İslam akaiDİ ve kelama giRİŞ


IV HÜKÜMLER, DELİLLER, METODLAR



Yüklə 1,4 Mb.
səhifə14/19
tarix12.01.2019
ölçüsü1,4 Mb.
#96331
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   19

IV

HÜKÜMLER, DELİLLER, METODLAR




A. Hükümler

Hüküm, birşeyi tasdik veya inkâr etmek, iki fi­kir, iki şey arasında (böyledir veya değildir tarzın­da) olumlu veya olumsuz olarak bağlantı kurmak (isnâd etmek) anlamına gelir. Ayrıca kurulan bağ­lantının neticesine ve bunu idrak etmeye de hüküm denilir. Bu tarifler hükmün mantık ilmine ait tarif­leridir. Dinde ise, akıllı ve bulûğa ermiş insanların (mükelleflerin) fiilleri ile ilgili, farz, vâcib, sünnet, haram, mekruh... gibi dini ve ilâhi hitaba denir. 876 Hükümler dayandığı kaynak itibariyle,



1. Dinî hü­kümler,

2. Aklî hükümler olmak üzere iki kısma ayrılır. 877

1. Dîni Hükümler

Ahkâm-ı ilâhiyye, ahkâm-ı şer'iyye de denilen dini hükümler, nasslardan çıkarılan hükümlerdir. Dini hükümler, ya Allanın varlığı gibi doğrudan do rüya aklın kavrayabileceği bir hüküm olabilir, veya namazın farz olması gibi anlaşılması dinin bildirme­sine bağlı kalabilir. Dini hükümlerin kaynağı nasslardır. Yani kitap, sünnet icmâ ve kıyastır îcmâ ve kıyas ilk ikisine racidir. Sünnet te kitabın tefsiri ma­hiyetinde olduğundan kitaba “aslu'1-usûl” denilmiş­tir.

Dini hükümler üç gruba ayrılır. Amel (pratik) ile ilgili olmayan hükümlere aslî ve itikadı hüküm­ler; amel ile ilgili olanlara da amelî ve fer'î hü­kümler denir. Kalb ve vicdanla alakalı olan dini hü­kümler ise ahlâkî hükümler adını alır. 878

a. İtikâdî Hükümler

İslâm dininin teorik hükümlerini oluşturan iti­kadı meseleler, altı esasta toplanmıştır. Bunların içinden Allah’a iman ve peygamberlere iman gibi ko­nularda akli açıklamalar ve isbatlar yapmak mümkin olduğu halde, meleklere ve ahirete iman gibi ko­nularda aklî deliller aranmayarak sadece nakle (âyet ve hadise} başvurulur. Ancak bu tip mesele­ler de aklın imkansız göreceği şeyler değildir, akıl açısından mümkindir.

İtikâdî hükümlerde bir takım şartlar aranır:

1) İtikâdî hükümlerin kat'î olması, kesin bilgi vermesi gerekir. Bu sebeple bir hükmün itikadi ko­nularda başlıbaşına bir delil olabilmesi için ya Kur' an âyeti veya mütevatir hadis olması icap eder. (Kat'iyyet)

2) Yine itikâdî hükümlerin delil olabilmesi için âyetlerle mütevatir hadislerin ifade ettikleri mana kesin olmalı, bir başka manaya ihtimali bulunma­malıdır (bedâhet=açıklık)

3) İtikadı hükümler, zamana, yere, fert ve top­lumlara göre değişmez, daima sabit kalır (lâ yeteğayyardırlar). Bu sebeple bütün peygamberler iman esaslarında birleşmişlerdir. İlk peygamber Hz. Ade­min itikadı ne ise, ondan sonra gelen peygamberle­rin inancı da odur.

4) İtikâdî hükümler bir bütün olup bölünme (tecezzî) kabul etmezler. Yani bir kimse Allanın varlı­ğına inanıp, meleklerine inanmazsa iman etmiş ol­maz. İtikâdî hükümlerin aslı ve özü Allah’ın varlığı ve birliğidir. Bunun içindir ki kelâmcılar, Allah’a imana “aslu'1-usûb adım vermişlerdir. İtikâdî hü­kümlerle kelâm ve akaîd ilmi meşgul olur. 879

b. Amelî Hükümler

Mükelleflerin yerine getirecekleri pratik işler va görevler demek olan amelî hükümler ikiye ayrılır,



1) İbadetler: İnsan fikrini, ruhunu, iradesini ter­biye eder. İbadetlerin ruhu ihlâstır. Yerine getirili­şinde dünya menfaati gözetilmez, sırf Allah’ın- hoş­nutluğunu kazanmak gaye edinilir. İbadetlerin kay­nağı, kitap, sünnet ve bu ikisine dayanan icma ve kıyastır. İbadetler sırf Allah hakkıdır, artmaz, ek­silmez. Zamanın ve örfün değişmesiyle değişikliğe uğramaz.

2) Muamelât: İnsanlar arasındaki, hukukî, be­şerî ve sosyal ilişkileri düzenleyen hükümlerdir. Muamelâtın ruhu adalettir. Esasları Kur'an ve sün­nette vardır. Muamelât ile ilgili konularda ictihad geçerlidir. Bu gibi hükümler -Kur'an ve sünnete aykırı. olmamak kaydıyla- zaman, mekân, örf vs. nin değişmesiyle değişikliğe uğrayabilir. Amelî hü­kümlerle fıkıh ve İslâm, Hukuku ilmi ilgilenir. 880

c. Ahlâkî Hükümler:

İnsanların kendi aralarında ve diğer canlılarla (hatta belki cansızlarla) olan münasebetlerini düzenleyen, terbiye kurallarını gösteren, nefsin eğitil­mesine dayanan hükümlerdir. İslâm ahlakına dair hükümler kitap ve sünnette geniş olarak ele alın­mıştır. Ahlakta “Allahın emrine saygı ve yaratıkla­rına merhamet, yaratılanı yaratandan ötürü hoş gör­mek” önemli bir esastır. Ahlâkî hükümlere kalbî ve vicdanî hükümler de denir. Bu tip hükümlerle ah­lâk ve tasavvuf ilmi meşgul olur. 881


d. Dini Hükümlerin İtikâdî Yönü:

