Dokuzuncu Bölüm
İMAM VE LİDER: HİLAFET VE İMAMET
Liderlik İslam'ın özünü oluşturur. Yani liderlik ve liderin gücü İslam'da merkezi bir yere sahiptir.
İslam öğretisi "Lailahe illallah" diye başlar. Biz bu bağlamda öncelikle İslam'ın meşru saymadığı yönetimlere, liderlik tarzlarına bakalım. Bunlardan biri gasıplardır. Bir toprağı işgal edip orada taht kuranlar, kendini oranın kralı ve kanun koyucusu ilan edenleri meşru saymaz ve onlara karşı cihadı emreder.
Aynı özelliğe sahip meşruti yönetimler, partili sistemler, konseyler, cuntalar, parlamenter sistemler arasında da ayırım güdecek değiliz. Bunlara hemen son verilmelidir. Bu gibi (zalim) yönetimlere Ancak dayanılması mümkün olmayan bir zulüm olduğu zaman yalnızca geçici bir süre için katlanmaya cevaz vardır.
Şöyle bir teşbihte bulunalım: Tek-fazlı cereyan sağlayan bir şebeke düşünelim. Evlere, okullara, istasyonlara, fabrikalara, işyerlerine, karayollarına, havaalanlarına ve diğer yaşam birimlerine. O zaman kullanılan aletlerin belli bir voltaja ayarlı olması gerekir, yoksa kısa-devre yapar, alet yanar, halk tabiriyle...
işte İslam da öyle entegre bir güç-otorite-itaat devresi, semasıdır. Orada gücün yegâne kaynağı Allah'tır. Buna, bu öğretiye biz "Tevhid" diyoruz. Yani Allah'ın "birliği" ve "şeriksiz'liği".
Her şey o güce boyun eğecektir'. Alah (c) yarattığı herkesi, her şeyi kendine itaat etmeye programlamıştır. Onlara isyan etme kabiliyeti vermemiştir. Ancak insana, kadın-erkek, bu istidat verilmiştir.. Bu yolu tercih edenlere biz mümin diyoruz.^
Bir sonraki aşamada da Resulullah Muhammed'in bulunduğu yeri anlamanız, tahlil etmeniz gerekir. İslam itikadında Peygamber Allah'la yegâne beşeri temas hattıdır. Ona "Vahiy" gelmiş ve O, Peygamberler neslinin son örneği olmuştur.
İslam'da itaat prensibi açıkça belirtilmiştir: "Allah'a itaat edin. Resulüne itaat edin ve içinizden olan emir sahiplerine itaat edin". İşte bu, ilahi gücün insanoğluna iletildiği (peygamberden sonraki) ikinci beşeri hattır; halife, imam ya da daha net bir ifadeyle halifetü'r-rasul. Biz her iki tabiri de kullanacağız, aynı manada. Ve ayrı ayrı Sünni ve Şii itikadında, bu tabirlerin birbiriyle olan ilişkisini irdeleyeceğiz.
Önce hilafa (hilafet) kelimesinin sözlük anlamına bakalım: Birinin yerini almak, halefi olmak, birinin yerine geçmek.
İslam güç şablonunda değişmeyen öğeler Allah ve Rasulüdûr. Başka her şey, mesela Peygamber adına yönetenler, her an değişebilir. Allah'a ve Resulüne itaatkâr bir Halife'ye itaat ise doğrudan Allah'a ve Rasulüne itaattir ve müminleri bağlayıcıdır.
Halife devlet işlerini Şura yöntemiyle yürütür. Bu yöntemle danışma organları teşkil eder: Meclis, özel danışman, başkan veya devlet başkanı (Reis el-Küttab), kabine yahut hükümet reisi (vezir el-vüzera), vezirler (bakan), il ve bölge valileri ve daha alt kadrolar. Ama prensip değişmez: Bir hiyerarşi içinde dağılımı yapılan bu güç Allah'ın ve Rasulünün kadrolaşan gücüdür...
Tek fazlı, çift fazlı her türlü cereyanın kaynağı Allah'tır, elektrik gücü teşbihimize tekrar dönecek olursak, Halife o gücü tevzi eden trafodur. Ve o Şura bu manada herkese ulaşan şebekedir. Halife, sistemin meşruiyeti ve dinin teminatıdır. Halife, yoksa hilafa yani otorite veya güç de yok demektir.
