İnsan memleketiNİn islâhi hakkinda iLÂHÎ tedbîrler



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə30/45
tarix02.12.2017
ölçüsü2,72 Mb.
#33540
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   45

Şimdi aklı kuvvetli olan emîn mu’temede bak ki, bu vergileri idâre altındakilerin ellerinden adâlet ve siyâset üzere toplamaya nezâret eder. Çünkü onların toplandığı bir hazîne olmaksızın senin için devamlılık ve elbette senin için ondan yana doygunluk yoktur. Ve sen onların hepsini istersin. İdâren altındakiler senden nezâket ve güzel bir şekilde geçim ister. Ve seni halîfe kılan da senden emre uymanı ve adâlet uygulamanı ister. Bu iki makāmda uyanık ol! Ve ancak o şeye ârif ve ona istekli olan bir müdürü ve me’mûru ta'yîn et! Çünkü bir iş üzerine birden çok ta’yîn, o işin bozulmasına sebep olur. Çünkü eğer sen birden çok ta'yîn edersen her biri senin indinde sâhibi üzerinde mevki’ ve kendini göstermek ister; bundan dolayı çok fazla gayret gösterirler. Oysa o ahâlî zayıftır. Genellikle taşıyamacakları şeyi onların üzerine yüklerler. Şimdi bu, onların irtibâtlarını kesmesine ve helâklerine bir sebep olur. Bundan dolayı bu uygulamanın bozduğu şey ıslâh ettiği şeyden daha çoktur. Ve Aleyhi’s-Selâm buyurdu: “Kendini çok yoran ne tarla sürebilir ve ne de hayvan bırakır.” Ve yine buyurdu: “Kim ki dîni yöne fazla ağırlık verdi, dîn ona gâlib oldu.” Ve seni halîfe kılan “Ve lâ tec’al yedeke maglûleten ilâ unukıke ve lâ tebsuthâ kullel bastı” ya’nî “Elini boynuna bağlanmış kılma, ya‘nî çok cimri olma, ve tamâmen açıp savurma, ya‘nî elini çok açık tutup isrâf etme!” (İsrâ, 17/29) buyurdu. Şimdi oruç tut ve iftâr et. Ve gece kalk ve uyu! Ben senin için bir doğru yola sevkedici seçtim ki, seninle berâber olan bir hayrı elbette kaybetmezsin. Ve onunla berâber yürüyen onun yoldaşları hakkında ona dikkât edersin. Şimdi onu yoldaşlarıyla bu vergileri toplamaya gönder. Sen onun sîretini beğenirsin ve basîretine şükredersin. Haberin olsun ki, o “ilim”dir. Ve onun yoldaşları “sebât” ve “birikim” ve “sindirmek” ve “nezâket”tir. Çünkü o senin şehrine yoldaşlarıyla berâber dâhil olduğu zaman adâlet ölçüsünü ve güzel idâreyi yerleştirir. Çünkü onun basîret gözü nüfûz edicidir. İdâren altındakilerin fenâlıklarını ve hîlelerini bilip, kendisine lâzım olan şeyi alır. Ve iş ve tâkat mikdârınca teklîf eder ve aşırıya kaçmaz. Şimdi ona güvenip onu, vergi toplama görevlilerinden olan, bahsettiğimiz reîsler üzerine emîr yap! Bundan dolayı sen onun âkıbetine hamd edersin, inşâallâhü Teâlâ.

Ya'nî ey insânî vücûd memleketinde halîfe olan rûh! Memleketinin ahâlîsi olan kuvvetlerinin ve a'zâlarının ellerinden vergileri adâlet ve siyâset çerçevesinde toplayanlara nezâret etmek üzere aklı kuvvetli olan emîn mu‘temede bak!

Çünkü vergilerin toplandığı bir hazîne olmaksızın mülkün için devamlılık yoktur. Ve elbette sen ondan yana doygun değilsin ve sen o vergilerin hepsini istersin.


  • Ahâlî de senden nezâket ile muâmele ve güzel bir geçim ister.

  • Ve seni halîfe kılan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri de emrine uymanı ve adâlet uygulamanı ister.

Bu iki makāmda, ya‘nî ahâlînin talebi ile Hak Teâlâ’nın talebi arasında, uyanık ol; ve iki tarafın isteğini yerine getirememekten sakın!

