Şimdi ey kardeşim, takvâ netîcesi olan bu yüce ilim de bunun gibidir. Biz bir adamı Allah Teâlâ’ya takvâ ile amel etmiş; ve onun hudûdu indinde vâkıf olmuş; ve zühd ve vera' ve onun benzerleri ile vasıflanmış; daha sonra bu vasıflardan sonra akıllarımıza sığmayan bir ilim ile konuşmuş görür isek, ki Allah Sübhânehû hazretleri ledünnî ilmi ancak ona hîbe etmiştir, şimdi iddiâ ettiği şeyde teslîm ve tasdîk ve ona iyi zan etmek ve i'tirâzı terk üzerimize vâcib olur. Çünkü Allah Teâlâ kullarından dilediğini ilimlerinden ba'zılarına mahsûs kılar. Nitekim “Yu’til hikmete men yeşâu” ya’nî “Hikmeti dilediğine verir” (Bakara, 2/269) buyurur. “Ve allemnâhu min ledünnâ ilmâ” ya’nî “Ledünnümüzden ilim öğrettiğimiz” (Kehf, 18/65) buyurur. Ve onun hakkında Musâ ve Hızır (sallallâhü aleyhimâ) mes’elesi yeterince iknâ edicidir, ya‘nî tahsîsde. “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” ya’nî “O, yaptığı şeylerden mes’ul değildir. Ve onlar, mes’uldür” (Enbiyâ, 21/23) Sahâbeden asla çıktı mı? Yâhut Nebi (s.a. ve âlihî ve sellem) hazretlerine öğle ve akşam namazlarının sebebi nedir? Ba‘zısında sessiz ve ba‘zısında sesli okunur, diye sordukları işitildi mi? Biz işitmedik ve bu olmadı. Çünkü onun ma’sûmluğu sâbit ve doğruluğu açık ve onun nefsinden söylemediği anlaşıldı. Şimdi biz seni, her ne vakit Nebî’nin vârisi olan, ve Resûl’ün doğruluğuna mu‘cizenin delîl oluşu gibi, ilminin sıhhatine delîl olan takvâya sarılmış bulunan kimse üzerine, delîl ve sebep talep eder görür isek; biliriz ki, senin indinde doğruluk sıfatı karar kılmış değildir. Ve senin için ondan az bir şey zâhir olmadı. Şimdi onların hallerini onlara teslim et ve onların sözlerini inkâr etme! Ve “Rabbî zidnî ilmen” ya’nî “Rabb’im ilmimi arttır” (Tâhâ, 20/114) de! Sana onun indinden bir kapı açılması umulur. (17)
Ya‘nî kendi vücûdunun hâricinden delîl talep etme! Çünkü ne ararsan sende mevcûttur. “Basamaklara muhtâc ol!” Ya‘nî hakikatine yükselmek için sende bir takım merdiven basamakları vardır ki, onlar nefis yönünden “emmâre nefs,” “levvâme nefs” ve “mülhime nefs,” “mutmainne nefs” ve “râzıyye nefs” ve “marzıyye nefs” ve “kâmile nefs”dir. Ve rûh yönünden “hayvânî rûh” ve “kalb” ve “izâfî rûh” ve “sır” ve “sırrın sırrı” ve “hafî” ve “ahfâ”dır. Bunların hepsi her insanın kendi vücûdundadır. Ve insanın mi'râcı bu sûretle gerçekleşir. Ve her basamakta bir zevkî ilim ya’nî hakîkat yaşantısı peydâ olur ki, bu ilmi hâriçten almak mümkün değildir.
Bundan dolayı “delîli, zâtın için zâtından talep et!” Hakk’ı “kâmile nefs” ve “ahfâ” mertebelerine ulaştığında kendinde bulursun ve zevkî ilim ile bilirsin. Ve zevkî ilimden söz söyleyenleri gördüğün zaman, onlardan delîl talep etme! Çünkü buna delil getirilmesi mümkün değildir. Onun delîli o sözlerin hakîkatini kendi nefsinde bulmandan ibârettir. Böyle olunca onların sözlerini kabûl et, inkâr etme!
Görmedin mi ki, (Sav) Efendimiz’in nebîliği zâhirî halleri ile sâbit olduğu zaman ve Hak tarafından söylediğine aklı çalışan kimselerin nefislerinde kuvvetli bir ilim peydâ olduğu zaman, boyun eğdiler ve teslim oldular. Teklîf edilen vâzifelerden her ne tebliğ buyurdu ise, üzerlerine aldılar. Bu teklîfin sebebi nedir? Ve lüzûmuna delîl getir, demediler. Ve ashâbdan soru soranlar da var idi. Fakat Mâide sûresinde olan: “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tes’elû an eşyâe in tubde lekum tesu’küm” (Mâide, 5/101) ya‘nî “Ey mü’minler, ba‘zı şeylerden soru sormayınız! Eğer o size açıklanırsa fenâ olursunuz” âyet-i kerimesinin inişiyle, (Sav) Efendimiz’e soru sormaktan yasaklandık, dediler; ve sorudan vazgeçtiler. Bu âyetin iniş sebebini şöyle rivâyet ederler ki;
Surakâ b. Mâlik (ra); “Yâ Resûlallah, her sene üzerimize hac vâcib midir?” diye soru sordu. “Ömründe ancak bir kerredir. Eğer sana her sene vâcibdir desem vâcib olurdu. Oysa ona tâkat getiremez idiniz. Bundan dolayı böyle şeylerden sormayı terk edin! Çünkü geçmiş ümmetlerin helâki peygamberlerine çok soru sormalarından ve ihtilâflarından oldu” buyurdular.
Çünkü çok soru sormak, sorana külfet yükler. Bu hâl dünyevî işlerde de böyledir. Örneğin bir efendi hizmetkârına: “Git, çarşıdan bir okka üzüm al!” dese, hizmetkâr tahmîni olarak yenebilecek kadar bir üzüm almakla vazifesini yerine getirmiş olur. Eğer hizmetkâr: “Üzüm hangi türden olacak?” derse, efendi üzümün türünü ta'yîn eder. Ve hizmetkâr tekrar ‘"Kaç kuruşa kadar alayım?” dese, efendi değerini belirler. Eğer hizmetkâr soru sormasaydı kolaylıkla bir okka üzüm tedârik edip getirebilecek idi. Arka arkaya soruları sebebiyle türü ta'yîn edilmiş ve değeri belirlenmiş olan üzümü aramak için dolaşmak mecbûriyye- tinde kaldı. Ve bu sorular zorluk ve külfet doğurdu. Nitekim bu hâl Bakara sûresinde bakara (inek) kesilmesi kıssasında açıkça hikâye buyrulmuştur. Sonuç olarak zevkî ya’nî bizzat hakîkatini yaşama müşâhedelerine dayanarak söz söyleyen hakîkat ehlinin sözlerine delil getirmesini istemek selîm akıl indinde münâsib değildir.
Şimdi ey irşâd edilmek isteyen yol kardeşim! Seni bu yoldan nefret ettirmek ve sülûktan vazgeçirmek teşebbüsünde bulunan bir kimse sana derse ki: “Canım, bu yol ehlinin bir takım sözleri vardır ki, onları akıl kabûl etmiyor. Bunlardan delîl iste, söyledikleri sözleri aklen ispât etsinler! Onlara körükörüne teslîm olma! Sen böyle yok kesicilerden yüz çevir! Çünkü o hamâkatinden nâşî tâlib-i hakikat olmak lüzûmunu idrâk edemiyor. Ve seni de tenfîr edip kendisinin düştüğü kuyuya çekiyor.
Sen o ahmağı susturmak ve irşâd için cevâben de ki: “Balın tatlılığına ve cimâ'ın lezzetine ve onların benzerlerine delîl getir! Çünkü balın tatlılığı ve cimâ'ın lezzeti mevcûttur. Henüz bal görüp yememiş ve henüz yetişkin olup nefsinde cimâ lezzetini tatmamış olan kimseye bunların vücûdunu isbât et!” dersen, bunların isbâtı mümkün değildir. O kimse balı tatmak ve yetişkin değilken bülûğ çağına ulaşıp cimâ‘ etmek ile bunların varlığına vâkıf olur. Ve aynı şekilde ona metinde tasvir ve îzâh edilen ev örneğini ver!
İşte takvâ netîcesi olan ve yüce tasavvuf ilmi de bu örneklere uygundur. İlâhî azametten korkarak, ilâhî kelâmında beyân buyurduğu emirler ve yasaklar dâiresini geçmeyen ve zühd ve vera‘ ve övülmüş ahlâk ile vasıflanmış olan bir kimsenin bizim akıllarımıza sığmayan bir ilimden bahsettiğini görür isek, onu tasdîk ve teslîm etmek ve ona iyi zan edip i'tirâz etmemek bizlere vâcib olur. Çünkü Allah Teâlâ ledünnî ilmin ancak bu vasıfları taşıyan kimselere ihsân eder.
Bilesin ki, “akıl” dediğimiz ilâhi ni‘metin ihâta ve idrâk edemeyeceği bir şey yoktur. Ancak akl-ı külle kadar aklın muhtelif mertebeleri vardır. En düşük mertebesi “akl-ı maâş ya’nî geçimlik akıl”dır. Bu akıl tabîat âleminde mahsûr kalan kimselerin, ya'nî zâhir ehlinin aklıdır. Akl-ı maâş ya’nî geçimlik akıl ancak kendi dâiresinde tasarruf edicidir; ve şehâdet âleminin hallerini idrâk edicidir. Şehâdet âleminin üstündeki âlemin hallerini idrâk edemediği için onları uzak görür. “Bel kezzebû bimâ lem yuhîtû bi ilmihî” ya’nî “Hayır, ilmini ihâta edemedikleri şeyi yalanladırlar” (Yûnus, 10/39). Eğer akıl ilim ve irfan ile terbiye edilip yükselirse “akl-ı ma'âd ya’nî sonu düşünen akıl” olur. Bu akıl şehâdet âleminin üstündeki âlemlerin hallerini de idrâk eder. Şimdi akl-ı maâş kendi mertebesinde çeşitli olduğu gibi, akl-ı ma'âd dahi öylece çeşitlidir. Akılların minberlerinin çeşitli oluşu i'tibâriyle, sonsuz mertebeleri vardır.
Ancak bu çeşitlilik akl-ı külle ulaşınca ortadan kalkar. Çünkü akl-ı kül mertebesi akılların bütün mertebelerini toplamıştır. Çünkü onun mertebesi “şehâdet,” “misâl,” “rûhlar” ve “sâbit ayn’lar’’ mertebelerinin üstü olan “vahdet ya’nî birlik mertebesi”dir. Ve onun üstü “salt ve sırf zât”tır ki, bütün vasıflar orada yok hükmündedir. Ve onun üstü yoktur; ve bu mertebenin akıl ile münâsebeti yoktur. Nebîler (aleyhimüVselâm) ile onların vârisleri olan tahkîk ehlinin kâmilleri hazretlerinin akılları “akl-ı kül”dür. Onun için onların idrâk ettikleri şeyi süflî mertebelerde olan akıllar idrâk edemez. Ve bu idrâk yokluğu sebebiyle i'tirâz ve inkâr ederler. Ancak akılların bu mertebelerini ârif olan kimseler, onların haber verdikleri şeyin hakikatini idrâk edemeseler bile, onları tasdîk ve teslîm eylerler.
Bu hâli bir örnek ile îzâh edelim; Henüz okuma öğrenmekle uğraşan bir çocuğa fizik problemlerinden bahsedilse idrâk edemez. Çünkü henüz aklı o mertebeye yükselmemiştir. Ve aynı şekilde trigonometri ilmine vâkıf olmayan bir kimseye: “Galata Kulesi’nin kaç metre uzunluğunda olduğunu yanına gitmeden ölçmek mümkündür” denilse inkâr eder. Çünkü onun akıl mertebesine göre kuleleri böyle ölçmek mümkün değildir. Bu âlemde bunun örnekleri çoktur.
İşte cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) hazretlerinin “Bizim akıllarımıza sığmayan” ifâdesinin ma‘nâsı budur. Yoksa hakîkatte aklın dışında hiçbir şey yoktur. Akıl ve onun mertebeleri bir ilâhî hîbedir. Bu mertebeleri ve aklın bu mertebelerine mahsûs olan ba‘zı ilimleri, Hak Teâlâ kullarından dilediğine ihsân eder. Nitekim “Yu’til hikmete men yeşâu” ya’nî “Hikmeti dilediğine verir” (Bakara, 2/269) ve “Ve allemnâhu min ledünnâ ilmâ” ya’nî “Ledünnümüzden ilim öğrettiğimiz” (Kehf, 18/65) buyurur. Ve bunun çalışıp kazanmakla olmayıp hîbe ile olduğu bu âlemdeki haller ile âşikârdır. Nitekim bir okula devâm eden çocukların seviyesi öğrenme husûsunda eşit değildir. Ba'zıları çok çalışır, az şey öğrenir; ba‘zıları az çalışır çok şey öğrenir Bu ancak ilâhî hîbedir. Kehf sûresinde geçen Mûsâ ve Hızır (aleyhime’s-selâm) kıssası Hak Teâlâ’nın kullarından ba'zılarına ba‘zı ilimleri has kıldığına yeterince iknâ edici bir delîldir.
“Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” (Enbiyâ, 21/23) ya‘nî “Hak Teâlâ hazretlerine işlediği şeyden suâl olunmaz. Kendilerine hitâp gerçekleşenler mes’ûldürler.” Çünkü Hak Teâlâ mutlak cevâd ya’ni çok cömerttir; ve onun tecellîleri dâimdir. Kul kendi isti’dâdına göre onun tecellîlerini kabul eder. Bundan dolayı “Niçin ihsân ettin?” diye Hakk’a soru yöneltilmez. Belki “Niçin isti'dâdının noksanlığından dolayı ilâhî tecellîleri kabûl etmedin?” diye kullara soru yöneltilir. Ve aynı şekilde “îsti’dâdı dahi Hak vermiştir; kul ne yapsın?” denemez. Çünkü ezelî isti‘dâdlar yapılmış değildir; ilâhî isimlerin gerekleridir. İlâhî isimler yapılmış olmadığı gibi, onların gerekleri de yapılmış değildir. Burası sırf vahdet ya’nî birlik makāmıdır. Bundan dolayı soru ve cevâp kesilir. Soru ve cevap çokluklar içinde olmaktadır. Ve çokluklar i’tibârî gayrılıktır. Nitekim bu kitabın başlarında şerh yoluyla îzâh edilmiştir.
Şimdi yukarıda îzâh edilen hakîkate vâkıf olan ashâb-ı kirâm hazretlerinden soru çıkmadı. (Sav) Efendimiz’e öğle ve akşam namazlarının sebebi ve illeti nedir? Niçin öğle ve ikindi namazlarında gizli ve sabâh ve akşam namazlarında âşikâr olarak Kur’ân okunur? diye soru sorulmadı. Biz böyle soru sorulduğuna dâir bir rivâyet işitmedik. Çünkü olmadı. Çünkü aklı çalışanlar indinde onun ma’sûmluğu sabit ve doğruluğu açık ve teblîğlerini kendi nefsinden uydurup söylemediği anlaşıldı. Fakat kalblerinde doğruluktan eser olmayan bir takım ahmaklar Kur’ân-ı Kerîm hakkında “in hâzâ illâhtilâk” ya’nî “bu ancak uydurmadır” (Sâd, 38/7) dediler.
Şimdi ey dinleyici! Biz seni Nebî’nin vârisi ve takvâya sarılmış olan kimsenin ilâhî hikmetlerden söylediği sözler üzerine delîl talep eder bir hâlde görür isek, bu talebinden sende doğruluk sıfatının karar kılmadığını biliriz. Çünkü bir kimsenin takvâya devâmı ve ilâhî sınırları koruma gayretinde bulunması ilminin sıhhatine işâret eder.Nasıl ki, Peygamber’in mu'cizesini gördüğün vakit inkâra mecâlin kalmaz ve onun doğruluğunu mecbûren teslim eder isen, takvâ ehlini de öylece tasdîk etmelisin.
Çünkü nefsânî sıfatlar, insan vücûdunda mutlaka şiddetle ortaya çıkmayı ister. Hak Teâlâ hazretleri ilâhî hükümleri ile onu sınırlamış ve kayıtlamıştır. Eğer sınırlamamış ve kayıtlamamış olsaydı, insanlar aşağıların mutluluğu ve nefsânî ve hayvânî sıfatlar içinde boğulup aslî maksadı olan ilerleme ve yükselmeden mahrûm kalırlar idi. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
(Tîn, 95/4-6)
“Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm.
Sümme redednâhu esfele sâfilîn.
İllellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe lehüm ecrun gayru memnûn”
“Andolsun ki Biz, insanı, en güzel sûret içinde hálk ettik.
Sonra onu, aşağıların aşağısına iâde ettik.
Îmân edenler sâlih amel işleyenler hariç. İşte onlar için kesintisiz mükâfat vardır”
Böyle olunca ilâhî hükümlere hürmet ile nefsi ilâhî sınırlar dâiresinde kullanmak gâyet güçtür. Şiddetle açığa çıkmayı isteyen nefsin hükümlerine muhalefetle, bunu başaran kimse şüphesiz kerâmet sâhibidir. Nitekim Hak Teâlâ “inne ekremeküm indallâhi etkâküm” ya’nî “muhakkak Allah indinde en kerîm olanınız en çok takvâ sâhibi olanınızdır” (Hucurât, 49/13) buyurur.
Fakat nefsin hîleleri ve oyunları sebebiyle zâhirde takvâ sâhibi görünenler ile sâdece Allâh’ın vechi için takvâ sâhibi olanları ayırt etmek lâzımdır. Evvelkiler vehim yolunun sâlikleri olup Allâh’ın kullarının yol kesicileridir. İkinciler ise hakikat yolunun sâlikleri olup Allâh’ın kullarının kılavuzudur. Bunların her ikisi de sözlerinden ve fiillerinden anlaşılır. Mısra:
Sözünden olur ma’lûm kişinin kendi miktârı
Ve diğer mısra’:
Aynası iştir kişinin lâfa bakılmaz
Ya‘nî bir kimsenin sözünden irfan derecesi ve fiilinden de sözünün eri olup olmadığı anlaşılır. Cenâb-ı Şeyh (ra)’in tavsiyeleri, hakîkat yolunun yolcusu olan takvâ ehlinin sözlerini inkârın olmayışıdır. Yoksa henüz nefsinin hîleleri ve oyunları altında zebûn olanların sözleri zâten belli olduğundan, tamamıyla reddedilir. Doğruluk ehli olan önceki sınıfın sözlerini inkâr edersen sende doğruluk sıfatından bir parça bile bir şey yoktur. Bu gibi kerem sâhibi zâtların hallerini kendilerine mahsûs bilip teslim et! Sözlerini inkâr yönüne gitme! Ve “Yâ Rabbi bu hâs kuluna verdiğin ilimden beni de nasîplendirerek ilmimi arttır!” diye niyâz eyle! Belki sana da Hak tarafından böyle bir ilmin kapısı açılır.
BUNDAN BİR FASILDIR
Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin! Allah Teâlâ’nın senin için belirlediği algılanabilir misâle olan îmânın ile berâber, onlar üzerine, gayb ile söylediklerini inkâr etme! Muhakkak ayna silindiği ve cilâ verildiği zaman ondan pas gider; ve bakanın sûreti onda görünür. O kimse nefsini güzel veyâ çirkin olarak görmez mi? Onun arkasına birisi geldiği vakit ona baktığında sûreti aynada gözükür. Kendisiyle berâber hâzır olanlara arkamda bir insan vardır; yâhut şöyle ve böyle sûrette bir şey vardır, der.
O onu bilinen görüş ile görmediği halde, gördüğü şeyi yeterli derecede vasfeder. Oysa onu tasdîk etmek vâcibdir; çünkü o algılanmıştır. İdrâk edilen dahi bu şekilde algılananın benzeridir. İnsan kalbinin aynasına kast edip onu gayrılar pasından temizleyip cilâlar. Ve türlü riyâzât ve mücâhedeler sebebiyle, onu idrâk edilebilirlerin ve gayb ile ilgili şeylerin sûretlerinin tecellîsinden örten bütün perdeler ondan uzaklaşır. Şimdi sâfî ve cilâlanmış olduğu vakit, gayb ile ilgili şeylerden ona tekābül eden her bir şey onda görünür. Gördüğü şeyden söyler; ve gördüğü şeyi vasfeder. (Kalbin gördüğü şey yalan değildir). Ve işte bu yaklaştırma üzere bir misâldir. Ve eğer uzamasa biz keşfettiklerimizin kısımları ve sınıfları üzerine söylerdik. Lâkin bu kadar yeterlidir. Onun envâ'ına kemâl üzere vâkıf olmayı isteyen kimse yazdığımız eserlerden Cilâ-ü’l-Kulûb’a vâkıf olmaya peydâ eylesin.
Daha sonra bu müşâhede ilmi üzerine delîl talep eden kimse, bakalım kitâbın ma’nâlarını ilim olarak ihâta etti mi? Tâ ki ona o bundandır denilsin. Yâhut ona akıl delîli mi perde oldu?
Şimdi kendisine teklîf aklı hâsıl olan ve onun hükümleri indinde vâkıf olan aklı olanın gâyesi, vâcib ve câiz ve imkânsız cinsindendir. Bu sûfînin söylediği şeyi câiz türünden kabûl etmek ona lâzımdır. Oysa bu sûfî câiz olan ile veyâhut akılların tereddüt ettikleri ile geldiği zaman, onun nefsi yönünden değil, ancak kadîm ilim yönünden, onların indinde vâcibdir. Çünkü nebîlik ve velîlik aklın tavrının üstüdür. Akıl ancak ya tereddüt eder veyâ câiz görür. Çünkü sûfî tevhîdin rükûnlarından bir rüknü ve şerîatın rükûnlarından bir rüknü yıkan bir şeyi delîl getirmez. Şimdi dinleyeni, inkâr hastalığında, ancak tasdîğin azlığı doğruluktan mahrûm etti. Sıfat ise ona dönüktür. Oysa sûfî kendisine nispet olunan şeyden münezzehtir.
Ey çok dikkâtli olan kardeşim, helâke dâhil olmadan önce araştırıp bul! Ve insan bulunduğu hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşr olunur. Bu sırların elden kaçırılmasından sakın, sakın! Bu nûrlar ile ziyâlan! Ey sevgili tâlib, teslim kilimini yay ve hürriyet ile inkâr esâretinden çık! Ve fikir kürsîsi üzerine otur! Ve mücâhede ağırlığını üzerine al ve muvâfakat ve müsâade tâcını başına koy! Ve hitâb mahallinin gayrından söylenene bak, Hakk’ı bulursun. Ve dinleyene bak! Onu dinleyen ve dinleten ve hitâb eden ve hitâb edilen bulursun. Şimdi o söyleyici ve dinleyici olduğu vakit, sen mevcût olduğun halde yoksun. Nitekim yok hükmünde olduğun halde hâzırsın. Ve işte bunun için (Sav) Efendimiz, Rabb’i azze ve celle hazretlerinden haber vererek: “Kul ben onu sevinceye kadar nâfilelerle bana yaklaşmaktan ayrılmaz. Ne zamanki Ben onu severim, onun işitmesi ve görmesi olurum” sözünde işâret buyururlar. Şimdi “görmesi” Hak olan kimse üzerine bir şey nasıl gizli olur? Ve “lisân”ı O olan kimsenin sözü nasıl son bulur?
Şimdi bu mukaddimede tahakkuk edici ve onun indinde vâkıf ol ki, irşâd olunasın. Ve inşâallâhû Teâlâ âkıbetin mahmûd ola. Bundan dolayı sebeplerini çoğalt! Allah Teâlâ seni bu kitapta sana söylenen şeye muvaffak eylesin. Ve Allah Teâlâ bizi ve seni ilim ile faydalandırsın. Ve bizi onun ehlinden kılsın (bi-izzetihî!). (18)
Bu bahis, zikredilen mukaddimeden bir fasıldır. Allah Teâlâ bu be- yânlarımızı anlamaya ve anladıktan sonra tasdîk ve teslîme seni muvaffak eylesin. Allah Teâlâ hazretleri his ve şehâdet âleminde, melekût âleminin hallerine işâret etmek üzere bir takım algılanabilir misâller belirlemiştir. Ve sen de onları inkâr edemeyip tasdîk edersin. Çünkü algılanabilen bir şeyin inkârını akıl kabûl etmez. Şimdi mâdemki bu gibi algılanabilir misâle îmânın vardır, bu îmânın ile berâber, tahkîk ehlinin gayb âlemine âit olan sözlerini işittiğin vakit onları inkâr etme!
His ve şehâdet âlemindeki algılanabilir misâlden birisi budur ki, tozlu ve paslı olan bir ayna silindiği ve parlatıldığı zaman onun tozu ve pası gider. Ve bakanın sûreti o aynada gözükür. Ve o kimse güzel veyâ çirkin olan sûretini aynen aynada müşâhede eder. Bakanın arkasına birisi gelse aynaya bakınca onun sûretini de görür. Orada bulunanlara “arkamda bir insan var”; yâhut “şu biçimde ve şöyle bir sûrette bir şey var” der. Bakan onu bilinen görüş ile görmediği halde, ya'nî yüzünü arkasına çevirip o insana veyâ o şeye bakmadığı halde, aynada gördüğü sûreti tamâmı ile vasfeder ve ta‘rîf eder. Onun bu vasfetmesini ve ta'rîfini tasdîk etmek vâcibdir. Çünkü isteyen bir aynadaki sûrete ve bir de sûretin aslına bakarak bu vasfı ve ta‘rîfî tatbîk edebilir. Çünkü her ikisi de algılanabilirdir; ve inkârı mümkün değildir. İşte idrâk edilebilir olan şeyler dahi böylece algılanabilir olan şeylerin benzeridir. Şöyleki insanın kalbi aynaya benzemektedir. Ve onun pası ve tozu, tahkîk ehli indinde “mâsivâ” ta'bîr edilen varlıksal nakışlardır. Nitekim mürşidim Mevlevî Es’ad Dede hazretleri buyurur: Beyt:
Gönül Hudâ’nın vechinin aynasıdır
Onun pası mâsivâ nakışlarıdır
Ne zamanki insan, kalbinin aynasına kastedip gayrılar ve mâsivâ pasını ondan siler ve kalb aynasından gayb ile ilgili idrâk edilebilir şeylerin, ya‘nî melekût âleminin sûretlerinin tecellîsine mâni’ olan bütün örtüler ve perdeler,türlü riyâzât ve mücâhedeler sebebiyle kalkar; onun bu sâfîlik hâli vaktinde gayb ile ilgili şeylerden ve melekût âleminden ona akseden her bir şey ve her bir sûret onda görünür. Kalb aynasına akseden şeye rûh gözü ve akıl gözü ile bakıp gördüğü şeyden söyler ve gördüğü şeyi vasfeder.
Nitekim bu kitabın yazarı bu idrâk edilebilir ma’nâları ilk önce kalb aynasında müşâhede etmiş ve daha sonra harfler ve zarflar kisvesiyle his âlemine ihrâç etmiştir. Bu hakikate işâretle Hak Teâlâ hazretleri “Mâ kezebel fuâdu mâ reâ” ya’nî “Kalbi gördüğünü yalanlamadı” (Necm, 53/11) buyurur. İşte bu beyânlar idrâk edilebilir olanı algılanabilir olana yaklaştırmak için bir misâldir. Ve eğer sözü uzatma olmasa biz keşfettiklerimizin kısımları ve sınıfları üzerine bir çok şeyler söyler idik. Fakat bu kadar yeterlidir. Keşfettiklerimizin envâ‘ına kemâl üzere vâkıf olmak isteyen kimse yazdığımız eserlerden olan Cilâü’l-Kulûb ismindeki kitabımızı incelesin.
Bundan sonra ma‘lûm olsun ki, kalb aynalarına aksetme sûretiyle müşâhede ettikleri gaybî ilimlerden bahseden tahkîk ehlinin sözlerine delîl talep eden kimsenin hâline bakarız. Eğer o kimse Kur’ân-ı azîmü’ş-şânın zâhir ve bâtın ma’nâlarını ilim olarak ihâta etmiş ise, ona, bu sözün delîli Allâh’ın kitâbından falân âyetin ma‘nâsıdır, denilerek cevap verilmesi mümkün olur. Eğer o kimse Allâh’ın kitâbının ma’nâlarını ihâta edememiş ve ona akıl delîli perde olmuş ise, böyle kendisine teklîf aklı hâsıl olan ve teklîf hükümleri indinde vâkıf olan kimsenin hükmünün üç şeyin dışında olmaması lâzım gelir ki, bunlar da “vâcib,” “câiz” ve “imkânsız”dır. Akıl indinde bunun dördüncüsü yoktur. Bu sıfatta bulunan bir akıllı kişi, tahkîk ehlinden olan bir sûfînin sözünü işittiği zaman, mademki Allâh’ın kitâbının ma’nâlarını ihâta edemediğinden onun delîline vâkıf olamadığı için “vâcib” saymıyor; hiç olmazsa onu “imkânsız” saymayıp “câiz” türünden görmesi ve inkâr etmemesi gerekir.
Çünkü bu sûfî ilâhî emirler ve yasaklar dâiresinin dışına çıkmaz; ve zühd ve vera' ve övülmüş ahlâk ile vasıflanmıştır. Ve ilâhî sınırlar içerisinde hareket ettiğine hükmedilen bir kimsenin aynı zamanda yalancılığı tercih ederek ilâhî sınırlar dışında da hareket ettiğine hükmetmek, iki zıddın bir arada olmasına hükmetmek demek olacağından akıl bunu olabilir bir şey olarak görmez.
Oysa bu sûfî aklen câiz görülmesi veyâ tereddüt edilmesi lâzım gelen bir şeyi beyân ettiği zaman, o sözü kendi nefsinden değil, ancak kadîm ilimden aldığı için bu söz onların indinde aklın hükmü gibi câiz olmaya veyâ tereddütte kalmaya şâyân değildir, belki vâcibdir. Çünkü nebîlik ve velîlik cüz’î akıl tavrının üstündedir. Fakat küllî akıl tavrının üstü değildir. Nitekim aklın mertebeleri yukarıdaki şerhde îzâh edildi.
Cüz’î akıl ya tereddüt eder veyâ câiz görür. Çünkü sûfî beyân ettiği gaybî ilimlerde tevhîd rükûnlarından bir rüknü ve şerîat rükûnlarından bir rüknü yıkan bir şeyi getirmez. Bu sebeple cüz’î aklın o sözü ya câiz görmesi veyâ tereddüt edip inkâr etmemesi lâzım gelir. İşte doğruluk sâhibi olan cüz’î akıllar sâhiplerinin tavrı budur. Böyle olunca dinleyeni doğruluktan mahrûm eden şey, inkâr hastalığında ancak tasdîğin azlığıdır. Ve tasdîğin azlığı ise cüz’î aklın gereğine muhâlefet ve vehim şeytânına uymaktır. Ve bu sıfat dinleyene dönüktür, sûfîye dönük değildir. Oysa sûfî, böyle cüz’î aklın hükmüne muhâlefet eden kimse tarafından kendisine nispet edilen yalancılıktan münezzehtir. Bundan dolayı yalancılık sıfatı, sûfîyi yalanlayan böyle bir dinleyiciye dönük olur; ya'nî yalancı olan sûfî olmaz, belki onu inkâr eden dinleyicinin kendisi olur.
Ey idrâki çok olan insânî sûret kardeşim! Bu beşerî taayyünün ölüm ile bozulma zamânı gelmezden evvel, ondan sonra kat' edeceğin mertebeler için hazırlan! Çünkü hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere insan şehâdet âleminde ne hâl üzerine bulunursa o hâl üzere ölür; ve ne hâl üzere ölmüş ise o hâl üzere haşr olur. Toprak zerrelerinin milyarlarda biri bitki mertebesine gelir. Ve bitki mertebesine gelen toprak zerrelerinin milyarlarda biri hayvân mertebesine intikâl eder. Ve hayvân mertebesine intikâl eden toprak zerrelerinin milyarlarda biri insânî sûrete gelir. Ve insânî sûrette peydâ olan nutfenin binlerde biri diğer bir insânî sûrete döner. Ve insânî fertlerin milyonlarda biri hak dîn ve doğru inanç sâhibi olur. Ve bunların yüzbinlerde biri “idrâki geniş” olur. Ve idrâki geniş olanların binde biri hakîkat tâlibi ve ilâhi bilgiye susamış olur. Mâdemki sen bu kadar mertebeleri kat' ile idrâki geniş ve hakîkat tâlibi bir insan oldun; hayâtta iken bu sırlara vâkıf olmak fırsatını yitirmekten sakın, sakın! Ve bu ilâhî bilgi nûrları ile ışıldayıcı ol! Ey bu sırların sevgili tâlibi, tahkîk ehlinin sözlerini teslîm ve tasdîk kilimini yay! Ve akıl ve fikrini hür bırakıp onları inkâr etme ve yalanlama esâretinden çık ve fikir kürsîsi üzerine otur: Mesnevî:
Tercüme: “Ey birâder, sen ancak bir düşünceden ve fikirden ibâretsin. Üst tarafın kemik ve sinirler ve adaleler ve liflerden ibârettir.”
Ve bu kesîf taayyünün gerekleri olan hayvânî sıfatların ortaya çıkmasına muhâlefet ederek mücâhede ağırlığını üzerine al! Ve tahkîk ehlinin kadîm ilimden aldıkları kelâma muhâlefet etmekten vazgeçip muvâfakat ve müsâade tâcını başına koy! Ve hitâb mahalli olan zâhir lisâna bakıştan fikrini çevirip sözün aslî çıkış yerine bak, Hakk’ı bulursun. Çünkü insânî sûret yukarıda îzâh edildiği üzere mâdenden ibâret olan maddesel zerrelerin bir arada toplanmasından oluşan bir terkîbdir ki, onda mevcût olan göz, kulak, dil vb. Hakk’ın sem‘, basar ve kelâm gibi sıfâtının açığa çıkması için konulmuş pencerelerdir.
Ve bu ilâhî bilgiyi kendine düstûr edinip dinleyen kimseye baktığın zaman, onu dinleyen ve dinlettiren ve hitâb eden ve hitâb edilen bulursun. Nitekim güneş bir olduğu halde muhtelif pencerelerden, o pencerelerin şekillerine ve büyüklüğüne göre ışığı geçer. Pencerelerin çokluğu güneşin çok olmasını gerektirmez.
Şimdi Hak söyleyen ve dinleyen olduğu vakit, sen her ne kadar maddesel sûretin itibariyle mevcût isen de, hakîkatte bu sıfatlar, o maddesel sonuk sûretin olmadığından, sen yok hükmündesin. Söylemeyi ve dinlemeyi kendine bağlaman vehminden doğmaktadır. Ne zamanki Hakk’ın bu sıfatlarının, senin bu maddesel sûretine yansıması ölüm ile senden kesilir ve duyu pencereleri kapanır; kendine bağladığın bu sıfatların senin olmadığı ve bu husûstaki da’vânın vehimden olduğu fiilen ortaya çıkar. Nitekim senin kırk yaşında olduğunu farz ettiğimiz vakit, kırk sene evvel ortada yok idin. Ve ömrünü yetmiş sene farz ettiğimizde ondan sonra yine yok olursun. Ve bu iki yokluk hâli içinde “hayat” dediğimiz sıfat senin olmayıp Hakk’ın olduğu için, her ne kadar hâzır görünmekte isen de, hakîkatte yine yoksun. İşte (Sav) Efendimiz Rabb’i azze ve celle hazretlerinden haber verip: “Kul ben onu sevinceye kadar nâfileler ile bana yaklaşmaktan ayrılmaz. Ne zaman Ben onu severim, onun işitmesi ve görmesi olurum” sözünde işâret buyururlar.
Bilinsin ki, yukarıdaki îzâhlara bakarak Hak Teâlâ hazretleri hakîkatte bütün kullarının işitmesi ve görmesi ve lisânıdır. Fakat kullarının çoğu bu sıfatları vehmî vücûtlarına bağlayıp bu hakîkatten habersizdirler. Bundan dolayı onların kendi zanlarınca Hak, kendilerinin işitmesi ve görmesi ve lisânı değildir. Bu vehmin onlardan kalkması ve hâlin hakîkatine vâkıf olmaları, ancak nebîlere ve onların getirdikleri hükümlere tamâmıyle tâbi' olarak nefsânî sıfatlarının örtünmesiyle mümkündür. Ve bu hâl ilâhî ezelî muhabbetin onlar hakkında tecellîsi sebebiyle onların da Hakk’a muhabbetleriyle meydana gelir. Nitekim Hak Teâlâ “yuhıbbühüm ve yuhıbbûnehû” ya’nî “(Allah) onları sever, onlar da O’nu severler” (Mâide, 5/54) buyurur.
Ve kulların nâfile ibâdetleri hiç ayrılmadan yapmaları, Hakk’a olan muhabbetlerinden dolayı dosdoğru olarak Hakk’a yönelmeleriyle mümkün olur. Çünkü ibâdetlere devâm mutlaka muhabbetin sürüklemesiyle olur. İbâdet eden ya doğrudan doğruya Hakk’a muhabbet ile onun emrine hürmet için ibâdet eder; bu şekilde onun bakışında cennet lezzetleri ve cehennem elemleri bulunmaz. Veyâhut cennet lezzetlerine muhabbet ve cehennem elemlerinden korku ile Hakk’a ibâdet eder. Bu ise ancak kendi nefsine muhabbetten kaynaklanır. Bundan dolayı her iki şıkta da yapılan ibâdetin sürükleyicisi, muhabbet olur. Fakat ilk muhabbet seçkinlere ve ikincisi mü’minlerin avâmına mahsûstur. Şimdi seçkinlerin nâfile ibâdetlere ara vermeden devâm etmesi hâlinde Hakk’ın ezelî muhabbeti onlar hakkında fiilen zuhûr ve tahakkuk eder. Ve bu tahakkuk neticesinde vehmî vücûtlarının hakîkî vücûtta fenâsını müşâhede ederler; ve bu fenâ içinde kendilerinden çıkan sıfatların kendilerinin olmadığını bilirler. Bundan dolayı görmesi Hak olan böyle bir kimseden bir şeyin gizli olması mümkün olur mu? Ve lisânı Hakk’ın lisânı olan böyle bir kimsenin sözü son bulur mu?
İşte ey hakîkat tâlibi, bu mukaddimede beyân edilen ma’nâları kalbine sindirip o ma'nâlar ile tahakkuk edici ol! Ve o ma'nâların üzerinde günlerce dur ve iyice araştır ki, doğru yolu bulasın! Ve inşâallah âkıbetin mahmûd olur. Böyle olunca hakîkate vâkıf olma sebeplerini çoğalt! Allah Teâlâ seni bu kitapta sana bildirdiğimiz şeyleri anlamaya ve hakîkatine ermeye muvaffak eylesin! Ve Allah Teâlâ bizi ve seni ledünnî ilmi ile faydalandırsın. Ve bizi ve seni ledünnî ilimlerin ehlinden kılsın! (Âmîn bi-izzetihî!)
Dostları ilə paylaş: |