İslâmın koyduğu hükümler her ne kadar üç bö­lümde inceleniyor ve bizim onları yerine getirişimiz bakımından itikâdî, amelî ve ahlâkî diye üçe ayrılıyorsa da, bir bakıma hepsi de itikâdidir. Zira dinî bir hüküm hangi gruptan olursa olsun kitap veya mütevatir sünnetle sabit olmuşsa, onun dinden oldu­ğuna ve islâmî bir hüküm bulunduğuna inanmak vacibtir. Bu bakımdan Kur'an âyetleri ve mütevatir hadislerle sabit olan bütün dini hükümler, sübût yö­nünden itikâdî sayılırlar. Meselâ, adam öldürmenin haram, namaz kılmanın farz olduğuna inanmak ge­reklidir. Ve bu bir itikadı hükümdür. Ancak adam öldürmek ve namaz kılmak amelî bir olaydır. Misâli biraz daha açarsak, bir kişi müslüman birini öldür­menin haram olduğuna inanmazsa kâfir olur. Fakat haram olduğuna inanır da adam öldürürse günahkâr bir mümin kabul edilir. 882


2. Aklı Hükümler

Akıl, varoluş (vücûd) mefhumu ile ilgili olarak üç türlü hüküm verir:

Vücûb, imkân, imtina. Buna göre bir şeyin varlığı zaruri olursa ona vâcib (Allahın varlığı gibi), varlığı ile yokluğu eşit olursa müm­kin (insanın varlığı gibi), yokluğu zaruri olursa ona da mümteni (ilâhın iki oluşu, parçanın bütün­den büyük oluşu gibi) denir. 883

a. Vâpib

Varlığı zâtının gereği olan, zatı ile varlığı ara­sında başkalık bulunmayan, var olmak için sebebe muhtaç olmayan, yokluğu düşünülenleyendir. Yoklu­ğu kabul etmeyişi zatından dolayı ise buna vâcib li-zâtihi, başka bir şeyden dolayı ise vâcib li ğayrihi denir. Birinciye Allanın zatı, ikinciye de sıfatları gösterilir. Vacib li zâtihînin özellikleri şöyle sırala­nabilir -ki bu özellikler vacib mefhumunun zımnın­da mevcuttur.



1) Vacibin varlığından önce yokluk söz konusu değildir. Ne kadar geriye gidersek gidelim vacibin varlığının olmadığı bir an düşünelemez (Vâcib adem ile mesbûk değildir), kadîmdir, ezelîdir, hadis de­ğildir. Vacip ezelî olmazsa var olmak için bir mûcîde, bir muhdise muhtaç olacaktı ki böyle bir şey düşünelemez.

2) Ezelî olan zatın ebedî (bakî) olması da zaru­ridir, Vacibin sonu da yoktur.

3) Vacib lizâtihi mürekkep te değildir. Atomlar­dan, cüzlerden, cisimlerden, suretlerden, arazlar­dan meydana gelmemiştir. Eğer cüzlerden meydana gelmiş olsaydı, cüzleri kendinden önce var olacak onların varlığına muhtaç olacaktı ki böyle bir düşünce vacib mefhumu ile bağdaşamaz. 884

b. Mümkin (caiz)

Varlığı ile yokluğu zatının gereği olmayan, za­tına nisbetle varlığı ile yokluğu eşit olan, yokluğu muhal olmayan, var olmak için bir sebebe muhtaç olan, diye tarif edilir. Mümkinin iki özelliği vardır.



1) Var olmak için bir sebebe muhtaçtır. Bu se­bep onun varlığını yokluğuna tercih eder. Mümkinin yok olması da sebebinin yok olmasıyla gerçekleşir.

2) Mümkinin sebebinden önce ve sebebiyle be­raber var olması düşünülemez. Bu sebeple mümkin hadistir (sonradan meydana gelmiştir). 885

c. Mümteni' (muhal, müstahîl)

Yokluğu zatının gereği olan, hariçte varlığı düşünülemeyendir. Müstahîlin hükmü hiç var olma­maktır. Çünkü yokluğu mahiyeti gereğidir. 886


B. Deliller

Delil bahsine girmeden, delilin bizi götüreceği sonuç demek olan ilim üzerinde biraz bilgi verelim. 887



1. İlim

İlim, lûgatta bilgi, bilim, biliş manalarına gelir. Istılahta ise, bir kısım âlimler ilmin mahiyetinin zarureten bilinebileceğini bu sebeple de tarifinin müm­kün olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bazı âlimler de ilmi şöyle tarif etmişlerdir:

“Kendisi ile muttasıf bulunan kişiye mezkûrun (aklın ve duyuların şümulüne giren ve bilinmesi mümkin olan her şeyin) tanınmasını sağlayan bir sı­fattır.” Bu tarif hem aklın hem de duyuların saha­sını içine almaktadır.

“Zıddına ihtimal verilmeyecek şekilde manaları (duyularla bilinenlerin dışında kalan her şeyi) bir­birinden ayirdetme sıfatıdır.” 888 Bu tarifte ise, duyu­ların sahasına giren şeyler hariç tutulmuş, sadece akim sahasına girenler zikredilmiştir.

İlim bazen yakın manasında kullanılmış ve “Va­kıa mutabık olmak şartıyla sabit ve kesin itikâd” diye tarif edilmiştir. Bu tarifte geçen “vakıa muta­bık” kaydıyla cehl, “sabit” kaydıyla taklîd, “kesin itikâd” kaydıyla, zann, şek ve vehm hariç kalır. 889

“İlim, bir şeyin suretinin (normunun) akılda meydana gelmesidir.”

“İlim, bir şeyi olduğu gibi idrak etmektir.” 890

İlim, kadîm ve hadis olmak üzere ikiye ayrılır. 891


b. Kadîm İlim

Allah Taâlâ’nın zatı ile kaim olan ve yaratıkla­rın ilmine benzemeyen ilimdir. 892


b. Hadis İlim

Yaratıkların ilmidir. 893Bu çeşit ilim de hasıl ol­ması ve elde edilmesi bakımından ikiye ayrılır. 894



1) Zarurî İlim:

Düşünmeye ihtiyâç göstermeden ve delile baş­vurmadan ilk nazarda meydana gelen bilgidir. Zaru­ri ilim de şu kısımlara ayrılır:



a) Bedîfaiyyât: Aklın kendisine yönelmesiyle ilk anda hemen beliriveren bilgilerdir. Bu tip bilgiye “evveliyyât” ta denir. Meselâ “Bütün parçasından büyüktür” gibi.

b) Fıtriyyât: Kıyasları beraberlerinde bulunan, bir diğer ifadeyle aklın çok basit bir kıyasla elde et­tiği hükümlerdir. Meselâ “dört sayısı çifttir” hük­münde akıl, dört ve çift mefhumlarını düşünerek he­men bu hükme varabilir.

c) Müşâhedât: Dış duyularla iş duyuların verdi­ği bilgilerdir. “Ateş yakıcıdır”, “açlık ve susuzluk hissi” gibi.

d) Mücerrebât: Dış duyuların tekrarı ile elde edilen bilgilerdir. “Sert bir cisimle dövmek acı ve­rir” gibi.

e) Mütevâtirât: Defalarca işitmek suretiyle elde edilen bilgilerdir. “Mekke ve Tokyo'nun varlığına dair bilgimiz” gibi.

f) Hadsiyyât: Basit bir müşahede ve sezgi ile elde edilen bilgilerdir. “Alemin düzeni, onun yaratı­cısının sonsuz ilmini gösterir” sözümüz gibi.

Bunların dışında kalan bilgilere de nazarî ve istidlâlî bilgi denir. 895


2) Nazarî Ve İstidlali İlim:

Nazar, lûgatta bakmak, görmek, düşünmek, araştırma sonucunda karar vermek manasına gelir. İstidlal de delile başvurmak, delil getirmek demek­tir. Nazarî ve istidlali ilim deyince düşünme ve araştırma sonucu meydana gelen veya delile başvur­mak suretiyle elde edilen bilgi anlaşılır. Bu tip bilgiye, kulun gayret ve iradesi sonucu meydana geldi­ği için, iktisabı (kesbî) bilgi de denilir. 896


c. Yakîniyyât-Zaniuyyât

Yakînin ilim manasına da kullanıldığını biraz önce zikretmiştik. Mutlak yakînin üç derecesi var­dır.



1) İlme'l-yakîn: Akıl ve naklin, nazar ve habe­rin ifade ettiği bilgiye denilir.

2) Ayne'l-yakîn: Hissin, dış tecrübe ve müşahe­denin verdiği bilgidir. Ayne'l-yakîn, üme'l-yakînin üstündedir. Çünkü insan, görerek ve müşahede ede­rek elde ettiği bilgiden daha çok tatmin olur. Nite­kim İbrahim (a.s.) in Allah Taâlânın ölüleri diriltti­ğini bildiği ve buna inandığı halde, onları nasıl dirilt­tiğini görmek istemesi 897 de bunu gös­terir.

3) Haltka'l-yakîn: İç duyu ve tecrübenin verdi­ği, kişinin kendisinde duyduğu, kendisinde müşahede ettiği ilme denir. Bu da öncekilerden üstündür.

Zann, kesin olmayan fakat yüzde ellinin üzerin­de ihtimal taşıyan bilgilere denir. Zannî bilgiler şu kısımlara ayrılır:



1) Meşhûrât: Halk tarafından doğruluğu kabul edilmiş hükümlerdir. Ya bütün veya bir kısım insan­lar tarafından kabul edilirler. Meselâ “adalet iyi, zulüm kötüdür” önermesinin doğruluğu herkes tara­fından kabul edilir. Bazen yalnız bir grup insan, bir millet veya bir meslek grubu tarafından örf, adet ve ahlâk anlayışına göre verilmiş hükümler de bu türdendir.

2) Müsellemât: Bir tartışma esnasında kullanı­lan, karşı tarafça doğruluğu kabul edilmiş önerme­lerdir. Muhatabı ikna için delil olarak gösterilir. Meselâ bir müslümanla hıristiyanın tartışmasında, hıristiyan Hz. Muhammedin miracına itiraz etse, müslüman ona Hz. İsâ’nın ref'ini delil olarak göste­rir.

3) Makbûlât: Herhangi bir konuda otorite olarak tanınan kişinin sözleridir. Bu tip bilgilerin doğrulu­ğunun dayanak noktası, onu söyleyenin şahsı ve oto­ritesidir. “Adalet mülkün temelidir” gibi.

4) Muhayyelât: Doğru olmadıkları belli iken, sırf psikolojik olarak nefret ettirmek veya arzu uyandırmak için tahayyül edilerek söylenmiş sözler­dir. Meselâ “içki akıcı bir yakut, bal iğrenç bir kus­muktur” gibi.

5) Vehmiyyât: Duyulabilen şeylere dayanılarak, duyulamazlar (idrak edilemezler) hakkında verilen hükümlerdir. “Her varlık yer kaplar” hükmünden hareketle Allah’ın -hâşâ- bir mekânı olduğunu söy­lemek gibi.