Ve bir iş üzerine müdür ve me’mûr ta‘yîn edeceğin zaman, o işi bilen ve onu doğru bir şekilde işlemeye istekli ve hevesli olan bir kimseyi tayîn et! Çünkü bir iş üzerine birden çok ta’yîn bozulmaya sebep olur. Ya‘nî bir iş üzerine iki veyâ daha fazla müdür ve tasarruf edici ta‘yîn edersen, o işin bozulmasına sebep olur; ve idâre işi karışır. Çünkü sen bir işe birden çok kimse ta'yîn edersen her birisi sana karşı o iş üzerinde kendisini diğerlerinden ayırıp, kendini göstermek ister ve fazla gayret gösterirler. Oysa ahâlî zayıftır. Ve genellikle fazla gayret göstererek ilgi çekmek için, zayıf ahâlînin taşıyamacakları bir takım teklîfleri onların üzerine yüklerler. Bu hâl onların senden irtibâtlarını kesmelerine; ve ortaya çıkacak zayıflık ve idâredeki karışıklık da bozulmalarına ve helâklerine bir sebep olur. Bundan dolayı bu bir iş üzerine birden fazla müdür ve tasarruf edici ta'yîni uygulaması o işi ıslâh etmekten ziyâde daha çok bozar.

Ve (Sav) Efendimiz hazretleri bu aşırı teklîflerin kötü netîcelerini beyânen buyururlar:


  • Kendini çok yoran ne tarla sürebilir ve ne de bir hayvan bırakır, ya‘nî bir hayvan besleyebilir.” Ve yine buyururlar:

- “Kim ki bu dîn yönüne ağırlık verdi, dîn ona gâlib oldu.”

Ya'nî bu dînin esâsı ifrât ve tefritten kaçınarak ikisinin arası olan i‘tidâle riâyet etme husûslarını şiddetle gerekli kıldı. Bütün işlerinde i'tidâl ona gâlib oldu. Ve seni halîfe kılan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri de:

Ve lâ tec’al yedeke maglûleten ilâ unukıke ve lâ tebsuthâ kullel bastı”

Ne çok cimri ol; ve ne de isrâf derecesinde harca! Ya'nî ikisinin arası olan i‘tidâl ölçüsünü tercîh et!” (İsrâ, 17/29) buyurdu.

Böyle olunca ibâdette dahi ifrât ve tefritten kaçınıp;


  • Oruç tut; ve iftâr et! Büsbütün açlıkla vakitlerini geçirip vücûdunu zayıf düşürme! Ve büsbütün yemeye ve içmeye dalıp vücûdunu kesîf ve rûhâniyyetten uzak kılma!

  • Geceleri kalkmakla berâber vücûdun ihtiyâcı kadar da uyku uyu!

Ve ben senin için bir doğru yola sevkedici ve bir müdür seçtim ki, bütün işlerinde seninle berâber olacak olan her bir hayrı onun güzel idâresi sâyesinde yitirmezsin. Ve onunla berâber yürüyen o müdürün yoldaşları hakkında onun fiillerinin netîcelerine bakarsın. Bundan dolayı o müdürü yoldaşlarıyla berâber bu vergilere, ya'nî hazîneye girecek vergilerin toplanmasına gönder. Sen vazifesini yerine getirmede onun sîretini beğenirsin ve basîretine teşekkür edersin.

  • Haberin olsun ki, o doğru yola sevk eden ve müdür dediğimiz “ilim”dir.

  • Ve onun yoldaşları da vazîfesini yerine getirmede “sebât” ve “birikim” ve “sindirmek” ve “uyanık olmak” ve “nezâket”tir.

Çünkü o ilim müdürü, senin vücûd şehrine yoldaşlarıyla berâber dâhil olduğu zaman, adâlet ölçüsünü ve güzel idâreyi yerleştirir. Çünkü basîret gözü idâren altındakilerin hallerine nüfûz eder. Onların fenâlıklarını ve hîlelerini bilip kendisince alınmasının gerekli olduğunu bildiği şeyi alır. Ve işin gereğine ve ahâlînin tâkatine göre teklîfler icrâ eder; i'tidâli aşmaz.

Şimdi o doğru yola sevkediciye güvenip onu yukarıda reîs ve reîsliği altında olanlar bahsinde anlattığımız reîsler üzerine emîr yap! Sen onu bunların üzerine emîr olarak atarsan, onun yerine getirdiği vazîfelerin sonuçlarına hamd edersin, inşâallâhü Teâlâ.