Halife İslam'ın; İslam Devleti'nin alternatif ismidir. Kim nasıl inanırsa inansın, bunda Sünni tavır ile Şii tavır arasında fark yoktur. Ebul Fazl îzzati diyor ki , "Şii terminolojisinde Hilafet, ümmet her türlü dünya ve ahiret işinde mutlak önderliktir. Ve imamlar Peygamber'in halifeleri olarak ümmeti yönetirler. Halifelik ise nihayet Allah'adır, zira insan Allah'ın yeryüzündeki halifesidir" Fakat imam öncelikle Peygamber'i aklında tutmalıdır, o Allah'ın direkt halifesi değil, dolaylı halifesidir.
İzzati şunu ilave ediyor: "Peygamber yoksa halife namı altında birisi de yoksa ümmet (veya cemaat) kendi imamını seçer. Bu konuda Şii ve Sünni Müslümanlar aynı şekilde düşünmektedirler."
İmam ümmetin başında yerini almadan, İslam siyasi boyutunu kazanamaz, siyasi bir sistem olmaz. Yapının temel direği imanıdır. Diğer işlevler onun çevresinde oluşur. O, kablodur: Allah'tan (c.c.) gelen gücü iletir. Ve şurası prizlerdir. Ye ümmetin her ferdi bir fişe teşbih olunabilir...
İşte Allah'tan (c.c.) gelen güç ancak ulvi gayelere hizmet için kullanılabilir. Başlangıçta belirttiğimiz gibi değişim insan hayatının değişmez bir paradigmasıdır.
İmam'a düşen görev İlahi inanış, ilim, takva ve bilgi koşullamalarından sapmadan, değişimi yönetmek, etkilemek, saptamak, formüle etmek, önceden bilmek ve denetlemektir.
Şimdi, ümmet hayatını etkileyen çoğu mesele tercih içerir, karar verme içerir. İster şahsi umur olsun, ister ammi umur olsun, takva tercih ve kararlara amir kılınmalıdır. Ve unutulmamalıdır ki İslam, bir siyasal düzen olarak, umumi hayrı şahsi hayrın üzerinde tutar...
Siyasi süreç bir tercihler ve karar almalar zinciridir. Demokratik diye övgüler yağdırılan laik yönetimler, toplumsal yaşayışın dayandığı ahlaki temelleri bozmanın dışında bir amaç taşımıyorlar. Mesela İngiltere, son 40 yılda bu hükümran ülke yönetimi, homoseksüelliğe cevaz verdi, kürtajı yasallaştırdı, kumara müsaade etti. Fahişelik ise her zaman meşru idi...
Güçlü İngiliz yönetimi "ölüm" cezasını da kaldırdı. İslam Devleti'nde bu kararların hepsi ilelebet, Allah'a (c.c.) ve Rasulüne bırakılmıştır. Bilimsel buluşlarla, yeniliklerle, anketlerle (kamuoyu yoklamaları) o hükümleri değiştirmenin imkânı yoktur; o moral (ahlaki) parametreler ezeli ve ebedidir... Meclis de, partiler de mesela halifenin konumunu ve gücünü değiştiremez.
Halife Allah'ın ve Resulünün takipçisidir. Onun üstüne çıkılamaz. Ancak şura Allah (c.c.) emridir. Halife'nin reyini etkileyebilir. Ümmet de derdini Allah’ın Halifesi'ne dinletebilir...
Son söz ise halifenindir. Pek tabii Halife de şuraya mümkün olduğu ölçüde icabet ve teveccüh göstermelidir. Propagandaya, baskı gruplarına alet olmayan, medyada yahut parti megafonunda saptırılmayan halk, görüş ve hissiyatının da karar merciine (Halife'ye) yansımasında hiçbir beis yoktur...
Belki de gelecekte bir İslam Halifesi, üniversite dediğimiz kurumu, devlet kararlarının verilebilmesi için gereken bilgilerin sağlandığı araştırma birimi haline getirebilecektir. Belki üniversiteler de diğer ilim odakları da yasa teklifi hazırlayabilecekler, yasaları değiştirebilecekler. Bunların işlerlik halindeki yasa ve mekanizmaları tahlil edip, eleştiri ve tekliflerini Halife'ye ulaştırmaları mümkün olabilecek...
İslam devletinin mükemmele ulaşmak için parti usulü eleştiriye ihtiyacı yoktur; o kendi iyileştirici kurumlarını oluşturacaktır. Mesela Meclis yahut Danışma Meclisi ki, bu atanmış da olabilir, seçilmiş de olabilir. Yani halk reyini temsil ediyor da olabilir. Ve Meclis, belli meseleler üzerine toplanıp dağılan gruplar şeklinde de çalışabilir; yani belli hedefleri gerçekleştiren üniteler şeklinde de çalışabilir.
Bu durumda hilafet, devletin bir ünitesi, üniversiteler ya da öneri sahibi diğer bireyler açık tartışma sırasında meclisin çoğunluğunu ikna etmek zorundadır. Demokrasilerdeki parti baskısı, gizli pazarlıklar, at pazarı mantığı, entrika İslam sisteminde yoktur..
Doğruların "istatistiksel verilerle" tespit edildiği laik demokratik sistemlerin aksine, adil ve ahlaklı bir ümmet arayışı içindeki İslam Devleti'nde; bütün yasalara, bütün kararlara bu iki saik, bu iki ilke hâkimdir: Adalet ve ahlak.
İslam Devleti'nin hedefi, arayışı içinde olduğu en büyük hayır, tek tek bütün bireylerinin ve topluca bütün ümmetin ahlaki üstünlüğü, fadlıdır..
Ve ahlaki üstünlük, fadl, yalnızca evlilik, boşanma ve miras gibi şahıs hukukunu ilgilendiren konularda söz-konusu değildir; iktisadi sistemi, üretimden alman paydaki eşitsizliklerin giderilmesini de alâkadar eder. Nebi(s) Medine'de günümüze kadar ayakta kalmış bir cami yaptırdı. Ama aynı Nebi (Allah'ın Selam ve Selameti üzerine olsun) bir pazar yerinin kuruluşuna da hüccetlik etmiştir.
O çarşı ve onun tanzim ilkeleri, unutuldu. Bazı kaynaklarda bölük pörçük izine rastlayabildik de öyle zikretmekteyiz. Siret-Sünnete dair modern kaynaklarda pek izine rastlayamıyoruz da sair yazılı kaynaklarda bir miktar zikredilmiş...
Bir de çağdaş kapitalizme İslam'dan icazet verilmesi meselesi ile karşı karşıyayız. Bu, İslam'ın tahrifinden başka bir şey değildir. Ayrıca İslam; Allah'lı Komünizm, Tanrı'lı Sosyalizm de değildir!...
Cemaat ve İhvan bağlısı onların rahlesinden çıkmış çağdaş bazı Müslümanlar, çok şaşırsalar da İslam, iddia ettikleri gibi bir "Ekonomik Sistem" değildir.
Ancak şu denebilir: İslam devleti üretimin hakkaniyet prensipleri çerçevesinde dağılması için gerekli bütün düzenlemeleri eksiksiz yerine getirmelidir. Bu, anlaşılabilir. Yani adalet'i temel alan iktisat felsefesi söz konusu olabilir. Aynı gayeye yönelik biçimde, aşırı düşük gelir kategorileri, aşırı tüketim, lüks ve aşırı kâr engellenmelidir. Üretim fazlaları geçim düzeylerindeki uçurumların kapatılmasında kullanılmak zorundadır. Doğal zenginliklerden de ümmetin her kesimi eşit pay almalıdır...
Mutluluk ve adalet, daha çok üretim ve daha çok tüketimin olduğu yerde değil, daha az üretim ve daha az tüketimin olduğu yerde sağlanabilir. Bu bir kamu yönetimi sorunudur; alt dengelerde buluşmak daha kolaydır. Tâ ki büyüme için uygun koşullar uygun hale gelene kadar...
Ayrıca Tefrişatta, tüketimde azaltmaya gitmek tersini yapmaktan daha çok huzur verir insana. Tüketim toplumu Batı, Doğu'dan daha mı huzurlu? Batı'daki intihar oranına bakın bir kez!
Batı'da sağlık harcamaları, sigorta imkânları tırmandıkça verilen dilekçeler de doktorların masalarında sağılıyor. Her gün daha çok insan, yaşlılık dönemini es geçmek için dilekçe veriyor, kapı aşındırıyor...
Gençler yaşlıları istemiyor; anası-babası bile olsa! Hani, "daha çok ile daha büyük mutluluk" varsayımı? Yine diyoruz ki: İslam devletinin bütün siyaseti, iskân, toprak, madde, su ve diğer kaynakların kullanımı hususundaki politikaları ahlaki mütalaalardan etkilenecek, öyle belirlenecektir!..
Hilafet o âli makamdır ki oradan Rasulün halifesi yeryüzünde hayrın artması, şerrin de azalması için gerekli tedbirleri alır, gerekli tasarruflarda bulunur. İslam Devleti'nin dış siyaseti de, harp ve sulh anlaşmışı da esasen özde budur...
Şimdi, şunu soracağız: Devlet yokken kimin lider olduğuna kim(hangi süreç), nasıl karar verecek? Devlet oluştuğunda buna karar veren bir mekanizma tabii oluşur ama hareket yani kuvve (potansiyel) tahtında nasıl belli olacak? Ve tezimizi de hatırlayalım: İslam siyasi sisteminin yapıları lider etrafında oluşur. Lider (İmam yahut Halife) o çatının ana sütunudur. Yapısallaşma onunla başlar ve kendisi de baş mimardır. Peki, bu adam nasıl ortaya çıkacak?
Önce şu kabulde bulunalım: İslam toplumunda hiç bir zaman tam bir adem-i hilafet (yahut adem-i imamet; halife yokluğu, imam eksikliği) söz konusu değildir. Ama nüve olarak liderlik (İslami tabiriyle, imamet) hareketin işleyişinde, o sürecin her holün ve katmanında esasen hep vardır, hissedilir.
Baba örneği anlamlıdır. Babanın ev işlerindeki liderliği halifenin devlet işlerindeki otoritesi birbirine çok benzer. İşte size bir mikro halife. Mesela namaz kıldıran imam. O da bir mikro halifedir. Namaz bitene kadar. O hata yapar da cemaatten bilen olursa imamı uyarırlar, imam da hatasını düzeltir. Yoksa aynı hatayı yaparlar!..
Devlet otoritesi taşımayanlara itaat ise ancak takvadandır. Bazı sufi şeyhleri müritlerinden neredeyse Rasul'e yaraşacak bir itaat istiyorlar. Sufiler demişken hemen belirtelim ki bunlar kendilerini "coğrafyasız devlet (İslam devleti)" kabul ediyorlar. Bazı tarikat şeyhleri kendilerini Halife bile ilan etmiş, bu uğurda cihad adı altında silahlı mücadeleye de girişmişlerdir...
1810'da Batı Afrika'da Sohoto Halifeliği'ni kuran Osman Dan Fodio ile 1831'de ölen Hint'li Seyyid Ahmed Şehid'in mücadelesi bu türdendir. Üç örnek vardır ki bunlara yakından bakmak gerekir: Hasan El-Benna, Mevdudi ve İmam Humeyni.
Bu üçü hemen hemen aynı yaştadırlar ve yüzyıl başında doğmuşlardır. Benna Kral Faruk'un kiraladığı İngiliz ajanları tarafından 1949'da 40 yaşlarındayken katledildi. Mevdudi'nin ölüm tarihi 1979'dur. İmam ise 1989'daöldü.
Üçünün de hedefi hilafeti ihya etmekti. Benna ve Mevdudi, ulusçuluk ve sömürgecilik dönemi sonrasında oluşan ulus devletler temeline dayalı bir "İslam devleti" kurmaya çalışan iki "İslami Partinin" meşhur liderleri oldular. Seçim kazanacak, yani hükümet olacak duruma bile gelemediler,
Ayetullah İmam Humeyni ise devrimi başardı, İslam Devleti'ni kurdu ve velayet-i fakih (müçtehit imam) unvanım kabul etti. Çünkü o, hem Sünniler'in hem de Şiiler'in kendisini halife ya da imam olarak kabul etmeye hazır olmadığını biliyordu.
İran'daki konumu için bir orta yol bulmalıydı. O da nihayet 'merciyye'dendi ve kendisinden alt mertebelerde İran ve Irak'ta pek çok merci vardı. O gün itici olmayacak, tartışma yaratmayacak bir sıfat seçti kendine: Velayet-i Fakih (müçtehit imam). Ama herkes ona İmam diyordu; kitleler öyle istiyordu. İmam terimi Sünnilikte de kullanılmakta ve Halife anlamına da gelmektedir.
İmam Humeyni ile diğer ikisi arasındaki fark şudur: İmam ikiyüz yıllık bir birikimin sonucudur. Mevdudi ve Benna ise kendi partilerini, kendi felsefi sistemlerini kurmak zorunda kalmışlardır, ilktirler. Ayrıca, İslam kültüründe siyası parti geleneği, yoktur...
'Mevdudi ve Benna'nın partileri, yapısal olarak ve sahip oldukları siyasi rol açısından Batılı partilere benziyorlardı. Bu yüzden Mevdudi ve Benna'nın çabaları tarihsel ve entelektüel derinliği yetersiz kaldığı için sonuca ulaşamamıştır.
Benna ve Mevdudi Sünnidirler, ve Sünnilik Emeviler ile gelen Yönetimsel İslam'dan son derece etkilenmiştir. Ancak, yaptıkları şeyler bir başlangıç verme istidadındadır. Herhalde uzun dönemde en büyük katkıları gerçekçi bir akım olmak zorundaki evrensel İslami hareketin demokratik yöntemleri yani particiliği tasfiyesi olduğu söylenebilir.
Onlar, İslam tarihindeki kabul dolu bir dönemin ardından İslam'ın haritasız, plansız yolunda ilk izciler, öncülerdir. Tabii ki Benna ve Mevdudi'nin fazla yol alamamış olmaları kendi hatalarından kaynaklanmaktadır.
O örnekler olmasaydı, İran Devrimi daha önce yapılmış hataları yinelerdi. Onlarla evrensel İslami hareketin yolu aydınlanmıştır, gelecek şimdi daha aydınlıktır.
Biz elimizdeki eserde sık sık İslam Düşüncesi'ni oluşturan unsurların bir birleşme, buluşma noktasına doğru ilerlediği tezini savunduk. İşte bu, İslam'ın Fikir Devrimi'nin bir bileşenidir, esaslı bir unsurudur...
İslam'ın fikir devriminin başladığını daha önceki bölümlerde anlatmıştık. Bu buluşma özde olmalıdır: Bütün İslami yapıların da anası olan o öz İmamet, özdeş adıyla da, Hilafet makamıdır yahut teorik formülasyonuyla. Hilafet kavramıdır.
İşte o kavram ilk uyuşmazlıkların, ilk çatışmaların kaynağı da olmuştur. Oysa İmamet (Hilafet) İslam'ın özündedir ve herkesin anlayabileceği bir kavramdır, adeta bu din ile özdeş olduğu için. Hilafı imkânsız bir varsayımdır İslam'da Hilafet...
Kim? Nasıl? İşte sorular bunlardır; İmamet diye bir kavram var mı yok mu meselesi değil! İmamın otoritesi ve hak ettiği itaat asla tartışılmamıştır.
Kim ve nasıl sorunlarına gelince: Hatırlamak gerekir ki, İslam'dan önce de vardı. Şöyle ki: Mekke Yahudileri ve Mekke Nasranîleri (Hıristiyanları) bir son peygamberin geleceğini bilmekteydiler. Yalnız her iki grup da kendilerinden çıkacağına inanıyorlardı.
eş-Şam bölgesinde Büsra kasabasındaki manastır görevlisi Rahip Bahira, Peygamberin amcası Ebu Talib'i uyararak dedi ki, "Bu küçük çocuk (12 yaşındaki Muhammed) bizim haberini aldığımız Peygamber'dir. Aman, bunu buralara fazla getirmeyin. Yahudiler tarafından katledilebilir! Nedeni Peygamberin Yahudilerden olmamasıdır.
Mekke'de yıllar sonra Varaka, yani nebi eşi Hz. Hatice'nin amcası da -ki o da bir Hıristiyan keşişti- Nebi'ye yönelik bir ölüm tehlikesini haber verir, yani korunması için ailedeki herkesi uyarır.
İşte birbirinden çok uzakta iki din adamı, ellerindeki kutsal metinlere dayanarak yeni bir Peygamber'in sahneye çıktığını haber vermekteydiler. Ona kulluk kesilmişlerdi. Ayrıca onlar, (her türlü batılın at otlattığı) cahiliye Arabistan’ının (Hicaz) bir peygambere şiddetle ihtiyaç duyduğuna da iman etmekteydiler...
Daha önce peygamberler gelip geçmişse, bir yenisi de (hele haber verilmiş ve alametleri mevcutsa, gelebilirdi! Ama her topluluk onun kendilerinden olmasını istiyordu...
İşte, Peygamber'in Medine'de irtihalinde, yerine kaim olacak kişinin (Halife) seçimi mevzuunda da, a5mı durum söz konusu olmuştur. Artık peygamber gelmeyeceğine göre, müminlerin sorunlarını kim halledecekti? Tabii ki Allah'ın Halifesi, Peygamber'in Sireti ve Sünneti üzere...
Kim ve nasıl meselesi konusunda Şiiliğin ve Sünniliğin yürüttüğü münazaralarla bulduğu çözümler bu eserin kapsamını çok aşar. Ancak demiştim ki o konuda yürütülen çatışmalar, tartışmalar ve araştırmalar durumu daha da kötüleştirmekten öteye gitmemiştir,
Emeviler Sünni âlimlere, Safeviler de Şii âlimlere kendi siyasi ihtiyaçları doğrultusunda içtihat etme yönünde sürekli baskı yapmışlardır. Emeviler Sünni düşüncede meşrulaştırılırken, Şiiler tam zıddı bir düşünceyle İmam Mehdi'nin zuhuruna kadar meşru bir İslam devleti kurulamayacağına inanmaya başlamışlardır.
Peygamberin sözlerini ve Ehl-i Beytin yorumlarını derleyen ve nakleden ulemaya Ahbariler diyoruz. Bunlar son İmam'a kadar halifeliği askıya alanlardır...
Ne demektir bu? Şu demektir: İmam gelene kadar Şiiler siyasete iştirak edemezler. Acaba hangisi ehven-i şer (kötünün iyisi): İmam gelene kadar ulema siyasi mücadele vermesin, itikad telkin/talim etsin diyen ahbarilik mi, yoksa her Emire'l- Müminin Peygamber'e hakkıyla denktir, itaat olunsun diye fetva veren Sünni âlimler mi?
Sonuç ortadadır: Dış tesirlerle delik deşik olmuş bir itikad, istilaya uğramış bir İslam coğrafyası...
Bilmeliyiz ki Şiilik de Sünnilik de birdir; Rasul tek bir İslam getirmiştir. Bu ayırımları doğuran ise içtihattır. Oysa Muhammed son Peygamber, İslam tam ve kâmil son dindir (Maide, 24).
İslam kendi bünyesinden kendini bir yandan dengeleyecek, bir yandan da tashih edecek (bir manada her devirde aslına irca edecek) güçleri yaratacak esnekliğe sahiptir. O dinamizm İslam'dan uzak değildir.
İnsana tanınan irade alanı düşüncelerde ayrışmayı da kapsadığı gibi geçmiş tecrübelerden faydalanmamızı sağlayan içtihat mekanizmasını da kapsar. Önceleri hür olan Şii ve Sünni içtihat sonradan yasaklandı. Farklılıkları meşrulaştırıp içtihat kapısını kapattılar, anahtarını da uzaklara attılar.
Sünni ve Şii ulema artık bir kenara çekilip farklılıklarını savunan teolojik tezleri yazmaya koyulabilirlerdi, öyle de yaptılar. Zaman geçti, yeni sultalar, yeni nesiller geldi, uçurumlar derinleşti...
Bunların her ikisinin olanaksız tezlerinin bütün dünyada İslam'a ve onun yapılarına son derece zararlı olacağı kuşkusuzdur. Olmuştur da. Hüsranlar birikti, maliyetler arttı ve yüzyıllar sonra o olanaksız görüşlerin gözden geçirilmesi yönünde büyük bir ihtiyaç ve baskı birikti.
İçtihat kapısının açılmasına yol açacak değişikliklerden bahsediyoruz. Şu da kuşkusuzdur ki, Şii ya da Sünni, içtihat kapısını kim açarsa İslam devriminin yani İslam devletinin habercisi olan fikir devrimine hüccetlik etmiş olur.
İşte o ilk/ön devrimin ilk nüvesi Şiiliğin ahbariliği terk edişidir, ilk büyük İslami Fikir Devrimi odur. Bunu başaranların toplu ismi ise Usuliler'dir. Yani, ıstılah anlamıyla, içtihadı bir usule, yani temel İslimi prensiplere dayayanlar.
Şiilik tarihinde "Usuli devrimi" adını alan bu gelişmede Ahbarilik tasfiye edilmiştir. Gerçekten tarih şahittir ki ana devrimler ara devrimlere muhtaçtır. Şiilik teorisinde ne olmuştur? Bu bağlamda Şii teorisinde olan, merciyye adı altında (merci adı verilen din adamları tahtında) Son İmam'ın avdetine kadar bir geçici hükümet (geçici fetva makamı) düşünülmesi, ihdas edilmesidir.
Her Şii ise mukallid adını alır ki bundan kasıt, mercilere (fetva makamı olan Şii alim) itaatla yükümlü ve tüm sorunlarım onun fetvasıyla çözmeye zorunlu olmuştur.
Bu pekâlâ bir hilafet fonksiyonudur, halifelik vardır, coğrafya (devlet) yoktur, coğrafyasız (işlevsel) bir halifeliktir bu. Hükümranlık iddia etmeseler de sayısız insanın dini davranışlarına hükmetmişlerdir.
Sonuçta, ister istemez, şahlığı tehdit eden bir (siyasi) güç mercilerin elinde birikti. Kaçar Hanedanı hüküm sürdüğü sırada, 1892'de -daha önce de belirttiğimiz gibi-İngilizlere tütün tekeli verilmesi meselesinde, ulema ile devlet arasında ilk (siyasi) çatışma patlak verdi.
İran tütünü İngilizlere peşkeş çekildiği takdirde tütün tüketiminin haram olacağına dair fetvasıyla Ayetullah Mirza Hasan Şirazi, saltanatı çökertti. 1979 Devrimi'ne getiren diğer mühim gelişmeler (ara devrimler) 6. Bölüm'de özetlenmişti. İslam'ın sihri şudur ki, hidayet ve salah yolunda bir adım atarsan, gerisi gelir..
Ve pek tabii, hiç bir şey akşamdan sabaha olmaz. İslam'ın metodu geçen zamanla tecrübelerin adım adım birikmesidir. Tarihin yollan çapraşıktır; bazen hatalar birbirini takip eder, bid'at teamül olur. Hataları düzeltmek ise vakit alır, fakat bir esaslı adım, bir fikri sıçrama ile (bizim entelektüel devrim dediğimiz) İslam inananları Allah'ın ışığına iletir ve birbirleriyle buluşturur...
Bazen bir hatanın düzelmesi asırlar, nesiller alır. Usuli mezhebinde bir doğru adım sonuçta, iki yüz yıl da sürse, İmam Humeyni'yi yaratmıştır.
Fakat çok hızlı gelişen Usuli yapılanma iki zaaf taşıyordu. Bunların birincisi, tepedeki âlimlerin siyasetten nefret etmeleridir. İkincisi ise, merci sayısındaki kabarıklıktır. Ayetullahlar arasındaki rekabettir. Bu iki zaaf unsuru aslında birbiriyle de ilintilidir. Ulema nihai siyasi gücü icra etmeyi düşünmediğine göre, bir imama gerek yoktur, ya da mademki tek bir lider, merceilerin merce'i yoktur, o zaman siyasi gücün halife konumunda bir lider tarafından icra edilmesi düşünülemezdi.
Ayetullah Ruhullah Humeyni, ümmeti hazır görmediği için, halifelik iddiasında bulunmadı. Ayrıca kendisinden büyük meraic merciler, fetva makamları) de vardı. Devletin başı olmak, halife unvanı taşımak diğerlerinin otoritesini kuşatma anlamı da taşıyordu.
Usuliler terakki etmişti de herhalde o kadarını kaldıramazdı. İmam Humeyni de Şii teolojisine az katkıda bulunmuş değildi; bu nedenle neyle karşı karşıya olduğunu biliyordu. Doğrusu, güç odaklarını birbirine yabancılaştıracak her adım Devrime zarar verirdi.
Bir devrim sürecinde bile bütün cepheleri aynı anda açmak akıllıca bir hareket değildir. Bu nedenle İmam, "Siz en iyisi bana Velayet-i Fakih (müçtehid imam) deyin" dedi ve orta bir strateji benimsedi.
Ben İran seyahatlerinden birinde Ayetullah Amid Zencani ile görüştüm bu konuyu. Bana şöyle dedi: "Velayet-i Fakih (Müçtehid İmam) tabiri aslen H. 6. yüzyıl büyük İslam âlimi İmam Gazali'nindir; büyük klasik İhya-i Ulumu'd-Din'de geçer. O zaman Gazali bu mekanizma yolu ile sultanın yetkilerinin dinen sansürden geçirilmesini kastediyordu. Tabii İmam için bu gerçekte, halife anlamındadır."
İmam Humeyni 10 yıl sonra, 6 Haziran 1988'de ölümüne yakın, aynı şeyi söyler: "İslam devleti Allah'ın Rasulüne verdiği gücü temsil ediyor ve o gücü istimal ediyor." Sonra devamla, "İşte bu" der "en ulvi hükümdür, bütün diğer ahkâma da faiktir."
İmam şunu da söyler: "Bu faik hüküm yoksa yapılan işlerin ve yürütülen muhakemenin, ne Allah'la (c.c.) ne de Muhammed'le (S.A.A.) ilgisi kalmaz, İslam'la ilgisi kalmaz."
İmam sözlerini örnekler; İslam'ın yasal, icrai, askeri ve iktisadi siyasetinin o ana hükme olan bağımlılığını izah ederek; "Mesela" der, "Devlet'in özel mülke halk (amme) adına el koyması, dış ticareti denetlemesi, altyapı adına mülkiyeti devletleştirebilmesi, gümrükleri denetlemesi, vergi koyması/alması ve mal ve hizmet trafiğini yasalarla düzenlemesi, bütün bunlar işte o hükme binaen mümkündür."
İmam'dan alıntımızı bitirelim: "İslam hükümeti ulvi bir gücün kullanılması ile alakalıdır, yani Rasul'de tecelli eden gücün. Bu husus diğer ikincil hükümlerden önceliklidir."
Sünni itikadında da Halife'nin gücünün Peygamber'in gücüne denkliği prensibi muhalefet görmüş değildir. Hulefa-i Raşidin'in telakkisi de açıkça budur.
İslam hükümeti ancak ve ancak liderin (Halife) otoritesinin dallanıp budaklanmıştır. 200 yıl önce Usulilikte başlayan fikri devrime İmam son şeklini vermeye çalıştı. Günümüz İran Anayasası'nın da kusurları vardır. Mesela Cumhurbaşkanı İran kökenli olmalıdır. Nihayetinde bu yasalar da insan yapısıdır.
Kalan kısımda Şiilik ile Sünnilik farkı bizce yoktur. Buna rağmen, her iki taraftan bazı âlimler eksiklerin yüzyıllar boyu oluşturduğu geleneği savunmak ve korumak istemektedir.
Mesela Şii anlayışta dini yapılar hizipçilik temeline dayanır. Kafalarındaki hizipçi yapılar çöker diye korkar dururlar. Daha önce dipnotta adını verdiğimiz eserde [Error, Deviation, Correction, Convegence (Yanlışlar, Sapmalar, İhyalar ve Buluşmalar) 1989] bu konu esaslı bir biçimde incelenmiş, Arapça ve Farsça'ya çevirisi yapılan eser, İran'da gazete ve akademik dergilerde yayınlanmıştır.
Ayetullah Seyyid Ali Hameney bu eserdeki görüşleri savunmaktadır. Sünniler bu eseri pek okumadılar. Okuyanlar zikrini etmemeye özen gösteriyorlar. Onlar da geleneksel yapılaşmaların kurbanı. Tabii, ayrıca bağlısı oldukları siyasi hizipler (siyasi partiler) de var...
Mesela Cemaat ile İhvan, Suud'un gözünden düşmekten korkarlar, evrensel bir İslami Fikir Devriminin ulemayı tam tepelerinde buluşturmasından korkarlar.
İşte evrensel İslami hareketin rolü çok büyüktür. O hareket ki, coğrafyalar ötesi İslam âleminin açık üniversitesidir. Ve Dünya İslam Hareketi asla hizipleşmemelidir, parti niteliğine bürünmemeli, o hüviyeti taşımamalıdır.
Onun sınırı, üyesi yoktur. Cemaat'ı ve îhvan'ı da alıp yoluna devam etmelidir. O bir açık sistemdir: Kültürel açıdan, entelektüel açıdan, manevi açıdan. İşte Rasul'ün (s) metodu budur. Bugün bile, İslam'a yönelen global tehditleri alt edebilecek yegane metot budur.
,
Dostları ilə paylaş: |