6) Zanniyyât: Zan, tahmin ve birtakım ipuçlarına dayanarak verilen hükümlerdir. Gece dolaşan adam için “hırsızdır” demek gibi. 898

2. Delil

Lûgatta, mürşid, rehber manasına gelen delil, doğru bir düşünceyle bakıldığı zaman, insanın gaye olan neticeye ulaşmasını sağlayan şey, veya kendisi­ni bilmek başka bir şeyi bilmeyi de gerekli kılan şey, bizi bir şey hakkında hüküm vermeye götüren şey diye tarif edilir. 899

Delil, aklî-naklî, kat'î-zannî, bürhân-hatâbe ol­mak üzere birkaç şekilde tasnif edilir. 900

a. Akli-nakli Delil

Mukaddimeleri akla istinad eden delile aklî de­lil, nakle istinad eden delile de naklî delil denir. Me­selâ “Âlem değişkendir, her değişken hadistir” cüm­lesi bii1 aklî delildir. “Allanın emrini terkeden asîdir. Her asî de ateşe müstahaktır” cümleleri ise naklî delildir. Çünkü Allah Taâlâ Kur’an-ı Kerimde “emri­me asî mi oldun901,

Kim Allah ve rasûlüne isyan ederse onun için cehennem ateşi yardır902 buyurmuştur.

Bir kısım âlimler de delili sırf aklî, sırf naklî ve aklî-naklî delil olmak üzere üçe ayırmışlardır. Bu üçüncü çeşit delilin mukaddimesi hem nakle hem de akla dayanmaktadır. 903


b. Kat'î-Zannî Delil

Naklî delil ya kat'î veya zannî olur. Kat'î delil, medlulden (işaret ettiği şeyden) muhalif ihtimalleri ortadan kaldıran, şüphe edilmez bir tarzda kabul edilen delildir. Medlulden muhalif ihtimalleri kaldı­ramayan delile ise zannî delil denir.

Kelâmcılara göre naklî delilin hem sübut hem de manaya delâlet yönüyle kat'î olması gerekir. Bu du­rumda, baştan sona kadar mütevatir olan Kur'an âyetleri ile tevatür derecesine ulaşmış hadisler, ma­naya delâlet yönüyle de kat'î oldukları zaman itikadiyatta delil olarak kullanılır. Mütevatir olmayan meşhur ve âhâd haberler kelâm ilminde kat'î delil kabul edilmezler. 904

c. Bürhân-Hatâbe

Aklî delil kat'î olursa burhan, zannî olursa hatâbe adını alır. Burhanı ancak âlim, zeki ve kültür­lü kimseler anlarlar. Hatâbe ise, karşılıklı konuş­malarda kullanılan, daha çok avamın anlayabilece­ği bir delildir. Hatabe burhanın aksine, münazara ve cedele dayanıklı değildir, itiraza müsaittir, iknâî bir karekter taşır. Hatabî delil ile, inatçı olmayan, kafası aksi fikirlerle karışmamış olan kişiler ikna edilebilir. Meselâ “Bir şeyi yoktan yaratmaya kadir olan zat, öldükten sonra diriltmeye (iadeye) daha kadirdir” cümlesi hatabî bir delildir. Normal zekâ­ya sahip her kişi böyle bir hükmü tasdik ederek “evet, iade, ihtidadan (yoktan yaratmadan) daha kolaydır” der ve ikna olur.

Burhan ise tartışma ve cedele dayanıklı bir de­lildir. Meselâ “âlem değişkendir, her değişken ha­distir” hükmü bir burhandır. Halkın bir çoğu aklî burhanları idrak edemez.

Kur'an-ı Kerim, her tabakadan insana hitap eden bir ilâhi kitap olduğu için hem bürhânî hem de hatabî karekter taşıyan deliller ihtiva eder. 905


3. İstidlal Ve Çeşitleri

Lûgatta, delil getirmek, delil kullanmak, akıl yürütmek manalarına gelen istidlal, “medlulü isbat etmek için delil takrir etmektir” diye tarif edilmiştir. 906

Kelâm kitaplarında, felsefe ve mantık gibi ilim­lerde kullanılan istidlallerin yanında, bu ilmin ken­dine has istidlaller de kullanılmıştır. Felsefe ve mantıkta kullanılan istidlaller üç çeşittir: 907

a. Ta'lil (Burhân-ı Limmî, Mantıkî Kıyas, Dedüction, Tümdengelim)

Külliden cüzîye, müessirden esere, illetten ma­lûle intikal metodudur.

Bütün insanlar ölümlüdür. Ali de bir insandır. O halde Ali de ölümlüdür. 908

b. İstikra (Burhân-ı İni, İstidlal, Endüction, Tü­mevarım)

Cüz'îden külliye, malûlden illete, eserden müeslire varış yoludur.

Ali, Hasan, Nuri ölümlüdür. Ali, Hasan, Nuri birer insandır. O halde bütün insanlar ölümlüdür. 909

c. Temsil (Fıkhı Kıyas, Analoji)

Cüz'îden cüzîye, eserden esere intikal yolu,'iki şey arasındaki benzerliğe dayanıp, birisi hakkında verilen bir hükmü diğeri hakkında da vermek. 910

Kelâm kitaplarında kullanılan istidlaller ise çok çeşitlidir. Biz bunların en önemlilerini şöyle sırala­yabiliriz.

a. Herhangi bir konuda düşünülebilecek ihtimal­ler sıralanır. Bu ihtimallerden batıl olanların yanlış­lığı ortaya konulursa, geriye kalan ihtimalin doğru­luğu isbat edilmiş olur. Meselâ, âlemin hadis mi yoksa kadîm mi olduğu konusunda, eğer biz alemin kadîm olmadığını ortaya koyarsak, onun hadis oldu­ğunu isbat etmiş oluruz.

b. Ğâibi şahide kıyas etmek. İdrak sahamız için­deki bir hususun hükmünü, aralarındaki illet benzer­liği sebebiyle idrak sahamız dışındaki bir hususa da vermektir. Meselâ, bir kimseye âlim denilmesi ken­disinde ilim sıfatı bulunması sebebiyledir. Allah Taâlâ da kendisini âlim diye vasıflandırdığına göre, O'nun da bir ilim sıfatı vardır.

