Siyasi Sorun Paradigması
Siyasi soruna siyasi çözüm bulma geleneği ne yazık ki oluşmamıştır. Her tür problem rakip hanedanlar arasında bir güç sorunu olarak anlaşılıyor ve savaşa yol açıyordu.
Bir taraf Müslüman değilse cihad (kıtal) başlıyordu. Bu arada aynı hanedan dâhilinde olan rekabet yüzünden kılıçlar kından sıyrılıyordu. Güce dayalı, yenen her şeyi alır tarzında siyasi üstünlük modeli...
O çağda Müslümanlar politikacı olmanın sürekli uzlaşma arayışı içinde olmayı gerektirdiğinden haberdar değildiler. Siyaset, kuralların açıkça tanımlandığı yasa ve geleneklerde ve bunlara uyulmasının sağlandığı sistemlerde işler. Oysa Moğol sarayında sadece hükümdara yaranmak isteyen çeşitli lobi gruplan vardı, siyaset entrika idi...
Hiyerarşik devlet yapısı içinde sınırlı sayıdaki önemli mevkileri kapma yarışı vardı. Modern politik sistemde de rakipler, rakip partiler ve gruplar o günkünden pek farklı davranmaktadırlar.
Belki de İmparator (Moğol sultanı) ve çevresinde yapılanmış olan asiller sınıfı, güce dayalı mücadelenin açık cereyan etmesine izin vermiyorlardı. Bunun sebebi bir sistemden diğerine barış içinde geçmek için ne bir yöntem, ne yasa, ne kural, ne de prosedür (muamelat) olmamasıdır.
İngilizler bundan yararlandılar ve Hindistan'ı istila, ederken bile Hintli askerleri kullandılar. Ve Hayber'den de İslami bir güç akıp gelmedi.
Seyyid Ahmet Şehid ile Seyyid İsmail Şehid'in hareketine gelelim. Bu bir anlamda, belki de Hindistan'daki ilk siyasi hareketti. Yapmaları gereken ilk şey, bir ordu kurmak ve ordu için Orta ve Kuzey Hindistan Müslümanlarından yardım ve bağış toplamaktı. Ulemanın o güne kadar bir güç unsuruna tevessül ettiği duyulmuş şey de değildi. Bu, kısacası, benzeri olmayan bir hareketti Hindistan'da...
Prensler ordu kurarlardı o güne kadar, ulema için ise böyle bir şeyin düşünülmesi bile imkânsızdı. Dini lider diye bir keyfiyet bilinmiyordu. İki Seyyid'in hareketi sadece bir bölgede yönetimin devrilmesine yönelik, bununla sınırlı değildi. Bu hareket, bu ordu Racistan Çölü'nü ve Sihlerin hâkimiyetindeki Pencap'ı aşarak, Kuzey-Batı'da Patan'a ulaşıyordu.
Onların aradığı İslam bayrağının dalgalanacağı bir toprak parçası idi. Onlar Halife istiyorlardı. İşte o devlet, ordusunu da güçlendirerek, önce Sihleri tepeleyecek, sonra Yeni Delhi'ye girerek kâfir İngiliz'i devirip İslam'ı bütün Hindistan'a hâkim kılacaktı...
İletişim gerekliydi, silah ve kumanya gerekliydi. Bu Müslümanlardan düzenli bir biçimde toplanmalıydı. Para, sikke idi, O günlerde banka, banknot yoktu. Yardımlar katırlarla, develerle taşmıyor, bir muhafız birliği kervana eşlik ediyordu.
Cihad halk bazında da güçlü bir siyasi destek buldu. Bu insan ve kaynak (ordu, at, deve, vs...) açısından kaale alınacak bir güç teşkil ediyordu. Ne yazık ki trajik bir şekilde son buldu. 1831'de Ahmed de İsmail de öldürüldüler. Hareket dağıldı, yüzyıl sonra yepyeni bir liderlik altında yeniden yeşermek üzere. Yepyeni bir programla.
Özet olarak söylemek gerekirse, daha Moğollar zamanında, yani onlar henüz Hindistan'da hüküm sürerken, Hint Müslümanları uzun ve kıvrımlı bir yola çıkmışlardı: Siyasal örgütlenme. O yüzden Cihad hareketini Hint İslam tarihinde önemli bir siyasi gelişme olarak hatırlamak gerekir.
