Bu birleşmeyi sağlayan kişi de Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa idi.
Benim için başlangıçtaki en ilginç olay, Meclis'in açıldığının ikinci günü, Mustafa Kemal Paşa'nın, Milli Mücadele'nin nasıl başladığı konusunda bilgi veren ve akşama kadar süren konuşması ve bunun sonunda Meclis'e kendisinin okuduğu bir önerge olmuştu.
''İcra, Teşri, İslamda İttifakı Cumhur'' gibi sözleri içeren, çok ağdalı Osmanlıca ile yazılımş bu önergeyi dinlerken o zaman pek bir şey anlamamıştım. Özet olarak anladığım şuydu: Mustafa Kemal Paşa bütün devlet işlerine bu Meclis'in el koymasını ve bir hükümet kurulmasını istiyordu. Kimi milletvekilleri ise buna yanaşmıyorlardı.
Büyük Millet Meclisi halinde toplandıktan sonra, bundan niçin kaçındıklarını bir türlü anlayamamıştım. Bizim müdür yardımcısı Tevfik Bey'e sorduğumda: ''Kolay değil. Bu, padişaha ve İstanbul'daki hükümete karşı bir isyan mahiyetindedir. Bu iş yürümezse hepimiz asılırız'' demişti.
İşte benim küçücük görevimin bile o günlerde ne kadar önemli olduğunu o vakit çok iyi anlamış ve doğrusu bundan gurur duymuştum.
1- Dr. Rıza Nur Bey Olayı: İlk Meclis'in açılışından on gün sonra 3 Mayıs 1920 günü, her bakanın ayrı ayrı seçilmesi yoluyla ilk ulusal kabine kurulmuştu. O zaman kabineye dahil olan Genelkurmay Başkanlığı için yapılan seçimde 130 üyeden 129'unun oyunu Edirne Milletvekili Albay İsmet (İnönü) almıştı. Milli Eğitim Bakanlığı için yapılan seçimde de Hamdullah Suphi'ye (Tanrıöver) 65, Dr. Rıza Nur'a ise 45 oy çıkmıştı. Böylece İsmet İnönü'ye en çok, Dr. Rıza Nur'a ise en az oy çıkmış bulunuyordu. Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve Rıza Nur Beyler salt çoğunluğu sağlayamadıkları için 6 Mayıs 1920 Cuma günkü toplantıda yeni bir seçim yapılması gerekti. Hamdullah Suphi, Başkanlığa verdiği bir yazıyla adaylıktan çekildiğini bildirdi. Tek aday olan Rıza Nur Bey yeni seçimde 128 oydan 60 oy alabildi. Bu zat, her zaman gergin yüzlü, çok az gülen, sert yaradılışlı bir kişi olarak tanınırdı. Kendisini yöresine saydırmak isteyen, mağrur denebilecek bir tutumu vardı. Kürsüye çıktığında özenli pozlarla etkili konuşmalar yapardı. Milli Eğitim Bakanlığı için ilk oylamada 45, ikinci oylamada ise 60 oy verilmesini kendine yediremedi. Böyle çok az bir oyla önemli bir görevi kabul edemeyeceğini başkanlığa bildirip çekildi. Buna karşılık Meclis üyeleri, ''başka adaylar da bulunduğu için oyların dağıldığını, son oylamada kendisinin salt çoğunluğu sağladığını'' ileri sürdüler. Konuşmaların ayrıntılarına girmeyeceğim. Başka aday dedikleri ilk oylamada Rıza Nur'dan daha çok oy almış, ancak salt çoğunluğu sağlayamamış olan Hamdullah Suphi idi. Hamdullah Suphi kürsüye çıkıp durumu açıklayıcı nitelikte bir konuşma yaparak kendisinin zaten adaylıktan çekilmiş olduğunu bildirdi ve şöyle dedi: ''Bu durum, benim çekildiğimin yeterince göz önüne alınmamasından doğan bir zaaf olabilir. Ben diyorum ki, ülkemizde siyasal yaşam içinde gerçekten iyi ün kazanmış, yurtseverliğini kanıtlamış olan sayın arkadaşımızın (yani Rıza Nur'un) adı etrafında yeniden yaptığımız bu tartışma sonunda yüce Meclisinize düşen bir görev vardır. Kendisine büyük çoğunlukla güven bildirmektir.'' Bu öneri Başkan tarafından oya sunuldu ve kabul edildi. Bunun üzerine, Rıza Nur kürsüye gelerek: ''Bendenize iş görmek için yüce Meclis'in büyük, geniş bir güveni olması gerekiyordu. Başka türlü iş görmek olanaklı değildi. Madem ki yüce Meclis bu çoğunluğu gösteriyor, pekiyi, kabul ediyorum" deyip Milli Eğitim Bakanlığı görevini kabul etti. Yeniden oylama yapılmadı. Başından sonuna kadar dikkatle dinlediğim bu konuşmalar 6 Mayıs 1920 Cuma günkü toplantıda, yani Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ilk açılışından on beş gün sonra oluyordu. İlk kabine son üyesinin seçiminin de kesinleşmesiyle bu tarih de tamamlandı (*).
2) İlk Günlerde Din Tartışması: İlk Meclis'te, o zaman ''encümen'' denilen Meclis komisyonlarının sayısı ve oluşumu saptanırken konu okullardaki öğretim sorununa geldi. 26 Nisan 1920 tarihli dördüncü toplantıda (yani Melis'in açıldığının dördüncü günü) Kırşehir Milletvekili Hoca Müfit Efendi okullarda ders izlencelerinin Şeriyye Komisyonu'nca denetlenmesi gerektiğini uzun uzadıya savundu. Meclis'teki beyaz sarıklı milletvekilleri kendisini desteklediler. Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey ise bu görüşe karşı çıkarak, ''Efendim biz burada ders programları yapmak için toplanmadık'' dediyse de tartışmalar sürdü. Sıvas Milletvekili Hoca Mustafa Taki Efendi Meclis Başkanlığı'na şu önergeyi verdi. Günümüzün Türkçesine çevirerek buraya alıyorum:
''Şeriat ve evkaf işleri ile Adliye ve Milli Eğitim Bakanlıkları görevlerinin birbiriyle tam bir ilişkisi vardır; okulların ve medreselerin programları bakımından bu devlet daireleri birbirine zorunlu olarak bağlıdır; bu nedenle şeriat, evkaf, adliye ve milli eğitim konularının yalnız bir tek komisyona verilmesi işleri çoğaltacağından Şeriyye Komisyonu üye sayısının çoğaltılmasına karar verilmesini öneririm.''
Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi Bey bu öneriye şiddetle karşı çıkarak, fizik, kimya, tarım gibi derslerin din ile, Şeriyye Komisyonu ile ilgili olmadığını, bu komisyonun görevinin yalnız din işleriyle sınırlı ve bağımlı olduğunu belirtti.
Mustafa Taki Efendi, önerisini savunmak için: ''Efendim, şimdiye değin bizi ilerlemekten yoksun bırakan etkenlerden başlıcası din ile dünyanın ayrı düşünülmesi görüşüdür. (...) Biz din ile dünyayı ayırırsak geri kalırız'' dedikten sonra, milli eğitim, adliye, evkaf, şeriyye komisyonları yerine bunların birleştirilip bir tek komisyon kurulması önerisini, yani açıkçası milli eğitim ve adliyenin tümüyle Şeriyye Komisyonu'na bağlanmasını yeniden ileri sürdü. Bunun kabulü okulların ve adalet mahkemelerinin kaldırılması, böylece bütün öğrencilerin medreselerde eğitim görmesi, bütün davaların da şeriyye mahkemelerinde görülmesi demekti. Böyle bir durum ise Türkiye'yi Meşrutiyet'ten, dahası Tanzimat'tan da geriye götürmek olurdu. Düşman, vatanın bağrına doğru ilerlerken Meclis'teki hoca milletvekillerinin daha dördüncü toplantıda bu işlerle uğraşması, Bizans'ın, düşmeden önceki son günlerinde kiliselerde ''meleklerin erkek ya da dişi mi oldukları'' konusundaki tartışmaları ve mezhep kavgalarını anımsatıyordu.
Tokat Milletvekili Nâzım Bey kürsüye gelerek, ''Efendim, biz buraya memleket felaket içinde diye koştuk, geldik. Bizim en büyük görevimiz bu felaketin önüne geçmektir ve bu olmak gerekir. Öteden beri ülkede var olan bir din ve dünya sorununu buraya koymakla iyi bir iş yapmıyoruz. Onun için rica ederim bütün fikrimiz yurdun savunması noktasında yoğunlaşmalıdır'' dedi ve çok alkışlandı. Meclis çoğunluğu bu konuşmayı onayladı; hocalar daha ileriye gidemediler (*).
3) Padişaha Gönderilen Yazı: Düşman boş durmuyor, Meclis'in kuruluşunu boyuna Osmanlıların sultanı ve bütün Müslümanların halifesi olan padişaha karşı bir isyan niteliğinde göstererek Meclis'in asıl amacını, yani ulusça kurtulma ve bağımsız bir Türkiye olarak yaşama amacını örtmek, hiç değilse gölgelemek istiyor, her yoldan yararlanarak gizli kışkırtmalarını sürdürüyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 26 Nisan Pazartesi günkü toplantısının saat 19.00'daki dördüncü oturumunda İzmit Milletvekili Sırrı Bey bu durumu açıklayan şu konuşmayı yaparak halifeye bir bağlılık telgrafı çekilmesini önerdi:
''Arkadaşlarım! Meclisimizin kurulduğu dakikadan başlayarak her vesile ile şanlı halifemiz hakkındaki bağlılığımızın güçlendirilmesine çalışmakta olduğumuz, verdiğimiz kararlarla, söylediğimiz sözlerle kanıtlanmıştır. Bunu kuşkuya düşürecek bir zerrenin bile bizden çıkmadığında şüphe yoktur. Çünkü amacımız, halifemizi tutsaklıktan kurtarmaktır. Fakat hiç kuşkum yoktur ki düşmanlarımız bizim buradaki toplantımızın erek ve amacını elbette ve elbette padişahımız efendimiz hazretlerine ters yönde yansıtacaktır. Bunda kuşku duymayalım. Biz toplanmamızın gerçek nedenini, kendilerine olan sarsılmaz saygımızı ve kulluk bağlantımızı, şahane ülkelerini yabancıların zulmünden kurtarma konusundaki kutsal savaşımızın niteliğini kendilerine, ayaklarının toprağına (yüksek katlarına) en içten duygularla sunup bildirelim ve diyelim ki, biz senin kullarınız; amacımız, şahane kişiliğinizin yabancılar elinde tutsak bulunmasından doğan üzüntümüz gereği olarak sizi kurtarıncaya değin çalışacağız. Bütün çalışmalarımızı yalnız yüksek padişahlığımız uğruna adamışız, başka dileğimiz yoktur. Sizi ve bizi sevmeyenlerin, padişahla uyrukları arasına fesat sokmakta olan rezillerin amacı, elbette bizim en haklı davranışlarımızı size ters göstermektedir. Onun için başkanlık divanı, padişahlık katına bir telgraf çeksin!'' (*)
Bunun üzerine ''Ne yolla göndereceğiz?'' diye sesler yükselmiş, buna karşılık olarak Sırrı Bey de:
''Olanak bulunan araçlarla yapalım, olanağı bulunan araçlara başvuralım. Düşmanlarımız hiç olmazsa bundan üzülürler. Hiç değilse düşmanlarımızda üzüntü yaratalım'' diye safça, hatta çocukça bir yanıt vermişti. Bizim kanımıza göre Sırrı Bey'in padişahlığa karşı bu aşırı bağlılık gösterisinde içtenlik yoktu. Bundan başka, bu konuşmada bağımsızlıktan, vatanın kurtuluşundan da hiç söz açılmayarak, yalnız padişahın kurtulmasından söz edilmişti. Bununla birlikte, propagandaya çok önem veren Meclis, öneriyi ''kabul, muvafık'' sesleriyle uygun gördü. Bu öneri uyarınca padişaha gönderilmek üzere Başkanlık Divanı'nca hazırlanan ve 27 Nisan 1336 (1920) tarihini taşıyan yazı, 28 Nisan toplantısının ikinci oturumunda, yine Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi Bey tarafından çok güzel ve etkili bir biçimde okundu. Bunun Başkanlık Divanı'nca hazırlandığı söylenmiş ise de Meclis'in, Türk halkına ilk bildirisi gibi, Hamdullah Suphi Bey tarafından kaleme alındığı ve Atatürk'ün yönettiği Başkanlık Divanı'nca gözden geçirildiği ve daha ilk cümlesine ''ulusal bağımsızlık'' ilkesinin eklendiği kesin bir gerçektir.
29 Nisan Salı günü, öğleye doğru Başkâtip Recep Bey beni çağırtarak iki sayfalık bir müsvette uzattı. ''Bu yazı padişaha gönderilecektir, çok dikkatle temize çek'' dedi; bir de bizim büroda bulunmayan türden, kalınca ve parlak bir boş kâğıt verdi. O zamanlar iyi cins kâğıt sıkıntısı çekerdik. Büroya döndüm. Öğle tatiline az vakit vardı. Bunu rahat yazmak üzere masamın gözüne koydum. Herkes yemeğe çıkınca önce müsvetteyi okudum. Yazı Recep Bey'in el yazısı değildi. Bunun Antalya Mebusu Hamdullah Suphi Bey tarafından Meclis kürsüsünden okunan yazı olduğunu anladım. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla padişaha gönderilmek için temize çekilmek üzere Recep Bey'in bana verdiği yazı buydu.
Büyük Millet Meclisi ve Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa kim, Osmanlı devletinin padişahı Vahdettin kim ve ben ''Ankara Lisesi on birinci sınıf öğrencilerinden 787 numaralı Mustafa Hıfzı Efendi'' (Bu, benim okul künyemdi) kim, diye düşündüm bir süre...
Çok heyecanlanmıştım. Son haddini bulan yürek çarpıntılarım biraz yatıştıktan sonra, müsvetteyi temize çekmeye başladım. Yazıyı kâğıdın ön yüzü almadığından, arka yüzüne geçerek tamamladım.
Başkâtip Recep Bey çoğu kez yemeğini odasında yer, dışarıya gitse de bütün memurlardan erken dönerdi. Ben yazıyı bitirdiğim zaman o dönmüştü. Müsvetteyi ve temizini götürdüm. Görür görmez: ''Olmamış; arkasına yazmayacaktın'' dedi. Ben ''Başka kâğıt yoktu'' demek için daha ağzımı açmadan, ''Bir kâğıda sığmadı diyeceksin; beklerdin ve benden bir kâğıt daha isterdin'' diye ekledi. Temize çektiğim kâğıdın arkasına kalın kırmızı kalemle ''Bu gibi mühim şeyler kâğıdın arka sahifesine yazılmaz'' cümlesini yazdı. ''Arabî ve Rumî tarih'' kelimelerini de tarih konacak yere ekledi. En eski yazım kuralına göre, ''ordu'' kelimesi, baştaki ''elif''ten sonra ''vav''sız yazılırdı. Fakat yeni imlada ''vav''la yazılıyordu. Ben yeni imla ile yazmıştım. Bunu düzeltti. Başlık olarak da en yukarıya mürekkepli kalemle ''Rikâb-ı Refîi Hazreti Hümayuna'' (yani padişah hazretlerinin yüce katına) sözcüklerini yazdı (Düzeltilmiş olan bu belgenin fotokopisi aşağıdadır) ve bana iki temiz kâğıt vererek: ''Haydi bakalım, bunu yeniden yaz getir'' dedi. Bu sert davranıştan üzüldüğümü sezmiş olacak ki gönlümü almak için arkamdan ''Aslında senin kabahatin yok. Yazıyı da düzgün ve güzel yazmışsın. Yenisini iki sahife halinde daha güzel yazarsın'' diye ekledi.
Yazıyı ikinci kez temize çekip müsvettesiyle birlikte götürürken, düzeltme gören iki yazıyı götürmedim, o da unuttu ve sormadı. İkinci yazıyı okuyunca ''Aferin, güzel olmuş'' dedi. Aşağıda klişesi görülen eski Türkçe yazı, benim yazdığım düzeltme gören yazının fotokopisidir. Aslı, tarafımdan armağan olarak TBMM Müzesi'ne sunulmuştur.
Bugünkü Türkçeye çevirerek aşağıya aktardığım ve bu yazıdaki ''Kendi hükümetimizin idaresi altında mutsuz ve fakir yaşamak, yabancı tutsaklığı pahasına elde edeceğimiz huzur ve mutluluktan bin kat yeğdir'' cümlesi, ilk açılış konuşması ile, ''istiklali tam'' ilkesine oturmuş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin o çok umutsuz görünen dönemdeki tam bağımsızlık inancının ne kertede büyük ve güçlü olduğunu gösterir. Yazı şöyledir (*):
Halife Hazretleri'nin yüce katına
Halife ve pek kutsal Hakanımız efendimiz:
İstanbul'un işgali ve bunu izleyen çok acıklı olaylar üzerine durumu inceledik ve yüce saltanatınızın haklarını ve ''ulusal bağımsızlığımızı'' savunmak ve sağlamak amacıyla bu kez Ankara'da Büyük Millet Meclisi halinde toplandık. Anadolu'nun düşman salgını altında olmayan her köşesiniden gelen ve ulusça olağanüstü yetki ile görevlendirilen milletvekilleri, oybirliğiyle aldıkları bir kararla yüksek katınıza bazı gerçekleri arz etmeyi kendileri için bir bağlılık ve kulluk borcu bildiler.
Padişahımız;
Yüce kişiliğinizce bilindiği gibi sultanlık soyunuzun kutsal ve saygıdeğer atası olan Sultan Osman, ulusal tarihimizin mutlu ve uğurlu bir gecesinde, anısı kuşaklardan kuşaklara geçen bir düş görmüştü. O düşün üç kıta üzerine gövdesini salan ve altında yüz milyonluk bir âlem barındıran kutsal ağacından artık bütün dallar kesilmiş ve ortada yalnız koca bir gövde kalmıştır. O gövde Anadolu'dur. Ve onun kökleri, çok derin gitmek üzere, bizim yüreklerimizin içindedir. Şerefli dedelerimiz Rumeli'de kendi başına bir cihan olan ülkeleri fethedip alırken, ordularını bu Andolu topraklarından çağırır ve uzak memleketlerin büyük ana hatlarını, askeri yollarını güven altında bulundurmak için yine Anadolu'dan halkı getirir ve en önemli noktalara yerleştirirlerdi. Bu halk yığınları Bosna-Hersek ve Mora içlerine kadar yayıldı. Basra Körfezi'ne kadar indirildi. Suriye, Filistin yollarında taraf taraf yerleştirildi.
Padişahımız;
Yüce saltanat tahtınızın şerefli ve olduğu gibi kalması için Anadolu halkı yüzyıllardan beri baba ocaklarından çok uzak savaş yerlerinde can vermeyi kendisine en kutsal bir borç bilmişti. Anadolu boşaldı, Anadolu yıkıldı. Fakat iklimlerden iklimlere uzayan hakanlığınızın yücelik ve güçlülüğü uğrunda her sıkıntıya, her felakete, seve seve katlandı. O bir topraktır ki Macaristan içlerinden Yemen çöllerine kadar, Kafkas eteklerinden Basra yalılarına kadar kuşak kuşak uzayıp giden sayısız şehitliklerle kaplıdır. Ve o şehitlikleri her yerden çok şimdi özgürlük ve bağımsızlık için yeni bir kutsal halk savaşı yapan bu eski Anadolu verdi.
Görkemli padişahımız;
İslamın her bir yanda bozguna uğrayan bayrakları gelip onun ufuklarında toplandı. Onun ufuklarında kendine en son sığınağı ve kurtuluş yolunu aradı. İzmir'in işgali üzerine, şahane ülkelerinin en bayındır ve en mutlu bir parçası nasıl ateşle, yağma ve boğazlanmalarla baştan başa harap oldu, bilirsiniz. Hiçbir hakka dayanmayan ve ulusumuzu son yurdunda köle yapmayı amaç edinen bu vahşi akın üzerine yüce kalbinizin duyduğu acı üzüntüleri dünya basınına doğrudan doğrurya kendiniz bildirmiştiniz. İzmir işgalini Adana faciaları ve bu faicaları, Maraş, Antep boğazlaşmaları ve onu da felaketlerimizin en büyüğü olmak üzere İstanbul işgali izledi. Soyundan yetiştiğiniz ulus, binlerce yıldan beri cihanın en görkemli tahtlarına sultanlar yetiştirmiş ve özgür yaşamış olan bir ulus niteliğiyle bu durum karşısında ne yapabilirdi? Padişahı çok üzücü bir savaş sonucunda ordularını kullanmaktan yasaklanmış ve yoksun gördüğü için kendi kendine silaha sarıldı ve anavatanı nerede saldırıya uğramışsa oraya, dinsel ve ulusal namusunu kurtarmak için koştu.
Padişahımız;
Kafkasya'nın İslam kahramanları babalarının ocaklarını kendilerinden yüz kat güçlü bir düşmana karşı otuz yıl kadın erkek savundular. Zavallı Fas on yıldır ki Fransız işgalini tanımıyor ve silahını teslim etmiyor. Trablus bir avuç kahramanıyla aynı cenk içindedir. Bugün İslam âleminin her köşesi silahtan büsbütün yoksun bir durumda iken, zulüm ve hıyanetin boyunduruğunu atmak için ayağa kalkar ve isyan ederken Abbasi ve Fatımi halifeliklerinden, Selçuk Türklerinden beri hemen bin yüz yılı aşan bir zamandır bağımsızlık, özgürlük ve din uğruna savaşan büyük ulusunuz, Asya'nın ve İslamın bayrak taşıyıcısı önderi olarak evrensel bir ünü olan ulusunuz, kurtuluşunu canına susamış düşmanlarının merhametinden bekler mi?
Yücelerin yücesi efendimiz;
Ulusal savunmamızı kutsal padişahlık makamınıza karşı bir isyan gibi göstermek ve halkı aldatmak için durmadan çalışan hainler var. Onlar halkı birbirine kırdırmak ve düşmanın yurdu ele geçirmesi için yolu açık bırakmak istiyorlar. Oysa vuran da vurulan da hepsi sizindir. Hepsi size aynı derecede bağlı evladınızdır. Ulusal savunmamızı, düşmanların bayrakları babalarımızın ocakların üstünden çekilinceye değin bırakamayız. Her yeri büyük hakanımızın dinsel ve Tanrısal aşkına görkemli ve heybetli bir kanıt olan İstanbul mabetleri etrafında düşman askerleri gezdikçe, öz vatanın toprakları üstünden yad adamların ayakları çekilmedikçe biz kutsal savaşımızı sürdürmek zorundayız.
Yüce Tanrı atalarınızın yurdunu koruyan, halife ve hakanın şerefi ve bağımsızlığı için uğraşan evlatlarınızla beraberdir. Kendi hükümetimizin yönetimi altında mutsuz ve yoksul yaşamak, yabancı tutsaklığı pahasına elde edeceğimiz huzur ve mutluluktan bin kat yeğdir.
Padişahımız;
Yüreğimiz bağlılık ve kulluk duygusuyla dolu olarak tahtınızın çevresinde her zamandan daha sıkı bir bağlantı ile toplanmış bulunuyoruz. Toplantısının ilk sözü Halife ve Padişahına bağlılık olan Büyük Millet Meclisi, son sözünün yine böyle olacağını yüce katınıza en büyük saygı ve gönül eğilmesi ile sunar.
Padişaha yollanan özgün Osmanlıca metin şöyledir:
Halife ve Hakanı Akdesimiz Efendimiz:
İstanbul'un işgali ve bunu takip eden fecayi üzerine vaziyeti tetkik ve hukuk-ı saltanatı seniyyelerini ve istiklali millimizi müdafaa ve temin etmek maksadıyla bu defa Ankara'da Büyük Millet Meclisi halinde içtima ettik. Anadolu'nun düşman istilası altında olmayan her köşesinden gelen ve millet tarafından selahiyeti fevkalade ile terhis edilen mebuslar müttefikan ittihaz ettikleri bir karar ile süddei seniyyelerine bazı hakayıkı arz etmeyi kendilerine bir vecibe-i sadakat ve ubudiyet bildiler. Padişahımız;
Malumu seniyyeleridir ki, Hanedan-ı saltanatı hümayunlarının ceddi mübarek ve mübecceli olan Sultan Osman, tarihi millimizin mesut ve müteyammen bir gecesinde, hatırası nesillerden nesillere intikal eden bir rüya görmüştü. O rüyanın üç kıta üzerine gölgesini salan ve altında yüz milyonluk bir âlem barındıran kudsi ağacından artık bütün dallar kesilmiş ve ortada yalnız muazzam bir gövde kalmıştır. O gövde Anadoludur ve onun kökleri çok derin gitmek üzere bizim kalplerimizin içindedir. Ecdadı kiramınız Rumeli'de kendi başına bir cihan olan kıtaları fetih ve istila ederken ordularını Anadolu topraklarından davet eder ve uzak memleketlerin büyük ana hatlarını, askeri yollarını muhafaza ettirmek üzere yine Anadolu'dan ahali celp ve en mühim noktalarda iskân ederlerdi. Bu halk kitleleri Bosna Hersek ve Mora içlerine kadar yayıldı. Basra körfezine kadar indirildi. Suriye ve Filistin yollarında taraf taraf yerleştirildi.
Padişahımız;
Tahtıgâh-ı saltanatı seniyyelerinin şeref ve bekası için Anadolu halkı asırlardan beri baba ocaklarından çok uzak harp yerlerinde ifnayı hayat etmeyi kendine en kudsi bir borç bilmiştir. Anadolu boşaldı. Anadolu viran oldu, fakat iklimlerden iklimlere uzayan hakanlığınızın şevket ve kudreti için her mihneti, her felaketi cana minnet bildi. O bir topraktır ki, Macaristan içlerinden Yemen çöllerine kadar, Kafkas eteklerinden Basra yalılarına kadar kuşak kuşak uzayıp giden namütenahi meşhedlerle muhattır ve o meşhedleri her yerden fazla şimdi hürriyet ve istiklali için yeni bir halk mücadelesi yapan bu eski Anadolu verdi.
Şevketlü Padişahımız;
İslamın her tarafta duçarı hezimet olan bayrakları gelip onun ufuklarında toplandı. Onun ufuklarında kendine en son penahı ve necatı aradı. İzmir istilası üzerine memaliki şahanelerinin en mamur ve en mesut bir kısmı nasıl ateşle, yağma ve kıtal ile baştan başa harap oldu bilirsiniz. Hiçbir hakka istinad etmeyen ve milletimizi son yurdunda düçarı esaret etmeyi emel edinen bu vahşi akın üzerine kalbi hümayunlarının duyduğu acı teessürleri cihan-ı matbuata bizzat tevdi buyurmuştunuz. İzmir işgalini, Adana fecayii ve bu fecayii Maraş, Antep kıtalleri ve onu da felaketlerimizin en büyüğü olmak üzere İstanbul işgali takip etti. Soyundan yetiştiğiniz millet, binlerce seneden beri cihanın en muhteşem tahtlarına sultanlar yetiştirmiş ve hür yaşamış olan bir millet sıfatıyla, bu hal karşısında ne yapabilirdi? Padişahını elim bir harp neticesinde ordularını kullanmaktan memnu ve mahrum gördüğü için kendi kendine silaha sarıldı ve nerede anavatanı tecavüze uğramış ise oraya dinini ve milli namusunu kurtarmak için koştu.
Padişahımız;
Kafkasya'nın İslam kahramanları, babalarının ocaklarını kendilerinden yüz kere kavi bir düşmana karşı otuz sene, kadın ve erkek müdafaa ettiler. Zavallı Fas on senedir ki Fransız işgalini tanımıyor ve silahını teslim etmiyor. Trablus bir avuç kahramanıyla aynı cidal içindedir. Bugün İslam âleminin her köşesi silahtan tamamıyla mahrum bir halde iken, zulüm ve hıyanetin boyunduruğunu atmak için kıyam ve isyan ederken, Abbasi ve Fatımi hilafetlerinden, Selçuk Türklerinden beri hemen bin yüz seneyi mütecaviz bir zamandır istiklal ve hürriyet ve din için gaza eden büyük milletiniz, Asya'nın ve İslamın alemdarı diye cihanşümul bir şöhreti olan milletiniz halâsını canına susamış düşmanlarının merhametinden bekler mi?
Şevketpenah Efendimiz;
Milli müdafaamızın mübarek makamı hümayunlarına karşı bir isyan suretinde göstermek ve iğfal etmek için mütemadi çalışan hainler var. Onlar milleti birbirine kırdırmak ve düşman fütuhatına yolu açık bırakmak istiyorlar. Halbuki vuran da vurulan da hepsi sizindir. Hepsi aynı derecede sadık evladınızdır. Milli müdafaamızı, düşmanların bayrakları, babalarımızın ocakları üstünden çekilinceye kadar terk edemeyiz. Her yeri, büyük Hakanımızın aşkı dini ve ilahisine mutantan ve mehib bir delil olan İstanbul mabetleri etrafında düşman askerleri gezdikçe, öz vatanın toprakları üstünden yad adamların ayakları çekilmedikçe biz mücadelemizde devam etmeye mecburuz. Cenabı Hak, ataların yurdunu koruyan Halife ve Hakanının şeref ve istiklali için uğraşan evladınızla beraberdir. Kendi hükümetimizin idaresi altında bedbaht ve fakir yaşamak ecnebi esareti pahasına nail olacağımız huzur ve saadete bin kere müreccahtır.
Padişahımız; kalbimiz hissi sadakatı ubudiyetle dolu olarak tahtınızın etrafında her zamandan daha sıkı bir rabıta ile toplanmış bulunuyoruz. İçtimaının ilk sözü halife ve padişahına sadakat olan Büyük Millet Meclisi son sözünün yine bundan ibaret olacağını süddei seniyyelerine en büyük tazim ve huşu il arz eder. 27 Nisan 1336 (1920) 4) İçki Yasağı Yasası Tartışmaları: Hiç unutamadığım olaylardan biri de Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey tarafından, içkinin yasaklanması konusunda Meclis'e sunulan yasa önerisinin doğurduğu tartışmalardır. Bu öneri Meclis'in birçok komisyonlarından geçmiş, ''Şer'iye Encümeni'' içkinin İslamlıkta zaten haram ve yasak olduğunu, bunun için bir yasa yapmanın bile gereği olmadığını, şeriat kurallarının uygulanmasının yeterli olacağını raporla bildirmişti.