Ve kendisinde emir olan veyâ sana söylediği sözü te’vîl etme! Dinlediğin şeyin zâhiri indinde dur! Ve sana emrettiği zaman onu yap! Ve onun hatâ olduğunu fark edersen dahi, onun emrettiği şeyi icrâ et ve onda te’vîle gitme! Ve eğer onun emrini te’vîl edip de isâbet edersen, esâs şimdi o hatâdır. Nitekim sana emrettiği şekilde onu te’vîl etmeyip de işlediğin vakit o emir hatâ idi, sen ise isâbet ettin.
Ya‘nî şeyhinin emrinde zâhiren hatâ olsa ve senin te’vîlin isâbetli olamuş olsa bile, senin isâbetin şeyhin hatâsıyla aynıdır. Çünkü işin aslında senin te’vîlin hatâdır. Burada bakış, işin hatâ ve isâbetine değil, senin te’vîlinedir. Ve te’vîl ise senin isteğindir. Oysa sen kendi isteğini şeyhin irâdesinde fânî edecek idin.
Çünkü bizim indimizde tarîkatte mürîd hakkında hidâyet şeyh iledir. Ve şeyh Allah iledir. İlim, doğru yön ile verilen emirin te’vîlindeki isâbetinde değildir. Ve hidâyet ancak elbette te’vîl etmeden emre uymandadır. Ve onun sırrı bizim indimizde ilâhî hazrette açık ve zâhirdir. Ve her ne vakit emrettiği şeyi şeyhe karşı te’vîl veyâ hayâl ettiğin bir tedbîr ile ona böyle olmasını murâd ettiğini söylersen bil ki, muhakkak sen nefsine dönük talihsizlik içindesin. Oysa mürîdlerin çoğu üzerine gelen şey (ya'nî mahrûm kalma ve kesilme ve açılımın olmayışı ve vâsıl olma) ancak te’vîl etmedendir. Çünkü te’vîl nefsin hazzıdır. Ve zâhirî akıl ise, onun emrine karşı kıyâs yapmaz ve te’vîl etmez! Belki işin hepsi vâcib olma üzeredir. Şimdi onunla hitâb olunduğunda ona hemen girişilir.
Ve şeyhin hazır olduğu vakit sırtın ona dönük olan bir yerde namaz kılma! İki edebi (ya'nî namaz edebi ile şeyh edebini) bir araya getir! Ve onun emri olmaksızın bir sözü açıklama! Yemek ve uyumak ve âdet olan hallerden bir hâl üzerinde ona tâbi’ olma! Çünkü bu durum sana daha faydalıdır, meğer ki seni buna da‘vet ede.
Ya'nî yemende ve uyumanda veyâhut oturmak ve yatmak ve görüş bildirmek gibi hallerde şeyhin hallerine tâbi' olma ki, bu senin üzerine zorluklar yüklememiş olacağı için sana daha faydalıdır. Meğer ki o seni ba'zı vakitlerde buna da'vet ede, bu hâl istisnâdır. Örneğin, gel bu akşam yemeği benimle ye; veyâhut bu gün seninle berâber filan yere gidelim gibi, seni ba'zı husûslara da'vet ederse bu, yalnız bir kereye mahsûs olduğu için tâbi’ olmaktan yana zorluğun olmaz.
Bunda onun sana da‘vetinin şekli: “Ya efendimiz, seninle berâber yememi emreder misin?” Yâhut “Seninle berâber bir odada uyumamı emreder misin?” veyâhut “Döneyim mi?” demen gibi ona danışmakla işi zorlamamandır. Ben korkarım ki, o sana, bunların hepsini benimle berâber yap; yâhut indimde uyu, desin. Ve bu bizim indimizde uzaklıkların son noktasıdır. Çünkü o nazlanmaya ve hürmeti ve heybeti kaybetmeye sebebtir. Ve bu, mürîdden her ne vakit yitip giderse, muhakkak iflâh olmaz. Oysa o, elbette lâzımdır. Ve bunun tersini söyleyen kimse nefsine ârif değildir.
Ya‘nî şeyh ile yüz göz olup bâtınında ona karşı olan hürmet yitip giderse ve bakışında daha önce hissettiği heybet düşerse, feyz alamaz ve ilerleyip yükselemezsin. Bundan dolayı bunların bu şekilde olmasını sağlayacak sebeblerden kaçınmak gerekir. Bu sebepler de metinde bahsedilen şeylerdir. Her kim ben bunları yapmakla berâber, ben şeyhime olan hürmetimi de muhâfaza ederim derse, nefsini bilmeyen bir câhildir. Çünkü her zaman birlikte yaşadığı kimseye karşı lâubâlîlik oluşması nefsin tabîî gereklerindendir.
Ey mürîd! Onu bulduğun vakit, hâlin şeyh ile böyle olsun. Ve ben şimdi, şeyh arayışında olduğun süreler içerisinde, sana yapacağın şeyi vasiyet ederim. İnşâallâhu Teâlâ!...
Şimdi bunun ilki husûmetini râzı etmek (ya'nî bir kimse ile husûmetin varsa onunla barışmaktır) ve geri vermeye gücünün yettiği haksız şeyleri geri vermek (ya'nî hakkın olmadan bir kimsenin malını almış ve diğer hukûkuna tecâvüz etmiş isen, eğer o adam hayâtta ise, ona malını ve hakkını iâde etmen; ve eğer vefât etmiş ise vârislerini bulup onlara vermendir) ve muhâleflerinde ve ilim sohbetlerinden yana vakitlerinden kaybettiğin şey üzerine ağlayarak tövbedir. Sen muhakkak işlediğin günâhlardan yana yakîn üzeresin. Ve tövbenin kabûlünden de korku üzeresin. (Ya'nî senin günâhların gözünün önünde sâbit ve tahakkuk etmiştir. Tövbenin kabûl edilip edilmeyeceği ise bilmemektesin. Bundan dolayı tövbem makbûldür, diye hükmedemezsin.) Ve ancak tam bir tahâret üzere otur! Ve senden abdest almayı gerektiren bi durum ortaya çıktığı vakit abdest alırsın. (Ya'nî abdestin bozuldukça abdest alıp bir ân abdestsiz gezmezsin) Ve abdest aldığın vakit iki rek‘at namaz kılarsın.Ve beş vakit namazı cemâatte ve nâfileyi de evinde kılıcı olursun. (Çünkü farzları edâda riyâ olamayacağından cemâate devâm lâzımdır. Nâfile namazlar ise böyle değildir. Onlarda riyâ olma mahzûru vardır.)
FASIL
-1-
NAMAZ
Abdest aldığın zaman ters gelen şeylerden kaçınmaya gayret et; ve abdesti tamâm al ki, o abdesti bir kimse namaz için alır ve onu tam olarak alır. Ve her bir hareketine başlarken besmele çek! Ve ellerini dünyâyı terk ile yıka. Ve zikir ve Kur’ân okumakla ağzına suyu al! Ve ilâhî kokulardan koku almakla burnuna su ver! Ve burnunu zilleti tercîh etmek ve kibri uzaklaştırmakla temizle! Ve yüzünü hayâ ile; ve kollarını dirseğine kadar tevekkül ile yıka! Ve kulaklarını söz dinlemek ve onun en güzeline tâbi’ olmakla mesh et! Ve ayaklarını müşâhede kesîbini geçmek için yıka! Daha sonra lâyıkı üzere Allah Teâlâ’ya senâ eyle! Ve sana hidâyete götüren sünnetleri apaçık bir şekilde gösteren O’nun Resûl’ü (sav) üzerine salavât getir! Ve seccâdende Rabb’inin huzûrunda sınırlama ve teşbîh olmaksızın dur! Ve yüzünü Ka'be’ye çevirişin gibi, kalbini O’na çevir! Ve tahkîk eyle ki, vücûdda O’ndan gayrı bir şey yoktur. Ve sen zarûrî olarak muhlis olursun. Ve O’nu ta'zîm ve kulluğunu müşâhede ile tekbîr al! Ve kırâat ettiğin vakit, okunan âyetin asâleti üzere ol! Şimdi eğer âyetin ma’nâsı Allah üzerine senâ olursa, sen o kelâmın muhâtabı ol; ve sana Kitâb’ını okuyan odur. Kendi üzerine senâyı sana öğretir ki, onun nefsi üzerine sen onunla senâ edersin. Ve onun çizdiği sınırlar içinde durman için, emir ve yasak âyetinde ve bunun dışındakilerde de böyledir. Ve Efendi’nin hukûktan sana yönelttiği şeyi bil! Şimdi onları edâ etmek ve muhâfaza etmek için kalbinde hâzır et! Ve rükû' etmende ve rükû’dan kalkışında ve secdende ve bütün hareketlerinde selâm verinceye kadar nâsıyenin onun elinde olduğunu düşün! Ve selâm verdiğinde akdin üzerinde kal ki, senin ve Rabb’inin gayrı bir kimse yoktur. Ve sana emreden üzerine söz ile selâm ver! Çünkü selâmın nefsinedir. “Fe izâ dahaltüm buyûten fe sellimû alâ enfüsiküm” (Nûr, 24/61) ya'nî “Şimdi bir hâneye girdiğiniz vakit nefisleriniz üzerine selâm veriniz!” Ve her ne vakit evine girersen iki rek‘at ile ona selâm ver! Ve dâhil olduğun her bir yerde böyledir.
Abdest aldığın zaman ters gelen şeylerden, ya'nî mekrûh ve bozuk şeylerden kaçınmaya çalış! Abdesti gusül ve mesh husûslarında tertîbe ve sünnet-i seniyyeye riâyet ile tamâm al! Ve namaza mahsûs olarak almayıp tahâretli bulunmak için alsan bile, namaz kılacak olan bir kimsenin i'tinâ ve dikkat ile aldığı abdest gibi tamâm al! Bu abdest namaz için değildir; nasıl olsa olur!... diyerek müsâmaha etme!
Ve her bir hareketine abdest alırken besmele ile başla! Ve ellerini dünyâyı terk niyetiyle yıka! Ve dünyayı terk mâsivâya muhabbeti kalbden çıkarmak demektir. Yoksa çoluk ve çocuktan ve bütün dünyâ işlerinde soyutlanıp ruhbâniy- yeti tercîh etmek değildir. Mesnevî:
Tercüme: “Dünyâ nedir? Hudâ’dan gâfil olmaktır. Yoksa kumaşlar, gümüşler, evlâd ve kadın değildir.”
Ve ağzına su verirken kalben zikret ve Kur’ân oku! Ve Allah Teâlâ’nın ma'nevî ve rûhânî olan kokularını koklamak niyetiyle burnuna su ver!
Ve zilleti tercîh ve kibri nefsinden uzaklaştırmakla burnunu temizle!
Ve yüzünü Hakk’a ve halka karşı hayâ niyeti ile yıka!
Ve kollarını dirseklerine kadar, bütün işlerinde Hakk’a tevekkül niyeti ile yıka!
Ve kulaklarını söz dinlemek ve dinlediğin sözlerin en güzeline tâbi’ olma niyyeti ile mesh et!
Ve ayaklarını müşâhede kesîbini geçmek niyeti ile yıka! “Kesîb” sözlükte “kum tepesi”ne denilir. Şerîat terimlerinde “cennet küresinde cennet sûretlerinden hâlî bir mahaldir ki, cennet ehli, o makâmda cennetlerin bütün ni’metlerinden el çekmiş oldukları bir hâlde zâtî tecellîye nâil olurlar.”
-
“Kesîb”in yeryüzündeki benzeri Hz. Mûsâ (as)’a göre “Sînâ Dağı”dır.
-
Ve kendisine rahmet edilmiş ümmet olan ümmet-i muhammediyyeye göre “Ka‘be-i muazzama”dır.
-
Ve tahkîk ehline göre bu zâtî tecellîye mazhar olmak için âhireti beklemek gerekmez. Onlar bu müşâhede kesîbini bu âlemde de rûh ayaklarıyla geçerler. Nitekim bu kitabın kavramlarına vâkıf olanlar bunu uzak görmezler.
Ayaklarını yıkadıktan sonra seni tahârete muvaffak eden Allah Teâlâ’ya hamd ü senâ et!
Ve sana Hakk’a giden yolu açık bir sûrette gösteren Allah Teâlâ’mn Resûl’ü hâtem-i enbiyâ (Sav) Efendimiz üzerine salâvat getir!
Ve seccâdende veyâhut namazı kılacağın bir mahalde, Rabb’inin huzûrunda sınırlama ve teşbîh ya’nî benzetme olmaksızın, ya‘nî O’nu sırf tenzîh ile sınırlamaksızın ve sırf teşbîh ile kayıtlamaksızın dur! Ve tenzîh ve teşbîhe dâir îzâhlar yukarılarda geçti.
Ve yüzünü nasıl Ka‘be’ye çevirmekte isen, kalbini de Hakk’a çevir! Ve bu yönelişinde vücûdda O’ndan gayrı bir şey yoktur. Ya'nî vücûd ve varlık ancak Hakk’ın olup, gerek senin ve gerek senin çevrendeki eşyânın vücûdları, hep O’nun izâfi vücûdlarından ibârettir. Bundan dolayı senin ve bütün mevcûdların hakîkati hep Hak’tır; ve hepsinin Ma'bûd’udur. Ve izâfî vücûdlardan ibâdet edici olarak kendisine yönelmiştir.
İşte kendi ibâdet ediciliğini ve Hakk’ın Ma‘bûd oluculuğunu böyle bilip Hakk’a yönelirsen, bakışında mâsivâ denilen vehmedilmiş mevcûdlar kalkmış olacağından, zarûrî olarak ibâdetinde muhlis olursun.
Ve O’nun hakîkî vücûdunun azametini ve nihâyetsizliğini; ve senin O’nun karşısında, her yön ile sınırlanmış olduğunu ve kulluğunu kalb gözüyle müşâhede ile tekbîr et! Ve namazın başlangıç tekbîrini bu müşâhede içinde olduğun hâlde al!
Ve Kur’ân-ı Kerîm’i okuduğun zaman, okunan âyet-i kerîmenin yüksek ma‘nâsı ne ise, kalbini bu ma'nâda gark olmuş kıl!
Eğer âyetin ma'nâsı “Fe lillâhil hamdu rabbis semâvâti ve rabbil ardı rabbil âlemîn; Ve lehul kibriyâu fîs semâvâti vel ardı, ve huvel azîzul hakîm” ya’nî “Öyleyse hamd, göklerin ve yerin Rabbi ve âlemlerin Rabbi, Allah'a mahsustur; Göklerde ve yerde büyüklük ve azamet, O'na mahsustur. Ve O, Azîz, Hakîm'dir “ (Câsiye, 45/36-37) ve benzer şekilde Allâh Teâlâ’ya hamd ü senâya dâir ise, sen kelâmın muhâtabı ol! Ve sana Kitâb’ını okuyan senin lisânından Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleridir. Kendine hamd ü senâyı sana öğretir. Ve sen onun bu öğretişi yönüyle O’nun nefsi ve vâcib olan zâtı üzerine hamd ü senâ edersin.
Ve bunun zımnında halk edilişten kasıt ve ikilik hikmeti tahakkuk eder. Nitekim Hak Teâlâ “Ve mâ halaktül cinne vel inse illâ li ya'budûn” ya’nî “Ben, insanları ve cinleri Bana ibâdet etsinler diye hak ettim“(Zâriyât, 51/56) buyurmuştur.
Ve okunan âyetler emir ve yasağa ve diğer hükümlere dâir ise, O’nun kulları için çizdiği sınır içerisinde durman için bu şekilde tefekkür etmen lâzımdır.
Ve Efendin olan Allâh zü’l- celâl hazretlerinin gerek kendisine ve gerek halka tahsis ettiği hukûk cinsinden sana yönelttiği şeyi bil de, onları edâ ve muhâfaza için kalbinde topla ve hâzır et ki, bunları bilmemek yüzünden hukûku çiğneyenler zümresine dâhil olmayasın.
Ve rükû‘ya gittiğinde ve rükû‘dan kalktığında ve secdende, kısaca namaz içindeki bütün hareketlerinde selâm verinceye kadar, nâsıyenin O’nun elinde olduğunu düşün! Ya'nî “mâ min dâbbetin illâ huve âhızun bi nâsıyetihâ” ya’nî “Hareket eden hiçbir canlı mahlûk yoktur ki; O, onun nâsiyesinden tutmuş olmasın” (Hûd, 11/56) âyet-i kerîmesinden gafil olma!
Ve selâm verdikten sonra da akdin üzerinde, ya‘nî yukarıda anlatılan tefekkürün üzerinde sâbit kal ki, bu akdine dâhil olan senin ve Rabb’inin gayrı bir kimse yoktur. Bundan dolayı ona karşı ahdini bozucu olma!
Ve sana emreden Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerine söz ile selâm ver! Çünkü senin hüviyyetin Hak olduğu için bu selâmın senin nefsine âid olur. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “Bir hâneye girdiğiniz vakit nefislerinize selâm veriniz!” (Nûr, 24/61) buyurur. Bundan dolayı her ne vakit evine veyâ odana girersen iki rek‘at selâm verme namazı kılıp nefsine selâm ver! Ve dâhil olduğun her bir yerde de böyle yap! “Burası tenhâdır, kime selâm vereyim?” tarzında hâlin hakîkatinden yana câhil olanların fikrinde bulunma! Çünkü câhiller kendi nefislerinin hakîkatini bilmedikleri gibi, her bir zerrede Hakk’ın müşâhede edildiğini idrâk edemezler de bu âyet-i kerimenin hükmünü cennete dayandırırlar. Ölüm ile hâlin hakîkati kendilerine açıldığı zaman, çok şeye uymayanın kendileri olduğunu pek acı bir şekilde idrâk ederler. Fakat iş işten geçmiş bulunur.
FASIL__-2-__YEMEK_VE_İÇMEK'>FASIL
-2-
YEMEK VE İÇMEK
Ancak ihtiyâçtan dolayı ye ve doymadan kalk! Ve suyu çok içme! Ve ni’metlenerek ve tenezzül etmiyormuş gibi yaparak yeme! Fakat yemeğe olan ihtiyâcın kadar ye! Ve açlığına bir kimseyi vâkıf kılma! Ve acelesiz ve temkinli olarak ye! Lokmayı normal olarak al! Ağzına koyduğun zaman iyi çiğne ve besmele çek! Onu çiğnedikten sonra yut! Daha sonra sana onları ihsân eden Allah Teâlâ’ya hamd et! Ve bu esnâda diğer lokmaya elini uzatırsın; aynı şekilde besmele çek. Yutuncaya kadar önceki gibi yap! Daha sonra Allâh’a hamd eyle; ve ihtiyâcın kadarını alıncaya kadar diğerlerine elini uzatırsın. Ve yalnız olsan bile edebsizliği alışkanlık etmemek için önünden ye, ve yemeğe karşı aşırı arzûdan sakın! Ve seninle berâber yiyen kimsenin yüzüne ve eline bakma! Ve bunda “yediren ve ancak kendisi yedirilemeyen” kimsenin tenzîhine kalbin ile bak ki, sana noksanlığın belli olsun. Böyle olunca yemek yemende ibâdette olursun. Ve sen “Az yiyorsun” diyen kimsenin sözüne iltifât etme ve onu dinleme ki, bu senin onu terkine sebeb olur. Varsın “Sen az yiyorsun” denilsin. Ve yemek sofrasına hâzır olduğun zaman, sen yemeğe başlamak için el atan kimsenin sonuncusu ol; ve sofra kalkıncaya kadar sen kalkma! Ve bir yere yemeğe da’vet edildiğinde, önce hânende yeme, daha sonra cemâate gelesin de tenezzül etmemekle onlarla berâber yiyesin, gûyâ sen az yersin! Muhakkak bu, münâfıkların ahlâkındandır. Ve yemek yemen bir vakitten bir vakte olsun.
Ya'nî bu fasıl, kendine kâmil bir şeyh buluncaya kadar ne şekilde yiyip içeceğini beyân eder. Çünkü kâmil şeyhi bulduktan sonra yemek içmek husûsunda onun ta'yîn edeceği hareket hattını ta‘kîb etmek erekir.
Şimdi lezzetlenme ve ni’metlenme için değil, ancak ihtiyaçtan dolayı ye; ve sofradan doymadan kalk! Ve suyu çok içme! Çünkü mi'deyi çok doldurmak ve çok su içmek mi’denin genişlemesine ve netîcede tedâvîsi zor hastalıklara sebep olur.
Ve yapmacık olarak ve tenezzül etmiyormuş gibi yeme! Ya'nî cemâatle bir sofraya oturduğun zaman, fikrini çevrendekiler meşgûl edip, halkın senin hakkında hoş gördüğün fikre kapılmalarını te’mîn etmek için, yapmacık olarak ve gösteriş yaparak veyâhut kırıtarak ve nazlanarak pek bölünmüş ve ufak lokmalar ile yeme!
Belki sofrada bu gibi fikirlerden kurtulmuş olarak edeb içerisinde ihtiyâcın kadar ye! Ve “Şu kadar sâattan beri ağzıma bir lokma koymadım” gibi sözlerle kimseyi açlığına vâkıf kılma! Lokmayı orta parçada olarak alıp acelesiz ve temkinl olarak ye ve lokmayı iyi çiğne!
Ve lokmayı alırken besmele çek! İyice çiğnedikten sonra yut; ve yuttuktan sonra bu ni'metleri sana ihsân eden Allah Teâlâ’ya hamd et! Ve karnını doyuruncaya kadar her lokmada bu şekilde hareket et! Yalnız olsan bile terbiyesizliğe alışmamak için önüne denk gelen yerden ye; ve kabın diğer taraflarını karıştırarak yeme!
Ve hırs ve aşırı arzû ile yemekten sakın! Ya'nî sofraya nefsinin iştâhlandığı bir yemek gelirse “Aman bitirecekler! Bir kaç lokma daha fazla alayım!...” deyip lokmanın birini yutmadan diğerine el uzatmak süreliyle kapışarak yeme!
Ve sofradaki kimselerin ellerine ve yüzlerine sürekli olarak bakışlarını dikme! Ve insan her ne hâl içinde bulunursa bulunsun, mutlaka iyi ve kötü hâtıralardan hâriç kalmayacağından, yemek yerken de düşünmekten geri kalamaz. Bundan dolayı sen yemek yerken “ve huve yut’ımu ve lâ yut’am” (En’âm, 6/14) âyet-i kerîmesi gereğince seni “yediren ve kendisi yedirilemeyen” Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin, zâtı yönünden, yemek yeme gibi varlıksal sıfatlardan münezzeh olduğuna kalbin ile bak ki, Hakk’ın zâtının kemâli ve senin noksanın, senin önünde, açıktan açığa görünsün. Bu tefekkür ve müşâhede içinde yemek yemen hâlinde ibâdette olursun. Sofrada “Sen ne kadar az yiyorsun, böyle vücûd beslenir mi?” diyen kimselerin sözlerine iltifat etme! Eğer edersen faydalı olan hasleti terk edip, zararlı bir hâle dönmüş olursun.
Bilinsin ki, mi‘deyi çok doldurmamak tıbben dahi kabûl edilmiş olan bir faydalı bir yoldur. (Sav) Efendimiz bu hakîkati bin üç yüz küsur sene evvel “Âdemoğlu mi'desinden daha şerli bir kab doldurmamıştır” meâlindeki hadîs-i şerifiyle beyân buyurmuşlardır. Yemeğin besleyici olanını seçip az yemek, mi’deyi lezzet duymak için türlü türlü yemeklerle doldurmaktan daha faydalıdır. Mi'de hastalıklarının hep karışık yemeklerle mi‘denin yorulmasından kaynaklanan bir hâl olduğu çok açık bir hakîkattir.
Yemek sofrasına oturduğun zaman, bekle ki herkes yemeğe el uzatsın ve sen elini en sonra uzat!
Ve herkes yemekle meşgûl iken “Ben ihtiyâcımı te’mîn ettim” deyip sofradan kalkma, yemek bitinceye kadar bekle!
Ve ziyâfete da‘vet edildiğin zaman, orada herkese karşı az yiyor görünmek ve onlar ile berâber tenezzül etmeme yoluyla o da’vette yemek yemek için, evinde karnını doyurup o ziyâfete gelme! Çünkü bu riyâ olup münâfıkların ahlâkındandır.
Ve yemeğin yirmi dört saâtte bir vakitten bir vakte olsun ki, bu hâle alışır isen gündüzleri oruçlu bulunmak da kolay olur.
FASIL
-3-
ÇALIŞMA VE TEVEKKÜL HAKKINDADIR
Yakînin yok ise san’at sâhibi ol! Ve tevekkül gösterme, çünkü senin indinde ondan bir şey yoktur. Ve sen yakîninin kuvvetinden ve tevekkülünün iyi yönde oluşundan yana âciz olduğunu hayâl edersin ve ancak o senin himmetinin noksan oluşundan ve aslının alçaklığından ve ilâhî bilginin azlığındandır. Bundan dolayı takvâ sınırları içinde san‘at sâhibi ol; ve bunda gayret et! Şimdi nefsin çalışmadan oturmayı ve tevekkülü taleb ederse, ona karşı bunda mücâhede etme! Ona da‘vâsında müsâmaha göster ve onunla herkesin seni tanıdığı yerden, kendisinde o şehirden garîblerin olduğu bilinmeyen büyük şehirde bir yere taşın; ve onu bu şehrin tek bir yerinde oturtma! Belki ona sık sık yer değiştirt; ve bir kimseyle berâber yaşama ve nefsini ona âşinâ etme! Ve insan gördüğün ve o yerde sana bir şey ile geldiğini zannettiğin, yâhut onun bir hareketini işitip onu görmediğin vakit, sana nefis der ki: “İşte bu sana Allah tarafından bir yardımdır ki, sana bu yardım ile dâhil oldu.” Şimdi onu kabûl etme ve onu getirene geri ver! Çünkü o sana beklenti ile ve rızka bağlılıktan dolayı gelmiştir. Hattâ bu vakitte Allâh’ın onu nereden verdiği ona keşf olundu. Şimdi helâk üzerine olsan dahi onu kabûl etme! Eğer beklentisiz sana bir şey gelir ve önünde hâsıl olursa bu yardımları görüşün indinde, ilk hâtırda nefsinde bulduğun şeye bak! Eğer nefsinde ondan yana bir sıkıntı bulursan, onu ona geri ver! “Sana şüphe veren şeyi sana şüphe vermeyen şeye terk ve değiştir!” Ve eğer bir sıkıntı bulmazsan ve hırs bulursan, muhakkak onun sâhibi harîstir. Onu geri ver ve kabûl etme! Ve eğer o hırsa yakın değil ise, o zaman ondan muhtaç olduğun kadarını al, geriye kalanını ona geri ver! Ve kendilerine yardım getirmenin âdet olduğu tekkelerde ve mescidlerde ve buna benzer yerlerde oturma! Ve bunun hepsini yapman senin yakînini takviye eder. Ve eğer bunu yapmazsan nefsin sana hıyânet etmiştir. Kendi makâmından söyleyen sûfîyi dinleme ki, ‘‘Ben Rabb’imin gayrını görmem” dedi. Onu benim sana anlattığım şeye ters gelmesi için demedi. Velâkin işin başında bunu yapmak faydasız bir iştir.
Yirmi ikinci bölümün bu üçüncü faslı çalışma, ya‘nî rızık tedâriki için çalışmak veyâhut çalışmayı terk edip tevekkül eylemek, ya‘nî Rezzâk’ın hiç olmadık bir şekilde ihsânının gelmesine i‘timâd ederek oturup zikir ve tilâvet ve tâat ile meşgûl olmak husûslarını beyân eder.
Ey sâlik, eğer yakînin yok ise, ya‘nî rızık elde etmeye çalışmaksızın Allah Teâlâ hazretlerinin hiç hesâb etmediğin bir şekilde senin rızkını sana ihsân edeceğine şübhen var ise, bir san‘at sâhibi ol ve o san‘at sebebiyle rızkını kazan! Böyle şek ve şübhe içinde bulunduğun halde sakın tevekkül göstereyim deme! Sonra aç kalır ve netîcede tevekkül denilen sıfatı da inkâr edersin. Çünkü tevekkül senin hâlin değildir; ve senin indinde yakîn sıfatından bir zevk yoktur.
Ve sen yakîninin kuvvetinden ve tevekkülünün iyi yönde oluşundan yana aczini hayâl edersin. Ya‘nî rızık husûsundaki şüphen ve Rezzâk’a i'timâdının olmayışı senin hayâlin ve vehmindir. Ve tevekkülünün iyi yönde oluşun da aczine hükmetmen dahi, ancak bu vehim ve hayâle dayalı olan bir hükümdür.
İşin hakîkati ise böyle değildir. Sen bir san'at edinerek çalışsan veyâhut çalışmayıp Rezzâk’a i‘timâd ederek otursan, senin takdîr edilmiş olan rızkın seni bulur. Ancak Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kulun i'tikâdına göre tecellî edici olduğundan, tevekkülde yakîn sâhibi değilsen ve şüphen varsa, bu vehim ve hayâline göre tecellî olup seni çalışmaya sevk eder. Ve çalışmak ile yorulmak senin Rezzâk’a itimâdının olmayışının cezâsıdır. Nitekim cenâb-ı Mevlânâ (ra) Fî-hî Mâ-fih’de şöyle buyururlar: Şiir:
Tercüme: “İsrâfın benim ahlâkımdan olmadığı ma'lûmumdur. Rızkım olan şey muhakkak bana ulaşacaktır. Rızık için koşup onu aramak beni yorar. Eğer oturur isem, rızkım zahmetsiz bana gelir.”
Şimdi işin hakîkati böyle iken senin tevekküldeki yakîninin yokluğu ve Rezzâk’a itimâdının olmayışı himmetinin noksânından ve aslının alçaklığından ve ilâhî bilginin azlığındadır. Mâdemki himmetin kâmil ve aslın yüksek ve yüce ve ilâhî bilgin çok değildir, o hâlde rızık husûsunda vehim ve hayâle tâbi‘ olduğun için, takvâ sınırları üzerine, ya'nî şerîatın çizdiği sınırlar içerisinde san‘at sâhibi olup ticâretle meşgûl ol ve bunda gayret et!
Bilinsin ki, bu tavsiyeler Hakk yoluna sâlik olanlara mahsûstur, dünyâ ehline değildir. Çünkü dünyâ ehli koyu cehâlet ve benlik içinde bulunduklarından çalışmaksızın Allah Teâlâ’nın rızık ihsân edeceğini kabûl etmezler. Ve onlar;
“Ve men yettekıllâhe yec’al lehu mahrecâ; Ve yerzukhu min haysu lâ yahtesibu” ya’nî “Kim Allah'a karşı takvâ sahibi olursa, (Allah) ona bir çıkış yeri nasîb eder; Ve hesap etmediği bir yerden onu rızıklandırır” (Talâk, 65/2-3) âyet-i kerîmesinin yüksek ifâdesinden şübhe ederler. Küfür ve inkâr ehli ise, bu hakîkati kabûl etmek şöyle dursun alay ederler. Oysa hayâtta yaşanan hadîselerin fiilen onları yalanladığının ve onlarla alay ettiğinin farkında olmazlar. Ve bu hâdiselere karşı “şans” deyip geçerler.
Şimdi ey sâlik, nefsin çalışmadan oturmayı ve tevekkülü taleb ederse, ona karşı bu talebinde mücâhedeye, ya'nî muhâlefete kalkışma; bu da'vâsında ona müsâmaha göster! Fakat herkesin seni tanıdığı mahalde sâkin olmayıp, bir şehre veyâ büyük bir şehrin bir mahallesine git ki, o şehir veyâ mahallede zenginler ve kibârlar oturduğu için, fakirlerin ve garîblerin oturduğu bilinmesin. Ya'nî o mahalde fakîr ve garîb bulunabileceği kimsenin hatırına gelmesin. Ve bu şehre gittiğin vakit dahi, nefsini bu şehrin bir yerinde oturtma ve ona sık sık yer değiştirt; ya'nî iki gün bir noktada sâkin olursan üçüncü günü başka bir noktaya git! Ve nefsini kimse ile birlikte yaşayıcı kılma ve ona kimseyi tanıttırma! Ve tevekkül da'vâsında bulunan nefsini bu şekilde kıskıvrak her taraftan bağla!
İnsan gördüğün ve o yerde sana para ve yiyecek gibi bir şey ile geldiğini zannettiğin, veyâhut bir adamın hareketini işitip onu görmediğin vakit, tevekkül da’vâsında bulunan nefsin sana der ki: “İşte bu sana Allah tarafından bir yardımdır ki, sana bu rızık yardımıyla dâhil oldu.”
Böyle olunca o gelen şeyi kabûl etme ve onu getiren kimseye geri ver! Çünkü o rızık sana beklenti ile ve senin rızka bağlılığından dolayı gelmiştir. Tâ ki bu beklenti ve bağlantı vaktinde Allah Teâlâ hazretlerinin o rızkı ne taraftan vereceği nefse açıldı.
Şimdi, mâdemki nefsin mahlûk vâsıtasıyla beklentiye ve rızka bağlılığı vardır, açlıktan helâk üzerinde olsan bile o gelen şeyi kabûl etme!
Eğer beklentisiz sana bir şey gelir ve önünde hâsıl olursa, bu yardımların görülmesi indinde, nefsinde ilk anda oluşan hâtıraya dikkât et! Eğer nefsinde bu şeyden yana bir sıkıntı bulursan onu getirene geri ver! “Sana şüphe veren şeyi sana şüphe vermeyen şeye terk ve değiştir!” hadîs-i şerîfî gereğince amel eyle!
Ve eğer ilk hâtırada bir sıkıntı bulmayıp hırs bulursan, muhakkak onun sâhibi harîstir. Onu geri ver ve kabûl etme!
Ve eğer bu şeyi getiren kimse hırsa yakın değil ise, o zaman o gelen para ve yiyecekten muhtaç olduğun kadar al! Geri kalanını sonra bana lâzım olur, düşüncesiyle kenara koyma ve getirene geri ver!
Ve tekkelerde ve mescidlerde ve buna benzer yerlerde oturma ki, yardımseverler buralarda garîb ve fakîr kimseler bulunacağı düşüncesiyle para ve yiyecek gibi yardımlar getirmeyi âdet edinmişlerdir.
İşte bu bizim beyân ettiğimiz tavsiyelerin hepsi senin yakînini kuvvetlendirir. Ve eğer bu tavsiyeleri yapmazsan nefsin sana hıyânet etmiştir.
“Ben Rabb’imin gayrını görmedim” diyen sûfînin sözüne bakıp da “Mâdemki vücûdda Hakk’ın gayri bir mevcûd yoktur, bana rızkımı ayağıma getiren kimse de Hakk’ın gayrı değildir. O hâlde rızkımı Hak ihsân etmiştir. Her ne hâl içinde olursam olayım, elbette ben onu kabûl ederim” deme!
Çünkü bu sözü sûfî kendi makâmından söylemiştir. Onun sözü kendi makamına göre doğrudur; fakat senin makâmın bu makâm olmadığı için, senin onu dinlemen câiz değildir.
İşin aslında da bu sûfî o sözü benim sana anlattığım şeye ters gelmesi ve muhâlif olmak için dememiştir. Belki benim sözlerim seni bu sûfînin makâmına da‘vetten ibârettir. Çünkü seni ikilik vehminden kurtarıp tevhîd hakîkatine ve yakîne sevk eder.
Şimdi sen henüz ikilik vehmi içinde bulunduğun hâlde, işin başında sûfînin bu sözüyle amel etmiş olursan, Hak yolunda tenbel ve boş olan sâliklerin işini yapmış olur ve yakînini takviye edememiş bulunursun.
Dostları ilə paylaş: |