c. Birşeyin sıhhati ve fesadiyla, benzeri birşeyin sıhhat ve fesadına hükmetmek. Allah Taâlânın bugün, mekansız bir hareketi ve rengi yaratması imkansızsa, geçmişte de böyle bir şeyi yaratmış ol­ması imkansızdır.

d. Dilin kelimelere verdiği belli manalarla istid­lal etmek, dilde o kelimeden ne anlaşilıyorsa öylece anlamak. Meselâ, insan denilince şu gördüğümüz bünyenin, ateş denilince yakıcı bir nesnenin akla gelmesi gibi.

e. Aklî hükümlerin bir kısmına ve şer'î hüküm­lerin tamamına, kitap, sünnet, icma gibi şer'î delil­ler ile de istidlal olunur. 911

C. Metodlar

Kelâmcıların metod karşılığı kullandıkları tarîk kelimesi, doğru bir nazarla istenilen neticeye ulaşmayı sağlayan şey anlamına gelir. 912 İslâmî eserler­de, nahv, usûl, menhec-minhâc kelimeleri de metod karşılığı olarak kullanılmıştır;

Din, Allah tarafından vaz olunmuş ilâhî bir ka­nundur. Bu kanundaki hakikatlerin insanlar tara­fından nasıl anlaşılacağı, gerçeğin hangi yolla orta­ya çıkarılacağı, konusu ihtilaflıdır. Biz bu kısımda, hakkı keşfetmek isteyen insan için bilgi elde etme yolunun (esbâb-ı ilm) neler olduğunu kısaca ele ala­cağız. Bilgi teorisi, epistemoloji, ma'rifet nazariyesi, tarîki ma'rifet adı altında da incelenen bu konu, problem koyma tarzı olarak eskiden beri mevcuttur. Bilginin kaynağı ve geçerliliği üzerine akılcılık, tecrübecilik, tenkitçilik, sezgicilik gibi teoriler ileri sü­rüldüğü gibi, bilginin çeşitli açılardan ele almışı yönünden de realizm, idealizm gibi nazariyeler orta­ya atılmıştır. 913

İslâm düşünce tarihinde isa bilginin kaynağı (metod) konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüş­tür. Gazzâlî (öl. 505/1111) tu görüşleri el-Münkız isimli eserinde, (kelâmcılar, bâtınîler, filozoflar, mu­tasavvıflar şeklinde) 4 grup halinde ele almış, 914 seiefiyyeye bu tasnifte yer vermemiştir. Gazzâlî, el-Kânimü'l-küllî fi't-te'vîl (trc. Süleyman Uludağ, İslâmda Müsamaha, ek, İst., 1972) isimli eserinde ise şöyle bir sınıflama yapar:



1. Daima aklı ön plana alanlar ve nakle yer ver­meyenler

2. Daima nakli ön plana alan, akla yer verme­yenler,

3. Aklı esas almakla beraber nakli ona tabi kı­lanlar

4. Nakli esas almakla beraber aklı ona tabi kı­lanlar

5. Aklı da nakli de birer esas olarak kabul eden ve aralarında bir çelişki ve tutarsızlık görmeyenler. Gazzâlî bu sınıflandırmada sofiyeye yer vermemiş­tir.

İzmirli İsmail Hakkı (1869-1946) bu görüşleri beş gruba ayırır:

Selefîler, kelâmcılar, filozoflar, muta­savvıflar, bâtinîler. 915

Dr. Bekir Topaloğlu ise metod konusunda fikir beyan edenleri iki ana gruba ayırmıştır:

Dînî me­tod, felsefî metöd. Dinî metodu da,

a) Selef metodu,

b) Kelâm metodu olmak üzere iki başlık altında in­celemiştir. 916

Alimlerin çoğunluğu, İslâm dairesi içinde bulun­duklarını iddia eden fakat İslâm dışı sayılan Bâtıniyyenin “bilgi elde etmenin yegane yolu masum imamın talimidir (öğretmesidir)” görüşünü dikkate değer bulmamışlardır.

Biz metod konusunda söz, söyleyenleri,

1. Selefiyye,

2. Kelâmcılar,

3. Sûfiyye,

4. Felsefeciler ol­mak üzere dört grupta inceleyeceğiz. 917

1. Selefiyye

İtikadı mezhepleri incelerken selef mezhebi ve esasları hakkında bilgi vermiştik. Orada da zikretti­ğimiz gibi selef, itikadı konularda âyet ve hadislerdeki ile (müteş ahinler de dahil olmak üzere) yeti­nip, bunları aynen kabul eder, teşbih ve tecsime düşmeden, te'vil yapmadan nassta (âyet ve hadiste) nasıl varid olmuşsa öylece inanır. Hatta zahiri üze­re ele alındığında bizi teşbih ve tecsim fikrine götü­ren yed, vech, ayn, istiva gibi haberi sıfatları ol­duğu gibi kabul eder. Bunları te'vil etmeyi, itikadî konularda nasıl ve niçin sorusunu sormayı bid'at sayar. 918 İmam Mâlik (öl. 179/795) e “Cenâb-ı Hak Kur'anda, 'Rahman arşa istiva etti919 bu­yuruyor, nasıl istiva etti” diye sorulmuş, O da şu cevabı, vermiştir:

“İstiva ma'lumdur (âyetle sabit­tir). Keyfiyeti ise akılla idrak edilemez. Allanın ar­şa istiva ettiğine inanmak farzdır. (Mahiyyeti) hak­kında soru sormak ta bid'attır”. 920

Selef Âl-i İmrân sûresinin 7, âyetinde de belirtil­diği gibi, kitabın te'vilini, ve müteşabihîerde kastolunan manayı ancak Cenâb-ı Hakkın bilebileceğini, bu sebeple onları zahirleri üzere bırakıp, Allahâ ha­vale etmenin uygun olacağını düşünür. Onun için, selef, müteşabihleri aklın ışığında yoruma tabi tutan kelâmcılarla filozofları, keşf ve ilhamın ışığında te­vil eden sofileri kötülemiştir.

Selefiyye, kendi yolunun Kur'an yolu olduğunu söyler. Zira Kur'anda dine davetin yolunun üç oldu­ğu belirtilmektedir:

Hikmet, güzel öğüt, en güzel şe­kilde mücadele 921. Bunlardan hikmet ve güzel öğüt selef yoludur. Çünkü hikmet, hakkı ara­yan iyi niyetli kimselere, hayrı ve doğru inancı açıklamaktır. Hakkı kabul ettikleri halde nefis arzula­rına uyanlara nasihat (güzel öğüt) yolu takip edilir. Bunların hiçbirisine sahip olmayanlarla da usulüne uygun şekilde mücadele edilir, tartışılır. 922

Selefiyyenin mütekaddimini, akıl karşısında ke­sin tavır takınıp, nakli yegane hakim kabul ederken, müteahhir selef alimleri akıl karşısındaki tavırları­nı değiştirmişler, itikadı konularda az da olsa akla yer vermişlerdir. Meselâ İbn Teymiyye (öl. 728/ 1328) sahih nakille sarîh aklın asla çelişmeyeceğini, çelişmediğine göre tevile de lüzum kalmadığını ıs­rarla savunmuş, bu konuda müstakil bir eser kale­me almıştır (Muvâfakatü sarîhi'l-ma'kûl li sahîhi'l-menkûl, 2 cild, Bûlâk, 13214322, Minhâcu's-sünne ke­narında). O'na göre, akılla nakil çelişirse” ya nakil sahih değildir veya akıl sarih düşünememektedir. Yalnız burada sözü edilen akılcılık, kelâmcıların ve felsefecilerin akılcılığı değil, Kur'an akılcılığıdır. Hatta bir başka selef alimi İbnül-Vezîr (öl. 840/ 1436) bu konuda, Tercîhu esâlîbi'l-kur'ân alâ esalî-bi'1-yûnân (Mısır, 1394) isimli bir eser yazmıştır.

Selef metodu, Kur'an-ı Kerimin ikna usulüne uy­gun düşen ve hiçbir zaman ihmal edilemeyecek bir metodtur. Her dönemde hitabet ve nasihatla doğru yolu bulmaları sağlanabilecek pekçok kişi var ola­caktır. Zira din, sadece kuru akıl ve mantığa hita­beden bir müessese değildir. 923


2. Kelâmcılar

Kelâm metodunu ilk defa Mutezile kullanmıştır. Daha sonra sünnî kelâmcılar aynı metodu devam et­tirmişlerdir. Başlangıçta akla daha az yer verilir­ken, müteahhirîn kelâmcıları döneminde giderek artan bir şekilde akla daha çok yer verilmiştir. Bu dönemde kelâmcıların felsefenin tesirinde kaldıkları ve “nazar” adını verdikleri istidlal çeşidini çokça kullandıkları görülür.

Kelâmcılara göre bilgi elde etmenin (esbâb-i ilm) üç yolu vardı. 924

a. Sağlam Duyulur (Havâss-ı Selime)

Duyularla elde edilen bilgiler, aklın, doğruluğu­na apaçık hüküm verdiği zarurî bilgilerdir. Duyu organlarından her biri, o organ ne için yaratılmış ve görevlendirilmişse onu idrak eder. Meselâ işitme duyusu ile sesler, koklama duyusu ile kokulu şeyler idrak olunur. Ses göz île, renk kulakla algılanamaz. Zira Cenâb-ı Hakk, âdetullah ve sünnetullah denilen tabiîî kanunlarım, görme duyusunu renk ve şekille­ri, işitme duyusunu sesi idrak edecek şekilde cere­yan ettirmiştir. 925


b. Doğru Haber (Haber-i Sâdık)

Vakıa (realiteye) uygun olan haber demektir. İki kısma ayrılır:



1) Haber-i mntevâtir: Yalan üzerine ittifak et­melerini aklın imkansız gördüğü bir topluluğun riva­yet ettiği habere denir. Haber-i mütevatir ile hasıl olan bilgi de zarurî bilgi ifade eder. Ancak mütevatir haberin zarurî bilgi ifade etmesi için üç şart ge­reklidir:

a) Haber verilen şey duyuların idrak sahasına giren hususlardan olmalı.

b) Haber verilen husus aklen, imkânsız olma­malı.

c) Haberi verenlerin yalan üzerine birleşmeleri imkânsız olmalı ve tevatür sayısı her dönemde ke­sintisiz bir şekilde mevcut olmalıdır.

2) Haber-i rasûl: Peygamberliği mucize ile teyid ve isbat edilmiş peygamberin verdiği haberdir. Ancak bu çeşit bilgi istidlali bilgiyi gerektirir. 926

c. Akıl

Kelâmda insan için bilgi elde etme yollarından üçüncüsü de akıldır. Akılla elde edilen bilgi ya zaru­rî veya istidlali olur. Zarurî olana bedîhiyyât ta denilir. “Bütün parçasından büyüktür” gibi. İstidlali olana, kesbî, iktisabı ve nazarî bilgi denilir. Bu çe­şit bilgi, ya bütünden parçaya intikal (ta'lîl, tüm­dengelim) yoluyla, ya parçadan bütüne intikal (is­tikra, tümevarını) yoluyla veya parçadan parçaya intikal (temsil, fıkhî kıyâs) yoluyla elde edilir. 927

Kelâmda dinî akidelerin kendisini teşkil eden, mesâilin tesbitinde doğru haber; mesâile mebde' olan vesilelerde his ve akıl kullanılır.

Kelâmcılar nakli hareket noktası kabul etmekle beraber akla da oldukça önem verirler. Zira akıl di­nî teklifler için kaçınılmaz bir şarttır. Akıldan mah­rum olanları din mesul tutmaz. Çünkü aklı olmaya­nın ehliyeti de yoktur. Ayrıca akıl, hayır ile şerri, güzelle çirkini idrak ve temyiz eder. Fakat akıl yal­nız başına hakim olamaz, müstakillen dinî akideleri vaz edemez, farz ve haram gibi hususları tayin ede­mez.

Din, aklı sürçmekten ve yanılmaktan korur. Akıl da nakli destekler, naklin getirdiği esas ve hükümlerin hikmetlerini anlamaya vasıta olur. Kur'anda pekçok âyet, insanları nazara ve düşünmeye davet eder.

Kelâmcılara göre dini metodta akıl ve mantığın iptal edebileceği hiçbir şey yoktur. Ancak aklın bu­lamadığı şeyler olabilir. Din bunları tebliğ eder, akıl da benimser. 928


3. Süfîyye

Sûfilere göre akıl ve nakil belli ölçülerde dini bilgilerin kaynağı olmakla beraber, en ulvî ve en kudsî dini bilgiler keşf ve ilhamla elde edilir. Keşf ve ilham insana Allah ve sıfatları hakkında doğru­dan bilgi verdikleri halde, akıl ve nass vasıtalı bilgi verirler. Şüphesiz ki iç tecrübeye ve manevî müşa­hedeye dayanan vasıtasız bilgiler' yani marifet ve irfan, nassların nakil ve rivayet edilmesine veya aklın yaptığı kiyas ve istidlale istinad eden vasıtalı bilgilerden daha değerli ve daha önemlidir. Sufiler günlerce hatta aylarca düşünmek suretiyle âyet ve hadislerden, herkesçe bilinen bilgilerden ayrı ve ye­ni bilgiler çıkarmaya çalışırlar. 929 Nassların zahirle­ri, kendilerinde keşf ve ilham sonucu hasıl olan bil­gi ile çelişirse, onları keşfin ışığı altında tevil eder­ler.

Sûfilere göre, bir takım Kur'an âyetlerinden 930 anlaşılan şudur:

Kul çalışacak, çabalayacak, en mükemmel şekilde amel ve ibadet edecek, ihtiras ve menfaat tutku­sundan uzaklaşarak iyi bir zühd hayatı yaşayacak, bunun neticesinde Hak Taâlâ, sırf bir lütuf olmak üzere ona ilham ve marifet adı verilen bir bilgi, bir nur ve bir furkan ihsan edecektir, Kul dinî gerçek­leri ve ilâhî sırları bu bilgi ile en iyi şekilde kavra­yacaktır. Kazanılmasında ve elde edilmesinde kulun en küçük bir tesiri dahi olmadığından bu nevi bilgi­lere mevhibe-i ilâhiyye, eltâf-ı rabbâniye ve vehbî ilim denir. 931

Mutasavvıflar, hem selef taraftarlarını, hem ve kelâmcı ve fıkıhçılan zahir uleması olarak görürler. Kendilerinin özle, zahir ulemasının kabukla uğraştı­ğını söylerler.

Kelamcıların çoğunluğu, sufiyenin bilgi elde et­menin gerçek yolu olarak gördüğü keşf ve ilhamı, hakikate ulaştırıcı bir bilgi vasıtası olarak görmez­ler. Çünkü ilham herkes tarafından kullanılması ve kontrol edilmesi mümkün olan bir bilgi elde etme yolu değildir. Ayrıca keşf ve ilham sahibi kişi hata­dan korunmuş (ma'sûm) da değildir. Bu sebeple ke­lâmda sadece peygamberlerin ilhamı bilgi kaynağı kabul edilir. Gazzâlî (öl. 505/1111), Râzî (öl. 606/ 1210) ve Amidî (öl. 631/1233) gibi kelâmcılar, keşf ve ilhamla yakîn ve kat'î bilgilerin elde edilebilece­ğini kabul ederler. 932 Fakat ilhamın diğer bilgi elde etme yolları kadar kesin bilgiler verebilmesi, vehim­den ayrılabilmesi için âyet ve sahih hadisle kontrol edilmesi zaruridir. Gazzâlî, îhyâ ve el-Münkız'da gerçek bilgi elde etme yolunun keşf ve ilham olduğu­nu şiddetle müdafaa eder. 933

Keşf ve ilham bir bakıma içtihada benzer. Na­sıl ki, ictihad sadece sahibini bağlarsa, keşf ve il­ham da ancak sahibini bağlar ve ictihad gibi zan ifa­de eder. 934

4. Felsefeciler

İslâm Tarihinde Ernevilerin son dönemlerinde ulûm-i kadîme adı verilen felsefî bilimler arabçaya terceme edilmeye başlandı. O devirde felsefe, ilahi­yat (metafizik), tabiiyyât, riyâziyyât, mantık, siya­set ve ahlâk ilimlerini bünyesinde bulunduruyordu. Terceme hareketlerini takiben Kindi (öl. 252/866), Fârâbî (öl. 339/950), İbn Sînâ (öl. 428/1037), gibi İs­lâm filozoflarının tarih sahnesine çıktıklarını görü­yoruz. Daha sonra Gazzâlî, felsefecilerin ilahiyat ve tabiiyyat konusundaki fikirlerini tenkit ve tahlile ta­bi tutmuş, ondan bîr asır sonra gelen Endülüslü İbn Rüşd (öl 595/1198), Gazzâlî'nin tenkitlerine Tehâfü tü't-tehâfüt isimli eserinde cevap vermiştir, İbn Rüşd, felsefeyi müdafaa etmiş, felsefî kıyasın hak ve hakikatleri ortaya çıkarmak için en doğru yol ol­duğu tezini ısrarla savunmuştur. O bu konuya dair iki risale kaleme almıştır: Faslu'l-Makâl, el-Keşf an menâhici'l-edille. Bu iki risale, Felsefetü bnü Rüşd adıyla türkçeye terceme edilmiştir. (A.Ü. İlahiyat Ayasbeyoğlu tarafından “İbn Rüşdün Felsefesi” adıyla türkçeye terceme edilmiştir. (A.Ü. İlhiyat Fak. Yay., Ankara, 1955)

İslâm Felsefecilerine göre peygamberlerin teb­liğ ettiği dini ve ilâhî hakikatlerde, islâm filozofları­nın aynı konudaki görüşleri arasında bir ayrılık ve aykırılık yoktur. Aksine bir uygunluk vardır. Mahi­yet itibariyle bir've aynı olan ilâhî ve dinî gerçek­leri, felsefeciler ehliyetli kişilere açık-seçik anlat­mışlardır. Aynı hususlar din tarafından sembolik şekilde ifade edilmiştir. Felsefeyi de îslâmı da iyi bilen bir kimse nassla felsefe arasında tam bir, uy­gunluğun bulunduğunu görür. Çünkü hikmet (felsefî kıyas) şeriatın arkadaşı, adeta süt kardeşidir. Kur'an-ı Kerimde Allah Allah yoluna davetin üç şekli ol­duğu bildirilmiştir:

Hikmet, güzel öğüt ve cedel 935. Bunlardan hikmet felsefecilerin meto­du, güzel öğüt selefin, cedel de kelâmcıların yolu­dur. Öyleyse Kur'an hem felsefecilerin, hem selefin, hem de kelâmcıların metodunu ihtiva etmektedir.

İbn Rüşd, zahiri üzere bırakılırsa bizi teşbihe ve hatta küfre götürecek olan nassların, burhan ehli ve delilden anlayan kişiler için tevil edilmesini zaruri görür. Halk için bu tip nassların tevili uygun değil­dir, hatta sakıncalıdır. Bir nass burhan seviyesine ulaşamamış kişilere tevil edildiği zaman; o kişinin idrak edebildiği zahiri mana onun nazarında iptal edilmiş ve hakikat olmaktan çıkarılmış olur. Ayrıca tevili kavrayamadığından, tevil neticesi hasıl olan mana da, ona göre sabit olmamış ve her iki durum­da da hakikat iptal edilmiş olur. Görüldüğü gibi İbn Rüşd, tevil konusunda, nassın taşıdığı karakterle, muhatabın ilim, kültür ve zekâ seviyesini dikkate almaktadır. 936

Dini hakikatlerin ortaya çıkarılması konusunda islâm filozoflarının takip ettiği metod eksiktir. Zira din, Allahın vaz ettiği bir kanundur. Kaynağı vahiy­dir. Dini araştırmalarda hareket noktası daima na­kildir. Halbuki felsefede akıldır. Felsefi cereyanlar­da, o cereyanı kuran şahsın akılcılığı hakimdir. İs­lâm filozofları da büyük ölçüde eski Yunan akılcı­lığının tesirinde kalmış, Eflâtun ve Aristoyu üstad saymışlardır. Hatta Fârâbî, bu iki filozof arasında fikir ayrılıklarının bulunması gayet tabii iken, onla­rın görüşlerini uzlaştırmaya çalışmış, bu konuda da bir kitap yazmıştır. (Kitâbu'1-cem’ beyne ra'yeyi'l-hakîmeyn Eflâtun ve Aristotâlîs, Mısır, 1325/1907).

Müşahede ettiğimiz alemde,- ancak olayları bilip, fakat künhüne vakıf olamazken, akim, ğayb alemin­de, mebde' ve meâda dair meselelerde yeterli olma­sı mümkün değildir. Aklın, bu konularda vereceği hükümler zan ve tahmine dayanır. Gerçi akıl, bir üs­tün kudrete boyun eğmeyi gerekli görürse de, bu üs­tün kudretin sıfatları, fiilleri, emir ve yasakları ko­nusunda fikir söylemekten aciz kalır. İşte aklın yetişemediği bu konularda, nakil akla rehberlik yapar. Felsefî metodla, nakli hareket noktası kabul eden dinî metod arasındaki farkı şöyle özetleyebiliriz:

a. Dinî metod daha sağlamdır. Felsefî metod, sadece felsefî kıyas ve burhana istinad ederken, di­ni metod hem vahye, hem hisse, hem de akla daya­nır.

b. Felsefî metod daha özel ve şahsî, dinî metod daha geneldir.

c. Felsefeciler kendi aralarında dahi fikir birli­ğine varamadıkları için, felsefî metodun sonu buhrandır. Dini metodta ise teslimiyetle tatmine ulaşı­lır. 937

İslâm düşüncesinde “dinî hakikatler ne ile anla­şılır?” sorusuna cevap vermeye çalışan, selef, kelâmcılar, sûfiyye ve felsefecilerin görüşlerini özetle­meye çalıştık. Bu metodlardan herhangi birini tercih kolay değildir. Çünkü toplumda hak ve hakikata ulaşmak isteyen kişilerin anlayışları birbirinden, farklıdır. Toplumda her metodun hitap edeceği kişi bulunacaktır. İslâm, tevhid dinî olduğuna göre, metodu anlayışla karşılamak, istifade edilecek

yönlerinden yararlanmak gerekir. Her halde en ide­al olanı da sûfi Ebû Bekir Varrâk (öl. 370/980) in dediği seviyeye ulaşabilmektir:

“İlim konusunda ke­lâmla yetinip te fıkhı ve tasavvufu bir yana atan zındık olur. Tasavvufla iktifa ederek, kelâmı ve fık­hı bir yana bırakanlar bid'atçı olurlar. Fıkıhla yeti­nerek tasavvufu ve kelâmı bir yana bırakanlar fâsık olur.” 938



Yüklə 1,4 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin