İslamiyetin doğUŞundan güNÜMÜze ibn haldun’un mülk teoriSİ perspektiFİnden orta doğu geliŞmelerine bakmak


İkinci Dünya Savaşı Sonrası ve Soğuk Savaş Döneminde



Yüklə 196,08 Kb.
səhifə4/4
tarix23.01.2018
ölçüsü196,08 Kb.
#40284
1   2   3   4

İkinci Dünya Savaşı Sonrası ve Soğuk Savaş Döneminde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu

Fransa, Almanya karşısında Haziran 1940 yenilgisine kadar ve İngiltere İkinci Dünya Savaşı boyunca, Orta Doğu ülkelerinin topraklarından askeri üs olarak faydalanmalarının yanında, ekonomik ve insan kaynaklarını da savaş içindeki konumlarını güçlendirmek için yoğun bir şekilde kullanmışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere, sömürgelerinden ve vesayeti altındaki bölgelerden kademeli olarak çekilme planı çerçevesinde, Filistin’den çekilmek istemiştir. İngiltere, 2 Nisan 1947 tarihinde Filistin sorununu Birleşmiş Milletler’e (BM) getirmiş, orta ölçekli devletlerden oluşan bir Filistin Komisyonu kurulmuştur. BM Genel Kurulu’nun 27 Kasım 1947 tarihinde aldığı ‘taksim planı’, Filistin topraklarının Araplar ile Yahudiler arasında paylaşılmasını ve iki ayrı bağımsız devlet kurulmasını öngörmekteydi. İlk olarak, Alman İmparatorluğunun desteği ile Filistin’de başlayan ve 1917 Balfour Deklarasyonu sonrası İngiliz vesayeti süresince artan Yahudi kolonizasyonunun, kullanılan her türlü yönteme karşı, toplam sahip olduğu Filistin toprağı % 8 idi. BM taksim planı Filistin’in % 56’sını Yahudilere verdi. BM Genel Kurulu’nun taksim kararı, bütün Arap dünyasında büyük tepki ile karşılandı ve Arap ülkelerinin 17 Aralık 1947’de Kahire toplantısında Filistin’in taksimini önlemeye yönelik savaş kararı alındı. BM Genel Kurul kararının yarattığı gerilim ortamında İngiltere, 15 Mayıs 1948’den itibaren Filistin’den bütün askerlerini çekeceğini açıkladı. 14 Mayıs 1948’de Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi, İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan etti. Mısır, Ürdün, Suriye, Irak ve Lübnan orduları, 15 Mayıs 1948’de yaklaşık bir yıl sürecek birinci Arap-İsrail savaşını başlattılar. İsrail ile Arap ülkeleri arasında Şubat-Temmuz 1949 tarihleri arasında imzalanan ateşkes antlaşmaları sonucunda İsrail’in kontrol ettiği Filistin toprağı oranı % 77’ye çıktı. Birinci Arap-İsrail savaşında Yahudilerin Arap orduları karşısında kazandığı zaferler, Filistin’in toprak bütünlüğünün parçalanmasını tescillemiştir. Arap ülkeleri, yaşadıkları aşağılayıcı yenilginin sonucu çok ciddi siyasi krizler ve artan Arap milliyetçiliğinin yarattığı sorunlarla karşı karşıya kalmışladır. 1956 Süveyş krizi, 1967 Savaşı ve 1973 Savaşı, Arap ülkeleri ile İsrail’in dolaylı ve doğrudan karşı karşıya geldikleri çatışmalardır. Bu savaşların tamamında, büyük oranda, İsrail konumunu güçlendirmiştir. Yeni Arap toprakları İsrail’in işgali altına girmiş, Filistinli mültecilerin sayısı çok artmış, Filistin topraklarının parçalanması artmıştır. 1973 Savaşı sonrasında ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger tarafından başlatılan ‘mekik diplomasisi’ sonucunda, 26 Mart 1979’da imzalanan Camp David Anlaşmaları, Mısır’ı İsrail karşısında oluşan Arap Bloğundan koparmıştır. Böylece Amerikan diplomasisi, Orta Doğu’daki siyasal parçalanmayı derinleştirmiştir (Fahir Armaoğlu, 1989, 483-488).

