çünkü maddedeki şekil, onun silinmeyen sıfatıdır. Suret silindiği takdirde madde de yoktur. Suret “kadîm” değilse, madde de kadîm değildir. Sonradan yaratılmıştır. İşte varılmak istenen sonuç da budur” diyerek maddenin “kadîm” olduğu görüşünü çürütmüştür. Bu kainat, maddesiyle, canlı varlıklarıyla, türleriyle, top yekûn, her şeyiyle sonradan yaratılmıştır. Yani şu müşahede ettiğimiz alem, maddesiyle, sonradan yaratılmadır. Bu gibi açık ve kesin ispatlarla beyan ettikten sonra el-Cisr, başka bir yöne geçer, ispatlarını birer birer izaha çalışır. Şimdi maddecilere dönerek der ki:
“Aklın kabul ettiği bir gerçek vardır: Kadîm olmayan, sonradan meydana gelen bir şey, kendisini yoktan meydana getiren bir “yaratıcı”ya muhtaçtır. Yani varlığını, yokluğunu takdir eden bir varlığa ihtiyaç vardır. Böylece, “bir” ve “tek” yaratıcıya, yapıcıya, zarurî olarak, aklen lüzum görülmesi gerekir. Çünkü müşahede ettiğimiz alemin, maddesiyle, yaratıcısız olarak meydana gelmesi imkansızdır. Maddeyi meydana getiren “tek varlık”ın bulunması elzemdir. İşte bu varlık Allah Teala’dır.
Sonradan meydana gelen maddenin, yaratanın “kadîm” sıfatıyla kaim olması vaciptir. Şayet kadîm olmasaydı, o zaman kendisinin de başka birisi tarafından meydana getirilmesi gerekirdi. Onu da daha başka birisi... Ve böylece, devir ve teselsül olurdu. Halbuki sonu olmayan bir devir ve teselsül aklen imkansızdır. Öyle ise “tek varlık”, kadîmdir. “Sonradan yaratılma” değildir. Varlığının öncesi ve evveli yoktur.
Maddeyi yaratan “tek varlık”, onu, ya mecburiyet yoluyla meydana getirmiştir, yahut bizzat kendi ihtiyarı ve muradı ile yaratmıştır. Şayet “mecburiyet yoluyla meydana getirdi” fikrini kabul edersek; bu, akim idrak ölçüsüne muhaliftir. Zira bunu “zarurî bir sebebe” (illete) bağlamak aklen caiz değildir. Eğer buna cevaz verirsek, ilk sebep (illet) olan “tek varlık” kadîm olduğu için, kendisinden meydana gelen sonucun da (madde ve nevileri) kadîm olması lazım gelir. Oysa biz bunu, maddenin kadîm olmadığını, sonradan yaratıldığını ispat ettik. Ve akıl, hiç bir şüpheye düşmeden bunu kabul etmiştir. O halde “Tek Varlık”, maddeyi, zarurete, bir sebep veya illete bağlamadan, ilk sebebi olmayan bir illete dayayacak demektir. Şu halde, tek varlığın, bizzat kendi irade ve ihtiyarı ile maddeyi yarattığı gerçeği açığa çıkar ki, esasen akıl da bunu kabul eder.
Öyleyse tek varlık, “kadîm”dir, “murad edici”dir. Ve bizzat kendi ihtiyarı ile maddeyi yaratmıştır. Sonra bu muradı yani maddenin “var” olması isteğini, “yok”luğuna tercih etmiştir. Ve madde, belli bir zaman tayin edilerek, o anda yaratmasıyla meydana gelmiştir. Fakat burada “tek varlığın” murat etmesi kafi değildir. Onun yanında alîm ve kadîr gibi sıfatlarının vacip olması da elzemdir. O halde, maddeyi yaratan ve meydana getiren “tek varlık”, elbette onu, gelişmeye, değişmeye, evrimleşmeye ve bir şekilden başka bir şekil ve surete girmeye, uygun bir tarzda yaratmıştır. Bunların “kudret” sıfatıyla olması, bütün değişik hal ve durumları “alîm” sıfatıyla önceden bilmesi de elzemdir.
Söz konusu değişiklikler, ister doğrudan doğruya ilahî kudretle, isterse, maddeyle, hatta bütün kainata vaz'ettiği kanun yoluyla olsun, bunları meydana getirenin ilahî kudretin eseri olduğunu unutmamak gerekir.
Materyalistlerin söylediği gibi, maddenin hareketi, cüz'î bir arzda da olsa, birbiriyle birleşmesi, ayrılması, toplanması, unlarm hepsi ilahi kudretin gücü ve ilmi ile meydana gelmiş ve olmuştur. Maddeye hangi yönden bakarsanız bakınız. Allah’ın kudretini, sonsuz ve tükenmez ilmini göreceksiniz.
Zira önce basit bir şey yaratıyor. Sonra onu, sayılamayacak kadar çok ve müteaddit nev'üere ayırıyor. Böylece o basit şey, bizzat kendi tarafından vaz'olunan “kainat kanunu”, yoluyla gelişmeye ve değişmeye doğru gidiyor. Ve bu, tek varlığın ilim ve kudretinin azamet ve sonsuzluğuna delalet ediyor. Çünkü maddede ve topyekûn kainatta cereyan eden değişmeler, O'nun azametine, sonsuz ilmine ve üstün kudretine delalet eder. Artık bu, açık ve aşikar bir keyfiyettir. Aklıselim sahibi her insan tarafından kabul edilmektedir. O halde, şöyle bir sonuca varıyoruz: Tek varlık olan Allah kadîmdir, murad edicidir. Her şey, bizzat kendi isteği ile meydana gelmiştir. Her şeye kadirdir. Her şeyi bilicidir.”
Hocam el-Cisr, bütün ispat ve delilleri, böylece beyan ettikten sonra, bir şeye “inanmayı” sadece his ve müşahede metoduna bağlar. Nazarî akıl vasıtasıyla elde edilen istidlal yoluna önem vermeyenlere de der ki:
“Sizler, maddeyi meydana getiren ve onu yaratan Allah'ın yarlığını tanıma ilmine erişemediniz. Çünkü maddenin “kadîm” olduğuna inandınız. Sonra maddenin muhtelif nevilere ayrıldığını gördünüz. Maddeden ayrılan nevilerin mücerret olarak, sebepsiz yere ayrılmalarını akıl kabul etmediği için, hemen “maddenin hareketi de kadîmdir; o da ezelîdir” dediniz. Bu sebeple, maddenin küçük parçalar ve atomlar halinde, başka başka nicelik (kemmiyet) ve niteliklerde toplandığını müşahede ettiniz. Gördünüz ki madde, başka başka şekil, suret ve neviler halinde meydana geldi.
Bununla beraber, bizzat kendi itirafınıza göre, maddenin hakikatinin ne olduğunu bilemediğimiz malûmdur. Maddenin, hiç bir sebep yokken, kendi kendine veya tesadüfi olarak toplanmasına ne buyuruyorsunuz? Buna cevap vermek için de, esas ittihaz ettiğiniz his ve müşahede yolundan ayrılarak, tahmin, takdir ve istidlal metodunu seçtiniz. Böylece, en sonunda kendi kendinizi tenkit ederek aklî ve nazarî istidlal yoluna iltica etmeye mecbur oldunuz. Oysa bu, ne ihsas ne de müşahede yoluna istinat eden bir metoddur. Sadece aklî ve nazarî bir muhakeme yoludur. Akıl hükümlerinin mantıkî dizimizden ibaret olan istidlal, müşahede ve histen tamamen ayrı bir metoddur. Sizin itimat ettiğiniz ve ondan başkasını kabul etmediğiniz “müşahede ve İhsas” metoduna muhaliftir. Binaenaleyh, istidlal metoduna döndüğünüze göre, size şu soruyu sormakta haklıyız:
“Aklıselim bakımından hangi inanç sistemi daha kolay ve uygundur? Kainatın akıllara dehşet ve hayret veren sağlam ve muhkem nizamını, intizam ve güzelliğini, tesadüf diye isimlendirilen kuvvetin meydana getirdiğini kabul edip inanmak mı daha kolaydır; yoksa her şeyi bilen, her şey onun muradı ile meydana gelen, her şeyi yerli yerine koyan ve her şeye kadir olan, alîm, mürîd, hakîm ve kadir sıfatlarıyla muttasıf Allah'ın yaratmasıyla tamamlandığına inanmak mı? Akla hangi inanç daha yakındır?” İşte, hocam el-Cisr, istidlal yolunu tercih ederek kainattaki sağlam düzenin güzelliğini Allah'ın varlığına delil gösterdi. Kainattaki diğer eşyanın, kendilerine mahsus özellik ve karakterlerini izah etti. Sonra bunların hepsinin, her şeyi bilen, her şeye kadir, her şeye hakim ve her şeyi murat eden “tek varlık” olan “Allah”m yaratmasıyla meydana geldiğini açıkladı. Çünkü Allah'ın kudreti olmadan ve Allah olmadığı, bunların, kendi kendine veya tesadüfi bir şekilde, kör maddenin eseri olamayacağını, böyle bir inancı, aklı selim sahibi bir kimsenin kabul edemeyeceğini açıkça belirtmektedir. Bütün bu özelliklerin ancak Allah tarafından eşyaya verildiğini ve O'nun tarafından vaz'edildiğini ifade etmektedir. İşte bu, şüphecilerin başı Hume'den söz ederken izah ettiğini ve Gazali’nin de temas ettiği husustur.
el-Cisr, bundan sonra, delil ve ispatlarını, daha açık ve geniş bir şekilde açıklamak gayesiyle bu alemin güzelliğini, sağlamlığını ve bilhassa insanı ele alır. Dikkatimizi insan üzerine çeker. Ve Allah'ın sayılamayacak kadar çok nimetlerini zikreder. İnsandaki duyu organlarına göz atmamızı ister. Bilhassa “göz”ü ele alarak şöyle der:
Şayet duyu organlarımıza bakacak olursak, hele göz hassemizi tetkik eder, nasıl çalıştığını ve nasıl meydana geldiğini görürsek, akılları hayrete düşüren durumlar karşısında kalırız. Mesela görme fiili gözlerimizle olmaktadır. Şimdi isterseniz bu olayı tetkik edelim. “Görme”nin bize nasıl intikal ettiğini araştıralım. Gözü dört kısma ayırarak incelersek bizim için daha kolay olur.
1- Gözün bulunduğu yer.
2- Göz yuvarlağı, içyapısı.
3- Gözuyumu.
4- Görüş kusurları.
Gözün bulunduğu yer:
Göz, kafatası ve yüz kemikleriyle çevrili, piramit şeklinde bir oyuğa yerleştirilmiştir. Yumuşak bir yağ dokusu ile sarılıdır. Kendine mahsus özel kaslarla bu boşluk içinde asılı durmaktadır. Koruyucu kısım olarak göz kapaklarını, kasları, gözyaşı bezi ve yollarını, sümüklü zar ile gözü çeşitli yönlere hareket ettiren kasları inceleyeceğiz.
a- Göz kapakları:
Biri üstte, diğeri altta olmak üzere iki tanedir. Göz çukurunun tabanını örten bu perdeler, içten, kas tabakalarıyla sarılı bir deri kıvrımından yapılmıştır. Gözü, fazla ışıktan ve dış tesirlerden korurlar.
Göz kapaklarının serbest kenarları birbirine yaklaşıp uzaklaşır. Böylece gözün ön kısmı örtülür veya açılır. Bu hareketleri iki cins sinir idare eder:
İstemli sinirler ki, hareket sinirleri veya refleks sinirleri (gözkapağı, yansıtma ve iç tepki siniri) dir. Gözün üst kapağının kenarında 100-150, alt kapakta ise 75 adet kirpik bulunur. Üstte bulunanlar alttakilerden uzundur. Kirpikler, deri kıyısına, teker teker değil, ikişer üçer sıra halinde dizilirler. Yüz-yüz elli günde bir dökülür, yerlerine yenileri çıkar. Ayrıca kapakların içine yerleşmiş 25 -30 tane de çapak bezi vardır.
Kirpikler, gözü, fazla ışıktan, toz ve topraktan korur. Çapak bezlerinden çıkan yağlar kirpiklerin dibinde toplanan fazlalıkları birbirine yapıştırarak zaman zaman dışarı atmaya yardım ederler.
b- Sümüksü zar:
Gözkapaklarmın içiyle göz yuvarlağının dışını kaplayan zardır. İnce, düz, parlak ve bol damarlıdır.
c- Gözyaşı bezi ve gözyaşı kanalları:
Göz çukuru tavanının dış ön köşesinde bulunan iki parçalı bir bezdir. Saldığı sıvı, gözün ön kısmını ve kapakların içini kurumaktan korur. Gözün iç köşesine gelen yaşlar, göz pınarında bulunan delik vasıtasıyla gözyaşı kesesine geçer. Bu keseciklerin alt ucu bir kanalla burun boşluğuna açılmaktadır.
d- Gözü hareket ettiren kaslar:
Bunlar üç çifttir. Gözü, sağa sola, yukarıya aşağıya, kendi eksenleri etrafında hareket ettirirler. Bunlardan birinin uzaması veya kısalması, gözün, göz çukurundaki durumunu değiştirir.
e- Kaşlar:
Alnın alt kısmında, yay şeklinde sıralanmış kıllardır. Yukarıdan gelen ışıklardan ve alından süzülen terlerden gözleri korur.
Göz yuvarlağı ve içyapısı:
Göz yuvarlağı, özel kaslarla göz çukuruna oturtulmuştur.
Gözün tabakaları: Gözün tabakaları üçtür.
Birincisi: Telsi, katılgan dokudan yapılmış sert tabaka.
İkincisi: Damartabaka.
Üçüncüsü: ise ağtabakadır.
Sert tabaka: Göz yuvarlağının dış tabakasını teşkil etmektedir. Kalın ve sağlamdır. Esnek değildir. Göz yuvasının ve sıvıların şeklini korur. Sert tabakanın önüne dönük kısmı, renksiz ve saydamdır. Diğer kısımlar beyazdır. Buna gözakı denir. Göz akı, göz yuvarlağının, 4/5'ini kapsar.
Damar tabaka: Sert tabakanın altında bulunur. Siyah renkli, ince, gevşek yapılı, çabuk yırtılabilen, esnekliği az bir tabakadır. Burası, gözü besliyen damarların bulunduğu bölgedir. Damarların sıklığı, önden arkaya doğru gittikçe artar.
Damar tabaka, gözün ön tarafına gelince düzleşir. Ve “iris” adını alır. İrisin ortası deliktir. Bu deliğe “gözbebeği” denir. İris, gözün rengini (siyah, mavi, ela ve diğer renkler) veren kısımdır. Dış ortamdan gelen ışığın miktarına göre, gözbebeği büyüyüp küçülür.
İrisin yapısında bulunan kas telleri, otomatik olarak, göz bebeğini ışığa göre düzenler.
Damar tabakanın üst ve alt yüzünde bulunan “epitel” hücrelerde bol miktarda renk maddeleri (pigment) vardır. Bu haliyle damar tabaka, gözün içini karanlık bir oda haline getirir. İrisin arkasında, düz kaslardan yapılmış yuvarlak bir çıkıntı vardır. Yapısında çok sayıda küçük uzantılar bulunduğu için bu çıkıntıya “kirpiksi cisim” denir.
Ağtabaka (retina): Gözün ışık ve renk uyarılarını alan, görmeyi sağlayan kısımdır. Görme sinirinin yayılmasından meydana gelmiş, ince ve saydam bir tabakadır. Ağtabakanın yapısında sinir dokusunun her çeşit hücrelerini görmek mümkündür.
Damar tabakaya yakın kısımda, koni ve çubuk şeklinde, esas görme hücreleri vardır. Bir koni hücresine 19 çubuk hücresi düşer. İkinci ve üçüncü sırada bulunan nöronlar ise, uyarıyı toplar ve sinir enerjisi halinde beyine iletirler. 1 mm2’lik ağtabakada ortalama 400.000 görme hücresi bulunmaktadır.
Görme siniri, göz tabakalarım delerek içeri girer. Burada sinir uçları ve nöronlar bulunmaz. Işığı karşı duyarlı olmayan bu kısma kör nokta denir.
Gözün saydam kısımlarının tam ortasından geçerek arka kutba giden ışık ekseninin ağtabakaya değdiği yer, gözün en iyi gören bölgesidir: Limon sarısı renginde, oval biçimde olan bu parçaya sarıbenek denir.
Dostları ilə paylaş: |