İBN HALDUN’UN MÜLK TEORİSİ PERSPEKTİFİNDEN ORTA DOĞU’DA YAŞANAN MERKEZİLEŞME YA DA MERKEZSİZLEŞME SORUNU
İslamiyet’in Doğuşu Öncesi ve Sonrası ile Raşid Halifeler döneminde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu
7. yüzyıl öncesinde (günümüzde kullanılan coğrafi tanımlamasıyla) Orta Doğu bölgesi Roma İmparatorluğu ile Sasani İmparatorluğu arasında hâkimiyet mücadelesine konu olmuştur. Roma İmparatorluğu’nun MS 330 yılında bir Grek kolonisi durumunda olan İstanbul’u Roma’nın yanında ikinci yeni başkent olarak seçmesinde, Sasani tehdidi önemli rol oynamıştır. Germenlerin MS 4761 yılında Roma İmparatorluğunu yıkmaları sonrasında, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu ile Sasaniler arasındaki hâkimiyet mücadelesi devam etmiştir. İslamiyet’in doğuşunun hemen öncesinde (603), Bizans İmparatorluğu ile Sasani İmparatorluğu uzun sürecek bir savaş sürecini başlatmışlardı. Hz. Muhammed’in peygamberliğini ilanı (610) iki büyük devletin hâkimiyet mücadelesinin ötesinde dinlerarası bir savaş ortamında gerçekleşti. Kisra II. Hüsrev Perviz’in komutasındaki Sasaniler, 613-616 yılları arasında yürüttükleri savaşlarla Kudüs başta olmak üzere Orta Doğu’nun önemli merkezlerini ele geçirdiler ve İstanbul önlerine kadar geldiler. Bizans İmparatorluğu uğradığı ezici yenilgiler sonrasında Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu toprakları üzerindeki hâkimiyetini kaybettiği gibi çok ağır şartlar taşıyan bir barış antlaşması imzalamak durumunda kalmıştır. 613-622 yılları arasındaki Sasani galibiyet ve hâkimiyeti döneminde Hıristiyan dünyanın Kudüs, Antakya, İskenderiye vb. gibi önemli merkezleri tahrip edilmiş ve Hıristiyan halklara yönelik büyük katliamlar yaşanmıştır. Bizans İmparatorluk merkezinin merkezkaç siyasal yapılar üzerindeki kontrolü önemli oranda zayıflamış, devlet çöküşün eşiğine gelmiştir. Bizans İmparatoru Kayser Hirakl, bütün bu olumsuz şartlara karşın 622 yılında Sasanilere karşı savaş açmıştır. Bizans İmparatorluğu, 622-625 yılları arasında Sasanilere karşı yürüttüğü savaş sonucunda, Sasanileri ezici bir yenilgiye uğratmış ve kaybedilen bütün topraklar üzerinde tekrar hâkimiyetini tesis etmiştir. Sasani İmparatorluğu, uğradığı ağır yenilgilerin sonucu olarak 626-633 yılları arasında, büyük oranda iç siyasal karışıklıklar içerisindedir.
Yukarıdaki satırlarda çok kısa olarak ifade edilen Orta Doğu’nun siyasal tarihi açısından şu tespiti yapmak imkân dâhilindedir: Orta Doğu olarak tanımlanan bölgenin ekonomik olarak gelişmiş bölgeleri, 330-633 yılları arasında iki büyük merkezi siyasal yapının hâkimiyet mücadelesine konu olmuştur. Arap yarımadasının güneyi (Yemen ve Umman’ın bulunduğu kısımlar) bir yana bırakılırsa, ekonomik olarak gelişmiş bölgeler değillerdir. Bu sebeple, 603-626 yılları arasında devam eden Bizans-Sasani mücadelesinde, Arap yarımadası ve özellikle Hicaz bölgesi halkları/aşiretleri çatışmanın doğrudan tarafları olmaktan daha çok, inanç (dini) temelli dolaylı bir tarafgirlik içerisindedirler.
Hz. Muhammed’in 622 yılında Mekke’den Medine’ye Hicreti sonrasında kurduğu İslam Devleti de bu aşamada mücadelenin doğrudan bir tarafı değildir, ancak Hicretten önce amcası Ebu Talip’in müşriklerle son bir ara bulma çabasında kullandığı ifadeler bütünüyle dışında olmadığını da ortaya koymaktadır. Bu görüşmede Hz. Muhammed Mekkeli müşriklere, ‘Tevhid dinine’ gelmeleri karşılığında, ‘(…) bütün Araplara hâkim olursunuz, Arap olmayanlar da, size boyun eğerler’ vaadinde bulunmuştur (Mustafa Asım Köksal, 5.Cilt/1987, 53). Bölgesel siyasal parçalanmışlığı kanıksamış Mekkeli müşrik liderlerinin alaycı itirazlarına karşın Hz. Muhammed, vefat ettiği 632 tarihine kadar Arap yarımadasında enerjilerini birbirlerine karşı giriştikleri çatışmalarda harcayan aşiretleri, büyük oranda İslam Devleti’nin çatısı altında birleştirmiştir. 632-661 yılları arasında görev yapan dört halife (Hulefa-i Raşidin) döneminde, tarihte ilk defa Arap yarımadasında ortaya çıkan bir siyasal aktör (İslam Devleti) tarafından, Arap yarımadasının ekonomik olarak gelişmemiş bölgelerinden hareketle, Bizans ve Sasani İmparatorluklarının kontrol ettikleri ekonomik olarak gelişmiş bölgeler hâkimiyet altına alınacaktır. Medine merkezli İslam Devleti, 633-651 yılları arasında Sasani İmparatorluğu’nun hâkim olduğu toprakları ele geçirecek ve 651 yılında bu devletin siyasal varlığına son verecektir. Bunun yanında Hulefa-i Raşidin döneminde, Bizans İmparatorluğu’nun en zengin eyaletleri ele geçirilecektir. Üçüncü Halife Hz. Osman’ın son dönemleri (650 sonrası) ve Hz. Ali döneminde İslam Devleti’nin yaşadığı içsel çatışmalara karşın, fetih hareketleri bütün hızıyla devam etmiştir.