Filistin’e Yahudi göçü ve İsrail devletinin kurulması ve sonrasında bu devlet karşısında uğranılan yenilgilerin Orta Doğu Arap halklarına yaptığı etki çok önemli siyasal gelişmelere yol açmıştır. Bu gelişmelerden bir tanesi, Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği’nin tarihinde ilk defa Orta Doğu sorunlarına müdahil olacağı bir ortamı yaratmıştır. Arap ülkelerinde yaratılan milliyetçi dalganın ilk etkisi Mısır’da Hür Subaylar Örgütü’nün 23 Haziran 1952’de Mısır’da monarşiyi devirerek iktidarı ele geçirmesidir. Mısır’ın yeni lideri Cemal Abdül Nasır, ülkenin ekonomik kalkınması amacıyla devletleştirme politikalarını devreye sokmuş; dış kredi temini için Sovyetler Birliği ile diplomatik yakınlaşma içine girmiştir. Nasır’ın uyguladığı ekonomik ve siyasi politikalar Batılı ülkelerin tepkisini çekmiştir. Bu noktada, Süveyş krizi, Ürdün’de mevcut iktidara karşı halk hareketleri, 1957 Suriye krizi, 1958 Lübnan bunalımı, Irak’ta monarşinin yıkılması sonrası gelişmeler Sovyetler Birliği’nin doğrudan ya da dolaylı yollardan dâhil ve müdahil olduğu Orta Doğu sorunlarıdır. Sovyetler Birliği’nin bölge ülkeleri ile kurduğu ilişkiler, bölge ülkeleri arasındaki var olan gerginlik ve çatışmalara ‘ideoloji’ olgusunu da ekleyerek siyasal bölünmeyi/kutuplaşmayı derinleştirmiştir. Söz konusu krizler süresince yaşanan gelişmelerin en ilginç olanlarından bir tanesi, İran’da meydana gelmiştir. İran siyasetinde Milli Cephe grubu lideri Dr. Musaddık, İran petrolleri üzerindeki İngiliz denetimini kaldırma ve devletleştirme politikasına halk desteği sağlamıştır. Dr. Musaddık, 28 Nisan 1951’de başbakanlığa getirilmiş ve 30 Nisan 1951’de İran petrollerinin millileştirilmesini öngören kanun Meclis’te kabul edilmiştir. Dr. Musaddık, liderliğini yaptığı Milli Cephe ve komünist Tudeh Partisi’nin Mayıs 1952 seçimlerinde Meclis çoğunluğunu ele geçirmesi sonucu konumunu güçlendirmiş, Şubat 1953’de Şahı tahtından feragate zorlamıştır. Dr. Musaddık’ın komünist Tudeh Partisi ile yakınlaşmasının yol açtığı tepkiler (İngiltere, ABD) İran Ordusunun 19 Şubat 1953 darbesi ile sonuçlanmıştır. Gerek Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı, gerekse İran’ın petrol alanlarını devletleştirmesi, ideolojinin ötesinde ülke kalkınmalarının finansmanına dönük girişimlerdir. Ancak Batılı ülkeler, her iki örnek olayda da Orta Doğu ülkelerinin ekonomik zenginliklerinin kalkınmalarını finanse etmek amacıyla etkin kullanımının önüne geçmişlerdir (Armaoğlu, 1989, 489-514).