İşte iki Seyyid İslam'ın siyasi gücü için, Allah'ın hükümranlığı için Kuzey-Batı'da can verirken bilahare Kraliçe Viktorya'nın şövalyelik payesi ile teltif edeceği bir başka Seyyid, Delhi'de hâkim muavini olarak İngilizlerin hizmetine girmişti. 1857'de bir "isyan" görüyoruz: İki şehidin ve cihad hareketinin izinde yine ulemanın başım çektiği bir halk hareketi. İngilizlerin bastırdığı bu isyanın Moğol Hanedanı'nın resmi hitamını beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz...
O isyan sırasında halktan kaçan İngilizleri malikânesinde barındıran Sir Seyyid Ahmed Han, Kraliçe'nin yeni müstemleke yönetiminin gözüne girdi. Artık o İngiliz hükümeti ile Müslüman Hint tebaa arasında bir köprü idi.
Ahmed Han, karmaşık bir şahsiyettir. Ailesi hep Moğol hanedanlarının emrinde yani etrafında, sarayında olmuştu. Hizmet ve nasip ona doğal yoldan ulaşmıştı ve o işini de biliyordu...
Sosyoloji ve Medeniyet
Seyyid Ahmed'e göre İngiliz idaresi hayırlıydı, çünkü İngilizler Müslümanlara göre daha medeniydiler. Her türlü mahrumiyet içindeki orta sınıf Müslümanlara hep şunu söylüyordu: "Bırakınsurat asmayı, ellerinizi koynunuza sokmayı da İngilizce öğrenin, medeniyet öğrenin, İngiliz gibi, Avrupalı gibi olun!"...
Macaulay, 1832'de şunları yazıyordu: "Hintlilerin eğitimi o şekilde düzenlenmelidir ki bu eğitim ırkça ve kanca Hintli fakat kültürce, zevkçe, fikirce, ahlakça ve düşünüşçe İngiliz olan bireyler yaratmış olsun' Seyyid Ahmed Han da İngiltere'den şu izlenimle dönüyordu: "Hayır ve nimet namına ne varsa şu gökler altında maddi yahut manevi, insanın erişebileceği, Allah vermiş onu Avrupa’ya ve özellikle de İngiltere'ye!"
İngilizlerin yardımıyla 1875'de Sör unvanlı Seyyid Ahmed Han Aligar'da Mümin Anglo-Hindu Kolejini (Mohammedan Anglo-Oriental College) kurdu. Onun İngiliz muhibbi Hintliler yetiştirme tutkusuna ve teşebbüslerine de Aligar Hareketi adı verildi. Ahmed Han Avrupa'dan demokrasi hariç her şeyi ithal etmek yanlısıydı; demokrasi hariç-zirk demokrasi Müslümanları Westminister Katedrali'ndeki İrlanda-asıllılar misali azınlıkta bırakırdı.
O nedenle Ahmed Han Müslümanların siyasetle iştigalini önledi: Onun istediği, yeni yönetici aristokratlarla eski yönetici aristokratların bağdaşmasını sağlamaktı. İşte bu strateji Hint yönetimini Hindulardan kurtaracak, ayıklayacaktı. Müslüman Ahmed Han için Hindu yönetimi, Hindistan'ın, Müslümanların cehennemi haline gelmesiyle aynı şeydi!...
İngilizlerin de körüklediği ulusçu hareket Müslüman-Hindu dinlemiyor, herkesi saflarına çekiyordu, Seyyid'in düşlerini süsleyen Batı eğitimli Müslümanlar türedi; türedi ama benzer eğitim almış Hindu siyasi seçkinlerin emellerinden pek farklı olmayan emellerle!...
İşte, mesela, daha sonra Pakistan'ın kurucusu olacak olan Muhammed Ali Cinnah bunlar arasındaydı! Bu İngilizleri alarma geçirdi. İngilizler 1906'da Hint Müslümanları Cemiyetinin kurulmasına öncülük etmişler, o tarihten sonra da sürekli olarak, İngiliz menfaatlerinin Hint Yarımadası'ndaki kalıcılığını sağlamak için, Hindu kartını Müslümanlara, Müslüman kartını da Hindulara karşı oynayıp durmuşlardı.