Klasik Dönem İslam Siyasal Hâkimiyeti Döneminde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu
Halife Hz. Ali’nin 661 yılında öldürülmesinden sonra, Hz. Hasan’ın hilafetten feragat etmesi sonrasında Muaviye’nin hilafeti meşru bir zemine oturmuştur. Muaviye, Emevi Hanedanlığının kurucusu ve ilk halifesi olarak 680 yılında ölümüne kadar geçen sürede, Emevi İslam Devleti’nin merkezini Şam’a taşımış; neredeyse bütün Kuzey Afrika’yı hâkimiyeti altına almış ve İber yarımadasının fethi için gerekli altyapıyı hazırlamıştır. Bununla birlikte Emeviler döneminde Müslümanlar, İstanbul’u ele geçirmek için beş büyük sefer yapmışlar, ancak Bizans Devleti’ni haraca bağlamanın ötesinde bir başarı sağlayamamışlardır. Emevi İslam Devleti, Abbasiler tarafından 750 yılında yıkılıncaya kadar dünya sistemindeki birçok kadim medeniyet havzasını hâkimiyet altına almıştır. Hulefa-i Raşidin döneminde Müslümanlar, kısmi olarak dar/klasik Orta Doğu olarak nitelenen bölgelerin ötesine geçmişler; Emeviler döneminde, en geniş sınırlarıyla tanımlanan Orta Doğu’yu ele geçirmişlerdir. Hulefa-i Raşidin ve Emeviler, bu zamana kadar iki büyük siyasal güç arasında parçalanmış Orta Doğu’yu bu hüviyetinden çıkarmış; kadim medeniyetlerin topraklarını ve zenginliklerini inşa ettikleri merkezi siyasal yapının hâkimiyeti altında birleştirmişlerdir.
Hulefa-i Raşidin ve Emeviler döneminde İslam hâkimiyetinin sınırları Çin’den İber yarımadasına, Endonezya- Filipinler bölgesinden Kuzey ve Sahra-altı Afrika’ya kadar uzanan çok geniş bir coğrafyaya uzanmaktadır. Emevilerin iktidarı ele geçirme ve monarşiye dönüştürme stratejisinin yol açtığı bütün çatışmacı dinamiklere karşın, İslami fütuhat hareketi hızını kesmeden devam etmiştir. Abbasilerin iktidarı ele geçirdiği 752 yılından itibaren Emevi hanedan mensuplarına karşı izlenen şiddet ve baskı politikalarına karşın, İslam hâkimiyetinin yayılması bütün hızıyla sürmüştür. Emevi hanedan çevresinden kaçan şahıslar tarafından kurulan Endülüs Emevi Devleti, İslam Dünyasında yarattığı çift-başlılık ile merkezi otoriteyi parçalamıştır. Endülüs Emevi Devleti, yarattığı çift-başlılığa karşın Hıristiyan Batı’nın yanı başında siyasal ve askeri bir tehdit olarak var olmuştur. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin ‘Bu ilk karşılaşmada Müslümanlar Batı topraklarının yarısını istila ettiler ve az kalsın hepsini ele geçireceklerdi’ ifadesi Endülüs Emevilerinin yarattığı tehdidin boyutunu ifade etmektedir (Arnold Toynbee, 1991, 165). Abbasi Halifelerinin Endülüs Emevi Devleti’nin varlığını zaman zaman tehdit olarak görmelerine rağmen, bu devletin Batı Hıristiyan dünyasına karşı stratejik bir ön-savunma hattı oluşturduğu yadsınamaz bir gerçektir.
Emevi Hanedanı ile kıyaslandığında Abbasi Hanedanlığının iktidarı çok uzun sürmüştür. Abbasiler, hilafet merkezini Şam’dan Bağdat’a taşımışlardır. Abbasiler döneminde de İslami gaza hareketi devam etmiştir, ancak Emeviler dönemindeki topraksal genişlemenin sınırlarının ötesine çok fazla geçilememiştir. Uzun Abbasi hâkimiyeti, olağanüstü düzeyde artan devlet gelirlerinin bir yansıması olarak eğitimden mimariye kadar her alanda ‘refah olgusunun’ etkisinin derinlemesine hissedildiği bir dönemdir. En meşhur Abbasi Halifesi Harun Reşid’in gökyüzünde hareket eden bulutlara işaret ederek, ‘nereye giderseniz gidin haracınız bana gelecek’ demesi, devlet iktidarının ve hazinesinin kaynaklarının ulaştığı boyutu göstermesinin yanında, aynı zamanda iktidarın ve refahın ‘tekçi’ karakterini de ortaya koymaktadır (Büyük İslam Tarihi, 3. Cilt/1993, 131) . Bu dönemde Orta Doğu bu tekçi dünya görüşünün şekillendiği merkez hüviyetindedir. Abbasi Halifesi El-Mehdi’nin Endülüs Emevi yöneticilerini kendisine biat ettirmek için Endülüs’e elçiler göndermesi ve fakat kaçabilenler dışında adamlarının öldürülmesi iktidarın tekçi karakterinin en önemli göstergesidir (İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 63). Endülüs Emevilerinin varlığı Orta Doğu’nun merkezsizleşmesi değil, İslam Medeniyet havzasındaki bir siyasi ayrışma olarak görülmelidir.
Abbasi merkezinin iç siyasi kavgalar neticesinde zayıflaması merkezkaç siyasal birimlerin kurulmasına imkân tanımıştır. Kuzey Afrika’nın en batısında 780 yılında kurulan İdrisiler Devleti, yine Kuzey Doğu Afrika’nın orta bölgelerinde kurulan Rüstemiler Devleti ilk Harici/Şii devletleri olarak kurulmuşlardır. Tunus merkezli olan Şii Fatımi Devleti, Kuzey Afrika, İran, Irak ve Yemen’de Şii propaganda faaliyetlerini yürüten ‘Da’iler’ aracılığı ile geniş bir nüfuz alanına sahip olmuşlardır. Hilafet’in Hz. Ali soyundan gelenlere ait olduğu propagandasını yapan Da’iler, Bağdat halifesinden bağımsız olduklarını ilan ederek, İslam dünyasında üç halifeli dönemi başlatacaklardır. Şii Fatımi Devleti, yıkıldığı 1171 yılında kadar Kuzey Afrika’da Tunus, Libya, Mısır ve Akdeniz’de Sicilya Adası’na hâkim olmuştur (İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 133-142). Fatımiler, Suriye’de konumlarını güçlendiren Selçukluların Mısır’ı da hâkimiyetleri altına alma olasılığı sebebiyle Bizans ile bir ittifak ilişkisine girmişler; Kudüs ve çevresini yeniden ele geçirebilmek amacıyla Birinci Haçlı seferi öncesinde ve başlangıcında Haçlılarla ittifak kurma önerisinde bulunmuşlardır. Haçlıların, 1099 yılında Kudüs’ü ele geçirmeleri sonrasında Mısır’a saldırmaları, yağma ve katliamlarda bulunmaları, İslam Dünyasındaki mezhepsel bölünmenin Orta Doğu bölgesine yönelik bölge dışı siyasal aktörlerin sızmasına olanak tanıyan bir örnek olması açısından önemlidir (İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 276-277, 296).
Abbasi siyasal merkezinin 10. yüzyılın sonu itibariyle zayıflaması, merkezkaç siyasal birimlerin güçlenmesi ve manevra alanlarının genişlemesi soncunu doğurmuştur. ‘Beylikler dönemi’ olarak nitelenebilecek bu dönem, bir yandan Orta Doğu temelli merkezi siyasal yapıyı zayıflatarak yol açtığı siyasal atomizasyon sebebiyle olumsuz bir sürecin başlangıcı olarak nitelenebilir. Diğer yandan, 998-1160 yılları arasında hüküm süren Gazneliler gibi güçlü beylikler/devletler yürüttükleri fetih hareketleri ile İslam hâkimiyetinin genişlemesine hizmet etmişlerdir. Örneğin, Gaznelilerin meşhur hükümdarı Gazneli Mahmud döneminde Hindistan’ın kuzeyi İslam hâkimiyeti altına alınmıştır. Tahiroğulları, Saffaroğulları, Samanoğuları, Büveyhiler, Harzemşahlar, Gazneliler ve Selçuklular bu dönemde ortaya çıkan beylikler arasında en güçlüleridir (İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 243-247).
Büyük Selçuklu Devleti ve Anadolu Selçuklu Devleti Dönemlerinde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu
Bu beyliklerden Selçuklular, 10. yüzyılın ikinci yarısından itibaren (961) Abbasi merkezine sağladıkları askeri desteklerini bir süre sonra siyasi nüfuza dönüştürerek yeni bir siyasal merkez inşasına girişmişlerdir. Selçuklular, 1040 yılında Dandanakan Savaşında Gaznelileri yenerek askeri/siyasi kapasitelerini; Selçuklu beylerinden Tuğrul Bey’in Abbasi halifesi tarafından Bağdat’a çağrılması ve kızıyla evlenmesi sonucunda siyasi nüfuzlarını arttırmışlardır. Harici/Şii unsurların hâkim olduğu Orta Doğu’da savaşçı Türklerin Müslüman olmaları, İslam Dünyasına yeni bir dinamizm kazandırmıştır. Abbasi siyasal merkezinin parçalanmasının derinleşmesinin ötesindeki en önemli tehdit, Haçlı Seferleri ve Moğolların yönelttiği askeri saldırı ve kalıcı siyasi nüfuz/alan kazanma mücadelesinin yaratacağı, Orta Doğu’nun merkezsizleşmesi olgusudur. Haçlı Seferleri ve Moğol saldırıları, İslam Dünyasının aşırı siyasi parçalanma içerisinde bulunduğu bir döneme rastlamıştır. Haçlı Seferlerinin teşvikçisi ve destekleyicisi Papalık, Bizans İmparatorluğu, Batı Hıristiyanları ve Moğollar arasında İslam Dünyasına karşı askeri ve siyasi ittifak kurulması için diplomatik merkez olma hüviyetine sahip olmuştur. Papalığın ortaya koyduğu ve yürütülmesine büyük katkı yaptığı siyasi ve askeri hedeflerin görünen yüzü ya da arka planına ait tasarımlar hangi içeriği sahip olursa olsun en önemli sonucu, İslami dünya hâkimiyetinin şekillendiği Orta Doğu coğrafyasının geri döndürülemez bir şekilde yeni bir merkezi siyasal yapının inşasına kaynaklık etmekten çıkarılması olacaktır. Selçuklu Sultanı Alparslan’ın 1063-1072 yılları arasında kazandığı askeri ve siyasi başarılar Orta Doğu kaderi açısından hayati önem taşımaktadır. Sultan Alparslan’ın 300000 kişilik Bizans İmparatorluk ordusu karşısında Müslümanlardan oluşan 50000 kişilik ordusu ile kazandığı Malazgirt zaferi (1071), Anadolu yarımadasının Müslüman Türklerin iskânına açılması sonucunu doğurmuş; kısa bir süre sonra başlayacak Haçlı Seferlerine ve daha sonraki Moğol saldırılarına karşı yeni bir mücadele ve yaşam alanı kazandırmıştır. Sultan Alparslan’ın 1072 yılındaki ölümü sonrasında onun yerine oğlu Melikşah sultan olmuştur. Sultan Melikşah dönemi (1072-1092) Selçuklu Devleti’nin sınırları çok genişlemiştir. Sultan Melikşah, sadece devletin sınırlarını (Doğu Türkistan’da Kaşgar’dan Kudüs’e, İstanbul’dan Hind Okyanusuna kadar) genişletmekle kalmamış, merkezkaç güçler arasındaki çatışmalardan tahrip olan İslam ülkelerinde büyük bir imar faaliyetini gerçekleştirmiştir. Sultan Melikşah’ın 1092 yılında ölümü sonrasında merkezkaç güçler arası çatışma eğilimi güçlenmiş ve her bir merkezkaç siyasal birim diğerini düzeni bozmakla suçlayarak yeni merkezi kendisinin inşa edeceğini savunmuştur (Büyük Selçuklu Devleti gelişmeleri için bkz. İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 243-267).
Anadolu Selçukluları, Süleyman Şah’ın 1075 yılında İznik’i fethetmesi ve başkent yapması ile İran Selçuklularının yanında siyasal varlık kazanmıştır. Sultan Melikşah’ın Anadolu Selçuklularını kendisine itaat ettirmek için askeri güç kullanması sonuç vermemiştir. Sultan Melikşah’ın ölümü sonrası merkezkaç güçler arasında yaşanan çatışmalardan Sultan Sencer’in kazandığı zaferler İran Selçuklularının etkisini arttırmasına yol açtı. Sultan Sencer döneminde Anadolu Selçuklularına yönelik askeri kuvvet kullanımına son verilmiştir. Kılıç Arslan, Anadolu Selçuklularının sultanı olarak tahta çıkarılmıştır. Buraya kadar ifade ettiğimiz merkez ile merkezkaç güçler arasındaki her birinin siyasal merkeze hâkim olma yönündeki mücadelelerini, İslam medeniyet havzası içerisinde yürütülen bir iktidar kavgası olarak görmek gerekir. Söz konusu iktidar kavgasının, İslam dünyasının iç enerjisini tüketici bir rol oynadığına şüphe yoktur. Merkezkaç siyasal birimler arasındaki çatışmanın bu denli şiddetli yaşanmasında, merkezi iktidarın refahın bütün kaynaklarını kontrol etme ve dağıtma gücünü elinde tutması en önemli sebeptir. Merkezi siyasal iktidara sahip olan güç, kendisine tehdit olarak algıladığı toplumsal kesimleri ya da grupları bütünüyle yok edebilmektedir. Bunun en önemli örneklerinden birisi kudretli Abbasi Sultanı Harun Reşid’in iktidarının güçlenmesinde çok faydalandığı Bermekileri saltanatının son dönemlerinde bütünüyle ortadan kaldırmasıdır (Bermekiler için bkz. Büyük İslam Tarihi, 3. Cilt/1993, 144-155).
İslam Dünyası, 11. Yüzyılın sonunda merkez-merkezkaç güçler arasında mücadele ekseninde iç enerjisini tüketirken, 661 yılından itibaren geçen yaklaşık beş asır sonrasında en ciddi dış tehdit ile karşı karşıya kalacaktır. İslam siyasal hâkimiyetinin merkez üssü durumunda olan Orta Doğu’dan Müslümanların sökülüp atılmasının yol açacağı merkezsizleşme, çevredeki Müslüman merkezkaç siyasal birimlerin bütün direnme güçlerinin kırılmasına ve varlıklarına kolaylıkla son verilmesine yol açabilecektir. Bu sebeple Papalık, Haçlı Seferleri çerçevesinde örgütlediği Batılı Hıristiyanların askeri saldırılarını, öncelikle Endülüs Emevilerine değil, Orta Doğu’da hâkimiyet tesis eden merkezi siyasal yapılara yöneltecektir.
İslam Dünyası kendi içerisinde yaşadığı bütün siyasi-askeri çatışmalara rağmen, bir yandan Endülüs Emevi Devleti yoluyla 11. Yüzyılın başında İspanya’nın kuzeyinde ciddi başarılar kazanırken, diğer yandan Anadolu Selçuklularının fetih hareketleri sonucu 1075 yılında dini, stratejik ve askeri öneme sahip İznik şehrini ele geçirebiliyordu. Katolik ve Ortodoks Hıristiyan Dünyası, söz konusu başarıların geri döndürülemez bir nitelik kazanmasının önüne geçilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Bu noktada Endülüs, 11. Yüzyılın ilk yarısında her biri kendi bölgelerinde bağımsızlık ilan eden on bir beyliğin mücadelesine tanık oluyordu. Ancak Murabitun Devleti (k. 1048), Muvahhidun Devleti (k. 1130), Benu Ahmer Devleti (k. 1231) Endülüs’de siyasi merkezi yeniden inşa etmeye çalışmışlardır. Bu devletlerin zaman zaman kazandıkları başarılara karşın, Endülüs’de merkezkaç siyasi yapılar arasındaki mücadele sona erdirilememiştir. Tam tersi olarak, 29 Mayıs 1453 tarihinde Osmanlı Türklerinin İstanbul’u fethederek Bizans İmparatorluğunu yıkmaları, Endülüs’deki Hıristiyan merkezkaç unsurların birlikte hareket etmelerini sağlamıştır (Bu devletlerin politikaları için bkz. İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 221-234).
Selçuklu merkezinin zayıflaması sonucu İran, Irak, Suriye ve Anadolu onlarca beylik ve birçok sultanlığın kendi aralarındaki çatışmalara sahne oluyordu. Katolik ve Ortodoks Hıristiyan Dünyasının en büyük korkusu, merkez-merkezkaç unsurlar arasındaki çatışmadan yeni bir güçlü merkezi yapının ortaya çıkmasıdır. Haçlı Seferleri, İslam Dünyasının zaferler ve yenilgiler ile başarılar ve başarısızlıklar arasında bocaladığı bir dönemde gerçekleşmiştir.
Orta Doğu merkezli İslam hâkimiyetine yönelik Haçlı Seferlerinin başlatılmasında, Anadolu Selçukluları tarafından İznik’in fethedilmesi sonucu, Bizans İmparatorluğunun korkuya kapılması üzerine Papalık’a yaptığı çağrı etkili olmuştur. Bizans İmparatorluğu’nun bu çağrısının ötesinde, bir kısmını yukarıda ifade ettiğimiz siyasi, askeri, ekonomik ve toplumsal birçok sebep ifade edilebilir. Çalışmanın amaç ve kapsamı bu faktörleri ifade etmek ve açıklamak değildir. Bu noktada çalışma, 1096-1272 yılları arasında düzenlenen Haçlı Seferlerinin, Müslümanların Orta Doğu’yu merkez alarak inşa ettikleri siyasal güç merkezinde yaşanan Müslüman siyasal aktörler arasındaki parçalanmışlık ve çatışmanın nitelik değiştirerek Hıristiyan siyasal aktörlerinin bölgeye yönelik tasarımlarının yol açması olası siyasi/coğrafi parçalanma ve merkezsizleşmenin ulaştığı/ulaşacağı boyut üzerine odaklanmaktadır. Yukarıdaki satırlarda ortaya koyduğumuz ifadeler vereceğimiz şu örnekle daha iyi anlaşılabilir. Selçuklu Sultanı Kılıç Aslan, 21 Ekim 1096’da Haçlıların öncü birlikleri ile yaptığı savaşı kazanmış, sonrasında Danişmendoğulları ile mücadeleye başlamıştı. İstanbul’da toplanan Haçlı orduları Müslümanların elindeki İznik’i kuşatmışlar ve ele geçirmişlerdir. Sultan Kılıç Aslan, Haçlılar karşısında başarısızlığa uğrayarak geri çekilmiştir. Bu süreçte Selçuklular sürekli geri çekilmiş, Haçlılar Eskişehir, Tarsus, Çukurova ve Urfa’yı ele geçirmişlerdir. Kısaca karşılaştıkları büyük bir dış tehdit bile Müslümanların birlikte hareket etmesini sağlayamıyordu.
Haçlıların Urfa merkezli Edessa Krallığı’nı (Kontluğu) (1096-1144) kurmaları son derece önemli bir gelişmedir. Edessa Krallığı, Haçlıların Müslüman topraklarında kurmuş oldukları ilk devlettir. Haçlılar, uzun bir kuşatma sürecinden sonra Hıristiyan Dünya açısından önemli bir şehir olan Antakya’yı (3 Haziran 1098) ele geçirmişlerdir. Bu şehrin Haçlılar tarafından zaptedilmesinden sonra Antakya Frank Prensliği (1098-1268) kuruldu. Haçlıların 3 Haziran 1099’da başlattığı kuşatma 14 Temmuz 1099’da Kudüs’ün ele geçirilmesi ile sonuçlanmıştır. Haçlılar tarafından Kudüs Krallığı kurulmuştur. Bu süreçte İslam dünyasındaki medeniyet içi çekişmeyi göstermesi açısından şu örnek de son derece önemlidir. Daha önceki satırlarda da ifade ettiğimiz gibi Şii Fatimi Devleti, Selçuklulara karşı Bizans ile ittifak halinde idi. Birinci Haçlı Seferi süresince de müttefiki Bizans’ın ‘Haçlılara güvenilemeyeceği’ uyarılarına karşın Selçuklulara saldırılarını sürdürmüşlerdir, ancak Kudüs’ün zaptedilmesinden sonra Haçlıların kendilerine saldırmasını, Mısırlı Müslümanları katletmelerini ve haraca bağlanmalarını önleyememişlerdir. Orta Doğu merkezli İslam Dünyasının parçalanmışlığından istifade eden Haçlılar, bölgede kurdukları Krallıkları üs olarak kullanarak sürekli sınırlarını genişletme eğilimi içinde olmuşlardır. Söz konusu krallıklar, bundan sonra düzenlenecek Haçlı Seferleri için bir askeri/lojistik üs işlevini yerine getireceklerdir. Bu krallıklar, aynı zamanda, Haçlıların bölgeyi her açıdan tanımalarında ve rakip Müslüman merkezkaç siyasal birimlerle diplomatik temaslar geliştirmelerinde önemli rol oynamışlardır (Söz konusu Haçlı faaliyetleri ve politikaları için bkz. İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 293-346).
Urfa’nın 1144 ve 1146 tarihlerinde (taraflar arasında iki kez el değiştiriyor) Müslümanlar tarafından fethedilmesi sonucu Haçlılarca kurulan Edessa Krallığı sona ermiştir. Urfa’nın kaybı, Frankların Orta Doğu’nun diğer bölgelerindeki kazanımlarının da ellerinden çıkmasına ve Batı Hıristiyan Dünyası ile deniz dışında karadan iletişim yollarını kaybetmelerine yol açmıştır. Urfa’nın kaybı, İkinci Haçlı Seferinin daha üst düzey bir siyasi katılımla başlamasına yol açmıştır. Alman İmparatoru III. Conrad ile Fransa Kralı VII. Louis bizzat İkinci Haçlı Seferi’nin hazırlanmasına ve askeri harekâtların yürütülmesine nezaret etmişlerdir. Bu seferde Haçlılar ilk önemli başarısızlıklarını 1148 yılında Şam kuşatmasında tatmışlardır. Antakya civarında 1149 yıllında yapılan bir savaşta uğradıkları yenilgi ise onlar için tam bir hezimet olmuş ve Kudüs’e çekilmek durumunda kalmışlardır. Bu süreçte, Şii Fatimi Devleti’nin bazı yöneticileri Haçlılarla işbirliği yapmış, ancak Frankların Mısır’ın Başkenti Kahire kuşatması, çevresinde yaptığı katliamlar ve yağmalar Suriye (Halep) Atabeylerinden Nurettin Zengi’nin yardımıyla sona erdirilmiştir. Nurettin Zengi’nin Şam’a dönmesi sonrasında Haçlılar tekrar Mısır’da hâkim konuma gelmişlerdir. Atabey Nurettin Zengi’nin gönderdiği komutanlar Mısır’da Haçlı hâkimiyetini sona erdirmişler ve onlarla işbirliği yapan bürokratları öldürmüşlerdir. Zengi’nin yeğeni ve komutanlarından Selahaddin Eyyubi Halifenin veziri olmuştur. Selahaddin Eyyubi, bir yandan, Haçlıların Mısır üzerine yaptıkları saldırıları boşa çıkartırken; diğer yandan Filistin bölgesinde Haçlıları birçok cephede yenilgiye uğratmıştır. Nureddin Zengi’nin isteği üzerine Mısır’daki hutbelerin Bağdat’taki halife adına okunmaya başlaması ve sonrasındaki siyasi gelişmeler sonucu 1171 yılında Şii Fatimi Devleti sona ermiştir. 1171 sonrasında Mısır’da Eyyubi hâkimiyeti kökleşmeye başlamıştır. Selahaddin Eyyubi, bir yandan deniz yoluyla önemli yardımlar alan, diğer yandan Kızıldeniz yoluyla Mekke ve Medine’yi ele geçirme tehdidini savurarak Hac kervanlarına yönelik saldırılarda bulunan Haçlılarla büyük bir mücadele içerisine girmiştir. Yine bu dönemde Orta Doğu Müslüman liderler arasındaki çatışmanın boyutunu gösteren şu örnek çok önemlidir: Halep bölgesindeki hâkimiyet sorunu sebebiyle, Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan ile Selahaddin’in ordusu karşı karşıya gelmiştir. Yapılan diplomatik temaslar sonucunda taraflar arasında büyük bir savaşın çıkması önlenmiştir. Selahaddin, Kudüs’ü kurtarmak amacıyla bütün İslam Dünyasını Haçlılara karşı cihad bayrağı altında birleşmeye çağırmıştır. Selahaddin’in komutasında uzun süren Kudüs kuşatması sonuç vermiş, şehir 20 Eylül 1187 yılında Müslümanlara teslim edilmiştir. İkinci Haçlı Seferi, Haçlıların Orta Doğu’da oluşturdukları sıçrama tahtası rolü oynayacak olan Krallıklarının yeniden kurulması ve güçlendirilmesi amacıyla yapılmış, ancak sonuç alınamamıştır (Söz konusu Haçlı faaliyetleri ve politikaları karşısında Müslümanların faaliyet ve politikaları için bkz. İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 358-382).
İkinci Haçlı Seferi Urfa’da kurulan Edessa Krallığı’nı yeniden kurmak amacıyla yapılmıştı. Bu kez Kudüs Krallığı’nı yeniden kurmak için Avrupa Krallarının katıldığı Üçüncü Haçlı Seferi oluşturuldu. İngiltere Kralı Arslan Yürekli Richard, Fransız Kralı Philippe August ve Alman İmparatoru Frederick Barbaros büyük ordularla sefere katılmışlardır. Üçüncü Haçlı Seferi süresince Haçlılar, Kudüs’ü alamayacaklarını anlamışlar ve çevresinde ileride yapacakları askeri harekâtlar için müstahkem mevkiler oluşturma yoluna gitmişlerdir. İngiliz Kralı Richard’ın ‘Selahaddin sağ olduğu müddetçe ve Müslümanlar bu şekilde birlik halinde iken, asla Kudüs’ü alamayız’ sözü Selahaddin’in Orta Doğu’da sağladığı kısmi merkezileşmenin sonuçlarını göstermesi açısından önemlidir. Selahaddin’in ölmeden hemen önce Selçuklu topraklarına yönelik askeri sefer düzenlemesini öğütleyenlere karşı kullandığı, ‘Ben, Diyar-ı Rum üzerine gitmek istiyorum’ sözü, Orta Doğu merkezli İslam Medeniyet havzasının iç siyasal çatışma ve savaşlardan ne kadar büyük kayıplara uğradığının farkında olduğunu göstermektedir. Nitekim 1193 yılında Selahaddin Eyyubi’nin ölümü üzerine oğulları arasında başlayan iktidar çekişmeleri üzerine İslam tarihçisi İhsan Süreyya Sırma’nın aktardığı şu bilgi çok önemlidir: ‘Şayet Haçlılar Suriye’yi terk edip gitmemiş olsalardı, kolaylıkla Kudüs’ü geri alabileceklerdi’ (İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 394-395).
Papalığın teşviki ile Alman İmparatoru VI. Henri’nin liderliğinde ağırlıklı olarak Alman ve Fransızlardan oluşan Haçlılar, 1202 yılında Venedik’ten hareket ederek Mısır’ı zaptedip Kudüs’ü geri almayı planlamışlardır. Haçlıların Dördüncü Haçlı Seferi planlarını yaptıkları süreçte, Bizans taht kavgasının taraflarından gelen yardım çağrısı üzerine, Mısır’a gitmekten vazgeçmişler ve İstanbul’a gelmişlerdir. Haçlılar, kendilerine deniz araçları ve finansman sağlayan Venedikler ve Franklarla birlikte İstanbul Frank İmparatorluğunu kurmuşlardır. İstanbul Frank İmparatorluğu, 1204-1261 yılları arasında hüküm sürmüştür. Dördüncü Haçlı Seferi, İstanbul’u daha sonraki Haçlı Seferlerinin askeri lojistik üssü haline dönüştürebilseydi, Orta Doğu’ya yönelik ciddi bir tehdit oluşturabilirdi. Ancak Katolik Frankların ve Venediklerin, Ortodoks Hıristiyanlara olan aşağılayıcı politikaları bu tür bir stratejik dönüşümü önlemiştir. Tam tersine Haçlıların İstanbul’daki varlığı, Kudüs’e yönelik askeri harekâtlar için engelleyici bir faktör durumuna gelmiştir (Dördüncü Haçlı seferi için bkz. İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 395-399).
Dördüncü Haçlı Seferinin Bizans’a yönelik olarak yapılmasından sonra, Beşinci Haçlı Seferi Macar Kralı II. Andre ve Avusturya Dükü VI. Leopold’un öncülüğünde başlamıştır. Papa’nın teşviki ile daha sonra sefere katılan Alman İmparatoru II. Frederic, Beşinci Haçlı Seferinin komutasını üstlenmiştir. Papa’nın baskısıyla II. Frederick tarafından 1227 yılında Orta Doğu’ya yönelik askeri harekât başlatılmıştır. II. Frederick’in Müslümanlarla geliştirdiği ilişkiler, Mısır’da Selahaddin sonrası iç siyasal karışıklıklar, Akka şehri ve çevresindeki birçok bölgenin Haçlılarla savaşmadan diplomatik müzakereler yoluyla devrini sağladı. Hatta yapılan antlaşmada, Kudüs konusunda yapılan düzenlemelerin sonucu olarak II. Frederick, 1228 yılında askerleri ile birlikte Kudüs’e girdi ve kendisini Kudüs Kralı ilan etti. Haçlılar arası hâkimiyet mücadelesi, Mısır’daki Eyyubi hanedanlığındaki bölünmenin yarattığı olumlu şartlardan faydalanmalarını önlemiştir. Tam tersine Haçlılar, aldıkları birçok toprağı Müslümanlara terk etmek durumunda kalmışlardır. Papalığın II. Frederick’in Müslümanlarla geliştirdiği iyi ilişkilerden rahatsız olmasından dolayı Orta Doğu’ya gönderdiği Altıncı Haçlı Seferi de bölgedeki konumlarını güçlendirme yönünde herhangi olumlu bir sonuç vermemiştir. Arnold Toynbee’nin Haçlı Seferleri ile ilgili yaptığı şu değerlendirmeler çatışmanın mahiyetini ve siyasal sonucunu ortaya koyması açısından önemlidir: ‘Bu ölüm-kalım savaşında İslam, Hıristiyanlığın önceden başardığı gibi, hayatta kalmayı başardı. (…) Frenk saldırganlar kovulmuş oldu ve toprak itibariyle Haçlı seferlerinin tek sonucu, önceden İslam’ın elinde olan Sicilya ve Endülüs’ün batı topraklarına katılması oldu’ (Arnold Toynbee, 1991, 166; Beşinci Haçlı seferi için bkz. İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 399-403).
Beşinci, Altıncı, Yedinci, Sekizinci ve Dokuzuncu Haçlı Seferleri, İslam Dünyasının bir başka tehditle yoğun bir şekilde mücadele ettikleri bir döneme tekabül etmektedir. Moğollar, Cengiz Han’ın liderliği altında siyasal birliklerini sağlamışlardır. Cengiz Han, 1206-1227 yılları arasında sürdürdüğü askeri kuvvet kullanımına dayalı genişlemeci politikası sonucu, ulaştığı tüm bölgelerde ekonomik yağma ve alt-yapının tahribi ile demografik yapının köklü değişimine yol açmıştır. Cengiz Han’ın ardılı Moğol Hanları, 1240’lı yıllardan itibaren Orta Doğu’da önce çevredeki merkezkaç siyasal yapıları ve sonrasında siyasal merkezi temsil ettiklerini düşündükleri Abbasi Hilafet merkezi olan Bağdat’a yönelik saldırılarına başlamışlardır. Moğollar, 1241-1259 yılları arasında Anadolu, Irak, İran ve Mezopotamya’yı istila ettiler. Hulagu Han komutasındaki Moğollar, 1258 yılında Abbasi hilafet merkezi Bağdat’ı işgal etmişler, şehrin yaklaşık beş yüz yıllık (762-1258) her alandaki birikimini tahrip etmişlerdir. Bu dönemde Haçlılar, Moğollarla ittifak kurmak için büyük çaba harcamalarına karşın istedikleri sonucu elde edememişlerdir. Cengiz Han, Ögedey Han, Hulagu Han istilaları süresince yapılan çok büyük ölçekteki katliamlar, yağma ve yıkım faaliyetlerine bir de Moğol-Haçlı ittifakı eklenseydi Orta Doğu merkezli İslam Dünyasının bir daha toparlanması çok zor olacaktı. Bu ittifakın gerçekleşmemesinin yanında, Mısır’da Eyyubilerin yerine iktidarı ele geçiren Memlukluların ünlü Sultanı Baybars’ın 1260 yılında Ayn Calut’ta Moğollara karşı kazandığı büyük zafer, Moğol askeri ilerlemesini durdurmasa da önemli bir darbe vurmuştur. Sultan Baybars, Moğollara karşı Anadolu Selçukluları ile ittifak kurmaya çalışmasına ve Müslüman Türkmen beylikleri direnişe davet etmesine karşın başarılı olamamıştır. Sultan Baybars’ın 1277 yılında Moğollara karşı gerçekleştirdiği Anadolu harekâtı hedefine ulaşmamıştır. İlhanlı Devleti Başkanı Argun Han, Selçuklular üzerindeki kontrolünü arttırmak ve isyancı Türkmen grupları cezalandırmak için oğlu Keyhatu’yu Anadolu’ya göndermiştir. Keyhatu, Orta Anadolu’da Moğol askeri ve mali hâkimiyetini tam anlamıyla kurmuş, Konya’daki Selçuklu bürokrasisi bütünüyle İran’dan gönderilen İlhanlı kökenli bürokratların eline geçmiştir. İlhanlıların, Selçuklu tahtına oturttukları Sultan Mesud’un 1308 yılında ölümü ile Selçuklu Devleti sona erecektir (İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 414-420; Halil İnalcık, Cilt I/2009, 14-15).
Dostları ilə paylaş: |