ONBİRİNCİ BÖLÜM

Toplanan Vergilerin Hazret-i İlâhiyyeye Yükseltilmesi ve Kudsî İmâmın Onlara Vâkıf oluşu ve Onları Melikü’l-Hak Sübhânehû Hazretlerine Yükseltmesi Beyânındadır

Ey kerîm efendi, bilesin ki, —bilmediğini öğretmek değil, bildiğini hatırlatmaktır— muhakkak Allah Teâlâ mülklerin Melik’dir ve Rabbü’l-erbâb ya’nî rabbların Rabb’ıdır ve efendilerin Efendisi’dir. Ve kül ise varlığıyla berâber yokluktur. Çünkü mutlaklık üzere mevcûd olan ancak O’dur. O’nun vücûduna bir başlangıç ve devamlılığına bir son yoktur. Onun hakkında, ilminde zâhir ve bâtın yoktur. Belki eşyânın hepsi, kadîmi ve sonradan olanı; evveli ve âhiri; ve suflîsi ve ulvîsi ancak O’nunla açığa çıktı; ve ancak O’ndan O’na döndü. Ve O’ndan çıkan bir şey ancak O’na çıktı. Şimdi Hak Sübhânehû senin bütün hallerine, gizlisine ve açığına, hepsine vâkıftır. Senden çirkin gördüğü bir şeye vâkıf olmasın; ve seni yasak ettiği yönde bulmasın ve seni emri yönünden kaybetmiş olsun! Sen ise işitir ve itâat edersin.

Ey kerîm efendi olan rûh! Bu bahse “bilesin ki” diye başlamam, sana bilmediğin şeyi öğretmek için değil, belki bildiğin ve fakat cisme yakınlığından dolayı unuttuğun şeyi hatırına getirmek içindir. Çünkü sen aslın olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerini ârifsin. Nitekim Mesnevî-i Şerîf’te cenâb-ı Mevlânâ (ra) buyururlar:

Tercüme: “Elbise tenden haberdâr olmadığı gibi, can da tenden ve cisimden haberdâr değildir. Onun dimâğında Allah gamından başkası yoktur.”

İşte sana bu cisim âlemi içinde îkâz ve tenbîh olarak derim ki, muhakkak Allah Teâlâ hazretleri mülklerin Melik’idir; ve rabların Rabb’ıdır; ve efendilerin Efendisi’dir.



  • Ya‘nî Allah Teâlâ “Ve lillâhi mülküs semâvâti vel ard” ya’nî “Ve göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır” (Âl-i İmrân, 3/189) âyet-i kerîmesi gereğince bütün mülklerin Melik’i ve tasarruf edicisidir.

  • Ve izâfî vücûdlar âleminde bir diğeri üzerinde tasarruf edici ve terbiye edici olan şeylerin Rabb’ıdır. Çünkü bunlar isimlere âit görünme yerleridir; ve her birinin te’sîri başkadır. Bundan dolayı rabblar farklı farklıdır. Onların hepsinden hayırlı olan Rabb'ül-erbâb ya’nî rabbların Rabb’ıdır. “E erbâbun müteferrikûne hayrun emillâhul vâhidül kahhâr” (Yûsuf, 12/39), ya‘nî “Farklı farklı rabblar mı hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr olan Allah Teâlâ mı hayırlıdır?”

  • Ve bu i'tibâr ile efendilerin Efendisi’dir.

  • Ve O’nun vücûduna ve varlığına bir başlangıç ve devamlılığına bir son da yoktur. Ya'nî O’nun varlığının başlangıcı ve sonu yoktur.

  • Ve O’nun ilminde zâhir ve bâtın i'tibârları yoktur. Ya’nî şu şey Hak Teâlâ’nın ilminden bâtındır; ve şu şey O’nun ilmine zâhirdir denemez. Oysa bizim ilmimizde bu i'tibârlar mevcûddur. Çünkü bize göre ma'lûm vücûd bizim vücûdumuzun gayrıdır. Fakat Hak Teâlâ hazretlerine göre böyle değildir.

  • Belki eşyânın hepsi, kadîmi ve sonradan olanı; ve evveli ve âhiri; ve suflîsi ve ulvîsi, ancak O’nun vücûdu ile açığa çıktı. Bundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri “e lâ innehu bi külli şey’in muhît” (Fussılet, 41/54) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu üzere zâtıyla bütün eşyâyı ihâta etmiştir. Ve O’nun mutlak vücûdu bütün eşyâya sirâyet etmiştir. “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” ya’nî “Ve siz neredeyseniz O sizinledir” (Hadîd, 57/4). Böyle olunca O’nun ilminde bâtın olma ve zâhir olma i'tibârları olamaz. Zâhir olma ve bâtın olma i'tibârları ancak O’nun vücûdunun mertebelerine göredir.

  • Ve aynı şekilde eşyânın tamâmı ancak O’ndan O’na döndü. Çünkü O’nun vücûdundan peydâ olan kâinât bozulduğu vakit, yine kendi aslı olan O’nun vücûduna döner. Ve O’ndan çıkan ve peydâ olan bir şey, ancak yine O’na çıktı. Çünkü O’nun vücûdunun sınırı yoktur ki, O’ndan çıkan şey o sınırı geçip başka bir mahalle çıksın.

Bilinsin ki, Hakk’ın mutlak vücûdu latîfin daha latîfinden daha latîftir; ve bu mertebe “zât’ın özü”dür. Tefekkür ile aslâ idrâk edilemez; ve bu mertebeden bahsetmek mümkün olmadığı için câiz değildir.

Ve bizim “fezâ” dediğimiz sâha vücûdun aynı olup sonsuzdur. Sayısız ve hesapsız bir şekilde var olup bozulmakta olan âlemler bu vücûdda var olur ve bozulur. Bu vücûdun tenezzül mertebeleri vardır ki, “vahdet mertebesi,” “vâhidiyyet mertebesi,” “rûhlar mertebesi,” “misâl mertebesi,” “şehâdet âlemi mertebesi” ve “insan mertebesi”dir. Bu mertebeler hakkındaki ayrıntılar fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin Önsöz’ünde açıklanmış ve beyân edilmiştir. Vücûdun “vâhidiyyet” mertebesinden sonraki tenezzüllleri ve tecellîleri, bu vâhidiyyet mertebesinde sâbit olan isimlere âit sûretler dolayısıyla ve i'tibârî gayrılık sûretiyledir. Bundan dolayı her bir mertebe Hakk’ın mutlak vücûdunun kesîfleşmesiyle olmuştur. Nitekim Ebu’l-Hasan Gûrî hazretleri buyurur:

“Tenzîh ederim o ecell ve a'lâ zâtı ki, nefsini latîf kılıp ona Hak ismini verdi; ve kesîf kılıp ona da halk ismini verdi.”

Bundan dolayı eşyânın hepsi kadîmi ve sonradan olanı, evveli ve âhiri ve suflîsi ve ulvîsi ancak O’nun vücûduyla açığa çıktı.



SORU: Sen her şeye Hakk’ın, zâtıyla sirâyet ettiğini söyledin. Oysa vücûdda leş ve pislik vardır. Bunlar da Hakk’ın vücûdu mudur?

CEVAP: Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu soruya “Men Arefe Nefsehû fakad Arefe Rabbehû” risâlelerinde cevap verip buyururlar ki: “Bizim sözümüz leşi leş ve pisliği pislik görmeyen kimseyedir. Leşi leş ve pisliği pislik gören kimseye sözümüz yoktur.”

SORU: Leş, leş olduğu halde onu leş görmemek nasıl olur?

CEVAP: Leş insanın taayyününe göre leştir. Leş içinde yaşayan hayvânlara göre leş değildir, belki ni'met ve rızıktır. Nitekim pislik böceği, insan indinde mu‘teber ve güzel olan gülün içine konulursa helâk olur. Fakat pislik içinde yaşar ve ni’metlenir. Bundan dolayı vücûdda mutlak çirkinlik yoktur. Belki çirkinlik ve güzellik i’tibârîdir. Hakîkate bakıcı olan kimse leşi mutlaka leş görmez. Leşi leş gören kimse hakîkatten yana perde içinde kalan kimsedir ki, bu gibi kimselere ilâhî hakîkatleri ve bilgileri açmak câiz değildir. Ve bunlara karşı bu konuda söz söylemek uygun olmaz.

Şimdi Hak Sübhânehû senin bütün hallerine, gizlisine ve açığına, kısaca hepsine vâkıftır. Çünkü yukarıdaki îzâhlara göre sâbit oldu ki, Hak Sübhânehû hazretleri seninle berâberdir. Belki senin zâhirin ve bâtınındır. Böyle olunca, senden açığa çıkmasını çirkin gördüğü bir şeye vâkıf olmasın. Ve seni yasak etmiş olduğu şeylerin tarafında bulmasın. Ve seni emrettiği şeyler tarafından kaybolmuş bir halde görmesin. Ey rûh, senin halîfe kılıcın olan Hak Teâlâ sana işitme sıfatı ve itâat koymuştur. Emrini işitir ve itâat edersin.



Ey kerîm efendi, kalbe ve cisme âit hazretten sana ve senden Allah Teâlâ’ya olan hâsılatın esâsı usûlü üzerine olan tenbîh bizim üzerimizde taayyün etti. Cisme âit hazrete gelince, bu hazret daha önce bahsettiğimiz şekilde duyulardan çıkanları toplar. Ve onun emîri hayâldir; ve onun harâc toplayıcısı histir. Şimdi duyular, izâfî ihtilâf üzere hissedilebilir şeyleri alıp onları harâc toplayıcı olan hisse aktarır. Onları hayâl hazînesine yükseltir. Burada kendisine yükseltilen şey cinsinden bir isim kazanır. Ve onlardan “hissedilebilirler” ismi gidip onlara “hayâl edilebilirler” ismi verilir. Daha sonra hayâl, zikir sultânının altında aynı şekilde harâc toplayıcı olur. Onları muhâfaza eder. Burada “hayâl edilebilirler” ismi onlardan “hâtırlananlar”a yâhut “muhâfaza edilmişler” ismine intikâl eder. Daha sonra fikir sultânı altında harâc toplayıcı olan zikir, onları ona arz eder. Onları tetkîk eder ve ayırır. Ve onlardan idâre altındakilere soru sorar. Ve bunda hak ve bâtılın arasını ayırt eder. Çünkü hissin bir çok yanıltmaları vardır. Ve “hatırlananlar” ismi onlardan “tefekkür edilenler”ismine intikâl eder. Ne zamanki onları tetkîk eder ve kendisinde yanlışlık gördüğü şeyi hisse geri gönderir ve onlardan doğru olan şeyi alır ve onlar ile akıl hazretine dâhil olur. Fikir, akıl sultânının altında harâc toplayıcı olur. Şimdi akıl hazretine ulaştığı ve ona dâhil olduğu zaman, bu kulağın amelidir, bu gözün amelidir, bu dilin amelidir, diye bunların hepsinden çıkan, ayrıntılı bilgilerden ve amellerden getirdiği şeyi ona arz eder. Ve onların ismi “akledilebilirler” ismine intikâl eder. Yardımcı olan akıl onları alır; ve onları kudsî küllî rûha getirir. Şimdi nefs-i nâtıka onun için izin isteyerek dâhil olur. Elleri arasında olan bütün akledilebilirleri koyar da ona der ki: “Kerîm efendi ve halîfe üzerine selâm olsun! İşte vergi toplama görevlilerinin eli üzerinde hazretinin köylerinden sana ulaşmış olan şey budur.” Onları rûh alıp kudsî hazrete girer; secde edici olarak yere kapanır. Ve bu secde yakınlık secdesidir; ve Hakk’ın kabûl hazretinin kapısını çalmaktır. Kapı açılır, başını kaldırır. Bu tecellîde ona hâsıl olan dehşetten dolayı elinden ameller düşer. “Ne getirdin?” diye seslenilir. “Falân çocuğu falânın amelleridir ki, senin sultânın beni onun üzerine halîfe kıldı. Köylerinden bana toplamayı emrettiğin bütün harâcı bana yükseltti” der. Hak da: “Onu imâm-ı mübîne kabûl edin ki, onu halk etmezden evvel Ben onu yazmış idim” der. Bir harf bile eksik olmaz. “Onun yularını İlliyyîn’e çekiniz!” buyurur; yükseltilir. Ve bu Sidretü’l-müntehâdadır. Fakat eğer bu amellerde zulümler ve lâyık olmayan şey olursa, onlara semânın kapıları açılmaz. Ve onların ulaştığı mahal “esîr feleği”dir. Ve yukarıda olan gibi burada da hitâb olur. Daha sonra onlara emredilir de Siccîn’e gönderilir. Hak Teâlâ buyurur: “inne kitâbel fuccâri le fî siccîn” ya’nî “muhakkak günahkârların kitâbları elbette siccîndedir” (Mutaffifîn, 83/7). Ve yine buyurur: “inne kitâbel ebrâri lefî illiyyîn” ya’nî “muhakkak ebrârın kitâbları elbette illiyyîndedir” (Mutaffifîn, 83/18). Ve Hak kudsî rûha Sidre-i müntehâda buyurur ki: “Ey kulum, işte bu ameller seni bize yükseltti; ve seni bu yüksek mahalle çıkardı. Kardeşine ve arkadaşına semâdan aşağıya bak!” Şimdi ona bakar. Kendi üzerine olan ilâhî ihsâna ârif olur. Bundan dolayı müşâhededen minnet ile meşgûl olur. Böyle olunca perdelenir. Ve eğer bu olmasa idi, bu hazretten ayrılması mümkün olmazdı. Fakat Allah Teâlâ kelimenin tamamlanması için, her bir şeye sebep kıldı. Hak Teâlâ “ve kelimetuhu, elkâhâ ilâ meryeme” (Nisâ, 4/171) ya'nî “Kelimesini Meryem’e nakletti” buyurdu. Ve “ileyhi yes’adul kelimut tayyibu vel amelus sâlihu yerfeuhu” (Fâtır, 35/10) ya'nî “Temiz kelimeler ona yükselir. Ve sâlih amel onu yükseltir”buyurdu. Ve “ameller” ismi rûha ulaştığında “akledilirler“ isminden intikâl eder. Ona “rûh” ismi verilir. Bundan dolayı Hak Sübhânehû ve Teâlâ onlara baktığında güzellik elbisesi giydirir. Ve onları Celâl minberi üzerine oturtur. Ve isimlerini de “rûhlar” isminden “sırlar” ismine nakleder. İşte söyleyenin “Amelleri tezkiye edin!” ya'nî “temizleyin ve yükselin ve geliştirin” sözünün ma‘nâsı budur. Şimdi onların intikâlleri sebebiyle isimler onların üzerine intikâl eder. Oysa onlar zâtında birdir.

Ey kerîm efendi olan rûh! Kalbden, ya‘nî ma‘nâdan ve cisimden, ya'nî sûretten, sana ve senden de Allah Teâlâ’ya olan bir takım hâsılât ve gelirler vardır. Bunların asıllarının ne esâsla gerçekleştiğine dâir tenbîh ve îkâz lüzûmu bizim üzerimizde taayyün etti ve onları îzâh etmek lâzım geldi. Şöyle ki;



Cisim hazreti, Onuncu Bölüm’de anlatılan duyulardan çıkanları toplar. Ya'nî göz ve kulak ve dil ve burun ve el gibi zâhir duyulardan; ve mide ve cinsel organ ve ayak gibi a'zâ ve organlardan çıkan amelleri toplar.

  • Ve bu hazretin emîri ve hâkimi hayâldir. Çünkü duyuları sevk ve idâre eder.

  • Ve harâcı toplayan da müşterek histir. Bundan dolayı zâhir duyular, sınıflarının ihtilâfı üzere muhitindeki hissedilebilirleri alıp onları harâcın ve verginin toplayıcısı olan müşterek hisse aktarır.

  • Örneğin el buzu tutar ve ateşe temâs eder. Birinin soğukluğunu diğerinin sıcaklığını müşterek hisse nakleder.

  • Ve müşterek his de onları hayâl hazînesine yükseltir.

  • Ve bunlar burada kendisine yükseltilen mertebe cinsinden ve o mertebenin hâline uygun bir isim kazanır.

  • Ve artık onlardan “hissedilebilirler” ismi gidip “hayâl edilebilirler” ismi verilir. Çünkü her ne zaman buz ve ateşten bahsedilse, elin temâs etmesine gerek kalmaksızın onların soğukluk ve sıcaklıklarını insan hayâl edebilir.

  • Daha sonra hayâl, zikir sultânının, ya'nî “hâfıza kuvveti”nin altında harâc toplayıcı olur, ya'nî vergileri toplayıcı olur. Ve onları muhâfaza eder.

  • Bu mertebede de “hayâl edilebilirler” ismi “hatırlananlar”a yâhut “muhafaza edilmişler”e intikâl eder.

  • Daha sonra fikir sultânının tasarrufu altında harâc toplayıcı olan “hâfıza kuvveti” bu hatırlananları veyâ muhâfaza edilenleri bu “tefekkür etme kuvveti"ne arz eder.

  • Tefekkür kuvveti onların mâhiyyetlerini tetkîk eder; ve birer birer ayırır. Ve bu tetkîk ve ayırma esnâsında onlar hakkında doğru hüküm verebilmek için idâre altındakilere, ya'nî duyulara ve a'zâya, onlardan soru sorara.

  • Ve daha sonra hak ve bâtıl arasını ayırt eder. Çünkü hissin bir çok yanıltmaları vardır. Örneğin göz hissi güneşi bir kalkan kadar görür.

  • Bu görüşünü hayâle verir.

  • Daha sonra hayâl, hâfıza kuvvetine verir;

  • Ve hâfıza da tefekkür kuvvetine arz eder.

  • Ve fikir kuvveti güneşin büyüklüğünün bu kadar olduğunu kabûl edip derhâl hükmetmez, tetkîk eder.

  • Ve güneşin gâyet uzak mesâfede olduğunu ve büyük bir cismin uzaktan küçük görüneceğini düşünür.

  • Ve bundan dolayı göz hissinin güneşin büyüklüğü hakkında aldandığına hükmeder.

  • Ve “hatırlananlar” ismi artık “tefekkür edilenler” ismine intikâl eder.

  • Ve fikir kuvveti onları tetkîk edip kendisinde yanlışlık olan şeyi yalanlayarak âid olduğu hisse geri gönderir; ve ancak doğru olan şeyi kabûl eder.

  • Ve doğru olarak aldığı şeyler ile aklın huzûruna girer.

  • Ve fikir, akıl sultânının tasarrufu altında harâc toplayıcı olur.

  • Ve fikir elindeki şeyler ile aklın huzûruna ulaştığı ve ona dâhil olduğu zaman: “Bu kulağın amelidir; ve bu gözün amelidir; ve bu dilin amelidir” diyerek ve bütün duyuların ve a‘zâların hepsinden çıkan amelleri beyân ederek, ayrıntılı bilgilerden ve amellerden getirdiği şeyleri akla arz eder.

  • Ve bu şeylerin isimleri artık tefekkür edilenlerden “akledilenler” ismine intikâl eder.

  • Yardımcı olan akıl da onları alıp kudsî küllî rûha getirir. Ve rûh hakkındaki beyânlar bu kitabın Birinci Bölümün’de geçti.

  • Daha sonra nefs-i nâtıka, ya'nî insânî nefs, akıl için kudsî küllî rûhdan izin isteyip, müsâadeden sonra akıl huzûra dâhil olur.

  • Ve ellerinde bulunan bütün akledilebilirleri rûhun önüne koyup ona der ki: “Es- selâmu aleyke ey kerîm efendi ve halîfe olan rûh! İşte vergi toplama görevlilerinin eli üzerinde hazretinin köyleri olan duyular ve a'zâlardan sana ulaşan şey budur.”

  • Rûh da onları alıp kendisini halîfe kılmış olan kudsî hazrete girer.

  • Ve secde edici olarak yere kapanır. İşte bu secde “vescud vakterib” ya’nî “secde et, yakın ol!” (Alak, 96/ 19) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan yakınlık secdesidir. “Ve lillâhi yescüdü men fis semâvâti vel ardı” ya’nî “Yerdekiler ve göktekiler Allah'a secde ederler” (Ra'd, 13/15) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan ibâdet secdesi değildir. Çünkü evvelki secde huzûrda ve ikinci secde gıyâbda olmuşturr. Ve huzûrda yakınlık; ve gıyâbda ise uzaklık vardır.

  • Ve huzûrda olan bu secde Hakk’ın kabûl hazretinin kapısını çalmak, ya'nî huzûra konulan şeylerin kabûlünü niyâz etlemektir.

  • Daha sonra kabûl kapısı açılır.

  • Ve halîfe olan rûh da başını kaldırır. Bu kabûl tecellîsinde kendisinde oluşan dehşetten dolayı elinden ameller düşer. Çünkü dehşete düşmüş olanda tasarruf kudreti kalmaz.

  • Kudsî hazretten “Ne getirdin?” diye seslenilir.

  • Rûh da “Falân çocuğu falânın amellerini getirdim ki, senin kudsî kudretin beni onun üzerine halîfe kılmış idi. Onun duyularından ve a'zâlarından bana toplamakla emrettiğin bütün harâcı ve hâsılâtı görevlilerim vâsıtasıyla bana yükseltti” der.

  • Hak da “Onu imâm-ı mübîne kabûl edin ki, onu kesâfet âlemine çıkarmazdan önce Ben onu yazmış idim” buyurur. İmâm-ı mübîn hakkındaki îzâhlar Birinci Bölüm’de bulunan terimlerin ibâreleri bahsinde verilmiştir.

  • Şimdi bu ameller levh-i mahfûzdan ibâret olan “imâm-ı mübîn”de yazılmış olan şeyler olup bir harfi bile eksik olmaz.

  • Eğer bu ameller sâlih olursa, Hak Teâlâ “Onun yularını İlliyyîn’e çekiniz!” buyurur.

  • Ve bu ameller emir gereğince oraya yükseltilir ki, bu İlliyyîn makāmı Sidre- tü’l-müntehâ’dadır.

  • Ve Sidretü’l-müntehâ sûretler âleminin son bulduğu bir makāmdır. Ve onun üstü sûret âlemi değildir.

  • Fakat eğer bu amellerde zulümler ve lâyık olmayan şeyler bulunursa, onlara semâ kapıları açılmaz. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “İnnellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ lâ tufettehu lehüm ebvâbus semâi” ya’nî “Muhakkak ki âyetlerimizi yalanlayanlara ve onlara kibirlenenlere gök kapıları açılmaz” (A‘râf, 7/40).

  • Ve bu gibi sâlih olmayan amellerin ulaştığı mahal “esîr feleği”dir. Ve “esîr feleği,” “tabîat âlemi”dir.

  • Ve yukarıda beyân edilen hitâb gibi burada da hitâb olur.

  • Ve daha sonra bu ameller emir gereğince Siccîn’e gönderilir. Nitekim Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

  • İnne kitâbel fuccâri le fî siccîn” ya’nî “muhakkak günahkârların kitâbları elbette siccîndedir” (Mutaffifîn, 83/7).

  • Ve yine buyurur: “inne kitâbel ebrâri lefî illiyyîn” ya’nî “muhakkak ebrârın kitâbları elbette illiyyîndedir” (Mutaffifîn, 83/18) buyurur.

  • Ve Hak Teâlâ kudsî rûha Sidre-i müntehâ’da buyurur ki: “Ey kulum! İşte benim emrime uyarak işlenmiş olan bu ameller seni bize yükseltti; ve seni bu yüksek ve ulvî mahalle çıkardı. Kardeşlerine ve arkadaşlarına, ya‘nî kesâfet âleminde senin gibi madde beden elbisesine bürünmüş olan benzerlerine ve akrânına, semâdan aşağıya bak ki, onlardan sâlih ameller çıkmadığı için senin çıktığın makāma çıkmadılar.”

  • Rûh bu emir gereğince onlara bakar. Kendi hakkında esirgenmeden bol bol verilen ilâhî ihsâna ârif olur.

  • Bundan dolayı müşâhede ve hitâb etme hâlinden, Hudâ’nın ihsânına dalıp onu düşünmesi nedeniyle meşgûl olur.

  • Ve bu meşgûliyyet ile müşâhededen perdelenir.

  • Ve eğer bu perdelenme olmasaydı, rûhun bu kudsî hazretten ayrılması mümkün olmaz idi; ya‘nî huzûrdan ayrılması mümkün olmaz idi. Fakat Allah Teâlâ kelimenin tamamlanması için her bir şeye bir sebep kıldı.

Bilinsin ki, her bir taayyün etmiş sûret ma‘nâsından dolayı nakş edilmiş olan bir “kelime”dir. Ve taayyün eden sûretlerin ezelden ebede sonu yoktur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ”lev kânel bahru midâden li kelimâti rabbî le nefidel bahru kable en tenfede kelimâtü rabbî” (Kehf, 18/109) ya‘nî “Denizler Rabb’imin kelimelerini yazmak için mürekkeb olsa, Rabb’imin kelimeleri bitmezden evvel denizler biter idi.”

İnsânî sûret bu taayyün eden sûretler arasında en mükemmelidir. Ve zâhirde ona ilâhî teklîflerin olması bâtında sûretlerin var edilmesi içindir. Bundan dolayı kudsî hazrette dehşete düşmüş olan rûhun his âlemine dönmesi ve kudsî hazretten perdelenmesi lâzımdır ki, onun taayyün etmiş olan sûretinin bozulmasına kadar, ya'nî takdîr edilen eceli gelene kadar kendisinden açığa çıkması takdîr edilen sâlih veyâ sâlih olmayan ameller kendisinde çıksın. Ve bu sûretle de o vücûd kelimesi tamamlansın.

Ve insânî vücûda “kelime” ta'bîr edilmesinin delîli Hak Teâlâ’nın “ve kelimetuhu, elkâhâ ilâ meryeme” (Nisâ, 4/171) ya'nî “Kelimesini Meryem’e nakletti” (Nisâ, 4/71) şerefli sözüdür. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri Îsâ (a.s)ın vücûduna “kelime” ta‘bîr buyurmuştur.

Ve amellere “kelime” ta‘bîr edilmesinin delîli de “ileyhi yes’adul kelimut tayyibu vel amelus sâlihu yerfeuhu” (Fâtır, 35/10) ya'nî “Temiz kelimeler ona yükselir. Ve sâlih amel onu yükseltir” âyet-i kerîmesidir. Çünkü temiz kelimelerden olan “Lâ ilâhe illallâh” dilin amelidir.



  • Ve bu kelimeler kudsî hazrete çıkar.

  • Ve bu sâlih amele yakın olursa, o sâlih amel onu İlliyyîn’e yükseltir.

  • Ve ameller ismi rûha ulaştığında akledilirler isminden intikâl eder. Artık ona “rûh” denilir.

  • Ve soyut rûhlar hâlinde olan o amellere Hak Teâlâ hazretleri baktığında onlara güzellik elbisesini giydirir.

  • Ve onları Celâl minberi üzerine oturtur.

  • Ve isimlerini de “rûhlar”dan “sırlar”a nakleder.

  • Ve zâhirde olan ilâhî teklîfler üzerine, bâtında sûretlerin var edilmesi bu şekilde olur. Ve hûrî ve gılmân ve ağaçlar ve nehirler ve cennet köşkleri, gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği ve beşer kalbine gelmeyen bir halde olarak, sırlar âleminde bu sûretle taayyün eder. Ve aynı şekilde bunun aksi olarak yılanlar ve akrepler ve zakkûm ve zebânî ve ateş gibi sûretler de fenâ ve faydasız amellerden peydâ olur. Mesnevî:

Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   45




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin