Ve eğer soğukluk yakîn ve yakınlık bulutunda bir geçit bulursa dışarı çıkar. Şimdi bu, “teevvüh ya’nî inleme” denilen zefreler ya’nî “âh” çekmeler olur.
Ve eğer bir geçit bulamazsa, üst tabakadaki bulutun rutûbetlerine onun soğuk kısmından girer. Hâl sâhibinde, hâlinde birdenbire olan ağlama bundandır.
Ve eğer bu ateş ciğeri pişirirse bu inlemeden yanık kokusu duyulur. Ve bu ateş kendisinde olan tazyîk sebebiyle kalb oyuğunu yarar. Şimdi o kimse için o anda fıkırtı işitilir ki, buna “vecbe” ve “sayha” ve “recfe” ismi verilir. Ve o anda hâl sâhibinden sayha ya’nî çığlık olur. Şimdi hâzırda olanlardan kalbinde açıklık olan kimse, bu sayhadan dolayı derhâl kendinden geçer. Ve o, kalbde tabîî ateş sürtünmesinin sesidir.
Ve kalbler üzerine kuvvetli geldiği vakit, ondan dolayı yarılır. Ve hâzırda olanlardan kalbinde perdeleri çok olan kimseyi, bu sayhadan dolayı sıkıntılı bir hâl ve korku alır. Ve ondan hâl sâhibi üzerine inkâr olur. Ve o kişi der ki: “Biz geçmiştekilerden onun olduğunu işitmedik. Oysa Nebî (sav) üzerine muhtelif gelişler olur idi. Biz ondan ne çığlık attığını ve ne de kendinden geçtiğini işitmedik.” Şimdi sen onun sözüne iltifât etme! Çünkü onun kalbi tab’ edilmiştir.
Ve biz daha önce akıl işitmesi ile nefs işitmesinin arasını beyân ve ayırt ettik. Ve hepsi kendi bölümünde geçerlidir. Ve ateş çıkışında ve bu âh çekme fıkırtılarında ârif hayâtı vardır. Ateş bizim bahsettiğimiz bulutun aralarından çıkmayı istediği ve birikmiş olarak kendisinde geçit olan şeye aksettiği vakit; ve kalbi ve ciğeri pişirdiği ve onları yaktığında, hâl sâhibi ansızın ölür.
Ve bu ateşin kalbden beyne yükselme hareketi indinde, hâl sâhibinden hareket ve hakîkatlerle ilgili anlaşılmaz sözler çıkar. Ve onun çıkışı genellikle dikine ve girift bir haldedir. Bundan dolayı hâl sâhibinin hareketleri de ölçüsüz olur; ve bir kâideye bağlı olmaz. Ve çoğu onlardan dönüşte ortaya çıkar. Çünkü insân şekli hakîkatte dâire şeklindedir. Ve ateş de onun şekli üzerine cereyân eder. Şimdi eğer bu bulut ince olarak aralıklarla çıkarsa, muhakkak harâret yayılıp hâl sâhibinden âh çekme çıkmaz ve kalbi için vecbe ve fıkırtı işitilmez. Velâkin ona gülme gâlib olur.
Ey hakîkat tâlibi! Bilesin ki, Allah Teâlâ bir kulunun kalbi üzerine vecdin türlerinden bir tür ile ilâhî bilgiler indirmek ve bu hâli zevkan ya’nî ona hakîkatini yaşatarak bildirmeyi istediğinde madde bedende bulunan kalbin üzerine bir yakınlık serinliği gönderir. Ve insan bu hâlin başlangıcında kalbi üzerinde o serinliği duyar.
Bundan dolayı kalbin üst tabakasındaki hava soğuyup aşağıya doğru yönelir. Çünkü soğuk hava aşağıya iner; ve buna karşılık kalbdeki normal vücûd ısısını beyne çıkar bir halde bulur. Ya'nî ısı, aşağıya inen soğuk havâya dik olarak yukarı çıkar.
Ve beyne çıkan ısı, tepkime ile, kalb sâhasına sürtününceye kadar aşağıya yönelir. Bu geri dönen ısının kalb sâhasına sürtünmesinden bir ateş doğup, ya'nî şiddetli bir ısı oluşup bu ateş yükselir.
Ve eğer aşağı tabakaya inen soğukluk yakîn ve yakınlık bulutunda bir menfez ve bir geçit bulursa dışarı çıkar. İşte bu menfezden çıkan sıcak havâya teevvüh ve zefreler denilir. Ya'nî hâl sâhibinin çıkardığı “âh” sesine “zefre” denir.
Ve eğer bir geçir bulup “âh” sesiyle çıkamazsa, kalbin üst tabakasındaki bulutun soğuk kısmından onun rutûbetlerine girer. Ve hâl sâhibinde ağlama hâline sebep olur.
Ve eğer bu ateş kalbden ciğerlere yayılan kan vâsıtasıyla ciğere ulaşıp ciğeri pişirirse, hâl sâhibinin “âh” diye çıkardığı nefesten yanık kokusu duyulur.
Ve bu ateş ve ısının şiddeti, kendisinde mevcûd olan tazyîk kuvveti nedeniyle kalb oyuğunu, ya'nî kalbin bir diğerine temâs eden kısımlarını ayırır ve yarar. Ve o anda bir tencere içinde kaynayan suyun fıkırtısına benzer bir fıkırtı işitilir ki, buna vecbe ve sayha ve recfe denilir. Ve bu vakitte hâl sâhibinden sayha ya’nî çığlık çıkar. Nitekim Kur’ân okunan veyâhut kasîde okunan meclislerde ba'zı zâtlardan bunun çıktığını herkes görür.
Şimdi o mecliste hâzır olanların kalbinde açıklık olan, ya'nî kalbindeki muhtelif örtüleri ve perdeleri izâle etmiş olan kimse, bu sayhayı işitince derhâl kendinden geçer. Ve o, kalbe bir zincirin halkaları gibi birbiri ardınca gelen tabîî ateş sürtünmesidir. Ve kalblerin üzerine kuvvetli geldiği vakit, birbiri ardınca olmasından dolayı yarılır. Ve mecliste hâzır olan kimselerin kalbinde perdeleri çok olan kimseyi, bu sayhadan dolayı sıkıntılı bir hâl ve korku tutar.
Ve o kimse tutulduğu bu sıkıntılı hâl ve korkudan dolayı hiddetlenerek hâl sâhibini inkâr edip der ki: “Biz geçmişteki sâlihlerden böyle sayhalar olduğunu işitmedik. Oysa (Sav) Efendimiz’in üzerine şerefli muhtelif haller gelirdi. Biz o hazretin ne sayha ettiğini ve ne de kendinden geçtiğini işitmedik.”
Bu i'tirâz kalbi donuk bir mü’minin i'tirâzıdır.
Eğer o kişi îmândan nasîbi olmayan birisi olursa: “Bu adam sinirli delinin biridir” der. Nitekim günümüzdeki dinsizlerin hâlini izâha bile gerek yoktur.
Şimdi ey sâlik! Sen onların sözlerine kulak asma! Onlar bu gibi şerefli hallerden habersiz hayvan takımıdırlar. Çünkü onların kalbi tab’ edilmiştir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve natbeu alâ kulûbihim fe hüm lâ yesme’ûn” ya’nî “Ve kalplerinin üstünü tab’ ederdik de onlar artık işitmezlerdi“(A'râf, 7/100).
Ve biz işitmenin kaç tür olduğunu ve akıl işitmesi ile nefs işitmesi arasını bundan önce beyân ve ayırt ettik. Ve bu beyânların o bahis ile irtibâtı vardır. Ve bu hâllerin hepsi kendi bölümünde ve kendi dâiresinde geçerli ve sâbittir. Ve kalbden ateş çıkışında ve bu “âh” çekme fıkırtılarında ârif hayâtı vardır.
Ateş, bizim bahsettiğimiz bulutun arasından çıkmayı ister; ve birikmiş olarak kendisinde geçit olan şeye akseder; ve kalbi ve ciğeri pişirir ve onları yakarsa, hâl sâhibi ansızın rûhunu teslîm edip ölür. Nitekim evliyâ menkıbelerinde semâ' meclislerinde böyle vefât edenlerin isimleri ve halleri anlatılmıştır. Ve bunlar ilâhî aşkın şehîdleridir.
Ve bu ateşin kalbden beyne yükselme hareketi indinde, hâl sâhibi düzensiz bir şekilde hareket eder. Ve ondan şathıyyât, ya'nî hakîkatlerle ilgili ve anlaşılması zor ba‘zı sözler çıkar. Nitekim bu hâl içinde ba‘zıları
-
“Cübbemin içinde Allâh’dan gayrı yoktur;” ve ba‘zıları;
-
“Ben beni tenzîh ederim, şânım ne kadar azîmdir!” demiştir.
Ve bu ateşin çıkışı genellikle dikine ve girift bir hâlde tam bir tazyîk ile gerçekleştiğinden, hâl sâhibinin hareketleri de ölçüsüz olur; ve bir kâideye bağlı olmaz. Bununla berâber bu hareketlerin çoğu dönüş hâlinde gözükür. Ya'ni kimi bir merkez etrâfında tavâf eder gibi döner; ve kimi Kādiriler ve Mevlevîler gibi sağdan sola doğru kendi vücûdunu döndürür. Çünkü insan şekli hakikatte dâireseldir. Ve ateş de onun hakîkatinin şekli üzerine dönerek cereyân eder.
Cenâb-ı Şeyh (ra) “insan şekli” ta'biriyle hem âleme ve hem de âdeme işâret buyururlar. Çünkü âleme “büyük insân” ve âdeme “küçük insân” derler. Ve âlemin şeklinin kürevî ve hareketinin dönerek olduğuna astronomi ilmi bilenler vâkıftırlar. Ve âdemin şekli dahi hakîkatte kürevîdir. Çünkü onun aslı nutfedir. Ve nutfe anne rahmine atıldığında dâire şekline oraya yerleşir. Ve âdemin vücûdundaki kan akışı da döngüseldir. Bundan dolayı âlem ve âdemin dönüşü bir diğerine uygundur. Cenâb-ı Mevlânâ (ra) buna işâreten bir gazel-i şerîflerinde şöyle buyururlar:Tercüme:
“Ey zât-ı eceli ve a‘lâ! Âsumândan cenâb-ı Cibrîl senin aşkından semâ' eder. Yıldızlar ve felek çarkı havada semâ' eder. Fenâ meyhâneleri içinde muhteşem şâhların şâhları, hem külâhsız ve hem de cübbesiz perîşan bir hâlde semâ' ederler.”
Şimdi bu yukarıda îzâh edilen bulut kesîf olmayıp da ince bir şekilde kalb oyuğuna çıkarsa, onun kalb sâhasına sürtünmesi sebebiyle çıkan ısı da bu buluta tâbi’ olarak yayılıp hâl sâhibinden “âh” çekme çıkmaz; ve kalbinde de vecbe ve fıkırtı işitilmez. Velâkin ona gülme gâlib olur. Nitekim cenâb-ı Mevlânâ (ra) efendimiz bu hâle işâreten buyururlar:
Tercüme: “Kuşlar gibi gönül yumurtasının bekçisi ol! Tâ ki gönül yumurtasından sana mestlik ve zevk ve kahkaha doğsun!...”
YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM
On Yedinci Bölümden BEŞİNCİ KISIMdır; ve O Fasıllar Üzeredir. Ve Kitâb Onunla Sonlandı. Kitabın YİRMİ İKİNCİ BÖLÜMÜ Makāmındadır
VASİYET
Ey mürîd! Bilesin ki, nefsinin kurtuluşu odur ki, her şeyden evvel nefsinin ayıblarını sana gösterecek ve seni nefsine itâat etmekten çıkaracak bir üstâd aramak —eğer onu aramak için en uzak mekânlara gitmen gerekse dahi— sana vâcibdir. Ve ben sana inşâallâhü Teâlâ, şeyh aradığın sürede onu buluncaya kadar, ne yapacağını vasiyet ederim.
Şimdi onu bulduğun vakit, hâzır olan gâib olandan daha görünür haldedir.
Ya'nî ikâmet ettiğin şehirde böyle bir kâmil üstâd bulursan, gâibde ve diğer bir memlekette varlığını haber aldığın bir üstâdı bulmak için seferi tercîh etme! Çünkü hâzır olan kâmil üstâdın halleri sana gâibdekinin hallerinden daha açık bir şekilde görünür; veyâhut onu terk edip diğer bir üstâd arama!
Onun önünde ölü yıkayıcının önündeki ölü gibi ol!
Ya'nî onun irâdesine tâbi’ ol ve kendi irâdenden geç!
Eğer onu şerîata muhâlif görürsen dahi, onun aleyhinde sana bir hâtıra gelmesin! Çünkü insân ma'sûm değildir.
Bilinsin ki, nebîler ma'sûmdur. Onlardan şerîata muhâlif aslâ bir fiil çıkmaz. Evliyânın çok büyük bir kısmı şerîata muhâlefetten yana muhâfazalıdır. Ba'zıları kader sırrı gereği olarak muhâfazalı değildir. Onlardan zaman zaman şerîata muhâlif haller çıkabilir. Fakat bu muhâlefette aslâ ısrarlı olmazlar, derhâl istiğfâr ederler. Ve bunun sırrı onların sâbit ayn’ları “Gaffâr” isminin tecellî mahalli olmalarını gerektirmesidir. Bundan dolayı onların bu hâli nefislerinin gereği olmayıp kader sırrının gereğiyle ilâhî irâdenin kendi üzerlerinde cereyan etmesi maksadına dayalıdır. Bu da onların kendi hakîkatlerine vâkıf olmalarının netîcesidir. Yâhut onlardan şerîata muhâlif olan haller bir sebep ve hikmet altında çıkar. Nitekim cenâb-ı Şâh-ı Nakşbend (kAs) hazretleri bir gece dervişlerine hitâben:
-
“Bizim emrimize içinizde kim itâat eder?” buyurur.
Dervişler emirlerini beklediklerini söylerler. Hazret onlar ile berâber kalkıp boş bir eve girerler. Bir çok kumaşlar varmış. Onların çalınmasını emreder. O kumaşları gizlice naklederler. Bu nakil husûsu gerçekleştikten sonra, o eve daha sonra aynı gecede hırsızlar girip kumaşları çalmak isterlerse de bulamazlar. Ertesi gün dervişlerin naklettikleri kumaşlar sâhibine iâde edilir.
İşte görülüyor ki, cenâb-ı Pîr’in yüce emirleri görünüşte hırsızlık ve ma'nâda muhâfazadır. Bundan dolayı mürîdin onlardan çıktığını gördüğü şerîata aykırı emirlere ve fiillere i'tirâzları kesinlikle câiz değildir.
Ve nefsinde övülmüş ve zemmedilmişten yana olan şey, hangi cinsten olursa olsun, ondan gizleme!
Çünkü o senin tabîbindir. Ve nefsinde övülmüş olan şeyler sıhhat ve zemmedilmiş şeyler hastalıktır. Bir kimsenin kendisini tedâvi eden tabîbinden sıhhatine ve hastalığına dâir olan halleri gizlemesi câiz değildir. Aksi halde tedâvîde başarılı olunmaz.
Onun mekânında oturma; ve elbisesini giyme! Onun huzûrunda kölenin efendisinin huzûrundaki oturuş hâlinin hakkını vererek otur!
Çünkü mürşide karşı olan edebin, onun cismânî sûretine değil, ma'nâsınadır; ve onun ma'nâsı Hakk’tır. Ve sana olan hizmeti pek büyüktür. Çünkü seni de kendi ma'nâsına çeker. Bundan dolayı böyle bir zâta tabi’ki kölenin efendisine karşı göstereceği edebin yüz derece fazlasını göstermek gerekir. Ve mürîdin böyle bir edebi göstermesi hakkını vermek olur; ve aksi bir hâl nânkörlüktür.
Sana bir şey yapmakla emrettiğinde, sana emrettiği şeyi bilmen için, onu tesbît et! Tam olarak dinlemeden hemen işe girişme ki, sen sana emrettiği şeyi bilemezsin.
Ya'nî sana bir iş havâle ettiği vakit, bu işin mâhiyyeti ve icrâ edilmesinin ne şekilde olacağını lâyıkıyle bilmen için sözüne dikkat edip onu zihninde tesbît et; ve sözü tamâmı ile dinlemeksizin acele ile o işe girişme ki, sana emrettiği şeyi lâyıkıyla anlayamamış olduğun için güzelce ve tam olarak yerine getiremezsin.
Ve ona bir fikir beyân etme ve sana emrettiği şeyin sebebinden sorma!
Ya'nî sana bir şey söylediği ve emr ettiği vakit, ona kendi fikrini beyân etme; ve emrine karşı, efendim bu emrin sebebi nedir, niçin böyle yapalım? diye sorma!
Ve sen ona rü’yâ ve diğer husûslarda hallerinden her hangi bir hâli vasfettiğin zaman onun şerhini taleb etme! Ve ona bir iş hakkında söz söylediğin zaman, ondan o söze cevap isteme! Ve konuşan birinin sözüne onun hakkında ihtimâl verme!
Ya'nî mürşidin hakkında birisi çıkıp da hoş olmayan bir şey söylerse, belki bu hâl vâriddir, diye ihtimâl verme! Bu adam benim mürşidimin hâlini ve kıymetinin yüceliğini ve derecesini bilmediği için, onun anlayışının kötülüğünden ibârettir, de!
Ve sen onun düşmanını bildiğin zaman, o düşmanı Allah yolunda terk et; ve onunla arkadaşlık etme ve aynı yerde yaşama! Ve onu seven ve ona senâ eden kimseyi gördüğün vakit onu sev ve ihtiyâcını yerine getir! Ve eğer şeyhin haremini boşarsa onu eş edinme! Ve şeyhin halvet odasına girmekten sakın; ve onun odasında onunla berâber geceleme! Yâhut gecelemen gerekli olduğunda seni göremeyeceği şekilde ona yakın olarak uyu ki, seni çağırdığı zaman işitesin.
Ve yaptığın işi onunla istişâre etme! Çünkü sen aslına zıtsın. Çünkü senin işinin bağlı olduğu asıl, senin isteğin değil, ancak şeyhinin irâde ettiği şeydir.
Oysa sen işini ona sormadan ve onun murâdını bilmeden yaptın. Eğer yaptığın sûretin dışında bir şey beyân ederse, ta‘mîr edemezsin. Bundan dolayı bu husûsta istişâre etmek zararlıdır.
Senin hatırına bir şey geldiği zaman onu kendi nefsinden terk et; ve onun sana resmettiği şeye yönel ve ona i‘timâd et!
Ya‘nî yapacağın bir iş hakkında sana bir fikir gelir ve şeyhin sana bir yol gösterir ise, onu kabûl et; ve onu beğenmemezlik etme!
Çünkü bir işte şeyhlerden biriyle istişâre zaman bunu istemese de, sana onu yap der. Çünkü hâl onu gerektirir. Ve o ise sana zarar verir. Ve eğer onu yapma dese, sana faydası vardır. Oysa onun indinde, nefsinde ve nefsinin salâhında daha fazla zarar vardır.
Örneğin elinde bir miktar paran var. Çarşıda bir dükkân açıp ticâret yapmak istersin. Bu husûsu şeyhinle istişâre ettiğin zaman; senin hâlin ve vaziyetin bunu yapmanı gerektirir. Oysa sen bu ticâret içinde bin türlü fitneye rastlayıp kalbini muhâfaza edemeyeceğin için sana bu zarar verir. Ve eğer onu yapma dese, zâhiren sana fayda vardır. Oysa bu ticâret indinde senin nefsine ve nefsinin salâhına daha fazla zarar vardır.
Şimdi bu zâhiri zararı kabûl etmemek daha iyidir. İşlemesi hatırına gelen bir işte onunla istişâre etme! Velâkin bu hâtırı terk et ve işleme! Çünkü senin vaktini i‘mâr eden şeyhinin sana teklîf ettiği şeydir.
Bilinsin ki, hakîkî mürşid resmî şeyhler gibi değildir. Bu muhterem zât, her bir mürîdin hâtırına gelene vâkıf olduğu gibi, gezdiği yürüdüğü yerlerde, yaptığı işlere de vâkıftır. Ve mürîdleri onun bakışından bir an bile gâib değildir.
Nitekim cenâb-ı Mevlânâ’nın peder-i âlîleri sultânü’l-ulemâ Bahâüddîn el-Veled hazretlerinin, mürîdleri olan Sultan Alâüddîn Selçukî’yi, Muhammed Hârzemşâh ile olan bir savaşında, câsuslukla Hârzemşâhın ordusuna gidip onları gaflette bırakarak gece onlar tarafından tahsîs edilen çadırda uykuya dalmış olduğu hâlde: “Melik kalk, uyku zamanı değildir!” diye uyandırarak Hârzemşâhın elinden kurtardığı Menâkıb-ı Sipehsâlâr’da ayrıntılı olarak nakledilmiştir.
Ve buna benzer şekilde cenâb-ı Şâh-ı Nakşbend dervişlerinden birini bir iş husûsunda bir yere gönderir. Derviş o işi bitirdikten sonra geri dönerken hava çok sıcak olduğundan, biraz istirâhat etmek için bir ağacın gölgesi altında uyur. Cenâb-ı Şâh-ı Nakşbend rü’yâsında bir asâ ile dervişin üzerine hücûm buyurup: “Kalk, burası uyuyacak yer midir!” buyururlar. Derviş uyandığı zaman, baş ucunda iki kurdun durduğunu görür. Hemen kalkıp Kasr-ı Ârifân’a geldiğinde, cenâb-ı Pîr’i şehir içinde yol üstünde kendisini bekler bir halde bulur. Ve “Hiç öyle tehlikeli ve korkunç yerde istirâhat olur mu?” buyururlar.
Hakîkî şeyhlerin mürîdlerine karşı olan bu gibi muâmeleleri pek çoktur. Mürşidim Mevlevi Mehmed Es’ad Dede (ks) hazretleri tarafından da bu pür kusurlu fakîre karşı kaç defalar bu gibi haller olmuştur. Onların burada anlatılması sözü gereksiz uzatmak olur. Bundan anlaşılır ki, mürîdin her hâtırayı mürşidi ile istişâre etmesine gerek yoktur. Onlar mürîdi kendilerinden daha iyi bilirler. Bundan dolayı hakkında en iyi olan yol ne ise onu gösterirler. Hemen emirlerine itâat etmek mürîdin kurtuluşuna sebeb olur.
Ve hâtır, ancak zâhiren ve bâtınen boş olan fenâ mürîde mahsûstur.
Ya‘nî hakîkî bir mürşide intisâbdan sonra kendi hâtırına gelenlere tâbi' olmak, gerek zâhirde ve gerek bâtında kendisini o mürşid ile kayıtlı olarak bilmeyen ve Hak yolundan yana boş olan fenâ mürîde mahsûs bir hâldir.
Çünkü onun ahmaklığı meydandadır. Kendisi bir mürşidin lüzûmunu hissettiği hâlde bâtınını muhâfaza etmek şöyle dursun, zâhiri edebden de gâfildir. Mâdemki kendi emrinde serbest idi, bir terbiye ediciye ve bir mürşide intisâba ne gerek vardı.
Ancak şurası dikkâte alınmalıdır ki, bu tam teslîm hakîkî mürşide karşıdır. Eğer bir kimse resmî şeyhlerden birini hakîkî mürşid zannedip ona intisâb eder, ve ondan sonra zâhirinde ve bâtınında hallerinin değiştiğini görmezse, aldandığına hükmetmeli ve kendisine hakîkî bir mürşid aramalıdır.
Ve eğer zâhirinde ve bâtınında sâlihlik ve değişim görüp de, mürşidine i'tirâz eder ve onu terk eder ve başka bir mürşid ararsa, o mürîd boş ve fenâ mürîd olur. Çünkü kendi hâtırına gelene tâbi' olmuştur. Ve kendi hallerindeki değişimin farkına varmamıştır. Ve onu kabûl eden mürşid de hakîkî şeyhlerden olmayıp resmî şeyhlerdendir. Çünkü hakîkî şeyhler vâhid ya’nî bir şahıs hükmündedir. Birini red ve inkâr hepsini red ve inkârdır. Nitekim nebîlerin birini red ve inkâr hepsini red ve inkârdır. “Lâ nuferriku beyne ehadin min rusulihi” ya’nî “O’nun resûllerinden biri ile diğeri arasında ayırım yapmayız” (Bakara, 2/285) âyet-i kerîmesi bu hâlin çok açık delîlidir.
Ve böyle bir mürîdi kabûl eden şeyhlerin hakîkî şeyhlerden olmadığı da açıktır. Çünkü hakîkî şeyhler bir şahıs hükmünde olduğuna göre, o mürîd önceki şeyhini reddetmekle kendisini de reddetmiştir. Ve i’tirâzcı mürîd bu red ve i‘tirâzıyla feyz yolunu kendi üzerine kapatmıştır. Onu kabûlden yana hiç bir fayda beklenemez. Ve hakîkî şeyhler müridin hâlini keşfetmedikçe kabûl etmezler, meğer ki önceki şeyhin izin ve icâzeti ola.
Ve fiillerinden bir fiilde ona i'tirâz etme! Ve ona bunu niçin yaptın diye sorma!
Çünkü red ve i‘tirâz feyz yoluna set çeker. Ve hakîkî mürşidin fiilleri senin akıl tavrının dışında olsa bile onu kabûl et! Çünkü o görücüdür, sen henüz körsün. Senin i‘tirâzın körün gözü görene olan i'tirâzı türündendir. Ve onun fiillerinin sebebini sormak edebsizliktir ve hafîf meşrebliktir.
Ve şeyhinin senin üzerine öne geçirdiği her bir kimseye talebe olup hizmet et! Ve şeyhinin seni gördüğüne yakîn hâsıl ettiğin bir yerde oturma edebe sımsıkı sarıl! Yolda gecenin dışında onun önünde yürüme!
Gece yol aydınlık olur ve yolda bir engel olmadığı görülürse mürîdin yine şeyhinin önünde yürümesi câiz değildir.
Ve ona devâmlı bakma! Çünkü bu hayânın azalmasına ve kalbden hürmetin çıkışına sebeb olur. Ve onun meclisinde çok oturma! Oturman halvet odasında şeyhin oda kapısının arkasında olsun, tâ ki istediği zaman seni bulsun.
Bu vasiyet, dergâhda mürşid ile berâber sâkbulunanlara mahsûstur. Tabi’ki kendi hânesinde eşi ve çocukları arasında sâkin olanlara değildir.
Şeyhinle istişâre etmedikçe ve ondan izin almadıkça bir kimsenin ihtiyâcını yerine getirme ve onun odasına girme; ve girersen elini öp ve başını önüne eğ!
Bu vasiyet dahi aynı şekilde dergâhda sâkin olan mürîdlere mahsûstur. Çünkü şeyhinden uzak bir mahalde oturan bir mürîdin her kendisine mürâcaat eden kimsenin ihtiyâcını gidermek için şeyhine mürâcaat etmesi çok zor bir iştir. Ve dergâhta oturanlar dâimâ şeyhin odası önünden geçebileceklerinden, istedikleri zaman odaya girmeleri câiz değildir, ancak çağrılınca girmelidirler. Fakat odasına girildiği vakit elinin öpülmesi ve başın öne eğilmesi her mürîde lâzım olan edebdir.
Ve onun emrine uymaya ve senin için olan yasaklarına muhabbet et! Ve onun ırzını hırsla koruyucu ol!
Ya‘nî emir ve yasağından yana içine beğenmemezlik gelmesin. Ve onun ırzını ve nâmûsunu ve haysiyyetini ve sırlarını yabancılara karşı muhâfaza etmede gâyet hırslı ol; ve tam bir gayretle kendini siper et!
Ve ona yemek takdîm ettiğin zaman ona gerekli olan şeyin hepsiyle berâber önüne koy!
Ya‘nî kaşık, ekmek vesâire gibi şeylerden birini noksan bırakma!
Ve kapı arkasında dur! Eğer seni çağırırsa icâbet edesin; ve eğer çağırmazsa serbest oluncaya kadar terk et! Serbest kaldığında, eğer sana emrederse yemeği veyâ sofrayı kaldır. Ve eğer yemeğinden bir şey artıp da sana yemeni emrederse, onu ye ve nasîbini bir kimseye verme! Ve içinden deme ki: “Şeyh yalnız başına yiyor...” Eğer yemek çok olursa “Ne kadar çok yemek yedikten sonra doyuyor...” veyâhut “Yalnız başına yemek yiyen kimse hakkındaki hadîs onun hakkında olmuştur.”
Ya‘nî şeyhini tek başına yemek yer bir hâlde görürsen içinden i'tirâz edip, yalnız başına yemek yiyenlerin zemmedilmesi hakkında hadîs-i şerîf gelmiş olduğu halde, şeyh niçin bu hadîs-i şerîfe riâyet etmiyor? Yoksa bu hadîs-i şerîfî bilmiyor mu? Ve yemek çok olduğu zaman, ne kadar çok yiyor!... Oysa tarîkatte az yemek yemek şarttır. Bu niçin böyle yapıyor? Deme.
Onu senden yana memnûn olmayacağı şeyde seni görmemesine gayret et!
Ya'nî şeyhine onu memnûn etmeyecek olan bir hâl içinde görünmemeğe gayret et!
Ve ondan bir şeyler temennî edici olma!
Ya'nî şeyhinden bir şey ve bir hâl isteme! Örneğin: Efendimiz, diğer ihvânımızda ba‘zı mübârek haller zâhir oluyor. Bende ise böyle bir hâl yoktur. Bana da ihsân buyursanız gibi sözler söyleme! Çünkü şeyh her bir mürîdi kendi isti'dâdı çerçevesinde terbiye buyurur.
Şeyhlerin mekrinden sakın! Çünkü onlar tâlibe ba'zı zamanlarda mekr ederler. Onlar ile berâber huzûrda nefeslerinin üzerine muhâfaza edici ol! Eğer senden şeyhe karşı edebde bir kusûr olursa ve sen bilirsen ki, o onu bildi ve hoş gördü ve seni azarlamadı; bil ki sana mekr etti. Ve bildi ki, senden bir şey (ya‘nî bir hayır) gelmez. Ve bunun için sana karşı sustu. Ve seni aklına gelen düşünce ve attığın adım ve her ânın üzerine azarladığı ve senin üzerine nefeslerini sıklaştırdığı zaman, kabûl ve açılım ve rızâ ile müjdelenmiş ol!
Çünkü hakîkî mürşid sâdık bir mürîdin her bir hâtırasını ve Hakk yolundaki her bir adımını ve kalb gözünün her bir bakışını ta‘kîb edip onun hakkında tazyîkler icrâ eder. Ve bu sâdık mürîd hakkında onun bu sıklaştırmaları kabûl ve açılım ve rızâ belirtisidir. Ve bunlar mürîd hakkında müjdedir.
Onu râhat bir hâlde gördüğün zaman ona karşı lâubâlî olma! Belki her ne vakit genişlerse sen kalbinde heybet ve azamet ve hürmet ve ihtişâmdan yana ta’zîmini arttır! Ve her ne zaman genişlemesini ve huşû hâlini arttırırsa onun hakkında heybet ve celâli arttır! Ve eğer şeyhin sefere gider ve seni yerinde (ya‘nî odasında) terk ederse, sen her gün oraya gittiğin vakitlerde, gûyâ o gâib olmamış gibi, onun oturmakta olduğu yere, ona selâm vererek devâm et; ve onun yokluğunda, huzûrundaymışsın gibi riâyet ile hürmetine riâyet edici ol! Ve onu bir yere gitmeyi ister gördüğün vakit, ona bunun hakkında “Nereye?” deme! Onun fiilleri hakkında ona bir görüş beyân etme! Eğer seninle istişâre ederse işi ona döndür! Çünkü onun istişâre etmesi senin görüşüne ihtiyâç duymasından değildir. Ancak sana karşı muhabbetinden ve siyâseten istişâre eder. Ve sen onun bir yere müdâvim olduğunu görürsen ona bundan bahsetme! Ve içinden “Bu, onun bir âdetidir!” deme! Müdâvim olduğu bir yerden intikâl ettiğinde ona dâir bahis açma!
Dostları ilə paylaş: |