بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
İçindekiler
|
|
Önsöz………………………………………………………………………….........
|
1
|
Önbilgi…………………………………………………………………...................
|
29
|
Mukaddime…………………………………………………………………………
|
49
|
Fasıl……………………………………………………............................................
|
64
|
Fihrist………………………………………………….............................................
|
70
|
1.Bölüm Vücûdun Halifesi Hakkında……………………………………………..
|
72
|
2.Bölüm Halîfenin Mâhiyyeti ve Hakîkatine Dâir………………………….........
|
106
|
3.Bölüm Cisim Şehri ve Onun Halîfeye Mülk Olması……………………….......
|
112
|
4.Bölüm Akıl ile Hevâ Arasındaki Savaşın Sebebi…………………………..........
|
137
|
5.Bölüm Yalnız İmâma Mahsûs Olan İsim ve Onun Sıfatları ve Halleri...............
|
157
|
6.Bölüm Adâlet Hakkındadır …………………………………………..................
|
201
|
7.Bölüm Yardımcının ve Rabbanî ve Hikmetlere âit Cereyân..............................
|
204
|
8.Bölüm Hikmetlere âit Firâser ve Şerî^Firâset Hakkında....................................
|
222
|
9.Bölüm Kâtibin ve Sıfatlarının ve Kitâblarının Bilgisi Beyânındadır….............
|
250
|
10.Bölüm Vergi Toplama Reîslerinin ve Me’mûrlarının Beyânındadır…...........
|
300
|
11.Bölüm Toplanan Vergilerin İlâhî Hazrete Yükseltilmesi........................…….
|
307
|
12.Bölüm Beden Şehrindeki Bozuculara Yönelik Elçiler............………………..
|
319
|
13.Bölüm Kumandanlar ve Ordular ve Onların Mertebeleri.......……………….
|
327
|
14.Bölüm Düşmanla Karşılaşma Anında Savaşların İdaresi..............…………….
|
338
|
15.Bölüm Bu Mertebe Sayılarının Gâlib Olduğu Sır Beyânında..……………….
|
346
|
16.Bölüm Mevsimlere Göre Rûhâniyyet ve Rûh İçin Gıdâ Tertîbi.......................
|
354
|
17.Bölüm İnsana Yüklenmiş Olan Sırların Özellikleri............................………...
|
379
|
18.Bölüm Aklın, Yakîn Nûrunu Kalb Sahası Üzerine Feyzlendirmesi.........…….
|
428
|
19.Bölüm Yakîn Gözünün İdrâkinden Engelleyen Perdeler...........……………..
|
432
|
20.Bölüm Levh-i mahfûz Hakkında……………………………………………....
|
438
|
21.Bölüm Âh Etmelerin ve Sînede Olan Fıkırtıların Sebebleri………………….
|
443
|
22.Bölüm Vasiyet ve Tavsiyeler.....………………………………………………..
|
450
| ÖNSÖZ
Hamd olsun Allâhü Zü’l-Celâl’e ki, insanı ilmî vücûttan aynî vücûda çıkardı. Onun vücûda getirilmesinin öncesinde bir cevher var idi. O cevhere Celâl ayn’ı ile baktı. O cevher onun bakışının tahakkuk ettiği şey indinde ondan hayâ ederek eridi. Şimdi onun kadîm ilminin cevherlerinden ve incilerinden onda gizli olan su akmaya başladı. (1)
Bilinsin ki, (Sav) Efendimiz buyururlar ki: “Allah Teâlâ büyük bir beyaz inci hálk etti; Celâl ve heybetle baktı; hayâdan eridi. Onun yarısı su ve yarısı ateş oldu. Ondan bir duman hâsıl oldu. Semâvâtı dumandan ve arzı onun köpüğünden hálk eyledi. Şimdi O’nun Arş’ı su üzerinde oldu”.
“Allah Teâlâ”dan kasıt mutlak vücûdun vahdet ya’nî birlik mertebesidir.
“Hálk etmenin” ma'nâsı açığa çıkma ve açığa çıkarmadır.
“Büyük bir beyaz inci”den kasıt insânî hakîkat mertebesi olan ilk akıldır ki, buna vâhidiyyet ya’nî birliksellik mertebesi de derler.
İlk akla “Celâl ve heybetle bakmasından” kasıt ilk aklın gayrılığın mebde’i olan rûh mertebesine tenezzülüdür; ve bu tenezzülden hâsıl olan gayrılık perdesi ile mutlak vücûdun örtülmesidir. Çünkü Cemâl bakışı Hakk’ın vechinin kendi nûru ile tecellîsidir ki, bunda örtünme yoktur. Celâl bakışı Hakk’ın vechinin gayrılık elbisesi ile örtülmesi olduğundan, tabi'ki bunda örtünme vardır.
Ve gayrılıktan kasıt mutlak olmaklıktan kayıtlı olmaklığa tenezzüldür; ve mutlak olanın kayıtlıda gizlenmesidir.
“Büyük beyaz incinin hayâdan erimesi” bir olan vücûdu ikilikle kayıtlayarak kendi nefsinde yok hükmünde olduğu anda ona “rahmânî nefes”i ile hâricî vücût bahşetmesini; ve bu rahmânî nefes ile ona fezâda hâricî vücût bahşedilmesini tâkiben merkezin ateş ve çevresinin soğuma ile su olmasına işarettir. Ve “yedi kat gökler” denilen yedi gezegenimizin bu duman hâlindeki parlak bulutsudan ve Dünyâ’nın da onun yoğunlaşmasından mahlûk olduğu; ve Arş kelimesinin “taht ve dünyâ mülkü” ma‘nâsına geldiği için ve şehâdetsel âlemler de ilâhî mülklerden bulunduğu için ve bu parlak bulutsunun Arş’ın temeli oluşu yönüyle ilâhî Arş’ın su üzerinde olduğuna işâret olunur.
Cenâb-ı Şeyh (r.a) ibârelerinde bu hadîs-i şerife işâret buyururlar. Çünkü ilâhî ilimde sâbit olan insan, yeryüzünün hálk edilmesinden sonra maddesel elbise ile tahakkuk ederek açığa çıktı; ve Hak Teâlâ hazretleri onu zât cennetinden gayrılık elbisesi ile hârice çıkardı.
Ondan sonra karışabilirlik dalı meşrebesine bir oluk akıttı; o sebeple onun düzenini yerleşik kıldı. Ve bu dala “insan” ismini verdi. Ve onu tasvir edip kulağını ve gözünü açtı. Ve büyük âlemde olan her şeyin tertîbini onda muhkem kıldı ve onu idâreci kıldı. Ve onu her bir şeyin ihsânının açığa çıkmasına vâkıf etti. Ve onu karar eyledi. Ve onun akıl semâsını ayırdıktan ve yardıktan sonra bitiştirdi. Ve kendi vücûdunu var ettiklerinde beyân eyledi. Şimdi onu açığa çıkardı. Ve en gizli olan şey sebebiyle onu kendi sırrından perdeledi ve örttü. Dikkâtle inceleyen ve iyi düşünen kimse için onda apaçık hikmet vardır. (2)
Bilinsin ki, güneş sistemimizin oluşumunun uzun devirler içinde geçirdiği değişimler neticesinde olduğu ve bu sistemin bir parçası olan yeryüzünün bugünkü hâle gelmesinin de yine değişimler ile olduğu ve üzerindeki bitkiler ve hayvanlar ve insanın silsile ile birdiğerinden şûbelenerek var olduğu eski ve yeni bilim adamları tarafından açık delîller ile beyân olunmuştur.
Beşerin bu şekilde var olduğuna inanmak Kur’ân’ın hükümlerine aykırı değildir. Tefsîrcilerin ve âlimlerin arasında bu husûsta olan ihtilâflar muhtelif anlayışların Kur’ân’ın sözlerinden çıkardıkları muhtelif ma'nâlardan ibârettir. Bundan dolayı bu ihtilâflar anlayışa âit bir mes’eledir. Yoksa Kur’ân-ı Kerîm’de aslâ ihtilâf yoktur. Nitekim buyurulur:
“Ve lev kâne min indi gayrillâhi le vecedû fîhihtilâfen kesîrâ” ya’nî “Ve eğer Allah'tan başkasının indinden olsaydı, onun içinde mutlaka pekçok ihtilâf bulurlardı” (Nisâ, 4/82).
Bilakis Kur’ân âyetleri bilim adamlarının incelemelerini te’yîd buyurmaktadır. Bu konudaki îzâhlar hakîrâne tarafından Fusûsu’l-Hikem Şerhi’ne yazılan “Önsöz”de “Âdem’in hálk edilişi” bahsinde bir nebze verilmiştir.
Hiç şüphe yoktur ki, her gün görüldüğü şekilde yeryüzünün sâkinleri yeryüzünün cevherinden çıkmakta ve yine yeryüzünde çözülüp dağılmaktadırlar. Bitki olsun, hayvan ve hayvanın bir türü olan insan olsun, hepsi bir takım haller ve şartlar çerçevesinde unsurların ve elementlerin birdiğeriyle karışmasından var olurlar. Bu karışım neticesinde var olan şeye “mizâc” derler. Ma’denler ve bitkiler ve hayvanlar arasındaki bu karışımlar ve uyuşmalar peyderpey bir ağacın dalları gibi silsile ile aktığından cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a) bu değişimlere ve akışa “Ondan sonra karışabilirlik dalı meşrebesine bir oluk akıttı” ibâresiyle işaret buyurdu.
Ve işte bu sebeple onu en güzel sûret üzere tesviye edip değişim dalları neticesinde peydâ olan bu dala “insan" ismini verdi. Ve bu insâni dal, ma’den ve bitki ve ba'zı hayvanât dalı mertebesinde iken, kulağa ve göze sâhip olmadığı halde, hayvânî dalın en mükemmeli olmak üzere onun kulağını ve gözünü cisminin en uygun olan mahallerinde açtı.
Ve insan varlık ağacının meyvesi olduğundan bir meyvede, nasıl ki kendinin bittiği ağaçta olan sûretlerin ve özelliklerin benzeri mevcût ise, Hak Teâlâ insanın bittiği büyük âlemde mevcût olan her bir şeyin benzerini insan vücûduna koydu; ve onu idâreci kıldı.
Ya'nî ona öyle bir bakış ihsân eyledi ki, o bakış ile kendi âkıbetini ve muhitinde olan eşyânın âkıbetlerini görür. Ve onu rahmânî tecellîleri ile âlemin zâhirinin tamâmına olan ihsanına vâkıf kıldı. Çünkü insan türünden açığa çıkan bu kadar keşifler onun eşyânın esâslarına vâkıf olmasındandır. Vâkıf olması ilerledikçe keşifler de ilerleyerek yenilenir.
“Ve insanı karar eyledi.” Ya'nî zâhiri ve bâtıni duyularını yerli yerine koymak sûretiyle insânî mertebede kararladı. Ve insanın bütün zâhiri ve bâtıni kuvvetlerini birdîğerinden şakk edip ayırdıktan sonra daha fâziletli oluşu dolayısıyla hepsinin üstünde olan akıl kuvvetini bu kuvvetlere bitiştirdi. Çünkü bütün kuvvetlerde tasarruf edici olan akıldır. Nitekim âlemin kuvvetlerinde tasarruf edici olan da akl-ı kül ya’nî bütünsel akıldır. Ve âlemde küllî akıl ve insanda cüz'i akıl “semâ”; ve diğer tasarruf edilen kuvvetler “yeryüzü” mesâbesindedir.
“E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhüma” ya’nî “İnkâr edenler, semâların ve yerin bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz, o ikisini ayırdık” (Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesinde “ratk ya’nî bitişik”in “fetk ya’nî ayırmak”tan evvel söylenmesi bu beyâna aykırı değildir. Çünkü bu “ratk" ve “fetk” âlemin sûreti hakkındadır. Hz. Şeyh (ra) efendimizin “fetk ya’nî ayırma”dan sonra “ratk ya’nî bitiştirme”yi beyân buyurmaları âlemin ve Âdem’in ma’nâsı hakkındadır. Çünkü bu süregelen sûretler ma’nâlarından dolayı açığa çıkmışlardır. Bundan dolayı ma’nâlar “semâ" ve sûretler ise “yeryüzü” mesâbesindedir. Sûretlerin var olduktan sonra bağlandıkları ma'nâlara bir esâs ve kâideye dayanmaksızın bitişmeleri vardır. Bu bitişme ise “ayrılma”dan sonra olan “bitişme” ve “yarılmalar”dır.
“Ve Hak Teâlâ vücûdunu var ettiklerinde beyân eyledi.”
Çünkü Hakk’ın vücûdu sonsuz latîfin en latîfidir ve latîf oluşunun kemâlinden dolayı en gizlidir; idrâki mümkün değildir. Bu latîf vücûd kesîf olmadıkça idrak edilmez. Ve kesîf vücûd latîf vücûdun izâfelerinden olduğundan var edilmişler âlemine “izâfî vücûd” demişlerdir. Bu izâfî vücûd latîf olan hakîki vücûdun işâretleri ve alâmetleri ve delîlidir. Fakat hakîkî vücûd insandan açığa çıktığı kadar hiç bir görünme yerinden açığa çıkmadı. Çünkü Âdem’i kendi sûreti, ya‘nî sıfatları, üzerine hálk etti. Bundan dolayı toplayıcı varlık olan Âdem’de kendi vücûdunu en âşikâr ve en zâhir kıldı.
“Şimdi onu açığa çıkardı. Ve en gizli olan şey sebebiyle onu kendi sırrından örttü ve perdeledi.”
Ya‘nî insan hakîkî vücûtta gizli iken onun ilâhî ilimde sâbit olan sûretine ve hakikatine, o hakîkî vücûd kendi latîf vücûdunu kesîf kılmak sûretiyle bir elbise giydirerek onu açığa çıkardı.
Ve kendi hakîkatinin gizliliği sebebiyle rubûbiyyet ya’nî Rabb olmaklık sırrından örttü; ya‘nî Âdem’in en açık bir şekilde görülen kesîf taayyünü, rubûbiyyet sırrından ibâret olan kendi hakikatine perde oldu. Ve onu bu insânî kesîf sûret örttü.
Dikkatle inceleyen ve iyi düşünen Allah’a ârif olanlar için bu açığa çıkarmaklıkta ve gizli olmaklıkta apaçık hikmet vardır. Çünkü ilâhî işler âlemin ve Âdem’in vücûdu ile tahakkuk eder. Ondan önce ma‘nâ mertebesindedir. Ma‘nâ ise tahakkuk için sûret ister; ve sûret zâhir ve ma‘nâ ise o sûrette örtülüdür.
Daha sonra ona iktidâr hazretinden tecellî eyledi. Şimdi ona üstün geldi. Heybet ateşinden kaçarak acele koştu. Böyle olunca onu kattı ve kahretti. Ve onun şuuru olmaksızın onu yemyeşil denize bir daldırış daldırdı. Şimdi ilâhî kudret işe giriştiğinde onun beşeresi karışık oldu. (3)
Ya‘nî insanın ma'nâsı sûretine bağlandıktan sonra “e lestü birabbiküm” ya’nî “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” (A'râf, 7/12) hitâbıyla onun ma'nâsına ve rûhuna iktidâr hazretinden tecellî eyledi. Çünkü Rab iktidâr sâhibi ve kendisine muhtâc olunandır. Ve kul âciz ve muhtâcdır.
Bu kudreti idrâk edince onun karşısında mağlûp oldu; ve içine heybet ateşi düştü. Ondan kurtulmak için acele koştu. Fakat “eynel meferr” ya’nî “kaçacak yer nerede?” (Kıyâmet, 75/10). İlâhî kudret pençesinden kaçıp kurtulacak bir sığınak olmadığından, Hak Teâlâ hazretleri “Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı ve konuşan dili olurum……” hadîs-i şerîfinde işâret buyrulduğu üzere onun izâfî olan kuvvetlerini hakîkî kuvvetlerine kattı. Ve onun izâfî ve vehmî olan zâhir ve bâtın kuvvetlerini bu şekilde kahretti.
Ve bu kahır esnâsında şuûru olmaksızın onu yemyeşil denize bir daldırış daldırdı. “Yemyeşil deniz”den kasıt “rûh mertebesi”dir. Çünkü “lâ ilâhe illlallah” gayrılığın kaldırılması ve “Muhammedü’r-resûlullah” gayrılığın ispâtıdır. Ve mutlak vücûdun gayrılık bağıntısıyla açığa çıkması rûh mertebesinden başlar. Ve vücûd arşının istikrârı bu iki nûrânî satır ile olmuştur. “Lâ ilâhe illallah” satırı bembeyaz nûr ve “Muhammedü’r-resûlullah” satırı yemyeşil nûrdur.
Hz. Şeyh “yemyeşil nûr”a burada “yemyeşil deniz” ta‘bîr etmişlerdir. Ya'nî insan şehâdet âleminde vücûda âit kesîfliği ile gezdiği ve yediği içtiği halde, Hak Sübhânehû ve Tealâ onun bu madde beden vücûdunu rûha tebdîl edilmiş kıldı. Ve bu değişim onun şuûru olmaksızın gerçekleşti.
Bir halde ki, sûreti yine şehâdet mertebesinde sâbit olarak bir taraftan etrâfında bulunan kimseler ile sohbet etti; ve diğer taraftan rûhlar âleminde olanlar ile münâsebette bulundu. Bundan dolayı ilâhî kudret onu istilâ etmeye giriştiğinde onun beşeresi, ya‘nî vücûdunun zâhiri ve cismi, rûhu ile karışık oldu. Ve onda hem rûha âit eserler ve hem de cisme âit eserler açığa çıktı. “Yevme tubeddelül ardu gayrel ardı ves semâvâtu ve berezû lillâhil vâhidil kahhâr” ya’nî “O gün yeryüzü ve semâlar, başka bir hale döndürülür. Ve onlar, Vâhid ve Kahhâr olan Allah'ın huzûruna çıkmış olurlar” (İbrâhım, 14/48) âyet-i kerîmesinde bu hakikate işaret buyrulur. Çünkü bu hâl kıyâmet türlerinden bir türdür.
Daha sonra ona dâimilikten açtı. Şimdi bu sebeple onun ömrünü tahakkuk ettirdi. Ve onun katkısı olmaksızın ve onu bir emir sınırlamaksızın ona ebedî hayât örtüsünü giydirdi. Ve meleklere karşı onun makâmını yükseltti. Ve onun özrünü apaçık kıldı. Şimdi ona isimler ile yardım ettiği ve onu aydınlattığı zaman secde ile bîat etmeyi emretti. Ve onu cisimler arzında halîfe kıldı. Bundan dolayı onu te’yîd etti ve ona yardım etti. (4)
Ya'nî Hak Teâlâ hazretleri insanı ilâhî kudreti ile istilâ buyurduktan sonra ona dâimilik perdesini açtı. Çünkü bu perdenin keşfi ilâhî kudretin istilâsının netîcesidir. Şimdi bu dâimilik perdesinin keşfi ile onun ömrünü tahakkuk ettirdi.
Bilinsin ki, bütünsellik i‘tibârı ile insanın üç tür ömrü vardır:
Birisi; zât mertebesinden şehâdet mertebesine kadar olan ömrü.
İkincisi; şehâdet mertebesinden âhiret mertebesine kadar olan ömrü.
Ve üçüncüsü; âhiret ömrüdür.
Cüz’i oluşluk i‘tibârı ile bu mertebelerin her bir yurdunda bir çok ömürleri vardır. Örneğin şehâdet mertebesinde ilk önce basit, daha sonra birleşik, daha sonra ma’den, daha sonra bitki, daha sonra hayvan, daha sonra nutfe, daha sonra anne rahmi yurtlarında bir çok ömürler sürer. Diğer iki mertebe de böyledir.
Hz. Şeyh’in (ra) burada “ömür” kelimesinden yüce kasıtları beyânın akışına bakılarak uhrevî ömürdür. Çünkü ilâhî kudretin istîlâsı ile insanın kıyâmeti kopup ona dâimilik perdesi açılınca, o artık âlemlerin Rabb’inin civârında şen ve sevinçli olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de işaret buyrulur:
“Fî mak’adi sıdkın inde melîkin muktedir“ ya’nî “Kudret Sahibi Melîk'in huzurunda, sâdıklar makamındadır” (Kamer, 54/55).
Bu, hâs cennettir; ve kâmillerin makâmıdır. Ve her kim bu cennetin içinde bulunursa, mutlak lezzet ve râhat içindedir. Hakîkat ehli buna “ebedî hayât” ta'bîr ederler. Nitekim cenâb-ı Şeyh (ra) devâmındaki cümlede:
“Onun katkısı olmaksızın ve onu bir husûs sınırlamaksızın ona ebedî hayât örtüsünü giydirdi” buyururlar. Çünkü bu mertebede bütün bağıntılar kalkmış olduğundan katan ve katılan ve katkı bağıntıları yoktur. Ve insân-ı kâmili emirlerden bir emir de sınırlamaz. Çünkü mutlaklık mertebesine ulaşmıştır. Sınırlama ise kayıtlamaktır. Ve “mutlak” “kayıtlı”nın zıttı olduğundan bir mahalde bir arada olmazlar. Ve kâmilin dışında olan mü’minler ise henüz bağıntı ve kayıt ve sınırlama içindedirler. Nitekim Azîz Nesefî hazretleri şöyle buyururlar:
“Çünkü bu hâs cennet içinde değildirler. Onlar cennet derecelerinin diğer mertebelerindedirler. Bu derecelerde olanlar mutlak lezzet ve râhat içinde olmazlar. Ve mutlak elem ve zahmet içinde de olmazlar. Cehennemden geçmişler ve cennet derecelerden bir dereceye ulaşmışlardır. Bu yönden lezzet ve râhat içindedirler. Ve fakat Zü’l-Celâl Hazretlerinin yakınlığından mahrûmdurlar. Ve âlemlerin Rabb’i Hazret’inden nasîpsizdirler. Bu yönden ayrılık âteşi içindedirler. Ve ebedlerin ebedi bu ayrılık âteşi içinde kalırlar. Ve bu cennetler noksanların makâmıdır. Eğer azâb ilim noksanlığından olursa asla azâbtan kurtulmazlar. Ve eğer azâb temizlik noksanlığı yönünden olursa günlerin geçmesiyle ile o azâbtan kurtulurlar.”
Şimdi insân-ı kâmilin ömrünün dâimilik mertebesinde tahakkuku ve bu sebeple bütün isimlere görünme yeri oluşu dolayısıyla Hak Teâlâ hazretleri onun makâmını yükseltti. Ve melekler: “Yâ Rab sen yeryüzünde bozgunculuk eden ve kan döken kimseleri nasıl halîfe buyurursun?” dedikleri zaman: “yâ âdemu enbi’hum bi esmâihim” ya’nî “Ey Âdem! Bunları onlara, isimleriyle haber ver” (Bakara, 2/33) celîlü’ş-şân hitâbı ile Âdem’in bütün isimlere mazhar oluşunu isbât buyurunca ve bu şekilde özrünü apaçık beyân buyurunca ve ona bütün isimleriyle yardım edince ve “Ve alleme âdemel esmâe kullehâ” ya’nî “Ve Âdem'e, isimlerinin hepsini öğretti” (Bakara, 2/31) âyet-i kerîmesinde işaret buyrulduğu üzere onu ilim nûru ile aydınlatınca meleklere Âdem’e secde ve boyun eğme ve itâat ile bîat etmeyi emretti.
Ve onu cisimler arzında halîfe kıldı. Cenab-ı Şeyh’in (ra) “cisimler arzında halîfe kıldı” buyurması insân-ı kâmilin yalnız cisimler arzındaki halîfeliğinin umûmi olduğuna delîldir. Rûhlar arzındaki halîfeliği umûmi değildir. Çünkü Âdem'e karşı boyun eğmeye ve itâat etmeye me’mûr olmayan rûhlar da vardır ki, ona “âlîn melekler” derler. Nitekim: “em künte minel âlîn” ya’nî “Yoksa sen âlîn meleklerden mi oldun?” (Sâd, 38/75) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulur.
İşte Hak Teâlâ hazretleri insân-ı kâmili böylece cisimler arzında bütün isimlerine görünme yeri oluşu ve bu isimler ile tasarruf etmeye kudret vermek sûretiyle onu halîfelik makâmında te’yîd etti ve ona yardım etti.
Daha sonra ona aklı yardımcı olarak îcâd etti; ve aklı kendine yardımcı etti. Ve ona ağaçtan ateş sûretinde hitâp sırrını hîbe etti. Ve ona mu‘cize olarak asâ verdi. Bundan dolayı onunla sihirbazların hâtıralarını helâk etti. (5)
Bilinsin ki, genel olarak insanlar iki hâl içindedirler: Birisi, sarhoşluk ve diğeri ayıklık hâlidir.
Sarhoşluk hâli ya nefisten veyâ rûhtan olur.
Nefsânî hallerden sarhoş olanlar dünyâ ehlidir. Onlar akıldan istifâde edemezler. Nefislerinin hükmü akıllarına gâliptir.
Rûhî hallerden sarhoş olanlar da âhiret ehlidir. Onlar da akıldan istifâde ede-mezler. Çünkü rûhlarının hükmü akıllarına gâliptir.
Kâmiller bunların dışındadır. Onlar ne dünyâ ile âhiretten ve ne de âhiret ile dünyâdan perdeli olmazlar. Nefsin hükmünü ve rûhun hükmünü şer'îat hükümlerinın sınırları içerisinde ma‘kûl olarak yerine getirirler. Çünkü onlar hakîmdirler; herşeyi yerli yerine koyarlar. Bundan dolayı onlar akıldan istifâde eden sınıftır.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) buna işâretle buyururlar ki:
“Fenâdan sonra bakā mertebesine gelen kâmiller için Hak Teâlâ aklı yardımcı olarak îcâd buyurdu. Ve cisimler âleminde ilâhî tasarrufları insân-ı kâmil vâsıtası ile olduğu için onun aklını kendine vezîr ya’nî yardımcı edindi.”
Ondan sonra insân-ı kâmilin cismini Mûsâ’nın ağacına ve onun hayvânî rûhunu da “ateş”e benzetti ki, bu benzetmede bir çok benzetme yönleri vardır. Îzâhı uzun olur.
Ve ârif kesîf taayyününün ağacında zâhir olan hayvânî rûhu içinde Hak Teâlâ hazretlerinin hitâbını işitir. Çünkü Hakk’ın Zât’ı onun hüviyetidir. Ve ona hak ve bâtılı ayırt edecek bir kudret verdi ki, asâ mesâbesindedir. O asâ ile bâtılı uzaklaştırır; ve vücûd ikliminde sihirbazlar gibi hayâli sûretler gösteren nefsânî ve şeytânî hâtıraları helâk eder.
Daha sonra kısımlanmış mizân indinde onu korkuttu ve sakındırdı. Ve onun mevâridini onun üzerine dağıtıp ayırarak taksîm etti. Ve ona sınırlanmamış olan ilâhî işâret askerlerini sıraladı. Ve onun hazret kapısı üzerine talihli ve talihsiz olan hâtıraları gönderdi ki, onlardan ba'zıları işâret kaynaklarını kabûl edicidir. Ve onlardan ba‘zıları da kaçınılacak olanlardır. Ve orta yol üzere olan medînesini ya’nî şehrini ma'mûr kıldı. Ve onu ondan ihrâc etti. Ve onu melekût sırlarının mütâlâasıyla ganî kıldı. Ve o sebeple onu muhtâc kıldı. Ve onun için var edilmişlerde tasarrufu mubâh kıldı ki, onunla onu ondan men’ etti. Ve îman edenle küfreden kimseler arasındaki alışı onun kabzasında eşit kıldı. Ve bu kabza üzerinde açığa çıkardı. Ve onu kararladı. Ve onun mülkünde geçmek için bir köprü tâyin etti. Şimdi onu geçen kimseye ne mutlu! (6)
Hz. Şeyh (ra) yukarıda “Onun akıl semâsını ayırdıktan ve yardıktan sonra bitiştirdi” buyurmuş idi. Şimdi de “Ves semâe refeahâ ve vedaal mîzân. Ellâ tatgav fîl mîzân. Ve ekîmul vezne bil kıstı ve lâ tuhsırûl mîzân” ya’nî “Ve semâyı yükseltti ve mîzânı koydu. Mîzânda haddi aşmayın. Ve ölçüyü adâletle yapın ve mîzânı eksiltmeyin” (Rahmân, 55/7-9) âyet-i kerîmelerine işâretle “kısımlanmış mîzân indinde halîfeyi korkuttu ve sakındırdı” buyurur.
Çünkü akıl insan bedeninde vehim verici kuvvetten daha fazla bütün kuvvetler üzerine hâkimdir; ve bütün kuvvetleri idâre edici olan akıldır. İnsan kuvvetlerini aklın hükmü ile kullandığı takdîrde fiilleri ve hareketleri kendi muhîti için faydalı olur. Nitekim (Sav.) Efendimiz: “Mü’min menfaattir” buyururlar.
Ve bütün kuvvetlerini aklın hükmü ile kullanan ancak insân-ı kâmildir. Çünkü onun vehim verici kuvveti aklına boyun eğmiş ve “şeytanımı islâm ettim” hadîs-i şerifinin sırrı halîfe olan insân-ı kâmilde ortaya çıkmıştır.
Noksan insanın vehim verici kuvveti ise aklına hâkim olduğundan kısımlanmış mîzân indinde azgınlık ve hüsrân içindedir. Çünkü vehim verici kuvvet varı yok ve yoku da var gösterir. Bu ise kısımlanmış mîzân indinde azgınlık ve hüsrândır. Hak Teâlâ hazretleri insân-ı kâmilde dahi vehim verici kuvvetin varlığı dolayısıyla onu kısımlanmış mîzân indinde: “Ellâ tatgav fîl mîzân. Ve ekîmul vezne bil kıstı ve lâ tuhsırûl mîzân” ya’nî “Mîzânda haddi aşmayın. Ve ölçüyü adâletle yapın ve mîzânı eksiltmeyin” (Rahmân, 55/8-9) âyet-i kerîmesiyle korkuttu ve sakındırdı.
Ve mîzân gerek kâmil ve gerek noksan için Ahmedî tertemiz şerîatın aynıdır. Kâmil ile nâkıs arasındaki fark budur ki, kâmil şerîatı içtihât koyucuların içtihâtlarından değil, Kitap ve Sünnet’ten Allâh’ın murâdına ve Resûlullâh'ın murâdına uygun olarak doğrudan doğruya hakîkat-i muhammediyyeden alır. Noksan ise içtihât koyucuların içtihâtlarına tâbi’dir. Ve şerîat bütün kuvvetlerin vazîfelerini taksîm etmiştir. Akıl bu kısımlanmış mîzâna riâyet etmez ve vehim verici kuvvete tâbi’ olursa vücût memleketi bozuk ve harâp olur.
“Onun mevâridini onun üzerine dağıtıp ayırarak taksîm etti.”
İnsanın “mevârid”i “on duyu” dedikleri zâhir ve bâtın duyularıdır. Hak Teâlâ hazretleri onun “mevrid”leri olan bu “on duyu”yu vücûdunun üzerine dağıtmak sûretiyle taksîm etti. Görme mevzi’ bir yerinde; ve işitme mevzi’ diğer bir mahallinde; ve koklama mevzi’ de başka bir tarafındadır. Diğer duyularının yerleri de böylece muhtelif mevzi’lere taksîm edilmiştir.
“Ve ona sınırlanmamış olan ilâhî işâret askerlerini sıraladı.”
Gerek zâhir duyular ile algılanan ve gerek bâtın duyular ile idrâk edilen sûretlerin hepsi ilâhî işâret ve âyetlerdendir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de:
“inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn” ya’nî “Muhakkak ki; bunda tefekkür eden kavim için elbette âyetler (işâretler) vardır” (Ra’d, 13/3)
“inne fî zâlike le âyâtin li kavmin ya’kılûn” ya’nî “Muhakkak ki; bunda akıl eden kavim için elbette âyetler (işâretler) vardır” (Ra’d, 13/3) ve
“inne fî zâlike le âyâtin li ulîn nuhâ” ya’nî “İşte bunda nehiy sahipleri için mutlaka âyetler (işâretler) vardır” (Tâ-hâ, 20/128) buyrulur.
Bu ilâhî işâretleri kemâliyle ancak insân-ı kâmil anlar. Çünkü her şeyin hakîkatlerini müşâhede eder. Bunlar noksan insâna oyun gelir. Nitekim: “Ey Allâh’ım oyun ve eğlenceden ibâret olan eşyâdan bizi uzaklaştır. Ve bize eşyânın hakîki mâhiyetini göster” buyrulmuştur.
Ve sıfatların görünme yerleri ve ilâhî isimlerden ibâret olan bu işâretler ilâhî askerler olup “külle yevmin hüve fî şe’nin” ya’nî “O her an bir iştedir” (Rahmân, 55/29) gereğince onların ne başlangıcı ve ne de bitişi vardır. Nitekim buyrulur: “ve mâ ya’lemu cunûde rabbike illâ hüve” ya’nî “Ve Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez” (Müddessir, 74/31). Bu i‘tibâr ile ilâhî işâret askerleri sınırsızdır. Cenâb-ı Hak halîfenin zâhir ve bâtın duyularına bu ilâhî işâret askerlerini sıralamıştır. Bu işâretler gereğince Zâhir ismi ile Bâtın isminin hükmünü verir.
“Ve onun hazret kapısı üzerine talihli ve talihsiz olan hâtıraları gönderdi.”
İnsan kalbinde heyecan yapan şey dört mertebe üzerinedir: Eğer çabuk gelip giderse “hâcis ya’nî endişe” derler. Ve eğer biraz kalırsa “vâcis ya’nî vesvese” derler. Ve eğer şiddet ve kuvvet ile gelip yerleşirse “hâtır” ve ‘'hâtıra” derler. Ve kalbte yerleşmiş olarak devam ederse “fikir” derler. Ve dışarıdan gelene de “vârid ya’nî ulaşan” derler. Ve vâridin mevridleri yukarıda bahsedildiği üzere zâhir ve bâtın duyulardır. Bu hâtıraların ba‘zısı talihli ve ba'zısı talihsizdir.
Bu hâtıralar zâhir ve bâtın duyulara dâhil olmadan önce halîfenin kapısı olan ve ilâhî huzûrda hâzır bulunan kalbine gelir. Mîzâna uygun olan kabûl ile zâhir ve bâtın duyuların yerlerine ulaştırılır. Uygun olmayanlar o yerlere ulaştırılmazsızın kaldırılır.
“Ve orta yol üzere olan medînesini ya’nî şehrini ma‘mûr kıldı.”
Medîne”den kasıt “şehâdet âlemi”dir. Ve şehâdet âlemi iniş ve çıkış mertebelerinin kesişme noktası olması i'tibârı ile “orta yol”da olan bir medînedir. Ve şehâdet âlemi medînesinin ma‘mûr olması Hakk’ın halîfesinin vücûduyladır. İnsân-ı kâmil olmaksızın âlemin vücûdu rûhsuz bir cesed hükmündedir. Nitekim cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Fusûsu’l Hikem’de Âdemî Fass’da bu ma‘nâyı îzâh buyurmuşlardır. Ve Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikate işâretle buyrulur:
“Ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh“ ya’nî “Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım” demişti” (Bakara, 2/30) ve “Sümme cealnâküm halâife fîl ardı” ya’nî “Sonra sizi yeryüzünde halîfeler kıldık” (Yûnus, 10/14).
Ve Hakk’ın halîfesi olan insân-ı kâmilin vücûdunun kesilmesi hâlinde âlemin ma'mûr oluşu harâb oluşa yüz tutar. Nitekim hadîs-i şerifte buyrulur: “Yeryüzünde Allah Allah diyen bulundukça kıyâmet kopmaz.” Ve cenâb-ı Şeyh-i Ekber bu ma‘nâyı da Şît Fassı’nın sonlarında beyân buyurmuşlardır.
“Ve onu ondan ihrâc etti. Ve onu melekût sırlarının mütâlâasıyla ganî kıldı. Ve o sebeple onu muhtâc kıldı.”
Ya‘nî Hak Teâlâ hazretleri halîfeyi bu şehâdet mertebesi medînesinin hükümlerinden ihrâc edip,hakîkat âleminden ibâret olan melekût sırlarının mütâlâasıyla bu âlemin ahkâmına tâbi olma ihtiyâcından ganî kıldı. Çünkü bu âlem tabîat hânesidir. Buradan çıkmadıkça hakîkat âlemine gitmek mümkün değildir. Nitekim Hâce Hâfız (ks) buyurur: Beyt:
Tercüme: “Sen ki tabîat hânesinden dışarı çıkamıyorsun; hakikat mahallesine sefer edebilmen nerede!”
Şimdi halîfe bu âlemin hükmünden çıkıp melekût sırlarını mütâlaa etmesi sebebiyle “Lâ mevcûde illallah” ve “Lâ fâile illallah” sırrına ve “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Ve sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah hálk etti” (Sâffât, 37/96) âyet-i kerîmesinin hakîkatine vâkıf olur. Ve kendinin Hakk’ın kudret elinde bir âlet olduğunu görüp, bilir. Ve bir âlet, nasıl ki bir üstâdın kullanmasına muhtâc ise halîfe de öylece Hakk’ın kullanmasına muhtâc olur. Halk onu kendi irâdesiyle hareket eder zannederler. Oysa o Hakk’ın irâdesiyle hareket eder; ve onu çevirip döndüren Hakk’tır. Nitekim âyet-i kerîmede işâret buyrulur: “Ve tahsebühüm eykâzan ve hüm rukûdun, ve nukallibühüm zâtel yemîni ve zâteş şimâli” ya’nî “Ve onlar, uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırsın. Ve onları sağa ve sola doğru çeviririz” (Kehf, 18/18).
“Ve onun için var edilmişlerde tasarrufu mubâh kıldı ki, onunla onu ondan men’ etti. Ve îman eden ile küfreden kimse arasındaki alışı onun kabzasında eşit kıldı. Ve bu kabza üzerinde açığa çıkardı.”
Ya’nî Hakk Teâlâ halîfeye aklın düzeni üzere şehâdet mertebesinde tasarrufu mubâh kıldı. Ve bu tasarruf Zâhir isminin hükümleri altında olur. Ve onun bu tasarrufu Hakk’ın tasarrufu olduğundan Bâtın isminin hükmüne göre halîfe tasarruftan men’ edilmiştir. Çünkü hakîkatte halîfenin vücûdu yoktur; “lâ mev-cûde illallah.”
İlâhî halîfe yeryüzünde ilâhî hazînenin emîni olduğundan Zâhir ve Bâtın isminin tecellîleri âlemin bütün zerrelerine halîfenin kabzasından olur; ve o kabzadan dağıtılır.
Ve îmân ve küfür isimlere âit tecellîlerden ibâret olup, bu her iki işin gerekleri onların görünme yerleri olan mü’minler ile kâfirlere taksîm olunur. Ve küfür ile îmânın dağıtılması ve onların görünme yerlerinden küfür ve îmân eserlerinin açığa çıkışında onların alışı, ya‘nî mü’mine îmânının mükâfâtını ve kâfire küfrünün azâbını ulaştırma husûsu halîfenin kabzasında eşittir. Çünkü mükâfât ve azâp bu görünme yerlerinin hallerinden bir hâldir. Îmân hâlini mükâfât hâli ve küfür hâlini azâp hâli ta'kîp eder. Bunlar hakîkatte o görünme yerlerinin sâbit ayn’larının hallerinden bir hâl ve önceki hâllerini ta'kîp eden sonraki hâlleridir. Bir i'tibâr ile cezâ ve azâptır; bir i‘tibâr ile de hâldir. Ve isimlerin tecellîleri dolayısıyla görünme yerlerinin hallerinin dağıtılması halîfenin kabzasından eşit olarak olur. Herkes hakkını eşit seviyeden alır. Hiç bir kimseye hakkından ne fazlası ve ne de noksanı verilmez.
“Ve onu kararladı. Ve onun mülkünde geçmek için bir köprü tâyin etti. Şimdi onu geçen kimseye ne mutlu!”
Ya’nî halîfeyi Hak Teâlâ mülk âleminde ve melekût âleminde mekânlanmış kıldı, aslâ makâmından sarsılmaz. Ve onun mülkünde, ya'nî vücûdunda, mülk âleminden melekût âlemine geçmek için bir köprü tâyin etti ki, halîfe Zahir ismi ile Bâtın isminin gereklerine göre o köprüden her iki tarafa geçiş yapar. Ve aynı şekilde halîfenin tasarruf kabzasında bulunan mü’minler de onun ma'nevî terbiyesiyle terbiye görüp onun mülkündeki bu köprüden geçerler. Şimdi bu köprüden geçip hakîkat âlemine ulaşan kimselere ne büyük saâdettir!
Dostları ilə paylaş: |