Şimdi biz Allah Sübhânehû hazretlerine, ilhâm eylediği şey üzerine hamd eyledik. Ve muhakkak bizim ilmimiz bilir olmadığımız şey idi. Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın! Şimdi sen en büyük âlemde türlü türlü olan şeye dikkat et! Mülk ve melekût cinsinden onu insanın âleminde bulursun. Hattâ sana âlemde gelişip büyüyenler gözüktüğü zaman, onu insanda bulursun. Kıl ve tırnak ve bunun örneği... Ve âlemde nasıl ki tuzlu ve tatlı ve tatsız ve acı su varsa, bu insanda da mevcûddur. Şimdi tuzlu su onun iki gözlerinde; ve tatsız burnunun deliklerinde; ve acı su kulaklarında; ve tatlı su ağzındadır. Ve âlemde nasıl ki toprak ve su ve havâ ve ateş varsa, bunlar ayniyle insanda da vardır; ve onlardan mahlûktur. Ve Hakîm Sübhânehû hazretleri Kitâb-ı azîzde ona tenbîh buyurur. Ve o Hak Teâlâ’nın “Hüvellezî halakaküm min turâbin” ya’nî "O ki sizi topraktan hálk etti” (Mü’min, 40/67) mübârek sözüdür. Ve diğer bir yerde de “Ve lekad halaknal insâne min sülâletin min tîn” ya’nî “Ve andolsun ki Biz, insanı balçığın özünden hálk ettik” (Mü’minûn, 23/12) buyurur. Ve o suyun ve toprağın karışımıdır. Sonra, ismi Celîl olan Hak Teâlâ “min hamein mesnûn” (Hicr, 15/26,28) ya'nî “Yıllanmış çamurdan” buyurdu. Ve o değişken havadır. O da onda olan havasal parçadır. Daha sonra “Halakal insâne min salsâlin kel fehhâr” ya’nî “İnsanı fehhâr gibi salsâlinden hálk etti” (Rahmân, 55/14) buyurur. Ve o ateşsel parçadır. Ve işte bu Hak Sübhânehû ve Teâlâ tarafından bir hikmettir. O dilediği şeyi hálk eder. Ve o Alîmü’l-Kadîr’dir. Ve âlemde kuzeyden ve güneyden ve doğudan ve batıdan esmekten ibâret nasıl ki dört rüzgâr varsa, insanda da çekimden, tutmaktan, hazmetmekten ve uzaklaştırmaktan ibâret olan dört kuvvet vardır. Ve âlemde nasıl ki yırtıcılar ve şeytanlar ve canavarlar varsa, insanda da parçalamak ve kahretmek talebi üstün gelmek ve gazab ve kin ve hased ve günah ve yemek ve içmek ve nikâh ve kazanma hırsı vardır. Nitekim Hak Teâlâ (azze ve celle) buyurur: “yetemetteûne ve ye’kulûne kemâ te’kulül en’âmu ven nâru mesven lehüm” ya’nî “faydalanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler. Ve ateş, onların mekânıdır” (Muhammed, 47/12). Ve âlemde nasıl ki iyilikleri yazıcı melekler var ise, insanda da temizlik ve tâat ve istikâmet vardır. Ve âlemde nasıl ki gözlere gözüken ve gizli olan şeyler varsa, insanda da zâhir ve bâtın vardır ki, algılanabilir âlem ve kalb âlemidir. Şimdi onun zâhiri mülk ve bâtını melekûttur. Ve âlemde nasıl ki gökler ve yer var ise, insanda da yücelik ve aşağılık vardır. Âlem üzerinde bu i'tibâr dâhilinde yürü! Dorğu olan bir ilâhî nüsha bulursun ki, bir harfi bozuk ve bir ma'nâsı noksan değildir. Ezel mukabilinde onu ebedin gayrı bulmazsın. Çünkü o şerîat hükümlerine göre âhiret tarafı sonsuz olandır. Ve Allah (azze ve celle) hazretlerinin kadîm ilmi onun bâkî kılmasıyla öne geçti. (13)
En büyük âlemin misâli olarak yeryüzünde mahlûk olan insân-ı kâmil ilâhî sıfatlardan olan ilmin en mükemmel görünme yeri olmakla diğerlerinden ayrılmış olduğu için, cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra):
“Şimdi biz Allah Teâlâ hazretlerinin ilhâm eylediği şey, ya‘nî ilim üzerine, hamd eyledik. Ve muhakkak bizim ilmimiz bizim bilmediğimiz şey idi ki, Hak Teâlâ onu bize ilhâm eylediği için bilir olduk” buyurur.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve mâ ûtîtüm minel ilmi illâ kalîlâ” ya’nî “Ve size, ilimden ancak az biraz verildi” (İsrâ, 17/85). Hz. Şeyh-i Ekber’in şeyhi Ebû Medyen Mağribî (ra) bu âyet-i kerîmenin ma'nâsında buyurmuştur ki: “Bu az olan ilmi dahi bize Hak Teâlâ vermiştir; o da bizim değildir, belki bizde emânettir. Ve o ilmin çoğuna da ulaşamadık. Bundan dolayı biz devâmlı olarak câhilleriz.”
Şimdi, mâdemki az bir ilim dahi Hak Teâlâ’nın ihsânıdır, bunun için cenâb-ı Şeyh (ra) bu kitabın okuyucusuna duâ edip “Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın!” buyurur. Çünkü ilim nûrdur. Nûr kendi zâhir ve eşyâyı gösterici olduğu gibi, ilim dahi öylece eşyânın hakîkatlerini bâsîret gözüne gösterir. Ve Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de ilmi nûr ile vasfedip “E ve men kâne meyten fe ahyeynâhu ve cealnâ lehü nûren yemşî bihî fîn nâsi” (En'âm, 6/122) buyurur. Ya'nî “Bizim ilim ile dirilttiğimiz kimse ölü müdür ki, biz onun için ilmi bir nûr kıldık; insanlar arasında onunla yürür.” Bundan dolayı sen basîret gözü ile en büyük âlemdeki türlü türlü şeylere dikkat et! Gerek mülk, ya'nî zâhir, ve gerek melekût, ya'nî bâtın, cinsinden olmak üzere onu insanın âleminde bulursun. Hattâ âlemde gelişip büyüyen bitkiler gibi, insan vücûdunda da gelişip büyüyen kıl ve tırnak gibi şeyler vardır.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) zâhir gözü ile ilk bakışta idrâk olunabilecek şeyleri örnek olarak vermiş ve bunları okuyucuya numûne olmak üzere göstermiştir. Yoksa sonradan yapılan bilimsel keşifler neticesinde bunun gibi binlerce örnek verilmesi mümkündür. Bu cümleden olarak yeryüzünde irili ufaklı sayısız ve hesapsız hayvânât yeryüzünün maddesinden var olup gelişip büyüme bularak yaşar ve ölür. Ve aynı şekilde insanın vücûdunda da onun vücûdunun maddesinden sayısız ve hesapsız mikroskopik hayvânât bu şekilde var olur ve yaşayıp ölür.
Ve yeryüzü üzerinde tuzlu ve tatlı ve tatsız ve acı su olduğu gibi bunların benzeri insanda da vardır. Tuzlu su gözlerinde; ve tatsız su burnunda; ve acı su kulaklarında; ve tatlı su ağzında bulunur.
Ve aynı şekilde yeryüzünde toprak ve su ve havâ ve ateş olduğu gibi bunlar ayniyle insanda da vardır; ve onlardan hálk edilmiştir. Ve her şeyi yerli yerinde tertîb eden Hak Sübhânehû hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de ona işâret buyurmuştur. Ve o işaret dahi Hakîm-i mutlak olan Hak Teâlâ’nın “Hüvellezî halakaküm min turâbin” (Mü’min, 40/67) ya'nî “Allah sizi topraktan hálk etti” mübârek sözüdür.
Ve Kur’ân-ı Kerîm’in diğer bir mahallinde de “Ve lekad halaknal insâne min sülâletin min tîn” (Mü’minûn, 23/12) ya'nî “Biz insanı çamur cinsinden olan sülâleden hálk ettik” buyurur. Ve çamur su ile toprağın karışımından oluşur.
Bundan sonra ismi Celîl olan Hak Teâlâ “innî hâlikun beşeren min salsâlin min hamein mesnûn” (Hicr, 15/28) ya'nî “Ben yıllanmış çamur cinsinden olan salsâlden beşerin Hâlik’ıyım” buyurur. “Hame-i mesnûn”, üzerinden seneler geçmiş ve havası değişmiş çamur ma'nâsınadır ki, bilim adamları indinde karbonik birleşimlerden ibârettir. Çamurun temiz havâ ile karışmasından oluşur. Bununla ondaki havasal ve gazsal parçaya işâret buyrulur. Ya'nî su ile toprak karıştıktan sonra senelerce temiz havaya ma'rûz kalmış ve havâ ile karışarak bu çamur kokmuş bir hâle gelmiştir. Ve ondaki hava parçası karbonik asittir.
Ondan sonra da “Halakal insâne min salsâlin kel fehhâr” (Rahmân, 55/14) buyurur. Ya‘nî su ile karışıp kokmuş bir çamur hâline gelmiş olan salsâl, ki karbonik birleşimlerden ibârettir, güneşin ısısı ile “fah-hâr,” ya'nî “çömlek yaptıkları çamurun kurusu” gibi, kurumuş bir hâle geldikten sonra “ve bedee halkal insâni min tîn / Sümme ceale neslehu min mâin mehîn / Sümme sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî” (Secde, 32/7-9) ya'nî “Hak Teâlâ insanın hálk edilmesine çamurdan başladı. Daha sonra onun neslini mâ’-i mehînden, ya‘nî zayıf sudan, ibâret olan nutfeden kıldı. Daha sonra onun sûretini tesviye edip kendi rûhundan ona üfledi” âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan değişimler çerçevesinde insanı hálk etti ki, bu değişimler ilk önce mâden, ikinci olarak bitki, üçüncü olarak hayvân ve dördüncü olarak insan mertebelerinden ibârettir.
Ve Hak Teâlâ’nın insanı böyle değişimler çerçevesinden geçirerek hálk etmesi onun tarafından bir hikmettir. Ve o hikmet dahi budur ki, latîf olan hakîkî vücûd zâtî zuhûrunun gereği olarak her bir mertebeyi müşâhedesel zevk ile kat‘ etmek sûretiyle insan mertebesine inmiştir. Ve o her mertebenin hallerinden habîr ya’nî haberdardır. Ve hibret zevkî ya’nî bizzat hakîkatiyle yaşanan ilimdir. Nitekim buyurur: “Elâ ya’lemu men halaka, ve huvel latîful habîr” ya’nî “Hálk eden bilmez mi? Ve O, Latîf ve Habîr’dir” (Mülk, 67/14).
Ve bu tenezzül ve zuhûr ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesinden i‘tibâren meşiyyet ya’nî üst irâde ile olduğu için Cenâb-ı Şeyh (ra) “O dilediği şeyi hálk eder” buyurur. Ve açığa çıkma işine üst irâde bağlanınca, daha sonra Kudret sıfatının bağlanması lâzım geldiğinden ve mertebelerde açığa çıkmak hibreti, ya'nî zevkî ilmi gerektirdiğinden “Ve O Alîmü’l-Kadîr’dir” buyurur.
Şimdi cenâb-ı Şeyh (ra) en büyük âlemde olan şeyleri bir takım misaller ile insana tatbîk ettikten sonra buyururlar ki: “Âlem üzerinde bu i‘tibâr dâhilinde yürü; doğru olan bir ilâhî nüsha bulursun ki, bir harfi bozuk ve bir ma'nâsı noksan değildir.” Ya'nî âlem ile insanı mukayese husûsunda içinde yaşadığın varlık âlemine dâimâ ibret bakışı ile bak! Âlemin hallerini ve işlerini, kendindeki hallere ve işlere tatbîk et! Âlemi ve insanı birer ilâhî nüsha bulursun ki, yukarıda ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere insan âlemin çiftidir ve onun benzeridir. Âlemde ne varsa, onun benzeri insanda da tamâmen mevcûddur. Bir harfi bozuk ve bir ma'nâsı eksik değildir.
“Ezel mukabilinde onu ebedin gayri bulmazsın.”
Bilinsin ki, bir “ezellerin ezeli” bir de “ezel” vardır. “Ezellerin ezeli” ahadiyyet ya’nî teklik mertebesidir. Çünkü vücûdun bundan yukarı bir mertebesi yoktur. Ve bütün mertebeler bu mertebenin altındadır. Ve “ezel” sâbit ayn’lar âlemidir ki, vücûdun vâhidiyyet ya’nî birliksellik mertebesine tenezzülünde sâbit olur. Ve eşyânın bütün hakîkatleri, ya'nî eşyanın ilmî sûretleri, bu mertebede birdîğerinden ayrılır.
Şimdi bu hakîkatlerin sâbitliğinden sonra onlar için tamâmı ile yok olma ve birdîğerinden ayırt edilmeme hâli yoktur. Çünkü sâbit ayn’lar âleminden sonra bu ayn’lar vücûdun her bir mertebesinde ve her bir yurdunda bir taayyün elbisesi ile açığa çıkarlar. “Ruhlar” mertebesinde soyut cevherler suretinde; ve “misâl”de hayâlî sûretlerde; ve “şehâdet âlemi”nde elementsel sûretlerde; ve elementsel sûretlerin bozulmasından sonra da berzaha âit sûretlerde; ve ondan sonra, rûhânî neş’e gâlib olmak üzere cismânî uhrevî sûretlerde, ya‘nî yeniden dirilme ve haşr ya’nî toplanma ve a‘râf ve cennet ve cehennem yurtlarında, bu yurtların gereklerine göre verilen bir elbisede zâhir olurlar ki, şerîat cismânî cennet ve cehennemin dâimiliği ve ebediliğini haber verir.
Bundan dolayı bu önbilgilere vâkıf olduğun zaman, sen insanı ezelin mukabilinde ebedin gayrı bulmazsın. Çünkü Allah Teâlâ hazretlerinin kadîm ilmi, (ki sâbit ayn’lar o kadîm ilmin ayrıntılanmış sûretlerinden ibarettir) bu hakîkatlerin bütün mertebelerinde ve yurtlarında bâkî olmalarıyla öne geçti; ya’nî Hak ezelî ilminde onların bâkî olmasına ve âhiret taraflarının sonsuz olmasına hükmetti.
Kul der ki, mutasavvıflar (rızvânullâhi aleyhim) hazretlerinin âdeti bu bakış ve i‘tibârda, aralarında az bir benzerlik ve cüz’i bir sıfat sebebiyle istiâreler ya’nî benzetmeler ve mecâz türünden Arab’ın sözlerindeki mecrâsında geçerli oldu. Ve Kur’ân’da bu türden çoktur. Çünkü Kur’ân Arapça lügatı üzerine geldi. Nitekim (Sav) Efendimiz “Kur’ân benim lisânımla indi ki, apaçık olan Arapça lisânıdır” buyurdu. Ve onun misâli Hak Teâlâ’nın
“veştealer re’su şeyben” ya’nî “ve baş ihtiyar olarak tutuştu” (Meryem, 19/4) ve “ke serâbin bi kîatin” ya’nî “çöllerdeki serap gibidir” (Nûr, 24/39) ve “ke remâdinişteddet bihir rîhu” ya’nî “şiddetli rüzgârın savurduğu kül gibidir” (İbrâhim, 14/18) ve “ke meseli safvânin aleyhi turâbun” ya’nî “onun misâli düz kaya üzerindeki toprağa benzer” (Bakara, 2/264) ve “cidâren yurîdu en yenkadda” ya’nî “yıkılmayı irâde eden bir duvar” (Kehf, 18/77) ve “Ves’elil karyetelletî künnâ fîhâ vel îrelletî akbelnâ fîhâ” ya’nî “Ve içinde bulunduğumuz beldeye ve bizimle berâber olan kāfileye sor” (Yûsuf, 12/82) ve “fe lemmâ tecellâ rabbühü lil cebeli” ya’nî “Rabb’i dağa tecellî ettiği zaman” (Arâf, 7/143) sözüdür.
Allah Teâlâ onlardan râzî olsun! Sûfiler i‘tibârlarında bu yol üzere devâm etti. Şimdi biz daha önce bahsedildiği üzere, insan hakkında âlimin nasıl baktığını, sana kısaca ve yaklaşık olarak anlatırız. Ve bu, senin mevcûtlardan, senden hâriç olan şeye bakmandır. Ne zamanki senin gözün her hangi bir mevcûd üzerinde o mevcûda gâlib olan sıfat üzerine oldu ki, o sıfat sebebiyle tanındı. Ve ne zamanki ondan haber veren ve ona delîl olan bu sıfatı ârif oldun, gerek onun nefsî ya’nî kendine âit sıfatı olsun ve gerek onun üzerine gâlib olan sıfat olsun... Daha sonra bu sıfata ayniyle bakarsın, ister istemez onu insanda bulursun. Şimdi ondan insana gidilir. Bu sıfatın müşâhedesi onun sıfatı olan bir isimdir. Ahmaklık gibi ki, o eşek üzerine gâliptir. Hayvandan ondan başkasında yoktur. Şimdi biz onu “ahmak” olarak gördüğümüzde, insan hakkında, eşektir, deriz. Yâhut onu şiddetli olarak parçalamaya istekli gördüğümüzde, arslandır, deriz. Ve bu bakış açısının benzeri aynı şekilde mübârek sırlar hakkında da vardır. Meselâ güneş ve aya bakarsın. Güneşi rûh ve ayı nefis için yaparsın. Ve bunun beyânı budur ki, bu kitab dâhilinde bildirilen şey gereği üzere, nefis kemâl ve noksan sâhibidir. Onun kemâli akıl ve ilim iledir. Ve noksânı cehâlet ve şehvetler iledir. Ve nitekim ayın noksânına yeryüzü sebep olur. Ve o, âlemden en aşağı olandır. Aynı şekilde nefsin noksânı ancak şehvetlere girişmektendir. Ve onun mahalli aşağıların aşağısıdır. Ve yeryüzü güneşin nûru ile parladığı gibi cisimler de, rûhun nûru ile parlar. Şimdi bunun benzerlerine varıncaya kadar, eşyâyı olduğu hâl üzere keşf edersin. Bu, zikri uzun olan şeydir. (14)
“Kul der ki” ta'bîriyle Hz. Şeyh (ra) kendi mübârek nefislerine işâret buyurur. Çünkü tasavvuf ehlinin en son makamı “Abdullâh” olmaktır. Ve zâhirî ve bâtınî bağlantılardan kurtulmadıkça “Abdullâh” olmak mümkün değildir. Ve insan, kalbinin bağlı olduğu şeyin kuludur. Kalbinde nefs muhabbeti olanlar “nefsin kulu” ve mâl muhabbeti olanlar “mâlın kulu” ve makâm ve mevkî’ muhabbeti olanlar “makâm ve mevkî’nin kulu”dur. Diğerlerini de buna kıyâs et! Beyt:
Tercüme: “Bir kıl ucu kadar bağlılık olursa mahrûmluk yerindedir. Her kimin bu bağlılık kuşağı varsa, ilâhî haremde nâ-mahremdir.”
İşte bu sebeple şân-ı âlîlerinde “Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ” ya’nî “Bakış kaymadı ve haddi aşmadı” (Necm, 53/17) buyrulan (Sav) Efendimiz hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de
“Subhânellezî esrâ bi abdihî” ya’nî “Sübhandır O ki kuluna esrâ ettirdi (gece yürüttü)” (İsrâ, 17/1) ve
“E leysallâhu bi kâfin abdehu” ya’nî “Allah kuluna kâfi değil mi?” (Zümer, 39/36) ve
“Tebârekellezî nezzelel furkâne alâ abdihî” ya’nî “Ne mübârektir O ki kuluna Furkân’ı indirdi” (Furkân, 25/ 1) buyrulmuştur.
Ve Hz. Şeyh (ra) “Kul der ki” ta‘bîriyle kendilerinin “Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ” ya’nî “Bakış kaymadı ve haddi aşmadı” (Necm, 53/17) vasfında (Sav) Efendimiz’in vârisi olduğuna işâret buyururlar. Ve diğer taraftan da yukarıda “Allah Sübhânehû ve Teâlâ sübhân olan zâtı vitr ya’nî tek olmaklıkla münferid olmak için âlemi şef’iyyet ya’nî çift olmaklık içinde meydana çıkarmayı murâd eyledi. Bundan dolayı Vâhid, Ferd ismi sâbit oldu; ve Efendi köleden ayrıldı” ibâresinde beyân buyurdukları ma'nâyı ihtâr ederler. Ya'nî salt ilâhî kul olan bu kitabın yazarı der ki:
Allah Teâlâ hepsinden râzî olsun, mutasavvıflar hazretlerinin âdetleri bu bakış ve i'tibârda, ya‘nî âlem ile insana bakmakta ve bu bakış neticesinde ibret almakta, Arab’ın sözlerinde riâyet ettikleri mecrâda geçerli oldu. O mecrâ da budur ki, Araplar az bir benzerlik ve cüz’î bir sıfat sebebiyle sözlerinde istiâre ya’nî benzetme ve mecâz kullanırlar. Ve Kur’ân’da bu tür benzetme ve mecâz çok kullanılmıştır. Çünkü Kur’ân Arapça lisânı üzere indi. Ve Arab’ın âdeti, kelâmda benzetme ve mecâz kullanımı olduğundan Kur’ân’da da bu âdete riâyet buyruldu. Kur’ân’daki misâllerden birisi Meryem sûresinde olan:
“veştealer re’su şeyben” (Meryem, 19/4) ibâresidir. Zekeriyya (as)’dan naklen buyrulur ki “Baş ihtiyar olarak tutuştu.” Bundan “saçlarım ağardı” ma‘nâsı murâd olunur. Saçların ağarması ateşin tutuşmasına benzetilmiştir. Benzetme yönü beyazlıktır. Bu ise az bir benzerliktir.
Ve diğer bir misâl, “Vellezîne keferû a’mâlühüm ke serâbin bi kîatin yahsebühüz zam’ânu mâe” (Nûr, 24/39) âyet-i kerîmesidir ki Nûr sûresindedir. Ma’nâsı “Kâfirlerin amelleri çöllerdeki serap gibidir ki, susayan kimseler onu su zannederler” demektir. Burada kâfirlerin amelleri “serâb”a benzetilmiştir. Benzetme yönü istifâde etmeyi ummaktır. Çünkü susamış olan kimse sudan istifâde umar; ve kâfirler de amellerinden istifâde etmeyi ümîd ederler. Serâbı su zannedip ondan istifâde etmeyi ümîd edenlerin amelleri nasıl boşa çıkarsa, amellerinden istifâde etmeyi ümît eden kâfirlerin ümîdleri de öylece boşa çıkar.
Ve diğer misâl, İbrâhîm sûresinde olan “Meselüllezîne keferû bi rabbihim a’mâlühüm ke remâdinişteddet bihir rîhu fî yevmin âsıfin, lâ yakdirûne mimmâ kesebû alâ şey’in, zâlike hüved dalâlül baîd” (İbrâhim, 14/18) âyet-i kerîmesidir. Ma'nâsı “İnkâr edenlerin hayırlı amelleri fırtınalı günde külün fırtına ile savrulmasına benzer ki, hiç bir şey kazanamazlar. O çalışma, uzak şaşkınlıktır.” Bu ibârede kâfirlerin hayırlı amelleri savrulan küle benzetilmiştir. Benzetme yönü eserin dâimiliğinin olmayışıdır. Çünkü rüzgâr ile külden eser kalmadığı gibi fırtınaya benzetilen küfür ile kül gibi olan hayırlı amellerden eser kalmaz.
Ve diğer misâl, Bakara sûresinde olan “Yâ eyyühellezîne âmenû lâ tubtılû sadakâtiküm bil menni vel ezâ, kellezî yunfiku mâlehu riâen nâsi ve lâ yu’minu billâhi vel yevmil âhıri, fe meselühü ke meseli safvânin aleyhi turâbun” (Bakara, 2/264) âyet-i kerîmesidir. Ma‘nâsı “Ey mü’minler, malını insanlara gösteriş olarak infâk eden ve Allâh’a ve âhiret gününe îmân etmeyenler gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmek sûretiyle geçersiz kılmayın! Onun durumu, düz kaya üzerindeki toprağa benzer.” Bu ibârede geçersiz sadaka düz kaya üzerinde bulunan toprağa benzetilmiştir. Benzetme yönü düz kaya üzerindeki toprakta zirâat ve istifâde olunamamasıdır. Çünkü biraz şiddetli yağmur gelse toprakları süpürür, düz kaya kalır. Ekilen tohumlar da onunla berâber yok olur. Bundan dolayı geçersiz sadaka ile böyle bir toprak üzerine zirâat boşuna bir ameldir.
Ve diğer misâl, Kehf sûresinde olan “fîhâ cidâren yurîdu en yenkadda” (Kehf, 18/77) âyet-i kerîmesidir. Ma'nâsı “Mûsâ ile Hızır (aleyhime’s-selâm) orada bir duvar buldular ki yıkılmayı irâde eder.” İrâde akıl sâhiplerinde olur. Duvarda ise akıl yoktur. Bundan dolayı hakikatte yıkılmayı irâde etmez. Burada duvarın meyli irâdesiz meyleden insanın meyline benzetilmiştir. Mahallin zikrinden hâlin anlatılmak istenmesi türünden mecâz-ı mürsel ya’nî mecâzî ma’nâ ile asıl ma’nâ dışında bir alâka bulunmasıdır; veyâhut benzetme vardır.
Ve diğer misâl, Yûsûf sûresinde olan “Ves’elil karyetelletî künnâ fîhâ vel îrelletî akbelnâ fîhâ” (Yûsuf, 12/82) âyet-i kerîmesidir. Ma'nâsı “Bizim içinde bulunduğumuz beldeye ve bizimle berâber olan kāfileye sor!” demektir. Belde ve kāfile kelimeleri civârında oluşluk alâkasıyla mecâz-ı mürsel ya’nî mecâzî ma’nâ ile asıl ma’nâ dışında bir alâkadır. Belde ve kafilenin civârında olan kimselerden sor, demek olur.
Ve diğer misâl, A'râf sûresinde olan ““fe lemmâ tecellâ rabbühü lil cebeli” (A‘râf, 7/143) âyet-i kerîmesidir. Ya’nî “Ne zamanki onun Rabb’i dağa tecellî buyurdu” demektir. Oysa dağın Allah’ı görmeye kudreti yoktur. Ve görmeyi talep eden Mûsâ (as) idi. Ve tecellî de dağ için değil, Mûsâ (as) için idi.
Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerîm’de böyle benzetme ve mecâz yoluyla pek çok yüce beyânlar mevcûttur. Allah râzî olsun, sûfîyye hazarâtı da sözlerinde böyle benzetme ve mecâz kullanmakta devâm etti.
Şimdi biz yukarıda “Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın! Şimdi sen en büyük âlemde türlü türlü olan şeye dikkat et!” ibâresinden itibâren zekî ve çabuk kavrayan ve reşîd olan bir âlimin insan hakkındaki bakışının nasıl olduğunu sana kısaca ve yaklaşık anlatarak deriz ki: Bu bakış, senin çevrende ve senin vücûdunun hâricinde bulunan mevcûtlardan bir şeye bakmandır. Ne zamanki senin gözün senden hâriç olan her hangi bir mevcûd üzerinde o mevcûdun kendisine gâlip ve tanınmasına sebep olan bir sıfat üzerine olur; ve ne zamanki o mevcûttan haber veren ve o mevcûda delîl olan bu sıfatı bilirsin; o sıfat, ister onun kendine âit sıfatı olsun, arslandaki yırtıcılık gibi; ister onun üzerine gâlip olan sıfat olsun, eşekteki ahmaklık gibi, sen o mevcûttaki sıfata ayniyle baktığın zaman, onu şüphesiz insanda bulursun. O mevcûttan insana geçilir.
Ve insanda bu sıfatın müşâhedesi bir isimdir ki onun sıfatıdır. Çünkü isim sıfatın zâhiri ve sıfat ismin bâtınıdır. Bundan dolayı isim sıfat ile zâhir olur. Örneğin ahmaklık sıfatı eşek üzerine gâliptir. Onun gayrı olan hayvanlar üzerine bu sıfat gâlip değildir. Biz insanda ahmaklık sıfatını gördüğümüz zaman, ona “eşek” deriz. Ve bu ahmaklık sıfatından dolayı, ahmak ismiyle isimlendirilmiş olan eşek olduğu için, mevcûtlardan bir mevcût olan eşekten insana geçilerek insan hakkında da, “eşek” deriz. Yâhut insanı şiddetli olarak parçalamaya istekli gördüğümüzde, yukarıdaki sebeplere dayanarak “arslan”dır deriz.
Bu bakış sıradan mevcûtlarda böyle olduğu gibi mübârek sırlar hakkında da vardır. Meselâ güneşe ve aya bakarsan “güneş”i insanın mübârek bir sırrı olan “rûh”a ve “ay”ı da “nefs”e benzetirsin. Benzetme yönü budur ki, bu kitapta verilen îzâhlar gereğince, nefis hem kemâl ve hem de noksân sâhibidir. Nefsin kemâli akıl ve ilim iledir. Ve noksanı da cehâlet ve şehvetler iledir. Nitekim ay tutulması vaktinde ayın ışığının azalmasına yeryüzü sebep olur. Çünkü astronomi bilginleri indinde bilindiği üzere ay tutulması, dünyânın güneş ile ay arasına girmesiyle dünyânın gölgesinin ayın yüzüne düşmesi sebebiyle olur. Ve buna benzer şekilde ay önce hilâl olur, sonra yavaş yavaş bedir hâline gelir. Daha sonra gittikçe noksana meyleder. Oysa ay dâimâ güneşe karşılık olup bedir hâlini korur. Fakat dünyânın çevresinde dönmesi dolayısıyla muhtelif vaziyetler kazanmasından dolayı ay böyle noksan ve tam şekillerde görünür. Gerçi ayın dünyâ etrâfında dönmesi de te’sîrli ise de, Hz. Şeyh-i Ekber’in yüksek maksadı dünyânın te’sîrini beyân buyurmaktır. Ve ay tutulmasında dünyânın başlı başına te’sîri açıktır.
Ve dünyâ “ahadiyyet” ve “vahdet” ve “vâhidiyyet” ve “ruhlar” ve “misâl” âlemlerine göre “şehâdet âlemi” mertebesinde olup aşağıların aşağısıdır. Aynı şekilde nefsin noksanı ancak şehvetlere girişmektendir ki, onun mahalli aşağıların aşağısı olan şehâdet âlemidir. Çünkü ruhlar şehvetlerden pâk ve temizdirler. Nitekim Mesnevî-i Şerîf’te buyrulur:
Tercüme: “Elbise bedenden ve can da tenden haberdar değildir. Rûhun dimâğında Allah gamından başka bir şey yoktur.”
Şimdi süflî olan dünyâ ulvî olan güneşin nûru ile parladığı gibi, süflî âlemden olan kesîf cisimler de, ulvî âlemden olan rûhun nûruyla parlar. Bundan dolayı sen kavrayış kemâli ile bunun benzeri olan sıradan şeylere ve mübârek şeylere bu bakış ile bakarsan o şeyleri olduğu hâl üzere keşfedersin. Bunları birer birer saymak ve insana uyarlayarak ayrıntılamak pek uzundur.
Kitabın yazarı der ki, biz mutlaka genele ve özele dönük bütün sırlarda, iki nüsha karşılığında büyük ve küçük âlemi almayı istediğimizde bunun uzayacağını gördük. Oysa bizim gâyemiz ilimlerden âhirette kurtuluşa ulaştıran şeydir. Çünkü dünyâ fânîdir ve izi yoktur. Böyle olunca biz kendisinde kurtuluş olan husûsa geçtik. Ve kitabımızda beyân ettiğimiz murâd onunla berâber gider. Ve o da budur ki, biz insana baktık; onu mükellef olarak va’d ve va’îd ya’nî tehdit arasında kalmış bulduk. Bundan dolayı bizim çabamız onunla tehdit olunduğu şeyden onun kurtuluşu ve Allâh’ın vaadine ulaştırılması hakkındadır. Böyle olunca onun üzerine en büyük âlemden mîzân ikâmesine hâl olarak mecbûr kaldık. Büyük âlemden nerede hitâptan ve va’d ve tehditten hikmet gözüktüğünü söyledik ise, biz bunu imâmlık hazreti ve hâlîfelik karargâhının emir ve yasağı hazretinde gördük. Bundan dolayı biz halîfeyi, kendisinde hikmet ve isimlerin eserleri açığa çıkar ve onun iki eli üzerinde Bârî Teâlâ için mahlûk olan var edilmişlerin ekserisi edilgen olur bulduk. Ve eseri teftiş ettik. Bu imâmlık hazretinden insanın hazzı hakkında bakışta ihtimam gösterdik. İnsanda da halîfe ve vezîr ve kadı ve kâtib ve harâc toplayıcı ve vergiler ve yardımcılar ve askeriye ve öldürme ve esir etme ve verâset mahalli olan halîfelik hazretine lâyık bulunan şeyden bunun benzerlerine varıncaya kadar bulduk. Oysa nebîlerin bayrakları açıldı ve âlemleri zâhir oldu. Ve herkes onun kuvvetini anladı. Daha sonra nebîler (salavâtullâhi aleyhim) hazarâtından sonra gizlendi. Kıyâmet gününe kadar genele dönük ebeden zâhir olmadı; lâkin özele dönük zâhir oldu. Böyle olunca kutub belirsiz bilinendir. Ve o zamânın halîfesi ve bakış ve tecellî mahallidir. Ve âlemin zâhirine ve bâtınına eserler ondan çıkar. Ve rahmet edilen kimseye onun sebebiyle rahmet edilir; ve azâb olunan kimseye onun sebebiyle azâb olunur. Ve onun sıfatları vardır. Eğer asrın halîfesinde toplanırsa, o kutubdur; ve ilâhî işlerin dönmesi onun üzerinedir. Ve eğer toplamazsa onun gayrıdır. Ve bu asrın hükümdârına madde ondan var olur. Ve bunun hepsi insanda mevcûttur. Ve biz inşâallâh bu kitapta hepsini ayrı ayrı, yeterince, iknâ edici olarak güzel bir şekilde anlatırız. Ve Allah Teâlâ kastettiği şey sebebiyle kula fayda verir. Ve o sebeple en doğru olan yola ulaştırır. (15)
Kitâbın yazarı Hz. Şeyh-i Ekber (ra) buyurur ki: Biz iki nüshanın karşısında büyük ve küçük âlemi almak ve bu iki nüshada mevcûd olan genele ve özele dönük sırları mutlaka birdiğerine tatbîk etmek istediğimiz vakitte, bunları birer birer anlatmanın ve saymanın epey uzayacağını ve bunun da usanç getireceğini ve asıl isteğimizin yok olacağını gördük. Oysa bizim gâyemiz, ilimlerden âhirette kurtuluşa ulaştıran şeyleri bu kitapta beyân etmek idi.
Ve en büyük âlemdeki zâhiri ve bâtıni eserleri tetkîk ile uğraş ancak âhirette fayda verecek olacak ilmin oluşması için câizdir. Tabîî ilimler ile uğraşan felsefeciler gibi, ancak bu âlemde kalacak olan zâhirî ilimler ile uğraşmak bizim mesleğimiz değildir. Çünkü dünyâ buz üzerine yazılmış nakışlar gibi fânîdir. Bir zamanda mevcût olan ve görülen sûretler diğer zamanda yok olur ve izi kalmaz. İşte bunun için bir çok felsefeciler “Hakîkati anlayamadık” diye çırpınıp dururlar; ve zihni yorarlar. Hak Teâlâ bunlar hakkında “Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dünyâ, ve hüm anil âhıreti hüm gâfilûn” ya’nî “Onlar, dünyâ hayâtının zâhirini bilirler. Ve onlar, âhiretten gâfil olanlardır” (Rûm, 30/7) buyurur. Böyle olunca biz dünyânın fânî sûretlerini birer birer anlatmaktan ve saymaktan vazgeçerek kendisinde âhiret için kurtuluş olan husûsa geçtik.
Ve kitabımızda beyân ettiğimiz murâd o husûs ile berâber seyreder. O husûs da budur ki, biz âlemin fânî sûretlerinden bir sûret olan insana baktık; onu Hak tarafından çeşitli teklîflerle mükellef ve ağır yükler ile yüklenmiş bulduk. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insânu” (Ahzâb, 33/72) ya'nî ‘‘Biz emânetleri göklere ve yere ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular ve onu insan yüklendi.” Ve aynı şekilde biz o mükellef insanı, güzel amellerine karşılık va’d ve kötü amellerine karşılık da va‘îd ya’nî tehdit arasında kalmış bulduk. Bundan dolayı o dâimâ korku ve ümît içindedir. Böyle olunca bizim çabamız, va’îd ya’nî tehdit olunduğu âhiret azâbından onun kurtuluşu ve va'd olunduğu âhiret ni’metlerine ulaşmasıdır.
İşte bunun için biz insanın üzerine en büyük âlemden mîzân ikâmesine hâl olarak mecbûr kaldık. Ya‘nî büyük âlemdeki şerefli olan şeylere ve sıradan, en aşağı olan şeylere baktık. Onların ilâhî isimlerden hangisine görünme yeri olduğuna dikkat ettik. Daha sonra büyük âlemden onun çifti ve benzeri olarak mahlûk olan insana geçtik. İnsanda bunların karşılığını bulup iki âlemi tarttık. Ve büyük âlemden nerede teklife işâret eden hitâptan ve va'd ve va'îd ya’nî tehditten hikmet gözüktüğünü söyledik ise, biz bunu imâmlık hazreti ve halîfelik karargâhının emir ve yasağı hazretinde gördük. Şöyleki;
-
Büyük âlem ilâhî işlerin görünme yerlerini toplamıştır. Ve küçük âlem olan insan da bu işleri tamâmen toplamıştır.
-
Oysa büyük âlem emir ve yasak ile mükellef değildir ve va’d ve tehdit ile muhâtab değildir. İnsan ise mükellef ve muhâtabdır.
-
Büyük âlem, gerçekleşen isimlere âit tecellîleri kabûl eder ve bir kayıt ile kayıtlanmaksızın zorunlu olarak açığa çıkarır. Fakat insan her tecellîyi kabûle isti’dâdlı olmakla berâber bir kayıt ile kayıtlanmış olarak isterse açığa çıkarır. Meselâ şehvet hayvânâta sirâyet eden ilâhî tecellîlerden bir tecellîdir. Hayvânât bu tecellîyi kabûl eder ve mutlaka zorunlu olarak açığa çıkarır. Hayvanın bir türü olan insan da bu tecellîyi kabûle isti’dadlıdır. Fakat bu tecellîyi vücûdunda fiilen açığa çıkarmak için bir kayıt ile kayıtlanmaktadır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Vellezîne hüm li furûcihim hâfizûn / İllâ alâ ezvâcihim ev mâ meleket eymânühüm” ya’nî “Ve onlar, iffetlerini koruyanlardır / Eşlerine veyâ ellerinin altında sahip oldukları hâriç” (Mü’minûn, 23/5-6). Ve aynı şekilde hayvânât yeme ve içme ile vasıflanmıştır. Fakat onlar için bu husûsta bir sınır yoktur. Onlar bu ilâhi tecellîleri mutlak olarak fiilen açığa çıkarırlar. İnsan da bu sıfatla vasıflanmıştır. Fakat kayıtlanarak açığa çıkarmak ile mükelleftirler. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “uhılle lekümüt tayyibâtu” ya’nî “temiz olanlar size helâl kılındı” (Mâide, 5/4) ve “lâ yestevîl habîsu vet tayyibu” ya’nî “Habîs olan ile temiz olan bir değildir” (Mâide, 5/100) ve “İnnemâ harrame aleykümül meytete ved deme ve lahmel hınzîri” ya’nî “Fakat (Allah) size, sâdece ölü hayvan etini, kanı ve domuz etini haram kıldı” (Bakara, 2/173) ve “Li yemîzallâhul habîse minet tayyibi“ ya’nî “(Bu) Allah’ın habîs ile temizi ayırması içindir” (Enfâl, 8/37) bu gibi ilâhî sınırlar çoktur. Sonuç olarak ilâhî isimlerin tecellîlerini açığa çıkarmada tercih kullanmasından dolayı, insan bir sınır içerisine dâhil edilmiş ve büyük âlem mutlak bırakılmıştır.
Şimdi büyük âlemde zâhiren ve bâtınen habîs ve temiz olduğu gibi, onun çifti ve benzeri olan insanda da öylece zâhiren ve bâtınen habîs ve temiz vardır. İnsan habîsten yasaklanmış ve temiz ile emrolunmuştur. Bundan dolayı Hak Teâlâ habîsten kaçınmayanlara va'îd ya’nî tehdît ve temizi tercîh edenlere va'd etmiştir. Bunun için âlem ile insanı tartmak lâzım gelmiştir.
Hitâbın ve va‘d ve tehditin imâmlık hazreti ve halîfelik karargâhının, ya'nî asrın insan-ı kâmili ve kutbu olan zâtın emir ve yasak hazretinde görülmesi budur ki: Bu kitabın başından beri çeşitli sûretler ile îzâh edildiği üzere, en büyük âlemde ne varsa insanda da vardır. Ve en büyük âlemde isimlere âit tecellîlerin eserleri fiilen açığa çıkar. İnsan-ı kâmilde de o isimlerin eserleri tamâm olarak fiilen açığa çıkar. Noksan insanda ba‘zıları fiilen zâhir ve ba'zıları bâtındır. Onda açığa çıkmanın toplanmışlığı yoktur. Oysa Hak Teâlâ kendi işlerinin ba'zısından râzîdır, ba'zısından râzî değildir. Rızânın olmayışının delîli:
“ve lâ yerdâ li ibâdihil küfra” ya’nî “ve O kulları konusunda küfre râzî olmaz” (Zümer, 39/7) ve
“ve gadiballâhu aleyhim” ya’nî “ve Allah, onlara gazaplandı“ (Feth, 48/6) âyet-i kerîmeleridir. Ve rızânın delîli:
“radıyallâhu anhüm ve radû anhu” ya’nî “Allah onlardan râzî ve onlarda O’ndan râzîdırlar” (Mücâdele, 58/22) âyet-i kerîmesidir.
Fakat Hakk’ın râzî olduğu ve olmadığı işlerin açığa çıkması zâti gerek olduğundan açığa çıkmayı terk söz konusu olamaz. Çünkü zâtî gereklilik meşiyyet ya’nî üst irâde ile ilgili değildir. Örneğin insanın aksırması onun zâti gereğidir; irâdesi ve meşiyyeti ile değildir. Büyük âlemde bu ilâhî işlerin fiilî olarak açığa çıkması bir sınır ile sınırlı olmadığı halde, onun benzeri ve çifti olan insanda bunların fiilî olarak açığa çıkması bir sınır ile sınırlanmıştır. Böyle olunca imâmlığa sâhip olan ve halîfelik karargâhı olan insân-ı kâmilin vücûdu emir ve yasağın çıkış kaynağıdır. Ve ilâhî hitâb ile insanın fiilleri sınırlandırılmış; ve emre karşılık va'd ve yasağa karşılık da va'îd ya’nî tehdît ikâme buyrulmuştur. Şu halde biz halîfe olan zamânın kutbunu kendisinde hikmet ve isimlerin eserleri açığa çıkar ve Hak Sübhânehû hazretlerinin Bârî mübârek isminin tahakkuku için mahlûk olan var edilmişleri o halîfenin iki eli, ya'nî Cemâl ve Celâl elleri üzerinde edilgen olur bir halde buluruz. Çünkü zamânın kutbu yeryüzünde ilâhî hazînenin emînidir. İlâhî tecellîleri kabûl eder ve mevcûtlara dağıtır. Nitekim bu konudaki îzâhlar bu kitabın başlarında geçmiş idi.
Ve biz insân-ı kâmildeki eseri teftîş ettik. Onun dışında olan insanların bu imâmlık hazretinden ne gibi hazları olduğunu tetkîk eyledik. Gördük ki, büyük âlemde, nasıl bir halîfe ve vezîr ve kadı ve kâtib ve harâc toplayıcı ve vergiler ve yardımcılar ve askerî güç ile birbirleriyle savaşmak ve öldürme ve esîr almak husûsları, kısaca eş mahall olan halîfelik hazretine lâyık ne gibi şeyler varsa, onların hepsinin insanda mevcût olduğunu gördük ve bunları onun vücûdunda tamâmen bulduk.
Kendi zamanlarının zâhiri halîfesi ve âşikâr kutbu olan peygamberlerin bayrakları açıldı ve âlemleri zâhir oldu. Ve o herkes onların kuvvetlerini zâhiren görüp boyun eğdi. Fakat onlardan sonra zamânın kutbu gizlendi. Genele dönük şekilde kıyâmete kadar aslâ zâhir olmadı. Bundan dolayı ümmetin avâmı zamanın halîfesinin ve kutbunun kim olduğunu bilemezler; fakat ümmetin seçkinlerine zâhir olur. Evliyâullâhın seçkinleri zamânın kutbunun kim olduğunu bilirler. Böyle olunca evliyanın seçkinleri indinde bilinir olan kutub, avâm indinde belirsizdir. Ve o saâdet sofrası zât zamânın halîfesi ve ilâhî bakış ve rabbânî te- cellî mahallidir. Ve âlemin zâhirine ve bâtınına ilâhî isimlerin verişleri ondan çıkıp herkese dağıtılır. Çünkü o yeryüzünde ilâhî hazînenin emînidir. Nitekim Mesnevî-i Şerîf’te buyrulur:
Tercüme: ‘‘Muhakkak cihan o bir kimsedir ve haberdardır. Felek üzerinde her bir yıldız ayın cüz’üdür. O zât kâmil ve ferd olan cihandır. Küll olan vücûd nüshası onun için olmuştur. Muhakkak cihan o bir kimsedir. Ve geri kalanları hep tâbi’ olanlar ve taklittir ey dinleyici!”
Örneğin bir kimseye rahmet olunsa, onun sebebiyle rahmet olunur. Ve bir kimseye azâb olunsa onun sebebiyle azâb olunur.Ve zamânın kutbunun bir çok sıfatları vardır. Eğer bu sıfatlar asrın halîfesinde, ya‘nî zamanın zâhir hükümdarında toplanırsa, o mübârek zât zamânın kutbudur. Ve ilâhî işlerin dönmesi onun üzerinedir.
Ve eğer bu sıfatlar o zatta toplanmazsa, zamânın kutbu bu zâhiri hükümdarın gayrı olup insanların geneli indinde belirsizdir. Ve evliyânın seçkinleri onu bilirler. Ve asrın hükümdârına madde, ya‘nî idâre işindeki kudret ve tasarruf, ondan var olur. Ve bunu ne halk, ne de o zâhir hükümdâr idrâk edemez. İşte âlemde nasıl zamânın kutbu ve zâhir hükümdâr mevcût ise, insanın vücûdunda da bunun benzeri vardır. Biz bu kitapta inşâallâhü Teâlâ bunların hepsini, ayrı ayrı ve yeterince ve iknâ edici olarak güzel bir şekilde anlatırız. Allah Teâlâ kastettiği şey sebebiyle kula fayda verir.
Hz. Şeyh (ra) “kul” sözünden ya kendi mübârek nefsini veyâhut okuyucunun nefsini murâd eder. Hz. Şeyh’in mübârek nefsi oluşuna göre ma‘nâ şöyle olur:
“Bu kitaptan maksad, zekâ ehlinin irşâd ile cehâletinin giderilmesi ve bakışının hakîkate döndürülmesidir. Bu değerli kasıt sebebiyle Allah Teâlâ bu ben salt kula ma‘nevî fayda ihsân eder; ve bu yüzden en doğru olan ilâhî bilgileri beyan yoluna sürükler; ve bu kitapda hatâ ve noksan olmaz.”
Ve eğer okuyucunun nefsi murâd olunmuş ise ma‘nâ şöyle olur:
“Okuyan kulların maksadı, hakîkati anlamak ve ilâhî bilgi öğrenmek ise, Allah Teâlâ ona doğru anlayış ve selîm zevk ya’nî hakîkat yaşantısı ihsânı sûretiyle fayda verir. Ve bu hâlis niyeti sebebiyle ilâhî bilgi yolunun en doğrusuna sevk eder.”
Dostları ilə paylaş: |