Yukarıdaki satırlarda ifade edilen İsrail-Arap savaşları ve bazı Orta Doğu ülkelerindeki gelişmelerin benzerleri, geniş Orta Doğu coğrafyasının her bölgesinde değişen yoğunlukta ve şiddette yaşanmıştır. 1960’lı yıllardan itibaren uluslararası politikada ‘yumuşama’ eğilimleri ortaya çıkarken, Orta Doğu ülkeleri arasında ve ülkelerin iç siyasal yapılarında çatışma dinamiğinin arttığına tanık olunacaktır. 1960’lardan itibaren Orta Doğu coğrafyasında ortaya çıkan iç savaş ve çatışmaların en önemlileri şunlardır: 1956-1964 yılları arasında yaşanan Cezayir-Fransa savaşı; 1962 yılında başlayıp 1970’li yılların sonuna kadar devam eden Yemen iç savaşı; Yemen Arap Cumhuriyeti ile Marksist Güney Yemen arasındaki çatışmalar; 1975-1976 yılları arasında yaşanan Lübnan iç savaşı; 1979 yılında İran’da Şah’ın devrilmesi ve Ayetullah Ruhullah Humeyni liderliğinde İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulması; Aralık 1979’dan itibaren Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı işgali; Eylül 1980’de Irak ordularının İran’a saldırısı ile başlayan Irak-İran savaşıdır.

Söz konusu zaman diliminde doğrudan çatışma/savaş ortamında bulunmayan Türkiye’de serbest seçimlerle iktidara gelen Demokrat Parti hükümeti 27 Mayıs 1960 darbesi ile devrilmiştir. 12 Mart 1971 askeri muhtırası ile Adalet Partisi hükümetten ayrılmış ve 1974 yılından itibaren Türkiye sağ-sol ideolojik kamplaşması sonucu yaklaşık 6000 kişinin öldüğü bir iç savaş ortamına sürüklenmiştir. Türk ordusu, iç savaş ortamını durdurmak amacıyla 12 Eylül 1980’de iktidardaki Adalet Partisi hükümetini devirmiştir. Görüldüğü üzere Orta Doğu’nun en istikrarlı siyasal aktörü diyebileceğimiz Türkiye bile, 1960-1980 yılları arasında askeri darbeler ve iç siyasal çatışmalarla sarsılan bir ülke görüntüsüne sahiptir.

Dışarıdan bakan bir gözlemci, 1960-1989 yılları arasında Orta Doğu’nun dünya sistemi açısından tam bir istikrarsızlık kaynağı olduğu tespitini yapacaktır. Türkiye dâhil bütün Orta Doğu ülkeleri, 1960 ve 1970’li yılları sahip oldukları insan ve zenginlik kaynaklarını ekonomik kalkınma amaçlı programlara yöneltmek yerine, daha çok bölgesel üstünlük mücadelesi ekseninde boşa harcamışlardır. Orta Doğu’nun Müslüman halkları, 1920 sonrası aldatılmışlık ve mağlubiyet hissinin yarattığı travmayı atlatmadan, ideoloji, mezhep ve siyasal üstünlük temelli çatışmalarla kendi içlerindeki bölünme ve parçalanmanın gittikçe daha da derinleştiğine tanık olmuşlardır. Bu bağlamda, söz konusu alanlardaki negatif olguların geri döndürülemez nitelik kazandığına duyulan inanç, İslam dünyasında siyasal aktörler arası değil, toplumdan topluma bütünleşme hareketlerinin bile zorluğu, hatta imkânsızlığı kanaatini yaygınlaştırmıştır. Böylece Orta Doğu, Soğuk Savaş’ın sona ereceği 20. yüzyılın son çeyreğine, tam bir siyasal atomizasyon görüntüsü içerisinde girecektir.



Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu

9 Kasım 1989 tarihinde Soğuk Savaş’ın en önemli sembollerinden Berlin Duvarı’nın yıkılması, uluslararası politika alanında yeni bir dönemin başlangıcıdır. Sovyet lideri Mihail Gorbaçov’un 1985 yılından itibaren uygulamaya koyduğu ‘Glasnost’ ve ‘Perestroika’ politikaları sonucu, Sovyetler Birliği parçalanmış, uluslararası politikanın iki bloklu yapısı sona ermiştir. Batılı yazarlar, Kapitalist bloğun temsilcisi ABD’nin zaferini, askeri açıdan tek kutuplu bir dünya sisteminin ortaya çıkışı ve liberal değerlerin üstünlüğünün habercisi olarak değerlendirmişlerdir. ABD ve Batılı müttefikleri, Soğuk Savaş’ın bitişi sonrası ilan ettikleri ‘yeni dünya düzeni’ kavramı çerçevesinde, ‘Batı medeniyet havzasını’ etkin kılacak politikaları devreye sokmuşlardır. Sovyet komünist tehdidinin ortadan kalkması sonucu Batılı ülkelerin devreye soktuğu politikalar arasında iki Almanya’nın birleşmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Batılı kurumların değişimi ve dönüşümü süreçlerinin yönetilmesi, liberal kapitalist değerlerin yayılması ve yeni tehdit algılarının yaratılması sayılabilir. Francis Fukuyama’nın ‘Tarihin sonu’; Samuel Huntington’ın ‘Medeniyetler çatışması’ tezleri, uluslararası politikayı etkilemişlerdir. Ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin ‘can çekişen bir medeniyet’ olarak nitelediği İslam, Fukuyama tarafından ‘tarih dışına’ itilmiş; Huntington tarafından Soğuk Savaş sonrası kaybolan düşmanın yerine konumlandırılmaya çalışılmıştır. Bu entelektüel tartışmaların ötesinde İslam ve Müslüman ülkeler, Soğuk Savaş sonrasında yeni dünya düzeni kavramı ilkelerinin şekillendirileceği yeni bir çatışma ve çözülme/parçalanma dönemine itilmişlerdir.

Soğuk Savaş sonrası Orta Doğu ülkeleri, dünya sisteminde çatışma ve çözülme/parçalanma dinamiklerinin derinlemesine yaşandığı ve bölgeye nüfuz ettiği bir süreçle karşı karşıya kalmıştır. Bu çatışmalardan en önemlisi, İran-Irak savaşı süresince askeri kapasitesini ve tecrübesini arttıran Irak lideri Saddam Hüseyin’in 2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt’i işgalidir. İran-Irak savaşı boyunca Basra Körfezi’nden kendisi ve müttefiklerine petrol akışının engellenmesi tehlikesi karşısında ABD, bölgedeki askeri varlığını arttırmıştı. Irak’ın Kuveyt’e saldırısı, ‘bir Arap ülkesinin bir diğer Arap ülkesinin topraklarını işgal ve ilhak etmesi’ 1920 San Remo Konferansı sonrası Orta Doğu’da bir ilktir. Bu saldırı süresince ABD, bir yandan yeni dünya düzeninin dayanacağı ilkeleri ilan ederken, diğer yandan BM Güvenlik Konseyi’nde alınan kararlar çerçevesinde oluşturulan BM Koalisyonuna liderlik ederek Kuveyt’i Irak işgalinden kurtarmıştır. Koalisyon kuvvetleri, Saddam Hüseyin rejimini devirecek bir savaş stratejisi izlememiş, Irak topraklarında 32. paralelin güneyini (Şii bölgesi) ve 36. paralelin kuzeyini (Kürt bölgesi) ‘uçuşa yasak bölge’ ilan etmiştir. Bu dönemde ABD, Irak ve İran’a yönelik uyguladığı ‘çifte çevreleme’ politikası ile bu devletleri uluslararası politikada tecrit etmeye çalışmıştır. ABD’nin BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı olarak Ağustos 1990-2000 yılları arasında Irak’a karşı uyguladığı ekonomik ambargolar, sağlık ve gıda gibi konularda gevşetilmesine karşın diğer alanlarda sıkı bir şekilde uygulanmıştır. Bu süreçte ekonomik ve askeri olarak zayıflatılmış Irak’ın, Şii ve Kürt bölgelerindeki kontrol gücü büyük oranda ortadan kaldırılmıştır. Saddam Hüseyin yönetimi, başta ABD ve Batılı ülkeler tarafından sürekli olarak kitle imha silahları ve nükleer silahlar üretme suçlamalarının yanında, ülke topraklarını uluslararası terör örgütlerine kullandırmakla suçlanmıştır.

ABD ve Batılı ülkelerin uluslararası toplumun gözünde Irak’a yükledikleri ‘zayıf/başarısız/kirli/haydut devlet’ vb. tanımlamalar, 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a düzenlenen saldırılar ile yeni bir boyut kazanmıştır. ABD, uluslararası topluma saldırının düzenleyicisinin El-Kaide isimli terör örgütü olduğunu duyurmuştur. ABD Başkanı Bush, El-Kaide liderlerine topraklarında barınma imkânı veren Afganistan’ı Ekim 2001’de ve Irak’ı Mart 2003’de BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı olmaksızın oluşturduğu koalisyon güçleri ile işgal emrini vermiştir. Koalisyon güçlerinin ‘Irak’ı Özgürleştirme Harekâtı’ adını verdikleri işgal, Aralık 2011’de sona erdiğinde Irak toprakları fiilen üç parçaya bölünmüş durumdadır. ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin Ekim 2001-Aralık 2014 yılları arasında işgal ettiği Afganistan, demokratik bir merkezi yönetime kavuşmaktan uzak, tam bir iç siyasal çatışma ortamına itilmiştir. ABD tarihinin en uzun ve maliyetli savaşı olarak nitelenen Afganistan savaşı, ülke içi barışı kurmanın ötesinde koalisyon güçlerinin mücadele ettiği Taliban’ın siyasal ve toplumsal etkisini arttırmasına sebep olmuştur.

1920 San Remo Konferansı’nda Orta Doğu’da oluşturulan siyasal düzen, 2010 yılına kadar önemli değişimler geçirmesine karşın, köklü bir dönüşüm yaşamamıştır. 2010 yılında Tunus’ta başlayan halk isyanı, Fas’tan Yemen’e kadar uzanan Orta Doğu ülkelerinde mevcut siyasal rejimlere yönelik demokrasi, özgürlük ve insan hakları talepleri ile ortaya çıkmıştır. ‘Arap Baharı’ olarak nitelenen bu süreç, Tunus, Libya, Mısır ve Yemen’de mevcut yönetimlerin devrilmesine yol açmıştır. Birçok Orta Doğu (Fas, Ürdün, Umman) ülkesinde mevcut hükümetlerin değişmesine yol açan nispi olarak yumuşak halk hareketleri, Cezayir ve Irak’ta oldukça sert protesto ve silahlı gösteriler şeklinde ortaya çıkmıştır. 2011 yılından itibaren Suriye’deki Nusayri ağırlıklı Beşar Esad yönetimine karşı başlayan Sünni temelli muhalif hareket, yukarıdaki ülkelerin tamamından çok daha fazla bir şiddete ve toplumsal travmaya sebep olmuştur. 22 milyonluk Suriye halkının 11 milyonu mülteci ve yer değiştirmiş insan durumuna düşmüş, yaklaşık dört yüz bin insan ölmüş, yerleşim yerleri bütünüyle harap olmuş ve ülke fiilen üç bölgeye bölünmüştür. Orta Doğu bölgesinde, Arap halklarının başlattığı isyanın yarattığı çatışma ortamının ve çözülme/parçalanmanın derinleşmesinde, 2003 yılında Irak’ın ABD tarafından işgaline tepki olarak kurulduğu belirtilen (bugünkü kullanımı ile) ‘Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütlenmesi etkili olmuştur. IŞİD, Irak ve Suriye topraklarında işgal ettikleri bölgelerde İslam Hilafeti’ne dayalı bir rejim kurduğu iddiasında bulunmuştur. IŞİD’in bölgede etki alanını genişletme yönünde izlediği stratejiler ve terörü Türkiye başta olmak üzere Batılı ülkelere yayma girişimleri çerçevesindeki eylemleri, Orta Doğu, İslam ve Müslüman kavramlarının, tüm tarih boyunca sahip olduğu en negatif imajlarla yüklenmesine yol açmıştır. İslam ve Müslümanlar, dünya halkları nezdinde uluslararası terörizmin destekçisi bir konuma itilmişlerdir. Başta BM olmak üzere, küresel ve bölgesel aktörlerin IŞİD’e yönelik izledikleri sınırlı güvenlikçi politikalar sorunu çözmenin ötesinde, Orta Doğu’daki çatışma dinamiğini arttırmakta ve çözülme/parçalanmayı daha da derinleştirmektedir. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Merkezsizleşme kavramı, Orta Doğu ile özdeşleşen bir nitelik taşımaktadır.

