ŞEYTÂNÎ TEZKİRE (FERMÂN-HATIRLATIŞ)
Emrî değil, ilâhî irâdî emir geçerli olur. İnsânî halîfe üzerine sınırların aşılması ile ve haramları içe saymakla ve küfür ve şirk ve zulüm ve hased ve meşrû olmayan şeylerle ve benim gayrıma ibâdet ile in! Eğer her hangi bir emirde sana vefâ ederse, ondan diğer bir emre geç! Sen onu elbette üç halden birisi üzerine bulursun: Ya benim ile; ya melek ile; ya nefs ile. Eğer benim ile bulursan o hangi kısımda ve hangi isimdedir? Ona bak! Ve mülkün olan memleketinden in; hakîkat cinsinden olan hayâl âleminden sakın ki, o onda benim ile berâberdir, tâ ki evliyâm için mâsumluğumun ve onlar için korumamın ve onlar üzerine olan kıskanmamın nasıl olduğunu göresin. Şimdi fiillerime ve sıfatlarıma tenezzül ettiği vakit, fermânında olan şeyden ona naklet! Eğer kabûl ederse, bu vakitte o senin içindir. Daha sonra tövbe edip döndüğünde onun günâhı senin üzerinedir ki, sen onunla cehennem ateşinde dâimî olarak ebedî azâb görücü olursun. Ve eğer bana şirk koşarsa o senin içindir. Ve onun azâbı onun ve senin üzerinedir. Ve eğer onu melek ile berâber bulursan, onunla savaş! Eğer üstün gelirsen, ben kalırım. Eğer kulumu zelîl edersem, onun nâsıyesi senin mülkündür. Ve eğer onu yardım görücü kılarsam iki husûs olur: Ya senden kabûl etmemesi, yâhut kabûl edip ondan dönmesidir. Ve ben onun için bana yakınlık olarak uzaklık ta’yin etmem. Ve senin hîlen sana döner. Ve eğer onu nefs ile berâber bulursan, o nefse hemen olacak şeyleri süslü göster ve ona emeli kolaylaştır! Ve eğer onunla meşgûl olursa naklet! Çünkü o senin için bu hâl içinde itâat edici kuldur. Oysa ben yardım etmekle etmemek arasında onunla berâberim. Onun hakkında ilmim ile hükmederim. Ve ben Alîm ve Kadîr’im.
Ya'nî bu şeytânî fermân, teklîfî emrin değil, ilâhî irâdî emrin geçerliliği içindir. Bilinsin ki, cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) efendimizin Fusûsu’l-Hikem’de Ya’kûb Fassı’nda beyân buyurdukları üzere emir ikidir:
-
Birisi teklîfî emirdir ki, bu emir enbiyâ (aleyhimü’s-selâm) vâsıtasıyla şehâdet âleminde kullara tebliğ buyrulur.
-
Diğeri irâdî emirdir ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kulların sâbit ayn’larının isti'dâdlarıyla taleb ettikleri hâlin açığa çıkmasını irâde buyurur. Kulun isti'dâd lisânı ile taleb ettiği hâl saâdet ise saâdetine ve şekâvet ise şekâvetine ilâhî hüküm bağlanır.
Da'vet esnâsında enbiyâ (aleyhimü’s-selâm)dan kader sırrı örtülü olduğu için, onlar teklîfî emri herkese eşit düzeyde teblîğ ederler. Onlar da'vet ettikçe şakîlerin şekâveti ve saîdlerin de saâdeti artar. Bundan dolayı enbiyâ (aleyhimü’s selâm) hazarâtı tabîbler gibidirler. Bir hastanın sonu kesin olarak helâke ise, tabîb onu tedâvî ettikçe hastalığı şiddetlenir; ve tabîb hayrette kalır.
Şimdi Hâdî isminin görünme yeri olan enbiyâya teklîfî emir ulaştığı gibi, Mudill isminin görünme yeri olan İblîs’e de aynı şekilde teklîfî emir ulaşır. Ve her iki tarafta da bu teklîfî emir değil, ilâhî irâdî emir geçerli olur. Çünkü hakîkatte hidâyet enbiyâ (aleyhimu s-selâm)’ın ellerinde olmadığı gibi, dalâlete sürüklemek de İblîs’in elinde değildir. Nitekim Nebiyy-i zî-şân hakkında Hak Teâlâ hazretleri:
“İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’” (Kasas, 28/56) ya'nî “Ey Habîbim, sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; velâkin Allah Teâlâ dilediğini hidâyete ulaştırır.”
Ve aynı şekilde İblîs hakkında buyurur: “İnne ibâdî leyse leke aleyhim sultânun” (Hicr, 15/42) ya'nî “Ey İblîs, benim kullarım vardır ki, onlar üzerinde senin kuvvetin geçerli değildir.”
Bu ön bilgiler anlaşıldıktan sonra şeytânî fermânın ifâdesi anlaşılır:
Ey İblîs, insânî halîfe üzerine in de, ona şerîat sınırlarını aşmayı ve ilâhî emirlere hürmetsizliği ve küfür ve inkârı ve şirki ve türlü zulmü ve hasedi ve türlü rezîlliği ve meşrû olmayan işleri ve benim gayrıma ibâdeti ihtâr eyle; ve bunları yapmaya teşvik et! Eğer bunlardan her hangi bir emirde sana vefâ eder ve senin ihtârına uyarak bunu yaparsa, diğer bir emre geç! Meselâ ona şarap içmeyi ihtâr et! Eğer buna uyarak içerse zinâyı ihtâr et! Onu da yaparsa birini öldürmeye teşvik et; ve onu da yaparsa nebîleri ve şerîatları yalanlamaya da'vet et; bunu da kabûl ederse Hâlık’ı inkâr etmeyi naklet!
Ey İblîs, indiğin vakit, insânîyi elbette üç hâlin biri üzerinde bulursun: Ya benimle; ya melekle; veyâhut nefisle bulursun.
-
Eğer benim ile bulursan onun hangi kısımda ve hangi ismin tecellîsi altında bulunduğuna bak! Ya'nî benim ile bulduğun insan tevekkül ve sabır ve rızâ gibi muhtelif kısımlardan hangi kısımda benim ile berâberdir. Ve bu kısımlarda ilâhî isimlerimden Mu'izz ve Müzill ve Mu‘tî ve Mâni' gibi hangi isimlerin tecellîsi altında bulunmaktadır. Senin mülkün olan tabîat ve kesâfet memleketinden onun o hâline göre in! Çünkü o her ne kadar benim ile berâber ise de, senin memleketin olan tabîat âlemi içindedir. Bundan dolayı bu maddesel kesâfet içinde, örneğin tevekkül kısmında duran ve Mâni' isminin tecellîsi altında olup fakr ve zarûrete düşmüş olan insana, tevekkülünü bozacak nakillerde bulun. Fakat hakîkat cinsinden olan hayâl âlemine girmekten sakın ki, o insan o latîf olan hayâl âleminde benim ile berâberdir. Çünkü bu insan senin memleketin olan kesâfet ve tabîat âleminden çıkıp hakîkat âlemine dâhil olmuştur. Ve şeytanlar hakikat semâsına çıkamazlar. Ve orada şeytalar için aslâ musallat olma ve tasarruf yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “Ve hafıznâhâ min külli şeytânin recîm; İllâ menisterakas sem’a fe etbeahu şihâbun mubîn” ya’nî “Ve Biz, onu kovulmuş şeytanların hepsinden muhafaza ettik; Ancak kim duyma hırsızlığı yaptıysa, o zaman onu açıkça yakıcı bir ateş parçası tâkip etti.” (Hicr, 15/17-18)
Bilinsin ki, yukarıda da ilgisi dolayısıyla bildirildiği üzere, “hayâl” biri hak, diğeri bâtıl olmak üzere iki kısım sayılmıştır. Hak olan hayâl Hâdî isminin ve bâtıl olan hayâl de Mudill isminin etkileri altındadır. İblîs hakîkat cinsinden olan hayâl âlemine giremez ise de, evhâm cinsinden olan hayâl âlemine dâhil olur; ve onda dilediği gibi tasarruf eder. Şimdi evliyâullâhın tuzağı olan hayâller, Mesnevî-i Şerîf’te beyân buyrulduğu üzere, ilâhî ilimde sâbit olan sâbit ayn’ların yansımaları ve gölgeleridir. Mesnevi:
Tercüme ve izâh: Evliyânın tuzağı olan o hayâller Hudâ bostanının ay yüzlülülerinin yansımasıdır. Yânî evliyânın hayâller tuzağı nefsânî hevâ olmayıp, belki Hudâ’nın bostanı olan ma’nâlar âleminin ay yüzlülerinin yansıması, yânî ilâhi ilmi sûretlerdir
İblîs’in bu hayâllerde aslâ tasarrufu olamaz; çünkü bunlar sâbit hakikatlerdir. Ve ilâhî kıskanma İblîs’i bu âlemden uzaklaştırı. Nitekim fermanda buyrulur: “Tâ ki evliyâm için mâsumluğumun ve onlar için korumamın ve onlar üzerine olan kıskanmamın nasıl olduğunu göresin!”
Şimdi ey İblîs, insânî halîfe fiillerimin ve sıfatlarımın mertebesi olan tabîat ve kesâfet âlemine beşeriyeti dolayısıyla tenezzül ettiği vakit, seni bu mertebede tasarrufa me’zûn kılışım yönüyle, fermânında olan şeyden ona bir şey naklet; eğer kabûl ederse, bu vakit o senin içindir. Nitekim biraz yukarıda bu husûsta bunu ifâde eden îzâhlar verilmiş idi. Eğer o kimse senin nakillerinden bir şey kabûl ettikten ve bunu yaptıktan sonra, o âsilikten tövbe edip dönerse onun günâhı senin üzerine olur; ve sen o günâh sebebiyle cehennem ateşinde dâimî olarak ebeden azâb görücü olursun. Ve o, “Günâhından tövbe eden kimse günâh yapmamış olan kimse gibidir” hadîs-i şerîfi gereğince bu âsilikten kurtulur. Ve eğer sen ona şirki nakledersen ve o da onu kabûl ederse, o senin için olur. Ve o şirkin azâbı hem onun üzerine ve hem de senin üzerinedir.
-
Ve eğer onu melek ile berâber bulursan, o melek ile savaş! Çünkü onun nakilleri senin nakillerinin zıddıdır. İki zıd ise bir arada olmaz. Eğer bu savaş netîcesinde meleğe gâlib gelirsen ve meleğin nakilleri kesilirse, zâtî ihâtam dolayısıyla, Ben kalırım. Ve eğer sana fırsat vererek kulumu senin kahır ve tasarruf elinde zelîl edersem, onun nâsıyesi senin mülkündür. Çünkü sana mağlûb olan kullarımın nâsıyeleri Mudill isminin elindedir. Ve bu isim onları kendi doğru yolu üzerinde çekip götürür. Ve eğer kulumu yardım görücü kılarsam iki hâl oluşur:
-
Ya senin nakillerini kabûl etmez ve yapmaz;
-
Veyâhut kabûl edip yaptıktan sonra onda ısrâr etmeyerek salâh hâline döner.
Ve Ben bu iki halden dolayı onun için Bana yakınlık olarak uzaklık ta’yîn etmem. Ya'nî zâtî ihâtası dolayısıyla Hak Teâlâ her şeye o şeyin kendisinden daha yakındır. Uzaklık, kulun bakışına ve Hakk’ın mâsivâsında gark oluşuna göre, izâfî ve i'tibârîdir. Hakîkatte Hak’tan yakın hiç bir şey yoktur. Bundan dolayı şeytânî nakillere uyarak, kul bir fenâlık yapıp tövbe edince, Hak Teâlâ bu hakîkî yakınlık içinde, ona izâfî ve i'tibârî uzaklığı ta’yîn etmez. Çünkü şeytânî nakilleri kabûl etmeyen; ve kabûl edip yaptıktan sonra da tövbe ve istiğfâr eden kimsenin bakışı Hakk’adır. Bu ise hakîkî yakınlık içinde i'tibârî yakınlıktır. Bundan dolayı o kimse için uzaklık yoktur. Şimdi ey İblîs, kulumun bu hâli içinde senin hîlen sana dönük olur; ve sen onunla azâblanırsın.
-
Ve eğer onu nefs ile berâber bulursan, o nefse dünyânın hemen olan lezzetlerini süslü bir halde göster. Ve ona bir takım dünyevî amelleri kolaylaştır! Örneğin o nefse de ki:
-
“Sen fakirsin, nefis yemekler yemeye ve güzel bir evde oturmaya kudretin yoktur. Ticâret et!” Ve ticârete de başlayınca de ki:
-
“İşte görüyorsun ki, doğruluk içerisinde alıp satmak ancak kendine yetecek kadarına yardımcıdır. Bundan dolayı çok para kazanmak için hîle lâzımdır. Malı müşterilere eksik ver ki, sermâyen artsın!..” O kimsenin eline böyle gayr-i meşrû' şekilde bir miktâr fazla meblağ geçince de, de ki:
-
“Bu para ile kumar oyna ki, bir anda eline daha çok meblağ girsin!” Kumarda para kazanınca da, de ki:
-
“İşte bak, şimdi oldukça zengin oldun. Umûmhânelerde güzel kadınlar var. Oraya git ye iç ki, dünyevî hemen gerçekleşen lezzetlerden istifâde edersin.
Ve eğer o kulum senin durmaksızın yaptığın nakillerini yavaş yavaş kabûl ederse ve yaparsa, ona istediğin kadar nakillerde bulun! Çünkü o bu hâl içinde sana itâatkârdır. Ben ise o kuluma yardım etmekle etmemek arasında onunla berâberim. Onun hakkında ilmim ile hükmederim. Ya‘nî sen kulumu mağlûb ederek onu helâke sürüklediğin zaman, benim onun hakkındaki hükmüm, onun ezelde ilâhî ilmimde sâbit olan hakîkatine ve sâbit ayn’ına göredir. Eğer ezelde isti'dâd lisânı ile şekâveti taleb etmiş ise şekâvetle hükmederim; ve eğer saâdeti taleb etmiş ise, ona yardım edip onun yakasını senin elinden kurtararak saâdetine hükmeylerim.
Ve ben Alîm-i Kadîr’im. Ya'nî kudretim irâdeme; ve irâdem de ilmime; ve ilmim de ma'lûm olan kulların sâbit ayn’larına tâbi'dir. VAllâhü’l-Hâdî!
“Ey kerîm efendi! Vücûdda Hakk fermânlarıdır, ki onlara “hâtıralar” ta’bîr edilir, onların rütbesini sana îzâh ettim. Ve eğer senin kâtibin onlara insanların ârif olanlarından ise ve bu üçü, onun itâatı altında ise ve Hak Teâlâ onu sır sâhibi olarak kabûl edip ihâtalı ilim ve makām bahşetmiş ise, onun kadrini bil ve onu derecesinden aşağıya indirme! Çünkü bu fermânlar onun eliyledir. Ve onun emri reddedilmez. Ve eskiden beri meliklerin aleyhine arkadaşı gelmedi ve onların hâli değişmedi, ancak çevresindeki görevlilerden geldi. Bundan dolayı çevrendeki görevlileri kerîm olarak araştır sor; ve ondan dost ile düşman arasını ayırt et! Fiilin ile onunla berâbersin. Ve ihsân herkes hakkında bağlar ve doğru yola sevkeder ki, düşmanlığı giderir; ve kîni ortadan kaldırır; ve muhabbet ve gayret meyveleri verir. V’Allâhü’l-muvaffık!”
Ey kerîm efendi olan rûh! İzâfî vücûd âleminde bu anlattığımız rabbânî ve melekî ve nefsânî ve şeytânî olan fermânlar, Hakk fermânlarıdır. Onlara tahkîk ehli terimlerinde “hâtıralar” denilir.
Ve insan bir an bile hâtıraları hatırlamaktan hârîç değildir. Ve her gelen hâtıra mutlaka bu dördünden birine isâbet eder. Sâlik bu gelen hâtıraların mahiyyetlerine dikkat ederse, bunlardan hangisi olduğunu anlayabilir. Fakat farketmek için pek çok zekâ ve kavrayış lâzımdır. Çünkü ba'zen şeytânî hâtıra, mükâfatı çok büyük olan bir hayırdan men' etmek için, mükâfatı daha az olan bir hayra teşvik eder. Ve bu teşvik melekî hâtıra zannedilir.
Nitekim Mesnevî-i Şerif’te geçmektedir ki, Hz. Muâviye sabâh namazına hazır olamadığı için çok üzülür. Hak Teâlâ hazretleri bu üzüntüsüne karşılık çok büyük bir mükâfat buyurduğu için, ertesi sabah İblîs, yine böyle bir üzüntüyle çok büyük bir mükâfat almayıp, sâdece sabah namâzının mükâfatıyla kalması için, Hz. Muâviye’yi namaza uyandırır.
Ve aynı şekilde nefs gizli bir maksadına nâil olmak için, sâlike ibâdet hâtırasını nakleder.
Nitekim Tezkiretü’l-Evliya’da geçmektedir ki, evliyâullâhdan Fudayl bin Iyâz hazretleri zamânında gâzîler savaşa hazır olurlar. Cenâb-ı Fudayl çok yaşlı olduğu için namazın farzlarını oturduğu halde kılarken nefsi ona hitâben
-
“Ey Fudayl, mü’minler savaşa hazır oldular. Sen niçin bu farzı ayakta edâ etmezsin?” der. Hz. Fudâyl buyurur ki:
Bu nefsânî nakil üzerine vücûdumda kuvvet hissettim. Ve daha sonra iyice bir düşünüp nefsime dedim ki:
-
“Ey nefs! Namazı ayakta kılamadığım halde savaş gibi zor bir işte senin ne zevkin vardır? Özellikle sonucu ölümken. Oysa sen ölümden nefret edersin. Bu nakilde mutlaka senin bir hîlen vardır. Eğer hîleni îzâh etmezsen seni çok büyük bir mücâhede altına sokarım.” Nefis dedi ki:
-
“Ne zamanki sen savaşa hazır olup silahlanmış olarak halkın huzûruna çıkarsın, herkes beni parmakla gösterip derler ki: Bakınız şu Fudayl’a! Bu yaşında dînî gayretin şevkiyle savaşa gidiyor! Halkın bu beğenmesinden son derece memnûn olurum. Gerçî ondan sonra ölüm gelir. Ama ben senin elinde her gün ölmekteyim. Bir kere ölürüm; ve öldükten sonra da adım dillerde destân olur..” Hz. Fudayl buyurur ki:
-
“Nefsin bu nakilleriyle benim ihlâsımı kökünden koparmayı ve beni dînden soyutlamayı istediğini anladım. Ve savaştan vazgeçtim.”
“Hâtıralar” hakkında evliyâ menkıbelerinde bu gibi misâller pek çoktur. Bunları bir dîğerinden ayırt etmek için pek çok dikkat ve zekâ lâzımdır. Şu kadar ki, bu hâtıraları bir dîğerinden ayırt etmek için tahkîk ehli ba‘zı alâmetler anlatmışlardır:
-
“Rabbânî” veyâ “hakkânî” hâtıralar hayra teşvîk husûsunda kuvvetli bir şekilde ulaşır.
-
Ve “nefsânî hâtıralar” da şerre teşvîk husûsunda kuvvetli bir şekilde ulaşır.
-
Ve “melekî hâtıralar” hayra teşvîk husûsunda zayıf bir şekilde ulaşır.
-
Ve “şeytânî hâtırlar” şerre teşvîk husûsunda aynı şekilde zayıf bir şekilde ulaşır.
Hz. Şeyh (ra) buyururlar ki: Ey insânî halîfe, bu hâtıraların rütbesini ve mertebelerini sana îzâh ettim. Ve eğer senin kâtibin, ya'nî nefs-i nâtıkan;
-
O hâtıraların mâhiyyetlerini ayırt etmek husûsunda insanların âriflerinden ise;
-
Ve bu üç hâtıra, ya‘nî “melekî,” “nefsânî” ve “şeytânî” hâtıralar, onun itâati altında ise;
-
Ve Hak Teâlâ senin nefs-i natıkanı ilâhî sırlarını kabûle ehil ve emîn edinip, yukarıda îzâh edildiği üzere, ihâtalı ilim ve makām bahşetmiş ise, o kâtibin kadrini bil!
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) yukarıda dört çeşit hâtıra beyân buyurduğu halde, üçünün itâat altında olabileceğine îmâ buyurmuşlardır. Çünkü rabbânî hâtıra, insânî halîfenin tasarrufu ve itâati altında değildir. Ve bu hâtıralar ona kendisinin Kayyûm’u olan hüviyyetinden ulaşır. Ve onun hüviyyeti Hak olup, hakîkî tasarruf edicidir. Fakat melek ve nefs ve şeytan, izâfî ve mecâzî tasaruf edici oldukların farzlarla yaklaşma makāmında bulunan kişilerin itâati altında bulunurlar.
Şimdi nefs-i nâtıkanın mertebesine ve derecesine riâyet edip onu indirme ve zelîl etme! Çünkü bu bahsedilen fermânlar sana bu kâtibin eliyle ulaşır. Ve onun emri ulaşınca reddi mümkün değildir.
Ve eskiden beri melikler ve hükümet reîsleri aleyhine onların arkadaşı gelmedi ve onların hâli bozulmadı, ancak onların görevlilerinden geldi ve bozuldu. Ve meliklerin görevlileri, memleketlerinin etrâfına işlerin idâresi için gönderdikleri me’mûrlardır. Bu me’mûrların fenâ olması arkadaşlarının kendi aleyhlerine harekete geçmelerine ve mülkün harâb olmasına sebep oldu. Bundan dolayı sen kendine kerîm görevliler araştırıp seç! Ve o görevlilerden dost ile düşman arasını ayırt et! Çünkü senin fiilin onunla berâberdir.
Ve ihsân herkes hakkında bağlayıcı ve doğru yola sevkedicidir. Ya'nî fiilin ihsân olursa, sen bu ihsân sebebiyle bağlar ve doğru yola sevk etmiş olursun. Ve ihsân ve kerem gizli düşmanlığı giderir; ve kalblerde olan kini ortadan kaldırır; ve idâren altındakilerin kalbinde muhabbet meyvesi bitirir; ve senin lehinde onlarda bir gayret peydâ eyler.
V Allâhü’l-muvaffık!...
ONUNCU BÖLÜM
Vergi Toplama Reîslerinin ve Me’mûrlarının Beyânındadır
Allah Teâlâ senin kuvvetini üzerinde muhâfaza etsin! Ey kerîm efendi! Bilesin ki, muhakkak Allah Teâlâ mevcûdların ba'zısını ba'zısı üzerine yükseltti; ve onları reîs ile reîsliği altındakiler ve mülk sâhibi ile onun mülkü olanlar olarak kıldı. Ve muhakkak Allah Teâlâ kıyâmet gününde, idâren altında olan köylerin ve şehirlerin hakkında senden adâlet ister. Ve muhakkak Allah Teâlâ senden onları sorar. Nitekim buyurur: “innes sem’a vel basara vel fuâde küllü ulâike kâne anhu mes’ûlâ” (İsrâ, 17/36) ya'nî “Kulak ve göz ve kalbin her birinden sâhibinin yaptığı sorulur.” Ve yine buyurur: “Yevme teşhedü aleyhim elsinetühüm ve eydîhim ve ercülühüm bimâ kânû ya’melûn” (Nûr, 24/24) ya'nî “Bir gün gelir ki,dilleri ve elleri ve ayakları yaptıkları şeyle onların üzerine şehadet eder.” Ve hakîkatleri beyân ederek buyurur: “Ve mâ küntüm testetirûne en yeşhede aleyküm sem’uküm ve lâ ebsâruküm ve lâ culûdüküm” (Fussılet, 41/22) ya'nî “Kulağınızın ve gözünüzün ve cildlerinizin aleyhinize şehâdet etmesini örtemediniz;” ve bunun benzeri. Şimdi göz ve kulak ve dil ve el ve karın ve cinsel organ ve ayak senin köy ehlinden me’mûrların ve emînlerindir. Ve onlardan her biri kazandığı mal sınıflarından bir sınıf üzerine reîs ve hazînedârdır. Ve onların reîsi ve imâmı “his”tir ki, bu duyuların hepsi yaptıklarıyla ona döner. Ve muhakkak “his” reîsliği ve memleketi ile hayâl sultânının altında reîsliği altındadır. Ve “hayâl” doğru olarak olsun ve bozuk olarak olsun kendisinde olan şey ile zikir sultânının reîsliği altındadır. Ve “zikir” fikir sultânının reîsliği altındadır. Ve “fikir” akıl sultânının reîsliği altındadır. Ve “akıl” senin yardımcındır. Ve sen “kudsî rûh” olarak ta'bîr edilen imâm olan reîssin. Ey kerîm imâm! Sana ilk olarak yakışan, nefsin ile eşyâya başlayarak mekân tutmandır ki, bu husûsta birliktelik kılar.
Bu onuncu bölüm memleketin idâresi için lâzım olan reîslerin ve vâlîlerin ve onların yardımcılarının beyânındadır.
Ey insânî vücûd memleketinin kerîm efendisi olan rûh! Seni halîfe kılmış olan Allah Teâlâ sana bahşetmiş olduğu kuvveti ve sultânı senin üzerinde muhâfaza etsin!
Bilesin ki, muhakkak Allah Teâlâ mevcûdların ba'zısını ba'zısı üzerine yükseltti ve üstün kıldı. Ve onları reîs ile reîsliği altındakiler ve mülk sâhibi ile onun mülkü olanlar, ya'nî tâbi’ olunanlar ve tâbi’ olanlar sınıflarıyla ayırdı. Çünkü izâfî vücûdlar âleminde var olmuş olan her bir şey isimlere âit görünme yerlerinden birisidir. Ve ilâhî isimler arasında karşılıklı olma ve farklı olma vardır. İsimlerden ba'zıları ba‘zı isimlerin reîsi ve imâmı olup kendilerine tâbi‘ olan isimlerin tâbi’ olunanıdır. Ve bu hakîkate işâreten Kur’ân-ı Kerîm’de;
-
“Tilker rusulü faddalnâ ba’dahüm alâ ba’din” ya’nî “İşte Biz, o resûllerden bir kısmını, diğerlerinin üzerine üstün kıldık” (Bakara, 2/253)
-
“Ve lekad faddalnâ ba’dan nebiyyîne alâ ba’dın” ya’nî “Andolsun ki ba’zı nebîleri, ba’zılarına üstün kıldık” (İsrâ, 17/55) buyrulur.
İşte bu esâsa dayanarak insânî vücûddaki kuvvetlerden ve a'zâlardan ba‘zıları ba'zılarına hâkimdir. Ve rûh onların hepsinin reîsi ve imâmıdır. Ve onun idâresi altında olanlar ve tâbi’leri iki çeşittir: Birisi “köy” ve diğeri “şehir”dir. Yukarıdaki şerhlerde îzâh edildiği üzere;
-
“Köy” zâhir duyular ile a'zâ ve organlardır;
-
Ve “şehir” bâtın kuvvetlerdir.
Şimdi ey rûh, muhakkak Allah Teâlâ kıyâmet gününde bu her iki kısım tâbi’ olma hakkında senden adâlet ister. Ve onlardan senin tasarrufun ile ortaya çıkan amelleri ve fiilleri birer birer senden sorar. Ve kıyâmet yurdunun, dünyâ yurduna kıyâsı olmayıp, her şeyin hakîkatinin açıldığı bir yurttur. Ve o yurtta arazlardan ibâret olan ameller kendilerine uygun olan sûretler ile zâhir olur.
Ve hesap sorma gününde soru genele dönük tek bir ilâhî tecellî ile gerçekleşip, her nefis kendi amellerini ortaya koyarak kendisinin lehinde veyâ aleyhinde şehâdet eder. Ve bu genele dönük tecellî netîcesinde herkes hesâbını verir. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri hesâbı serî görendir. Ve bunun delîli aşağıdaki âyet-i kerîmelerdir:
-
“İnnes sem’a vel basara vel fuâde küllü ulâike kâne anhu mes’ûlâ” (İsrâ, 17/36) ya'nî “Kulak ve göz ve kalbin her birinden sâhibinin yaptığı sorulur” ve
-
“Yevme teşhedü aleyhim elsinetühüm ve eydîhim ve ercülühüm bimâ kânû ya’melûn” (Nûr, 24/24) ya'nî “Bir gün gelir ki,dilleri ve elleri ve ayakları yaptıkları şeyle onların üzerine şehadet eder” ve
-
“Ve mâ küntüm testetirûne en yeşhede aleyküm sem’uküm ve lâ ebsâruküm ve lâ culûdüküm” (Fussılet, 41/22) ya'nî “Kulağınızın ve gözünüzün ve cildlerinizin aleyhinize şehâdet etmesini örtemediniz;” ve bunların benzeri başka Kur’ân âyetleri vardır.
Şimdi göz ve kulak ve dil ve burun ve el gibi zâhir duyular; ve karın ve cinsel organ ve ayak gibi a'zâ ve organlar senin köyünün ehlinden bulunan memûrların ve emînlerindir.
Ve fiillerin ve amellerin, zâhir hükümette devlet hazînesine toplanan vergiler mesâbesindedir ki, onları bu duyular ve a'zâlar vergi olarak toplarlar; ve hazîneye koyarlar.
Ve bunlardan her biri kazandığı mal sınıflarından, ya'nî mal mesâbesinde olan amellerinin sınıflarından, bir sınıf üzerine reîs ve hazînedâr olmak üzere ta'yîn edilmiştir.
-
Ve bunların hepsinin reîsi ve imâmı müşterek hisstir. Ve “müşterek ya’nî ortak his” zâhir duyuların sonuncusu ve bâtın duyuların ilkidir. Ve zâhir ve bâtın kuvvetlerin ortak bölümüdür. Bundan dolayı zâhir duyuların hepsi amelleriyle ona döner. Ve hepsinin amelleri onda toplanır.
-
Ve bu müşterek his, reîsliği ve memleketi ile berâber, ya‘nî reîsi olduğu zâhir duyularla ve idâresi altındakilerle berâber hayâl sultânının reîsliği altındadır, ya'nî hayâl sultânına tâbi'dir. Çünkü “hayâl”in vazîfesi zâhir duyular ile bilinen şeylerin sûretlerini ve misâllerini zabtetmektir. Örneğin gözler bir şahsı veyâ bir şehri görür;
-
İlk önce müşterek histe toplanır.
-
Ve müşterek his onları kendi tâbi’ olduğu hayâl hazînesine ulaştırır.
-
Ve o şahıs veyâ şehir gözden kaybolsa, insan onu tekrar göz ile görmeye muhtaç olmaksızın, onu hayâl hazînesinde dilediği zaman müşâhede eder.
-
Ve hayâl, doğru olarak olsun ve bozuk olarak olsun kendisinden toplanan şeyler ile zikir sultânının reîsliği altındadır, ya'nî hâfıza kuvvetine tâbi'dir. Ve “hâfıza kuvveti”nin vazîfesi zâhir ve bâtın duyulardan doğru ve bozuk olarak gelen her ma'nâyı zabtetmektir.
-
Ve hâfıza kuvveti fikir sultânının reîsliği altındadır, ya'ni ona tâbi'dir. Ve fikir kuvvetinin vazîfesi zâhir ve bâtın duyulardan hâfıza kuvvetine ulaşan şeyleri müşâhede etmektir. Ve onların sûretlerinde ve ma’nâlarında terkîbler oluşturarak ve tahlîl yaparak tasarruf etmektir.
-
Ve “fikir” akıl sultânının reîsliği altındadır, ya'nî fikir kuvveti akıl sultânına tâbi'dir. Bundan dolayı hâfıza kuvvetinde gördüğü şeylerin doğruluğunu ve bozukluğunu aklın tasarrufu vâsıtasıyla ayırt eder.
-
Şimdi eğer fikir kuvveti akla tâbi’ olursa ona “zâkire-i mütefekkire;”
-
Ve eğer vehim veren kuvvete tâbi' olursa ona “mütehayyile” derler.
-
Sonuç olarak “hâfıza kuvveti” kitaba benzer. Ve “zâkire-i mütefekkire kuvveti” o kitabın okuyucusudur.
-
Ve “hayâl kuvveti,” “kâtib”dir.
-
Ve “vehim veren kuvvet” dıştaki şeytanın benzeri olup bu işi karıştırır ve saptırır.
-
Ve “müşterek his” her taraftan akıp gelen nehirleri ve ırmakları birleştiren denize benzer.
Şimdi ey rûh! Akıl senin yardımcındır. Ve sen insânî vücûdda “kudsî rûh” olarak ta'bîr edilen reîs ve imâmsın.
Ey kerîm imâm olan rûh!
Sana insânî memleketinin idâresi husûsunda ilk olarak yakışan şey, eşyâya ve işlere nefsin ile, ya'nî bizzât, başlayarak mekân tutmandır ki, bu hâl idâre husûsunda birliktelik kılar. Çünkü halîfe kendisini halîfe kılanın aynıdır. Ve seni halîfe kılmış olan Hak Teâlâ hazretlerinin eşyâya olan tecellîsinde ayrım yoktur. Ayrım gibi gözüken şey eşyânın muhtelif isti'dâdlarından kaynaklanmaktadır. Nitekim:
“mâ terâ fî halkır rahmâni min tefâvut” ya’nî “Rahmân’ın halk etmesinde bir ayrımcılık göremezsin” (Mülk, 67/3) buyrulur.
Ve isti'dâdlardaki farklılığa âid ayrıntılar da yukarıdaki şerhlerde geçti. Şimdi senin şehrine ve köyüne olan zâtî tecellîlerin de böyle olmalıdır.
Dostları ilə paylaş: |