Şimdi, işte o yüzden denebilir ki yarımadadaki Hindu-Müslüman tefrikasının zuhuru, İslami uyanış değil, değişmeyen İngiliz entrikası İngiliz taktikleridir. Cinnah ve Müslümanlar Cemiyet-i İslami'3d, Hindistan'ın bölünmesine, yani 1947'de Pakistan'ın kurulmasına giden yolda sadece bir slogan unsuru olarak kullandılar.
Sör Seyyid Ahmed Han'ın İslami iddiaları yok değildi ama onun hareketine İslami hareket denilemezdi. Bu arada şunu da belirtmiş olalım: Hint Müslümanları kendilerine ait İslami siyasi düşünce geliştirmediler ama İslam kültüründen de hiç bir devirde uzak kalmamışlardır. Müslümanları İslami kültürden ve onun iki hayati dilsel desteğinden, yani Farsça ve Arapçadan, uzaklaştıran Sör Seyyid Ahmed idi. İngilizce öğrenmeyi özendirerek Sör Seyyid İslam düşüncesinin kapısını Batı siyaset felsefesine açmış oldu.
Cihad hareketi Hintli Müslümanların, kendilerine ait İslami siyasi düşünce geliştirmeye başlamalarını başarmış, Sir Seyyid'in hareketi ise yeni filizlenmiş bu çiçeği besinsiz bırakmış ve kurutmuştur. Ama cihad hareketinin hatıraları, Hindistanlı Müslümanların siyasi kültüründe kalıcı bir yer etmiştir.
Seyyid Ahmed Han'ın İslam Cemiyeti'nde vücut bulan ve Cinnah ve benzerlerinin yönetiminde olan Aligar Hareketi'nin ürünleri bir bir peydahlanırken, Allame Muhammed İkbal'in kalplere dolan dizeleri Müslümanların siyasi kültürlerini İslamileştirmeye başladı.
İkbal de bir zamanlar Hint ulusçuluğuna bulaşmıştı, sonra bu düşünceyi terk etti. Osmanlı halifesini savunan hilafet hareketine katıldı. Bu hareket, Hindistan'da yaygınlaşmayı başarmış, İngiliz karşıtı ilk İslami hareketti. Halifecilik İslam'a ve Hindistanlı Müslümanların gönüllerine tabi ki yakın değildi ama Hindistan'daki siyasi boşluk İslami terimlerle doldurulamayınca o günün şartlarında Müslümanların birliği ve gücü için yapılabilecek olan sadece buydu. Ama bu bile Aligar hareketinin siyasi perspektifinden oldukça ileriydi.
İşte, tarih dediğimiz süreç hep sürprizlere gebedir. İkbal'in şiiri bir anda, avam yahut havas bütün Müslümanların bam teline dokunmuştu. Bu dilin 1930'larda Mevdudi'nin Urduca yalın nesri ile desteklendiğini görürüz; Hint İslamı'nm dili İngiliz etkisinde Farsça'dan Urduca'ya kaymış, kaydırılmıştı. Gerçekten Mevdudi Kıta Yarımadası'nda İslam siyasi düşüncenin bayraktarı, sancaktarı olarak selamlanmayı hakk etmektedir.
Anlaşılan şudur ki, Müslümanlar selam saatlerinde salim değiller. Ancak sıkışınca akıllarını kullanmaya başlıyorlar. Mevdudi'nin satırları bir anda Kur'an ve Sünnet'i yeniden gündeme getirdi ve güncel kıldı. Ama pratik bir soruna, Cinnah'ın "Hint liberasyonunun (bağımsızlık hareketi) yasal bazı" dediği sorunsala acil bir çözüm öneremedi...
Fakat Mevdudi yüz yıl evvel Cihad Hareketi'nin kısa bir süre önce de Hilafet hareketinin sürdüğü toprağı ekmeye başlamıştı. Bu sebeple, Müslümanlar cemiyeti Pakistan'ın kurulmasını öngören anayasayı bitirdiklerinde Müslüman kitle buna hazırlıklıydı. Anayasa'yı, Hindistan'da İslami bir devlet kurmaya yönelik bir adım olarak değerlendirdiler.
Çantadan Pakistan çıktı ve Mevdudi pek sevinmedi: Yönetim yeterince İslami değildi, en iyi bilinen tabiriyle, laikti. 1941'de kendisi Cemaat-i İslami'yi kurdu. Ve tarihte herhalde de ilk kez ve İran İslam Devrimi'nden de 40 yıl önce, "İslam Devrimi"nden bahseden kişi oldu... Mevdudi hatasızdı denemez; bu yazılarından da çıkarılabilir, eserlerini şerh edenler de söylerler.
Görmemiz gereken nokta şudur ki, farklı kademelerde, tarihin adımları da farklıdır. Tarihin bir kesitinde akamete uğramış bir hareket, daha sonraki bir tarihte oldukça güçlü ve başarılı bir hareket olarak ortaya çıkabilir. Bir dönem yapılan tarihi hatalar, başka bir dönemde başarıyı getirebilir.
İşte birçok ara-devrim bizi neticede Dünya İslam Devrimi'ne götürecektir. Bunu İran Devrimi örneğinde de görebiliriz. Hintli Müslümanlar örneğinde ise, Pakistan'ın kurulması İslam adına Müslümanları bir an önce bir bayrak altında toplayabilmek için yapılmış kısmi bir devrimdir.
Ama Pakistan hareketi, topyekün, bir devrimin diğer üç kriteri açısından başarısızlığa uğramıştır. Bu üç kriter; muttaki (adanmış, Allah'a teslim olmuş) sınıflardan ve diğer kısmi ilgilerden bağımsız bir liderlik; toplumu bütünüyle her seviyede yeniden inşa edecek güç; dış dünya ve kendi terminolojisi ile ilişki kurabilme becerisi. Alt seviyedeki hareketleri, kısmi devrimleri veya başarısız devrim teşebbüslerini değersiz görüp önemsememek akıllıca bir davranış değildir; geleceği planlamak ve önceden sezinleyebilmek için deneyimleri analiz etmeyi ve içselleştirebilmeyi öğrenmek zorundayız.
Tarih tuhaf olaylar da yaratmaktan aciz değil. Alın Malezya'yı: Kesinlikle bir sömürge ürünüdür. İngilizler onun Anayasası'nı yazmış ve Malezya'yı "İslam devleti" diye tanımlamışlardır. Ne dediniz? Bir kere, bu ülke vatandaşlarının yarısı Çinlidir.
Öyküsü şu: Ensede Komünist Çin var, boza pişiriyor! Onun için ne yapmak lazım? Malezya toplumunun Çinli kesimini siyasi sisteme sokmamak lazım.
Malezya Müslümanları Malaydır, Malay ırkına mensupturlar. Yani İngiliz 'Müslüman' der. Malay demek ister. Sorun şudur: Çinliler ülke ekonomisine hâkim idiler. İngilizler de demiş olmaktaydılar ki, Çinliler ekonomiyi, onun süreçlerini yürütür, Malaylar da devleti, onun uzantılarını...
Yani etnik köken bazında İslami kurumları ile birlikte yaratılacaktı Malay İslam Devleti. Bu 'kozmetik İslam' sakın etnisiteyi ve laisizmi de götürmesin! Olmaz deme, olmaz olmaz! Belki bu şer bir hayır yaratır, ırkçılıktan arınmış gerçek bir İslami hareket başlatır, gerçek İslam devletine giden bir devrim yolu açar.
Tarih tezimizin bir icabı olarak dedik ki, dünya coğrafyasının bir parçasında bir dönem cereyan eden olaylar bir başka parçada değişimi hızlandırabilir. Bunun bir de zaman boyutu vardır; geçiş, nüfuz ya da dağılım süreci diyebileceğimiz bu süreç zamana ihtiyaç gösterir, coğrafya atlarken, farklı siyasi ve kültürel ortamlara geçerken.
İran İslam Devrimi'nin kökleri Şii ilahiyat tarihine dayanır. Din âlimleri siyasi partiler gibi taraftar ararlar. Mezhep imamları ve bütün mezheplere bağlı âlimler diğer imamlarla aralarına mümkün olduğunca mesafe koyarlar, onların 'davası' budur. Onlar bunu, Şii-Sünni yapadursunlar, siyasi otorite de onları hep istismar eder...
Mezheplerin her biri kendini "hakikatin aynası" biliyor: Nezaketen de ötekilerin doğrunun bir kısmını bildiklerini kabul ederler. Tarih yaratmak, hakikati tarihle doğrulamak (kısmen yahut bütünüyle) onların hiç derdi değildir. Kim bilir, belki de mezhepçilik yapmak,
Ben Malezya'ya çok gidip-geldim. 1994'te edindiğim intiba ve Malay Müslümanlarının görüşü bu yöndedir.
Felsefi ye gizemli safsatalar geliştirmek, bunları savunmak, tarihin sıcak sahnesinde yer almaktan daha kolaydır.
Onlar tarihin, tarihsel değişimin, o büyüyü, o sürekliliği bozmasından korkuyorlar. İran Devrimi müstesna; Devrim'den sonra köşesine çekilmiş âlimler de bütün müminlerin onayını almış evrensel hareketliliklere ilgi duymaya başladılar İslam coğrafyasında cereyan etmiş bu en büyük hadise, obskürantizme (ilim âlim işidir) de darbe vurdu.
İran Devrimi mezhepleri, mezhepçiliği aşmıştır. Tarih baharda eriyen kar suyu gibidir; denize akmak ister. Onun mecraları nehir yatakları gibidir, onu denize taşır. Bazen bu su o kadar coşkun olur ki bendini aşar.
İşte Devrimi yaratan Şii ilahiyatı onun teorik sonuçlarını kuşatamayacak durumdadır. Şiilik de pek tabii onun kurbanlarından biri olacaktır. Bu süreç işlemektedir. İslam devrimi, daha önce de belirttiğimiz gibi, sadece yeni düşüncelerin bir neticesi ve Şii geleneğinden çıkma bir hareket değil, aynı zamanda Sünni dünyanın birçok bölümünde gerçekleşen iç hareketlerin ve kısmi devrimlerin de devamıdır.
O irili ufaklı hadiseler ki hiçbir şeyle sonuçlanmasa bile bir iletişim sendromu yaratmış, düşünceyi kamçılamış ve beslemiş, yazılı eserlerde ve siyasi gelenekte patlamalar yaratmıştır. Bunlar daha ziyade münferit çalışmalardı denebilir. O hamallar, o mecralarda zamanla kuruyup gitmiştir. O suların Suudi Arabistan çölünde kaybolduğunu buharlaştığını da söyleyebiliriz...
Ancak İslam cihanşümul bir güçtür, onu aramayı sürdürmüştür. Dünya coğrafyasının her köşesinde mantar kültürleri gibi biten gruplar yaptı bunu, çıkmazdan, çıkmaz sokaktan çıkış aradılar. Neden? Sömürge ertesinin "bağımsızlık"ı büyüsünü kaybetmişti. Ulusçu, partici İslam da aynı süreçte miadını doldurmuştu.
FLN'den (Ulusal Bağımsızlık Cephesi) İran Devrimi'ne, Devrim'den FlS'a... O süreçte sömürgelerden Avrupa'ya ve Kuzey Amerika'ya göç eden Müslümanlar da organize, örgütlü gruplar oluşturmuşlardı. İşte FLN de bu gruplardan biri idi: Paris'te başlayan Ceza5dr Bağımsızlık Hareketi (1954-62). FLN Fransa'daki Cezayirlileri anında politize etmiş, yeni göçmenlerle de sürekli güçlenmişti.
FLN'nin başarısı onun şöhretini Tunus ve Fas'a da taşıdı ve Fransa'ya ve İspanya'ya göçleri hızlandırdı. İşte İran Devrimi'nden iyice ilhamlanan bu insanlar Cezayir'de İslam Cephesi'ni (FIS) kurdular. Bütün Kuzey Afrika'da da benzer teşkilatların kurucusu durumunda oldular.
İslami bilinç Avrupa'da Almanya, Belçika ve Hollanda'da Türk gruplar içinde de yükselmektedir. Bu şuur Türkiye'de Müslümanlardan ulaştığı noktadan ileridedir. Bu arada Lübnan'da Hizbullah Devrim stratejisini Filistin mücadelesine taşımıştır. Cihad fikri ve Hamas Teşkilatı bu transferin ürünleridir.
Devrimin ihracı kaçınılmaz bir keyfiyettir. 1982'de İsrail'in Lübnan'dan ihracı bunun şahane bir sonucu dur.
Devrimin Sorunları, Crescent International, Müslim Institute
Devrimin, özellikle teorik perspektiften sorunsuz olduğu düşünülmemelidir. Bu ne anlaşılması ne de hazmı kolay bir olgudur. Mesela, İran basın-yayını zayıftır ve onun dışında Devrim'e sempati duyan yoktur. Dünya medyası sempatik değildir.
Devrimin dili kesinlikle Şii ve Safevidir; yani iki güçlük birden! Farsça olmasına ilaveten demek istiyoruz. İran'da Devrim'in sesini duyursun diye basılan ve dünyaya dağıtılan İngilizce gazeteler son derece muğlâk bir Şii hitabet ile yüklüdür...
Batı'nın yalan-dolu propagandası Devrim'i susturmaktadır. Ama ne hasım propaganda ne de İran'ın beceriksizlikleri, asli unsurların gözden kaçmasına yetmemiştir: Devrim, devrimdir, büyüktür ve seslidir ve bu devrimin lider kadroları muttakilerdir. Bir başka boyut da şudur: Bu devrim İslam'ın tarihi düşmanlarına karşı muhteşem bir başarı göstermiştir.
Böyle bir devasa hadisenin İran dışındaki müminleri etkilememesi beklenemez. Hele hele daha önce aynı tür mücadeleler yürütmüş olanları. Onlar yepyeni ilhamlar aldılar Devrim'den. Ne yazık ki asrın büyük şöhrete sahip Partici İslamcıları, Pakistan, Hindistan ve Bengladeşte"'Cemaat-i İslami, Arap ülkelerinde de İhvan-ı Müslimin Devrim'den nasiplerini alamadılar, içlerine sindiremediler.
Siyasi yönelimleri ve finans bağlantıları yüzünden onlar en sapkın ilahiyat ekolü kadar uzağında kaldılar devrimin. Onlar, çağdaş politikacı misali, doğrusu ve eğrisi ile hatta-hatta gözler önündeki tarihsel sonuçlar ile ilgilenmiyor, ilgisiz kalıyorlardı. Onlar Suudi Arabistan rejimi ve sair patronların etkisinde idiler ve kısa dönemde ifa ile yükümlü oldukları işler, ulaşmaları gereken menziller vardı...
Yine de çok sayıda İslam gönüllüsü ve İslam liderleri Tahrana uzanıp İmam'la el sıkıştılar. Sempatilerini ifade ettiler. Bunlardan bazıları Devrim'in ilk birkaç yıldönümüne de çağırıldılar. Sayıları birkaç bin civarındadır. Yıllık mutad Hac mesajlarında ise İmam Humeyni "Ümmetin Birliği İlkesini" vurgulayarak, şunu söylüyordu: "Şii Sünni farklılıkları güdenler ne Şiidirler, ne de Sünnidirler!"
Ancak İmamın bu uyarısı uçaktan inmeyen sözcülerini pek etkilenmemiş olacak ki onlar her türlü tavır ve sözlerinde, bütün propaganda ve açıklamalarında, fanatik Şii idiler. İran Dışişleri Bakanlığı ile Kültür Bakanlığı da Sünni âlem ile anlamlı bir iletişim kurmaya çalışmadı. Mahalli Şii topluluklara hitap seviyesinde kaldı bu ikisi.
''Bu arada Suud-Amerikan işbirliği, İslamcı partiler başta olmak üzere, geleneksel olarak dost bildikleri başka gruplara para yağdırmayı sürdürdüler.
Bunların önde gelenleri pek tabii ki İhvan ve Cemaat-i İslami idi ve bunların Avrupa ve Kuzey Amerika'daki dalları idi. İslam Devrimi'nden hemen sonra Tahran'a giderek sempati ifadesinde bulunan bu iki teşkilat çok geçmeden ona muhalefet etmek için, basit mazeretlerle kol sıvadılar. Mesela Tahran'a "Müslüman kardeşin Irakla savaşa son ver!" diyebiliyorlardı...
Teori ve Pratik/İletişim Sorunsalı
İran dışında da İran içinde de hemen hiç kimsenin anlamadığı şey şudur: İran Devrimi, Şiilik dâhilindeki bir fikri devrimin sonucu yahut uzantısıdır. Çok gürültü koparan bir klişe de şu oldu: "İran, devrimi ihraç etmek istiyor!" Devrime muhalif Müslümanlar İran'ın "Şii genişlemecilik" güttüğü tezini de aynı bağlamda ileri sürdüler.
İşte bir esaslı sorun Devrimin uluslararası dili idi; kime nasıl anlatılacağı idi. Bu tür bir iletişimciliğe talip olanlar başka gündemlerin adamlarıydılar: Lübnan'da, Filistin'de başka mücadeleler veren insanlardı. Devrim'den etkilenmişlerdi ve gönüllü sözcülüğünü sürdürüyorlardı: Cezayir'dekiler gibi, Mısır'dakiler, Afganistan ve Keşmir'dekiler gibi...
Bu arada hiç bir İslam ülkesinde hiçbir üniversite İslam Devrimi fenomenini araştırmaya teşebbüs etmiyordu. Bunu ihlâs ile ve çok cüz'i imkânlarla yapmaya çalışanlar özel kuruluşlardı, mesela Londra'daki İslami Araştırmalar ve Strateji Enstitüsü. Mesela, Atlantik'in ötesinde Toronto'da 1973'de bir bodrum katında yayma başlayan Latif ve Zahide Uveysi'nin çıkardığı "Crescent International".
Crescent Devrim'in açıkça sözcülüğünü ve savunmasını yapıyordu. İslami Araştırmalar Enstitüsü ile Crescent'in daha Devrim'den önce fikri paralellikleri vardı. Devrim olduğu zaman bu ikisi İran'dan gelen haberleri global siyaset dili ile tanıtmaya ve tartışmaya başladılar..
Kısa bir süre böyle oldu ve doğrusu Enstitü'de hiç kimse bu tür haberciliğin İran üzerinde bir etkisi olabileceğini de hiç mi hiç düşünmemişti. Oysa İran'da Şiilikle ilgisi olmayan ve Devrim'in bütün şiddetini hisseden geniş bir halk kitlesi vardı; onlar içeride konuşulan dili anlamayanlardı. Aralarında akademisyenler vardı, yazarlar, gazeteciler ve televizyoncular vardı. Olayların dilini anlayamıyorlar, o zaman da olayları takip edemiyorlardı...
İşte bu kamuoyu Londra ve Toronto'dan gelecek haberlere nimet gözüyle bakıyorlardı. Hepsi normal gazete makalesi uzunluğunda olan bu haberleri onlar Farsça'ya çevirip günlük gazetelere ve yüzlercesi basılan devrimci dergilere veriyorlardı. Enstitü bir yandan Devrim'in gayri İrani/gayri-Şii portrelerini İran'a ihraç ederken bir diğer yandan da olup bitenleri daha ijd anlamaya başlıyordu...
İnce Hususlar/Ümmetin Birliği
Pek tabii İslam Enstitüsü uzun dönemde İslam devrimi, İslami devlet ve onun kadrolarıyla ilişkisinin, Şiiliğin harikulade bir biçimde anlaşılması ile değil, devrime sağlanabilen siyasi destek (lobi) ile doğru orantılı olacağını anlamıştı. İran her taraftan abluka altına alınmışken İmam Humeyni'nin sürekli olarak Müslümanların birliğini tekrarlaması büyük bir cesaret veriyordu.
İslam Enstitüsü ve Crescent bütün yazı ve konuşmalarım İslam Devrimi'nin düşmanlarına yönelttiler. ABD, Suudi Arabistan ve pek tabii saldırgan Baas (Saddam Hüseyin) rejimi. Dergi sözcüleri seyahat ederek her durakta Devrim bağlamında bir siyasi İslami söylem şansını araştırdılar. İslam'ın başka türlü bir dünya gücü haline gelme ihtimali yoktu.
Dinleyici buluyorlardı. Açık ve güncel mesajları alkış da alıyordu. İran'da ve başka pek çok ülkede evlerde adlan anılır olmuştu. O süreçte İran'dan pek çok isim, fikir, devrim yöntemi ve siyasi tavır dışarı çıkabildi, muadilleri dışarıdan İran'a girebildi...
Yani bu süreçte İslam Enstitüsü çift; taraflı bir iletişim kanalı oldu. İran Devrimi'ne tam ve kayıtsız destek verişi ile İran'da gözde ve gönüllerdeydi. İran dışındaki Müslümanlar da Enstitü'nün dilinde ve Devrim'e karşı tavrında hep özledikleri ve hemen benimsedikleri bir hava, bir anlam buluyorlardı.
Enstitü İslam âleminde başlatılmış bir başka süreçte de aktif bir rol üstlenmişti. Bu, ezeli Sünni-Şii ayırımının Devrim'e "kaka" dedirtmek için S. Arabistan ve ABD ve onların müttefiklerince gündeme sokulmasıydı, öyle ki 80'li yıllarda ümmet rahatlıkla Sünni-Şii diye ikiye bölünebilirdi. Ama İslam bünyesinde ümmetin birliği, dinin bölünmezliği ilkesi tefrikacılara galip gelmişti.
Sonra Selman Rüşdi olayı patlak verdi, ''Şeytan Ayetleri" adlı kitaba İslam Âlemi’nin tepkisiyle nihayet İmam Humeyni'nin Rüşdi'yi idama mahkûm eden fetvası. Londra rüzgârın göbeğindeyken İslam Enstitüsü'ne çok iş düşmesi kaçınılmazdı. Mesela bu fetva lehinde kamuoyu yaratmak. Tabii başkaları da vardı o rolde. Müslümanların İngiliz toprağında enselenmeden seslerini çıkarabilmeleri İran'ın sırtından bir büyük yükün kalkması ile aynı şeydi. Ve işte o sırada Enstitü diyordu ki, "Bu fetva bütün inananları ilgilendirmektedir!"
Ve işte bir defa daha mezheplere rağmen Ümmet-i İslam'ın bütünlüğü dünya kamuoyunun gözleri önüne seriliyor, sergileniyordu. Benzer biçimde Batı ittifakı da kendini en bariz ve çirkin bir biçimde ilk defa ele veriyordu. Şeytan ayetleri ve hemen arkasından gelen Fetva tarihin nasıl yapıldığına mükemmel bir örnek teşkil ediyordu.
Aynı süreçte SSCB (Sovyet Rusya) işgal ettiği Afganistan'dan kaçıyordu ve çözülmeye başlamıştı. Batı kuyruğunu dik tutma sevdasından pek tabii ki vazgeçmiyordu. Ama Fetva zafer kutlamalarına, zafer sarhoşluğuna limon sıkmıştı, İslam emin adımlarla ilerliyordu...
İslam'ın Manifestosu
Aslında 1971-72'de İslam Enstitüsü hasbelkader kurulurken Londra'dan dünyaya karanlıkta göz kırpıyor, bir manada, bulanık suda balık avlıyordu. Ama Devrim'i hemen benimseyenler arasında yer aldı. Esasen İran Devrimi, bu kuruluşun siyasi felsefesinin bir ispatı gibiydi. Fetva Batı'da yaşayan Müslümanlar için tarihi bir dönüm noktası mahiyetindeydi...
Ve Enstitü bu gelişmelerin odağında ve onlardan yararlanarak kendi tez ve stratejisini geliştirecek, sahasını genişletecek konumda idi. Yapılacak iş, müminlere hayallerini inşa edebilecekleri yapısal fikirleri vermekti...
Kurum bu siyaset doğrultusunda iki tez yayınladı: "Politikasız Güç" ve "İslam'ın Manifestosu". İşte 1992'de Londra'da İslam Şurası'nı toplayan belgeler bunlardır. Tabii henüz çok ham bir oluşum. Daha tecrübe kazanması lazım, birikim lazım, şahsiyetim bulması lazım. Bir hareketin gücü bunlarda yatar.
Özetle diyebiliriz ki Enstitü, Devrim'in felsefesini teyit eden tezahürü, Fetva'nın Batı'ya meydan okuyuşu ve İngiltere İslam Şurası olarak İslam'ın geleceği açısından fevkalade önemli gelişmeler, kat etmiştir..
Bu bölümde izaha çalıştığımız "ara hareket semtomu", onun örnekleri, devrime giden uzun yolda, onun doğal safhalarını teşkil eden fikri doğuşta, evrenselleşme sürecinde, İslam'ın siyasetinin oluşmasında ve nihayet yeryüzü Müslümanları arasında bir icmanın meydana gelmesinde katkısı olan aşamaların tam ifadesidir. Aynı anda hepsi birlikte işleyen bu süreçlerle tanımlanan ve tamamlanan tarihsel değişim süreci İslam tarihinde yeni bir olgudur, yeni bir kavramdır. Müslümanları şevklendiren, kâfirlerin kalbine de şek ve korku düşüren, onların dirençlerini kıran bir olgu.
-------
Dostları ilə paylaş: |