SONUÇ

İbn Haldun, Mülk teorisinde ortaya koyduğu siyasal merkezi inşa olgusunu İslam Dünyasındaki gelişmeleri açıklamak için değil, ‘tarihin kanunlarını bulmak’ amacıyla ortaya koymuştur. İbn Haldun’un Mülk teorisinde ortaya koyduğu kavramların inşa etmeyi hedeflediği ‘güç devleti’ yoluyla, iktidar ve zenginlik kaynaklarının tek merkezde toplanarak toplumsal zenginleşme ve medeniyetin gelişmesi amaçlanmaktadır. İbn Haldun, bir yönüyle mülk teorisinde, merkezkaç siyasal aktörlerin hâkim olduğu bir coğrafyada çatışma dinamiğinin azaltılmasının, toplumsal refahın gerçekleştirilmesinin zorluğuna işaret etmektedir. İbn Haldun, mülkün parçalanmasını, merkezkaç güçler arası çatışma dinamiğinin artması ve toplumsal istikrarın/refahın yok olması olarak görmektedir. İbn Haldun’un 1401 yılında Timur ile görüşmesi ve İmparatorluğu’nu oğulları arasında paylaştırmaması önerisi, aynı zamanda söz konusu dönemde, İber Yarımadasından Orta Doğu ve Orta Asya’ya İslam medeniyet havzasındaki parçalanmanın yol açtığı sonuçları çok iyi gördüğünü ortaya koymaktadır. Bu anlamda İbn Haldun’un Timur’a önerisi, Osmanlı yöneticilerinde karşılığını bulmuş, ‘merkeziyetçilik’ Osmanlı Devleti’nin en önemli temel karakteristiği olmuştur. Osmanlı yöneticileri güç devletini inşa etmekte, hem örfü (dünyevi kaynakları) hem de İslam’ı (dini kaynakları) kullanmışlardır. Osmanlı yöneticileri, Hz. Muhammed’in birleştirdiği ve inşa ettiği Medine siyasal merkezinin temellendiği Orta Doğu’nun İslam medeniyet havzası olma mirasını 20. yüzyıla kadar taşıma başarısını göstermişlerdir. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşında yenilmesi sonucu, yalnızca Orta Doğu’yu da kapsayan İslam medeniyet havzasındaki siyasal güç merkezi çökmemiş, bölgenin zenginlikleri ve siyasal kaderi, tarihinde ilk defa bu kadar etkin bir şekilde bölge dışı aktörlerin kontrolü altına girmiştir.

İki savaş arası dönemde ve Soğuk Savaş döneminde, Orta Doğu’da kurulan ulus-devletler tarafından siyasal güç merkezini inşa etmek ve bölgenin ekonomik kaynaklarını kontrol etmeye dönük girişimlerin neredeyse tamamı çok kısa sürmüş; aynı zamanda yeni çatışma ve siyasal parçalanmalara sebep olmuştur. Soğuk Savaş sonrası, Kabil’den Fas’a kadar olan İslam medeniyet havzasının ana merkezleri Batılı koalisyon güçlerinin ya doğrudan işgali altına girmiş ya da dolaylı etkisi altında bulunmaktadır. İslam’ı uluslararası terörizm kavramı ile özdeşleştirme ve tarih dışına itme politikaları, Orta Doğu’nun Müslüman aktör-devletlerinin ve halklarının, yeni bir siyasal güç merkezi inşa etmesinin tarihsel şekillendirici ve itici gücünü bir daha geri döndürülemez bir şekilde tahrip etmeyi amaçlamaktadır. Bu çerçevede İbn Haldun’un Mülk teorisinde ortaya koyduğu ‘İnkıyad’ ve ‘Mezellet’ kavramları çerçevesinde İslam Dünyasına karşı geliştirilen Batı politikaları, günümüz Müslümanları açısından çok ciddi tehlikeler içermektedir. İbn Haldun, ‘boyun eğen’ ve ‘aşağılanan’ toplum ya da toplumların ‘siyasal güç merkezi’ ve ‘medeniyet’ inşa etme yeteneklerini kaybedeceklerini ortaya koymuştur. Bunun yanında, İslam medeniyet havzasında her geçen gün sayıları artan yeni merkezkaç siyasal entitelerin kurulması, bu entiteler arası çatışma dinamiğinin desteklenmesi, Orta Doğu halklarının ‘iç enerjisinin ve zenginliklerinin’ bölge dışı aktörler tarafından sömürülmesinin ön şartıdır. Osmanlı Türklerinin en büyük başarısı, merkezkaç güçler arası mücadele ile İslam medeniyet havzasının iç enerjisini tüketecek bir mücadelenin parçası olmayarak, Orta Doğu halkları için ‘ortak bir siyasal hedef’ geliştirmesidir. Bu bağlamda, Orta Doğu halklarının ‘iç enerjisinin ve zenginliklerinin’ bölgenin refahı ve gelişmesi için kullanılabilmesi, Müslümanların, 21. yüzyılın reel politik gerçekliklerini göz ardı etmeksizin yeni bir siyasal güç merkezi inşa etmelerine bağlıdır.

KAYNAKÇA

Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1980), 6. Baskı, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1989.

Armaoğlu, Fahir, Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları (1948-1988), Birinci Baskı, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1989.

Armaoğlu, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları,1999.

İbn Haldun, Mukaddime, I. Cilt, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İkinci Baskı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1988.

Ortaylı, İlber, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998.

İnalcık, Halil, Devlet-i Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009.

İnalcık, Halil, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, İstanbul, Eren Yayınları, 1992.

Sırma, İhsan Süreyya, Müslümanların Tarihi, Üçüncü, Dördüncü ve Beşinci Ciltler, İstanbul, Beyan Yayınları, 2014.

Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Editör: Kenan Seyyithanoğlu, İstanbul, Çağ Yayınları, 1993.

Genç, Mehmet, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, Birinci Baskı, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2000.

Grisswold, William J., Anadolu’da Büyük İsyan 1591-1611, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1983.

Palmer, Alan, Son Üç Yüz Yıl Osmanlı İmparatorluğu, Çeviren: Belkıs Çorakçı Dişbudak, İkinci Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2003.

Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15. ve 17. Yüzyıllar), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998.

Soysal, İsmail, Fransız İhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-1802), İkinci baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları,1999.



Toynbee, Arnold, Medeniyet Yargılanıyor, Türkçesi: Ufuk Uyan, İstanbul, Ağaç Yayınları, 1991.

** KÜ İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi.

1 Bu tarihten sonraki kullanımlarda MS (Milattan Sonra) ifadesi kullanılmayacaktır.

Yüklə 196,08 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin