İLİm-felsefe-kur’an işIĞinda iman



Yüklə 2,07 Mb.
səhifə13/31
tarix03.01.2019
ölçüsü2,07 Mb.
#88844
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   31

1- Yaşama Kavgası:

Bütün canlılar, tabiatla ve diğer canlılarla daimî bir kavga halindedir. Yaşama kavgasında, canlılardan hangisi daha güçlü ve daha kuvvetli ise, elbette o, başarıya ulaşmaktadır. Ancak başarı sıfatları hayvanlara ve bitkilere nispeten, değişik ve fark­lıdır. Mesela, güç, kuvvet ve yiğitlik gibi niteliklere sahip bir canlı, başarıya ulaşabildiği gibi, bazan büyük veya küçük cüs­seli, sür'atli, güzel, sabırlı ve zekilerin de muvaffak olmaları mümkündür. Ayrıca, korunmak veya herhangi bir zarar ve kö­tülüğü defetmek için kurnaz, hilebaz olanlar, hastalıklara, musibet ve açlığa tahammül edenler de, güçlü sayılarak başarıya ulaşırlar. İşte canlılar arasında ve tabiatta cereyan eden yaşama kavgasında kıtlıklardan, savaşlardan ve gelen tabiî felaketler­den kurtulabilenler en güçlü olanlardır. Güçsüzler ise, yaşama kavgası içinde eriyip gitmektedir ki biz buna hayat kavgası di­yoruz.67



2- Canlılar Arasındaki Ayrılık:

Yaratılışı itibariyle, bütün canlılar, değişme eğilimi gösterir­ler. Asıl, şekil ve surette vaki olandan az da olsa, bir değişme eğilimi göstermektedir. Babadaki değişme çocuğa geçer. Bitki ve hayvan yetiştirenler, kaide dışı Özellik gösterenleri, aşılamak suretiyle yeni yeni türler (neviler) elde etmektedir. Bu itibarla, canlılar ve bitkiler arasındaki her değişme, değişen için çok ya­rarlı ve faydalı olmaktadır. İşte “aşılama” misalindeki gördüğü­müz değişmeyi, insandan çok daha mükemmelini daha çok ta­biat, canlılarda yapmaktadır. Ama bu, çok uzun bir zamana ih­tiyaç göstermektedir.

İşte tabiattaki bu değişmeler, cüz'î ve çok yavaş cereyan et­mektedir. Fakat hakikî cevherde bir değişme olmamaktadır. Bununla beraber söz konusu değişmeyi herkes müşahede ede­mez. Ancak uzun zaman geçtikten sonra görülmesi mümkün­dür. Bunu da yalnız biyoloji bilginleri, tetkik ve araştırma neti­cesinde, idrak edebilir.68

3- Soyaçekim (Veraset) Ayrılıkları:

Bu husus, ikinci bölümdeki değişme faktörüne tabidir. Çünkü canlılar arasında veraset (soyaçekim) yönünden bir de­ğişme olabilir. Ve bu değişme asıldan fürû'a intikal eder. Önce­leri çok az ve belirsizken, aradan uzun yıllar geçtikten sonra, cinsin türüne değişik bir sıfat kazandırması mümkündür.69



4- Tabiatın Ayıklaması (Seçme):

Tabiatın seçip ayıkladığı türler, canlılar arasında devam eder. Böylece değersiz ve güçsüz olanı eriyerek ortadan kaybo­lur. Çünkü yaşama kavgası, tabiî ayıklama yoluyla (selection naturelle) sürüp gider. Şartlara en iyi şekilde uyanlar yaşarlar, Soyaçekim kanunu, değişmeleri asıldan fürû'a naklettiği gibi öteki sıfatları da aynı şekilde iletir. Tabiîdir ki, bu sıfatlar muh­telif ve değişiktir. Yukarıda sayılan sıfatlar, ister maddî, ister manevî olsun, hatta ister aslî isterse müktesep olsun, soyaçe­kim kanununun etkisiyle asıldan fürû'a naklolunmaktadır. Bu sıfatlar, ya faydalıdır; güçlü, sıhhatli, zeki gibi... Yahut da za­rarlıdır; hastalıklı, musibetli ve alışkanlıklar gibi... İşte bu “za­rarlı sıfatlar”, “yararlı sıfatlar”ın karşısında, yaşama kavgası içinde, mağlûp olur, eriyip giderler. Yahut faydalı sıfatlar yeni­lir. Zararlılar galip gelir. Faydalıyı kökünden yok eder. Yahut ikisi de birbirlerini yok ederler.

Bunlarda başarıya ulaşanlar elbette “yararlı” sıfatlardır. Bir nesilden diğerine intikal ederler. Bu değişme, ayıklama ve so­yaçekim kanunlarının etkisiyle, uzun yıllar, sürer. Böylece yeni bir “tür” meydana gelir. Artık o, en seçkin, en iyi, sıhhatli, zeki ve güçlü bir tür olur.

İşte Darzoin'in teorisi... Yeryüzünde yaşayan türlerin başka­laşması, tabiatın ayıklaması ve soyaçekim gibi amillerin tesiriy­le oluşturduğu nazariyesi bundan ibarettir.

Hayran:

“Peki hocam! Darwin'in bu görüşüne karşı, onun hasımları ne dediler?” Ebu'n-Nûr:

Darwin'in hasımları çoktur. Ona karşı çıkan­lardan bir kısmı dinî yönden ona karşı bir delil getiremediler. Ancak ilmî yönden birçok itirazları oldu. Ve bu görüşü reddet­tiler. İlmî tenkid neticesinde, Darwin'e ait fikirlerin birçok yön­den yanlış olduğunu ileri sürdüler. Bunun yanında, din bilgin­leri de, dinî bakımdan bu görüşe karşı çıktı. Çok şiddetli ve yo­ğun bir hücum kampanyası açıldı.

İlmî tenkidler pek çoktur. En önemlilerinden birini zikrede­lim:

“Dünyamızın ilk yaratılışından bu yana, en aşağı tabakada bulunan deniz hayvanlarının, hiç değişme kaydetmeden, türle­rinin başlangıcındaki şekil ve sıfatlarını aynen korudukları gö­rülmektedir. Bunlarda hiç bir değişme, evrimleşme, gelişme kaydedilmemiştir. Gerek aşağı tabakada bulunan deniz hay­vanları, gerekse en yüksek tabakada yaşan canlılarda bir değiş­me görülmemiştir. Çünkü jeolojik kazılar, hem aşağı, hem de en yüksek tabakadaki canlıların bugünkü türlerini aynen mu­hafaza ettiklerini göstermiştir. Şayet Darwin'in dediği gibi, tür­lerde bir başkalaşma, uzun yıllardan sonra bir değişme olsaydı, ilk tekevvün ve oluştaki kaburgalı canlıların, bugün, yüksek ta­baka ve türü teşkil etmesi icabederdi. Oysa yeraltı kazıların­dan elde ettiğimiz neticelere göre, en eski türleri, bugünkü tür­lerden çok daha üstün ve mükemmel olarak görmekteyiz.” Hayran:

Sayın hocam! Danuin'e göre, “bütün canlılar tek bir cinsten tekevvün ederek meydana gelmişler. Bu da “tabi­atın yaratması”yla olmuştur. Yani zatî bir çoğalma neticesinde tabiatın yarattığıdır. O halde bunları Allah yaratmamıştır.” Ben böyle anladım. Gerçekten durum böyle midir?” Ebu'n-Nûr:

“Evet! İşte Darwin böyle anlaşılmıştır. Halbuki gerçek hiç de öyle değildir. Onun fikirlerini çok yanlış anlamışlar. Haksız yere, kendisinin söylemediği sözleri ona yüklemiş­lerdir. Bu bilgisizlik neticesinde zuhur etmiştir. Hakikat hiç de öyle değildir. Şunu iyi bil ki, Darwin, Allah'ın varlığına iman eden bir biyoloji bilginiydi. Türlerin aslını tahdit konusunda biraz müteredditse de bütün canlıların tek bir asıl (cinsten) meydana geldiği inancındadır. Hatta bu canlı türlerin aslını dört veya beş “soy”a bağlamaktadır. Bu soyların, ilk defa ve çok uzun yıl­lar önce, bir çift (erkekli dişili)'ten, Allah tarafından yaratıldığını kabul eder. Çünkü asıl maddeyi ancak Allah'ın yarattığını açıkça ve bizzat beyan etmiştir. Velevki bu, tek veya çok olsun. Bunların yaratıcısının Allah olduğuna imanı vardır. Darwin'in kabul etmediği bir şey varsa, o da, türlerin, tabiat tarafından yaratılması ve­ya kendi kendine meydana gelmesiydi. Aklı, böyle bir yaratılışı ka­bul edemiyordu. Halbuki bunu Darwin'e yüklediler. Haddi za­tında “tabiat yarattı” sözü Darwin'in değil başkasınındır.” Hayran:

“Nasıl olur hocam? Gerek kendisinden, gerekse sözlerini nakledenlerden biz böyle işittik.” Ebu'n-Nûr:

Bu söz onun değildir. Darwin'in fikirlerini nakleden “Diyalektik materyalistler” onu istismar ederek ma­teryalist bir görüşe bağladılar. Hatta bu cedelci maddeciler, Darwin'in inanmış olduğu: “Asıl maddeyi Allah yarattı” sözünü de kabul etmediler. Bu hayatın Allah'ın kudreti ile meydana geldiğini materyalistler reddettiler. Neticede Darwin:

“Sen din adamlarını tutuyorsun. Onları razı etmek için böyle söyledin” diye itham edildi. Bazıları da asıl maddenin ve hatta bu “canlı hayatın” bir “ölü madde”den oluştuğu saçması­nı ispata kalkıştı, bazıları da:

“Hayat, ölü bir maddeden, atom çekirdeğinden meydana gelmiş ve ondan teşekkül etmiştir” şeklinde gayri mantıkî fikir­ler ileri sürdü. Yine “Diyalektik Materyalizm” e inananlardan bazıları da şöyle dediler:

“En küçük şeyden en büyüğüne kadar, kainatta ne varsa, canlı atomlardan meydana gelmiştir. Yani madde, kendinden hareketlidir. Amipler buna örnek gösterilebilir.” Bunun içindir ki, hayatın çok küçük bir çekirdekten (atomdan) daha küçük bir “monere”den teşekkül ettiğini ileri sürerler. Bu “monere” kelimesi aslen Yunancadır. Çok küçük bir madde demektir. Fa­kat bu madde canlı (hareketli)'dir. İşte hayatın “bu maddeden” teşekkül ettiğini ve kendiliğinden meydana geldiğini ileri sü­renlerin en ünlüsü Alman biyoloji bilgini Ernst Haeckel'dir.70

Hayran:

“Ernst Haeckel ne diyor hocam?” Ebu'n-Nûr:

“Ernst Haeckel diyor ki:

“Evrendeki bütün varlıklar, ister canlı, ister cansız olsun, “Madde”'den oluşmuştur. Madde ise çok küçük atom çekirdekle­rinden teşekkül eder. Bu evren daimî bir değişme ve gelişme halindedir. Bütün bu canlı ve cansız varlıkların hepsi bu “bir tek” unsurdan teşekkül etmiştir. Çünkü organik maddelerde aynı unsur mevcuttur. Birleştirme yoluyla bazı organik madde­lerin elde edilmesi mümkündür.” Bu esasa göre E. Haeckel:

“En basit bir canlı bile cansız bir maddeden meydana gel­miştir.” demektedir.

Hayran:


“Cansız” maddeden “canlı” hayat nasıl meyda­na gelebilir hocam?” Ebu'n-Nûr:

“Haeckel, bunu şöyle izaha çalışır:

“Maddeyi meydana getiren unsurlar, kendi aralarında tak­dir edilmiş bir ölçü içinde, canlılık ve hayatın doğmasına sebep olmaktadır. Fakat bu ölçü, o kadar ince ve nazik bir “ölçüye” bağlı ki, küçük bir parçanın eksilmesi veya artması, ya o mad­denin ölümüne veya canlanmasına sebep olmaktadır.”

Bununla beraber, E. Haeckel ve maddeci görüşlerin en aşırı derecesinde olanlar bile, “ilk hayat”ın nasıl meydana geldiğini, “cansız” bir maddeden “canlı” bir hayatın nasıl teşekkül ettiği­ni anlamakta, acze düştüler.

Bunların en azılılarından biri de, materyalist düşüncenin en aşırı ucunda bulunan, hatta Darwin'i “Sen din adamlarını tutu­yorsun, onları razı etmek için “maddedeki canlılığı Allah yarattı” diyorsun” şeklinde itham eden Ludwvig Buchner (1824-1899)'dir. O bile: “Tekamül” fikrini şiddetle savunanlardan olduğu halde, cansız bir maddeden hayatın nasıl meydana geldiğini, ona na­sıl canlılık verdiğini aklına sığdıramıyordu. Öyle ki, şaşkın şaş­kın düşünerek şöyle diyordu:

“Hayatın başlangıcında, atom çekirdeğinin kendiliğinden, doğduğunu, kesin olarak söylemek mümkün değildir. Çünkü bu “ilk doğuş” ve “ilk canlılık” bilinmeyen bir şeydir. İşin en çetin tarafı şudur:

“ilk atom çekirdeği öyle sağlam unsurların bileşiminden teşekkül etmiştir ki, bu durum, hayatın bizzat kendisinden sadır olmasını menetmektedir. Yani maddedeki canlılığın bizzat tohumundan meydana geldiğini ileri sürmek abestir. Şayet biz, cansız maddede bir “hayat” veya “canlılık” görüyorsak elbette bunu, ilmin nazarında bir “mucize” olarak nitelemekten başka çaremiz yoktur. Fakat muhakkak olan nokta, “canlılığın” bu cansız maddeye, çok ulvî ve yüksek bir “ruh”dan geldiğini ka­bul etmemiz, bunun bir gerçek olduğunu unutmamamızdır” diyerek aczini itiraf ettikten sonra teslime mecbur olmuştur. Hayran:

Hocam, bu çok enteresan! Elbette böyle maddeci bir kişinin itirafı ibret ve dehşet vericidir. Fakat şu Darwin hakkında, ben çok önemli bir şey işittim.” Darwin:

“İnsanın aslı may­mundu. Tekamül neticesinde bugünkü, bildiğimiz “insan” du­rumuna geldi” diyen adamdır. Bir fikirler dinî bilgilerle bağ­daşmadığına göre, nasıl olur da Darzuin, din bilginlerini tutuyor diye Ludurig Buchner tarafından itham edilir?” Ebu'n-Nur:

Her ne kadar Darwinizm “türlerin kökeni” te­orisinde bu fikri taşıyorsa da, aslında Darwin böyle bir şey söylememiştir. Bununla beraber, aşırı maddeciler, Darzoin'in yer al­tındaki bazı hayvanların kalıntılarını ileri sürmesini istismar ederek “yaratılıştaki esas gaye ve hedefi” inkar ettiler. Mukaddes kitaplarda zikredilen “doğrudan doğruya, yar atılış” sistemini kabul etmediler. Bu itibarla, “doğru” luklarmı ispatlamak için, ileri sürdükleri görüşün ihtiva ettiği manayı açığa vurarak:

“İnsanın aslı maymundur” dediler. Bunu ispat için de “İn­sanla maymun arasında çok yakın benzerlikler vardır” fikrini ileri sürdüler. Bu benzerlik bazı organlarda birleşmekte ve bazı tabiatlarda ise aynen görülmektedir. Mesela bir maymunun ha­yız görmesi gibi...

İleri sürdükleri iddialardan biri olan “hayvanlarda ruhî ih­sasların bulunduğu” fikri, bir gerçektir. İnsanda olduğu gibi, hayvanlarda da sevinç, hüzün, kin, sevgi ve öfke gibi nitelikler mevcuttur.

Ayrıca, “düşünme ve mukayese gücüne sahip olmaları” se­bebiyle, hayvanların da insanlar gibi, şefkat, merhamet ve akıl sahibi olduğunu kabul ettiler. Ancak insanla hayvan arasındaki fark konusunda, insanın hayvandan daha üstün bir seviyede olduğunu da itiraf etmekten geri durmadılar. Fakat çözemedik­leri çok önemli bir nokta vardır: “Maymun, maymun iken nasıl oldu da insan basamağına intikal etti?” Bu hususta hayret ve şaşkınlık içinde kaldılar. Gerçi bazıları:

“Bu evrimleşme veya “maymunun insan olması” çok hızlı, sür'atli ve birdenbire vu­ku buldu” dediler.

Diğerleri ise,

“Hayır! Birdenbire olmadı. Çok uzun bir za­man içinde gelişe gelişe, evrimleşerek, tedricî bir tarzda oldu. Çünkü “birdenbire olması” çok uzak bir ihtimaldir. İnsanla maymun arasında “çok büyük” farklar vardır. Bunlar “birden bire” teşekküle mani olmaktadır. İnsan, zeka bakımından, may­mundan kat kat üstündür, fikrini savundular. Sonra, “İnsan ile maymun” arasında bir mahlûk sıfatını temsil eden, sonraları kaybolan halkayı, yeraltındaki maymun kalıntılarında çok ara­dılar. Fakat bulamadılar. Ve hala aramaktadırlar. Fakat bütün bu arayışa rağmen, ortadan kaybolan maymun ile insan arasın­daki halkayı bulmak mümkün olmadı. “Biyoloji bilginleri yer tabakasını delik deşik ettiler. Fakat bahis konusu halkaya veya ona benzer bir kalıntıya rastlamak imkansız oldu. Binaenaleyh insanın aslının maymuna dönüşmesi veya maymundan geldiği nazariyesini kesin bir teoriye bağlamak mümkün olmadı. Böy­lece şüpheli bir görüş olarak kaldı. Bugüne kadar da kesin bir netice alınamadığı için zayıfladı, suya düştü, çürüdü gitti. İşte insanın “maymundan geldiği” saçması bundan ibarettir Hay­ran!”

Hayran:

Evrimcilik (L'evolutionnisme) ile Dönüşümcülük (Transformisme) arasında ne fark vardır? Herber Spencer'in71 ortaya attığı “evrim” felsefesinin mahiyeti nedir hocam?” Ebu'n-Nûr:

“İlmî anlamda, “dönüşümcülük görüşü” ile “evrimcilik” arasında ince ayrıntılar göze çarpmaktadır. “Dönüşümcülük görüşü”, türlerin birbirine dönüşerek oluştuğunu ileri sürer. Evrimcilik ise, bütün varlıkların, bir veya birkaç var­lığın değişme ve gelişmesinin birbiri ardı sıra meydana geldik­lerini savunur. Şimdi burada, “evrimcilik”le “dönüşümcülük” arasında çok ince bir fark göze çarpmaktadır: “Dönüşümcü­lük”, ilerlemekten çok başkalaşma anlamını taşımaktadır. Şu kadar ki, o ilerlemeyi gerçekleştiren bir başkalaşmadır. Darzui-nizm adıyla bilinen bu okul, “Dönüşümcülük” ve “Evrimcilik” manalarım ifade etmektedir. Ancak burada çok ehemmiyetli bir husus vardır: Darwin, her şeyden önce bir Biyoloji bilgini­dir. Söz konusu “başkalaşma”yı, spekülatif bir filozof olarak değil, bir deneyci, gözlemci ve bilim adamı hüviyetiyle, tabiî ayıklama ve “soyaçekim” kanunlarıyla dört temel faktöre bağ­ladığını unutmamak gerekir.

Bu yönden Darwin, varlıkları kapsayan genel bir felsefe or­taya atmış değildir. Spencer ise, “evrimcilik” görüşünü daha ile­riye götürmüş, gerek maddî gerekse manevî bütün varlıkları kapsayan bir evrim (L'evolutionnism) felsefesini ortaya atmış­tır. Spencer'in görüşü, özet olarak, gerçekten varlıklara ait suret ve şekillerin, görünümdeki vasıflarından başka, onların gerçek bir sebep ve illeti bulunduğu hususudur. Spencer, özetle der ki: “Canlı ve cansız maddeler; akıl, düşünce, içtimaî ve ahlakî her olay, daha doğrusu kainatta bulunan her şey, aynı cins par­çaların bir bütün halinde evrimleşmesinin sonucudur. Bu so­nuç şekillerin başkalaşıp ayrılması, sonra bölünüp yok olması, daha sonra da tekrar toplanması neticesini doğurmuştur.

Bu sebeple, atomların bir araya gelmesinden taşlar ve dağ­lar meydana gelmiştir. Su damlalarından denizler; fertlerden aileler, ailelerden toplum; toplumdan da devletler oluşmuştur. Fertlerin adet ve an'anelerinden dinî ve ahlakî düşünceler, çok Tanrıcılıktan da “tevhîd” inancı doğmuştur. Fertlerin hislerin­den düşünceler ve cüz'î bilgilerden ilimler, ilimlerden de felse­fe doğmuştur...”

Canlı varlıkların tekamülüne gelince: Bu hususta Spencer, Darıuin gibi düşünür. Darwin, öteki biyoloji bilginleri gibi, “ha­yat sahibi her canlı varlık, daimî bir yaşama kavgası içindedir. İstek zaruretleri, çevre ve yaşadığı toplum ve soyaçekim gibi etkiler altında kalarak his ve akıl bakımından tekevvün eder. Hatta fıtrî ve ilkel akıl dahi, bu etkiler altında ve bunların tesi­rinde oluşur.” fikrindedir.

Spencer, özetle, şöyle der:

“İşte bu tekamülleşme sonunda akıl tekevvün etmiştir. İç­güdünün aslı, üstüste yığılmış akisler ve yerleşmiş adetlerden ibarettir. İçgüdülerinden de akıl doğmuştur:

Gerek mekan ve zaman mefhumları, gerekse “Sebep Kanu­nu” dediğimiz fıtrî düşünceler olsun, bunların hepsi, türlerin yaşadığı etkilerden veya evrimleşme neticesiyle kazandığı içgü­dü (sevkitablî) nün icat ettiği bir düşünme şeklinden başka bir şey değildir. Uzun zamanların geçmesi ve bu tesir sonunda, bir canlıda yerleşip kalan fıtrî düşünce, yukarıda tanımlanan bu bilgilerden ibarettir.” Hayran:

“Hocam, ben, Alman düşünürü Arthur Schopenhauer'in72 bu görüşe benzer fikirlerini aksettiren bir makalesini okumuştum. Schopenhauer:

“Canlı organik varlıkların daima yaşamaya, beslenmeye ve baki kalma isteğine ihtiyacı vardır. Bununla beraber, bu kainat, birbirlerini sonsuz olarak yiyenlerin yeridir.” demektedir.” Ebu'n-Nûr:

“Evet! Schopenhauer, bu sözüyle, iradeden bah­setmek istemiştir. O, İradenin anlamını çok geniş tutmuş ve so­nunda her şey için “son gerçek” fikrini ileri sürmüştür. Bu iti­barla, bütün kainat, sürekli bir şekilde, yapıcı durumuyla, bir iradeler” topluluğundan ibarettir. İşte bu irade, her şeye şekil veren canlı bir kuvvet durumundadır. Onları ihtiyaçlarına göre yaratır ve sevkeder. Gerçi biz, her şeyde bu “irade”yi görme im­kanına sahip olamıyoruz. Ancak onun şekillenmiş zahirî gö­rüntülerini müşahede edebiliyoruz.” Hayran:

“Schopenhauer, bu “şekillenmiş irade” mefhumuy­la, Allah tarafından canlıya fıtrî olarak yerleştirilen düşünce ve içgüdüden mi bahsetmek istemiştir? Veya kainattaki ince ve sağlam nizam ve kanunlarından mı? Yoksa bu şekillenmiş ira­de mefhumuyla Allah'ın iradesinin bu kainatı yarattığını ve orada onu yürütüp tekamül ettiren iradeler varettiğini mi kasdediyor? Ne demek istemiştir bu irade ile? “irade” nedir? Onu kim bulmuştur? Lütfedip bu hususları açıklar mısınız?” Ebu'n-Nûr:

Benim anladığıma göre, Schopenhauer, -bazı kapalı tarafları bulunmakla beraber- yapıcı “madde”yi inkar et­miş, bu maddenin gerisinde bulunan ve ona canlılık veren bir “hayat”ın var olduğunu belirtmiş fakat cansız şeylerde de bu­lunması sebebiyle bu “hayat” sözünü değiştirmiş ve buna “ira­de” demiştir. Binaenaleyh evrime ve dönüşüm görüşüne göre, muntazam ve sağlam kanunlar yoluyla yapıldığını ifade ettiği cihetle, ister “hayat” olarak adlandırsın, isterse “irade” desin, bunun, Allah'ın varlığına ve iman inancına bir zarar vermeye­ceği aşikardır.” Hayran:

“Nasıl olur hocam?” Ebu'n-Nûr:

“Bu soruların cevabım değerli alim Hüseyin eî-Cisr'in açıklamasında bulacaksın.” Hayran:

“Spencer, bütün felsefî görüşlerinde, bize, evrim­leşmenin devam edip gittiğini söylemiş, fakat bu nizamın sırrı­nı açıklamamıştır. Yani bu kainatın ilk illetini (sebebini) atom­ların, küçük parçalar halinde toplanmasını, ayrılmasını ve onla­rı teşkil eden temel unsurların özelliklerini, toplanmaya ve da­ğılmaya sebep olan gizli kuvvetleri beyan etmemiştir.” Ebu'n-Nûr:

“Spencer, felsefe konusunda, hayatın evrimine dayalı tasvirlerle iktifa etmiştir. Evrimi de bütün canlı varlıkla­ra şamil bir genel kanun olarak nitelemiştir. Bunun ötesinde kalan, yani, müşahede ettiğimiz alemin dışındaki gerçekleri, kainatın oluşunu ve sebebini, aklımızın idrak edemeyeceğini açıklamıştır. Aklın bundan aciz olduğunu, akıl ötesi bir hayatı vasfedemeyeceğini ifade etmek istemiştir. Aklın, müşahede edilen alem üzerindeki alışkanlığı sebebiyle, yalnız bu alemi anlamak yeteneğine sahip olduğunu ileri sürmüş, her şeyin zahirî görünüşü üzerinde fikir yürütebileceğini anlatmış, bunla­rın ötesinde ve gerisindeki olaylar hakkında her türlü araştır­manın aklı aciz bırakacağını, anlatmak istemiştir. Çünkü tabi­atın üstündeki bir gerçeği anlamak ve kavramak hususunda aklın şaşkınlık içinde kaldığını, buna muktedir olamadığını açıklamak istemiştir. Zira “bu alem, kendi kendine oluşmuştur. Bir “sebep” neticesinde meydana gelmemiştir. “Öncesi yoktur” sözünü, her şey için bir “sebep” ve “sonuç” arayan akıl, elbette reddeder. Sonra bu alemin, muhakkak bir “ilk sebebi” olacağı­nı kabul etmiş bulunması, bunu gerçek sayması, kainatın varlı­ğını meydana getiren asıl sebebin bir “yaratıcı” olduğunu bil­mesi, buna rağmen ilk nedenin sebepsiz olduğunu aklın kabul etmesi insan için biraz imkansızdır. Çünkü akıl, bir sebebin, daha önceki bir sebebe bağlanmasını ister. Akıl yoluyla, “se­bepsiz” sebep olmasını kabul etmek imkansızdır.” Hayran:

“Hocam Kant da aynen bu görüşü ileri sürmüş­tür. Spencer'le bu konuda hemfikir midirler?” Ebu'n-Nûr:

“Evet! Bu hususta hemfikirdirler. Kant gibi ak­im acze düştüğünü ileri sürerek, sonunda vicdan yolundan Al­lah'a imanın mümkün olacağını savunmuş ve şöyle demiştir:

“İçimizdeki bilinç yoluyla nüfuz ettiğimiz gerçekler vardır. Spencer bunu “içtepimiz” olarak niteler. Varlığını kabul eder. Fa­kat “içtepimiz”le anladığımız; ve varlığından şüphe etmediği­miz bir gerçeği akıl yoluyla idrakin imkansızlığını belirtir. Aklı­mızın bunu anlamaya muktedir olamadığını söyler. Ve vicdan yoluyla anladığımız veya sezdiğimiz gerçeklerin başında Al­lah'ın varlığına inanmak gelir...”

Böylece Allah'a vicdan yoluyla inandığını açıklamış olur.” Hayran:

“Hocam! Anlattıklarınıza bakarak Darwin'in Allah’a inandığını anlamış durumdayım. Fakat neden Spencer'e değil de Darwin'e hücum ettiler? Oysa evrim fikrini savunan ve Darwin’ın düşüncelerini daha açık ve geniş bir şekilde müdafaa eden Spencer'di. Din bilginleri neden Spencer'e itirazda bulun­madılar da yalnız Darvin'e hücum ettiler? Bu hususu açıklar mısınız?” Ebu'n-Nûr:

“Spencer'e hücum edilmedi. Çünkü Darwin’ın getirmiş olduğu “türlerin evrimi” fikrine yeni bir şey ilave etmiyordu. Üstelik ileri sürdüğü görüş ve düşüncelerin hemen hepsi Darwin'e aitti. Sonra Spencer, tekamül nazariyesiyle ilgili fikirlerini neşrettiği zaman Darwin'e karşı açılan hücum kam­panyası son haddini bulmuştu. Yeni bir kampanyaya lüzum yoktu. Çünkü Darwin'in savunduğu “evrim” nazariyesi, din bilginlerine göre, imanı zayıflatması bakımından tehlikeli görü­lüyordu. Bununla beraber, ilk insanın nasıl yaratıldığını açıkla­yan mukaddes kitaplara aykırı düştüğü için, din bilginlerinin çok sert ve şiddetli hücumları Darwin'e münhasır kalmıştı.

Hatta din bilginleri, profesörler, büyük gazete ve dergi ya­zarları, başpiskoposlar, papazlar, dünyanın birçok memleketle­rindeki siyaset ve ilim adamları, büyük muharrirler, edebiyat bilginleri çok sert ve şiddetli şekilde Darzvin'e hücum ettiler. Bununla beraber, bahis konusu hücum kampanyası edebin dı­şına çıktı. Çok ağır hakarette bulunanlar oldu. Onunla bayağı şekilde alay edildi. Sert ve edebe aykırı sözler sarfedildi. Bu du­rum on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar devam etti. Bütün dünyayı ilgilendirdi. Mesela, Oxford Üniversitesi başpiskoposu ve değerli bir bilgin Britanya İlimler Akademisi'nde yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:

“Mahlûkatın yaratılışı hakkında Allah'ın mülküne karışma­sı ve O'nun kudret ve hakimiyetini sınırlaması sebebiyle dün­yanın en çirkin cinayetini işlemiştir.”

Kardinal Mannegi de:

“Darwinizm, Allah'ı inkara götüren vahşi bir düşüncedir.” der.

Melburn eyaletinin meşhur başpiskoposlarından, Doktor Berry, neşrettiği kitapta Darwin'e çatmış ve onu “çok büyük suçlar” işlemekle itham etmiştir: “Semavi ve mukaddes kitap­ların getirdiği sözleri inkar etmekle, küfür ve inkar tohumları ekmiştir” demektedir.

Fransa'da Sagor:

“Çok aşağı bir görüş ve rezil bir felsefî düşünce; İnsanlık şuurunun bayağı ve adi görüşü... Bu felsefenin babası küfür, anası, rezaletin en aşağı derekesidir” diye hücumda bulunmuş­tur.

Almanya'da ise:

“Darwin'in fikirleri, mukaddes kitaplarda bulunanlara ay­kırı bir nazariyedir” demekle iktifa edilmiştir. Leipzig Üniversi­tesi ilahiyat bilimler hocası Lotard:

“Gelişme ve başkalaşma yoluyla tekamül nazariyesi ilahi hikmet ve kudrete tamamen aykırı bir görüştür. Yaratılış dü­şüncesi “din”e aittir. Biyoloji ilmi bunun sırını çözmeye mukte­dir değildir. Haddi zatında dinin en ulvî noktası da yaratılış konusunu izah etmekten başka bir şey değildir. Bu sebeple onu ancak “din” açıklayabilir.” demiştir.

İsviçre'deki ilahiyat bilginlerinden birisi, bütün Hıristiyan alemine “Darwinciliğe” karşı “Haçlı Savaşı” açılması için çağrıda bulunmuş ve bu fikrin bozuk görüşlerini böylece ortadan kal­dırılmasını istemiştir.

Dublin Üniversitesi dergisi de:

“Darwin... (haşa) Allah'ın malik olduğu mülkten ve arştan vazgeçmesi için boş boşuna çaba sarf eden adam...” diye onun­la alay etmiştir.

Dr. Kostantin James: 1877 yılında neşredilen, (Darwincilik yahut Maymun İnsan) adlı eserinde Darwin nazariyesini şöyle vasfetmiştir:

Bu nazariye çok gülünç bir efsaneden ibarettir.” Gladiston da aynı tabirle Darwin'le alay etmiştir. Bristol Üniversitesi profesörlerinden Dr. Hidg ise:

“Mukaddes kitaplara aykırı olan bu nazariyenin yayılması­nı men etmek lazımdır.” diye Darwinciliğin intişarını yasakla­mıştır. Yine aynı üniversitenin yetkili profesörlerinden Dofild:

“Tekamül nazariyesiyle semavî kitapları bağdaşürmak im­kan haricidir. Buna inanan bir kişi, ilmî yönden sabitliğini “ka­bul etse de, yine Allah'ı inkar etmiş olur” diyerek Darzuinizm'e inananların kafir olduğunu belirtir.

Meşhur doktor Liy de:

“Hangi üslûp ve dille olursa olsun, mukaddes kitapların sözlerinin Darwinizm'le bağdaşamayacağını bir gerçektir. Çün­kü Darwin ve ona tabi olanlar; bataklıklardaki pislikleri yutma­nın misyonerliğini yapan çok rezil insanlardır” der. Ve onları çok kötü vasıflarla suçlar.

Darwinciliği benimseyen hoca ve profesörler Beyrut'taki Amerikan Üniversitesi'nden kovulmuşlardır.

Hayran sözlerine şöyle devam etti:

Hocam, tam bir sırada, başını aşağı eğerek gözlerini yum­du. Sözlerini keserek sessizliğe daldı. Bir müddet düşündükten sonra başını kaldırdı ve dedi ki:

“Evet! İşte tam bu savaşın kızgınlığı sırasında dünyada yalnız bir alim ortaya çıktı. Müslümandı. Neşrettiği kitapta şöyle diyordu:

“Darwin'in fikirleri, ilmî yönden tespit edildiği gibi, hiç bir zaman ne Kur'an-ı Kerim'in ahkamına, ne de “Allah'a iman”a aykırıdır.” Hayran:

“Bu alim de kimdir hocam?” Ebu'n-Nûr:

“Bu alim, büyük İslam bilginlerinden sayılır. “Hamidiye Risalesi” adlı eserin sahibi Hüseyin el-Cisr'dir.73 Şimdi

vakit geçti. Önümüzdeki derste kendisinden, inşallah, uzun uzadıya bahsedeceğim. Çünkü O, benim üstadımdır. Beni, hi­dayet yoluna ileten odur. Elbette ondan biraz daha geniş bah­setmek isterim.” Hayran:

“Muhterem hocam! Lütfen dersi kesmeyiniz. He­nüz gecenin ilk yarısındayız.” Ebu'n-Nûr:

“Evladım! Ben ihtiyarım. Uykusuzluğa taham­mül edebilirim. Ama siz gençler dayanamazsınız. Uykusuz kalmanızdan korkarım. Çünkü dersleri iyi anlaman için vücudu­nun uykuya çok ihtiyacı vardır.” Hayran:

“Hüseyin el-Cisr'in görüşlerine karşı içimde bir iş­tiyak hissettim. Gözlerimden uyku kaçtı. Bütün dikkatimle dinlemeye hazırım. Ben de uykusuzluğa sabredebilirim. Lütfen dersimizi kesmeyelim.” Ebu'n-Nûr:

“Hocam Hüseyin el-Cisr'in, büyük İslam alim­lerinden Hüccet-ül-İslam imam Gazali’ye birçok yönden benzer­liği vardır. Gazalî gibi, el-Cisr de, çağının en büyük “kelam” alimlerindendi. Teknik konularda, ilmî ve nazarî bilgiler üze­rinde çok geniş malûmata sahipti. Etraflı anlayış, idrak ve iz'ana malik olmakla beraber, metafizik felsefe denizinin en de­rin tabakalarına vakıftı.

Her iki İslam bilgininin, Gazalî ve el-Cisr'in, felsefe ilmini iyi bilmelerinin esas gayesi, Allah'ın varlığını ispat içindi. Bununla beraber, İmam Gazalî, ilmin gerçekleri hakkında, bilhassa doğru ispatlara dayanan bütün ilmî gerçeklere karşı sonsuz bir inanç besliyordu. Dinî hükümlerde, kesin ispat ve delillere istinat eden bilgilere inanırdı. Dinin kabul etmediği hüküm ve bilgile­ri” kabul etmezdi. Bununla beraber, “dini yapacağım” diye teknik bilgileri inkar edenlere şiddetle çatar, onların dine, din düş­manlarından daha çok zararı dokunduğunu belirtirdi. İşte el-Cisr de ilmi gerçekleri inkar eden din bilginlerine çatar ve onların “imana davet” yolunda en büyük engel teşkil ettiklerini ileri sürerdi. Çünkü birçok din bilginleri tanırım ki, ilmî hakikatleri etraflıca idrak edemediklerinden cehaletin kurbanı olmuşlardır. Ve “dine yardım ediyorum” zannıyla kendilerini bilgin addederlerdi. Halbuki, dinin esas gaye ve hedeflerindeki hik­metleri idrak etmekten çok uzak, ilmî ahkam ve kaideleri anla­maktan aciz kişilerdir. Dinî kisve altında ilmî hakikatlere düş­man olanları, bilhassa kesin delil ve ispatlara müstenit nazarî ve amelî, yahut deney yoluyla elde edilen bîtaraf ilmî inkişaf ve gerçekleri inkar eden kişileri, elbette “din alimlerinden” say­mak yerinde değildir. Üstelik onların, dine zarar veren hakikî din düşmanlarından çok daha zararlı olduğu açık bir gerçektir.

Gazali ve el-Cisr, felsefecileri reddeden birer kitap yazmıştır. Bu eserlerde, dine karşı ve dinî ahkama muhalif, kesin ispat ve delillerden yoksun, saçma, aklî ve mantıkî kaide ve hükümlere aykırı sözleri reddetmişlerdir.

“Hüccet-ül-İslam” İmam Gazali, (Tehafüt'el-felasife) adlı eserini yazdı. Hocam el-Cisr de (Er-Risalet-ül-Hamidiyye)yi yazarak fel­sefenin yanlış görüş ve fikirlerini reddetti, onları çürüttü. Fakat her ikisi arasındaki fark iki noktada toplanmaktadır.



Yüklə 2,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin