İslamiyetin doğUŞundan güNÜMÜze ibn haldun’un mülk teoriSİ perspektiFİnden orta doğu geliŞmelerine bakmak


Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundan Yıkılışına kadar Geçen Dönemde



Yüklə 196,08 Kb.
səhifə3/4
tarix23.01.2018
ölçüsü196,08 Kb.
#40284
1   2   3   4

Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundan Yıkılışına kadar Geçen Dönemde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu

Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’ın 1237 yılında ölümü sonrası, Selçuklu Devlet bürokrasisindeki hâkimiyet mücadelesi ve 1237 yılında Türkmen gruplar arasında patlak veren Babai İsyanının 1240 yılında büyük zorluklarla bastırılmasının yarattığı kaotik ortam, dış askeri müdahale için olumlu bir atmosfer yaratmıştı. 1243 yılında Moğollar ile Selçuklular arasında yapılan Kösedağ Savaşı, Anadolu yarımadasında siyasal merkezi çökertmiş ve Beylikler dönemini başlatmıştır. 13. yüzyılın ikinci yarısı ve 14. yüzyılın başından itibaren merkezkaç siyasal yapılar arasında yeniden siyasal merkezi inşa etmek için çok büyük bir mücadele başlayacaktır. Arnold Toynbee, söz konusu mücadelenin, seleflerinin amaçlarından farklı bir nitelik taşımadığını, ‘Bu sefer İslam, İslam’ı kabul eden Orta Asyalı Göçmenlerin torunlarından olan, Ortodoks Âlemini fethedip bir imparatorluk kuran ve Arapların, Romalıların giriştiği gibi bir dünya devleti kurmaya çalışan Osmanlılar tarafından temsil edildi’ ifadeleri ile ortaya koymuştur (Arnold Toynbee, 1991, 166).



13. ve 14. yüzyıl boyunca merkezkaç siyasal aktörlerin kendi aralarında ve var olan merkezi siyasal yapılara yönelik bir ‘ontolojik güvenlik’ mücadelesine şahit olunacaktır. Bu mücadele süreci, söz konusu merkezkaç unsurların en zayıflarından birisi olan Osmanlı Beyliği’nin önce devlet, sonra imparatorluk örgütlenmesini sağlayarak, bir anlamda İbn Haldun’un hedeflediği ‘Güç Devleti’ni inşa etmeleri ile sonuçlanmıştır. Osmanlı araştırmalarının en önemli isimlerinden Prof. Dr. Halil İnalcık, ‘Devlet-i Aliyye’ başlıklı çalışmasında, ‘Dünya Tarihinin ve Türk tarihinin en büyük sorularından biri, 14. yüzyılda Batı-Anadolu’da ortaya çıkan bir Türkmen beyliğinin yarım yüzyıl içinde, Tuna’dan Fırat’a uzanan bir imparatorluk halinde gelişmesi sorusudur’ tespitini yapmaktadır (Halil İnalcık, I. Cilt/2009, 3). Yine Osmanlı iktisat tarihi araştırmalarının en önemli isimlerinden Mehmet Genç, Osmanlı siyasal merkezinin inşası ve sürdürülebilir kılınması sürecinin iktisadi kökenlerini incelediği ‘Osmanlı’da Devlet ve Ekonomi’ başlıklı çalışmasında, her birini ‘mucizevi’ olarak nitelediği ‘üç temel problematik’ ortaya koymaktadır. Mehmet Genç, bu üç temel problematiklerden birincisi için, ‘(…) Nüfus, üretim hacmi, sermaye stoku, teknoloji ve enerji kapasitesi bakımından Avrupa, Osmanlı’nın asgari 4-5 katı büyüklükleri kontrol ediyordu ve buna rağmen Osmanlı Türkiyesi, kıta içinde yüzyıllar süren bir genişlemeyi sürdürebilmiş, (…) kıtanın % 10’nu kontrol altına almayı başarmıştı. (…) Bu genişlemeyi tek kelime ile mucizevi diye nitelemek gerekir’ tespitini yapmaktadır (Mehmet Genç, 2000, 39). Mehmet Genç, ikinci problematik için şu değerlendirmelerde bulunmaktadır: Avrupa, kendi içinde yaşadığı devrimci değişim ve dönüşümlerin yanında 16. yüzyıldan itibaren tedrici olarak dünyaya açılmış ve sömürge imparatorlukları kurarak dünyaya hâkim olmaya başlamıştır. Avrupa’da gerçekleştirilen Sanayi Devrimi, kıtanın sahip olduğu güç parametrelerini inanılmaz ölçüde arttırmıştır. Güç kapasitesi çok büyük oranda artan Kıta Avrupası karşısında Osmanlı’nın kıtadan geri çekilmesi (1683-1922) yaklaşık 239 yıl sürmüştür. Osmanlı Devleti’nin Avrupa Kıtasında 1683 yılına kadar sürdürdüğü ilerlemenin 329 yıl sürdüğü göz önüne alındığında, gidiş-dönüş hızı arasındaki fark % 25-30’a tekabül etmektedir. Genç, Osmanlı’nın geri çekiliş sürecini, ‘(…) Bu adım adım geri çekilmenin arkasında anlaşılması, açıklanması ve inanılması kolay olmayan bir direnmenin gücü vardır. (…) Bu da bütün unsurları ile analiz edilebilmiş değildir. Geri çekilmedeki bu yavaşlığı da mucizevi diye nitelemek gerekir’ ifadeleri ile değerlendirmektedir (Mehmet Genç, 2000, 40). Mehmet Genç, Avrupa Kıtası’nın Merkez ülkelerinin emperyalist politikaları çerçevesinde tüm dünyaya hâkim oldukları bir dönemde, Osmanlı Devleti’nin gösterdiği direnişle ilgili olarak, ‘(…) Dünyaya hâkim olmakta devasa mesafe almış bulunan Avrupa karşısında Osmanlı İmparatorluğu, açıklanması kolay görünmeyen bir direniş göstererek, I. Dünya Savaşı’na kadar ayakta kalmayı başarmakla kalmamış, üstelik bu savaşa da etkin bir şekilde katıldıktan sonra, (…) Avusturya, Alman ve Rusya İmparatorluklarını da süpüren bu cihanşümul tarihi deprem ile ancak sona ermiştir. (…) Bu ikinci dönemde modern iktisadi büyümeyi gerçekleştirmiş rakiplere karşı, üstelik bu büyük değişmeyi gerçekleştirmeden direnebilmiş olması onun mucizevi başarı niteliğini azaltan değil, aksine arttıran bir etken olarak kabul edilmelidir’ argümanını ortaya koymaktadır (Mehmet Genç, 2000, 40).

Prof. Dr. Halil İnalcık, yukarıda ortaya koyduğu sorunun cevabı olarak üç tespit yapmaktadır. Birincisi, 1071 sonrası yaşanan Demografik Devrim, yani Türkmenlerin Anadolu yarımadasına yoğun göçleri ve Selçuklu siyasal merkezinin inşası. İkincisi, Moğol istila hareketi ve egemenliği ile Bizans İmparatorluğu arasında sıkışan Selçuklu merkezi ile merkezkaç siyasal yapıların yürüttüğü Türk-İslam gaza hareketi. Üçüncüsü, Selçuklu merkezi yönetimi döneminde gelişen uluslararası ticari şehirlerin varlığı ve sunduğu zenginlik. 13. yüzyılın ikinci yarısında Kastamonu emirine bağlı bir uc beyi olan Osman Gazi ve siyasi halefleri, Moğol-Bizans-Papalık-merkezkaç siyasal yapılar arası ittifaklara karşı yürütülen bir ‘ölüm-kalım savaşının’ sonucu, Sultan Yıldırım Bayezid’in şahsında siyasal merkezi inşa etmeye teşebbüs etmişlerdir. Sultan Timur’un 1402 Ankara Savaşında Osmanlı Devleti’ni yenmesi, söz konusu teşebbüsü sona erdirmiştir. 1402 sonrası Orta Doğu’nun bir kısmı (İran, Irak) Timur İmparatorluğu’nun hâkimiyetinde birleşirken, Anadolu yarımadası dâhil olmak üzere tam bir iç siyasal karmaşaya itilmiştir. Osmanlı şehzadeleri arasında yaşanan iktidar mücadelesi sonucu, Çelebi Mehmet’in liderliğinde siyasal merkez yeniden tesis edilmiştir. Sultan II. Murat döneminde izlenen savaş ve barış politikaları arasında, iç ve dış tehditler önemli oranda aşılmış ve Sultan II. Mehmet’in Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentini fethetmesi ile siyasal merkez muhkem hale getirilmiştir. Osman Gazi’nin merkezkaç siyasal aktörlerle metbuiyet ilişkisi çerçevesinde kurduğu ilişkiden ‘devlet içinde mutlak örfi salahiyeti’ ile hâkimiyet tesis eden Fatih Sultan Mehmet’in inşa ettiği imparatorluk, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde merkezileşmede en üst düzeye ulaşmıştır’ (Ahmet Yaşar Ocak, 1998, 85). Bu üç padişahın merkezileşme yönünde uyguladıkları politikaların karakteri ve devletin sahip olduğu niteliğe İbn Haldun, ‘Mütegallip Melik-Tagallüp Mülk’ adını vermektedir. İbn Haldun’a göre mütegallip melik-tagallüp mülk safhasında siyasal iktidar, ‘monist karakteri’ (tekçi) ile belirginleşmektedir. Siyasal iktidar, sahip olduğu topraklar üzerindeki maddi ve manevi tüm zenginlikleri tek elden kontrol etmeyi temel bir görev olarak belirlemektedir.

Eski Türk siyasal geleneği, Klasik Dönem İslam siyasal geleneği ve Bizans siyasal geleneğinin değişen ölçülerde etkisi altında gelişen Osmanlı siyasal geleneğinin en temel karakteristik özelliklerinden birisi, ‘merkeziyetçiliktir’. İbn Haldun’un siyasal iktidarın monist karakterini ifade etmek için kullandığı ‘mütegallip melik-tagallüp mülk’ kavramları ve yine alanın önemli isimlerinden Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın kullandığı ‘merkeziyetçilik’ kavramı, sömürücü hegemonik ve kaynakları bütünüyle monarşinin elinde toplayan ‘merkantilist’ bir yaklaşımı yansıtmamaktadır (Ahmet Yaşar Ocak, 1998, 71-105). Bu kavramlar, çoğu merkezkaç siyasal yapılarla özdeşleşen ‘angaryaları’, siyasal parçalanma ve yüksek çatışma dinamiğinin boşa harcadığı toplumsal enerjinin ve servet kaynaklarının yok olmasını önleyerek, toplumsal katmanların zenginleşmesi ve merkezi siyasal iktidarın sürdürülebilirliğini yansıtmaktadır. Başta padişah olmak üzere Osmanlı merkez yöneticileri, kurulduğu 1299/1302’den 1918’e kadar bu siyasal iktidar anlayışını hâkim kılma çabası içinde olmuşlardır. Bu bağlamda Orta Doğu coğrafyası, 16. yüzyıldan 20. yüzyılın başına kadar dönem dönem imparatorluk içerisinde gelişen merkezkaç güçlerin isyanlarına ya da Batılı devletlerin yönelttikleri tehditlere karşın, coğrafi-siyasal bütünlüğünü koruyabilmiştir. Fatih Sultan Mehmet’e atfedilen, ‘dünyada tek iman, tek sultan’ sözü, Yavuz Sultan Selim’in Orta Doğu fetihleri ile Kanuni Sultan Süleyman’ın Doğu-Orta Avrupa ve Orta Doğu’daki fetihlerinde gerçeklik kazanmıştır (Halil İnalcık, I. Cilt/2009, 111). Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır’ın fethi sonrasında ayrıca bir hilafet makamı ihdas etmeyerek siyasal iktidarla birleştirmesi, monist iktidar anlayışını ve hilafet-i ulya olarak nitelenen reel politik gerçekliği yansıtmaktadır (Halil İnalcık, I. Cilt/2009, 146). Kanuni Sultan Süleyman’ın, İspanyol Habsburg İmparatoru VI. Karl’a karşı Orta Avrupa ve Kuzey Afrika’da yürüttüğü üstünlük mücadelesinin bir göstergesi olarak 1532 yılında Niş şehrinde taktığı hâkimiyet sembolü ‘Regalia’, bir meydan okumanın ötesinde ‘Pax-Ottomanica’nın bir yansımasıdır (Halil İnalcık, I. Cilt/2009, 156). Papalığın 1494 yılında Tordesillas Anlaşması ile İspanyollar ve Portekizliler arasında yaptığı paylaştırma, Osmanlıların direnişi sonucu tam olarak hayata geçirilememiştir. 1571 İnebahtı Deniz Savaşında donanmasının yok edilmesi sonucu başta İstanbul olmak üzere savunmasız kalan Osmanlı toprakları, yenilgi sonrası kurulan Haçlı ittifakı ile büyük bir tehdit altına girmiştir. Osmanlı Devleti, sadece bir kış içerisinde inşa ettirdiği daha büyük bir donanma ile kurulan Haçlı ittifakının parçalanmasını sağlamış, yeni bir merkezsizleşme dalgasının başlamasını önlemiştir (Halil İnalcık, I. Cilt/2009, 166-172). İspanyol Habsburg İmparatoru II. Felipe’nin 1588 yılında İngiltere’ye karşı düzenlediği askeri harekâtta donanmasının Manş Denizinde batması sonucu, İspanya bir daha eski güç kapasitesine kavuşamamıştır.

Osmanlılar, 16. yüzyılın sonundan 19. yüzyıla kadar, hâkimiyeti altındaki topraklarda yaşayan farklı dinsel ve etnik kökenden gelen insanlardan ciddi isyanlarla karşılaşmamıştır (Halil İnalcık, 1992, 24). Bu dönemler arasında çıkan isyanlar incelendiğinde, genel olarak isyancıların yerel merkezkaç unsurlar oldukları görülür (Alan Palmer, 2003, 123-124). Yerel merkezkaç unsurların da çok büyük bir kısmı Türk/Müslüman kökenli toprak ağaları ya da yerel devlet yöneticileridir. Söz konusu isyancıların büyük çoğunluğu ayrı bir devlet kurmaktan daha çok devlet içindeki konumlarını güçlendirmek amacındadırlar. Örneğin, 1591-1611 yılları arasında yaşanan Celali İsyanlarına katılanlardan sadece Suriye’de Canbulatoğulları bağımsız bir devlet girişiminde bulunmuş, isyan hareketi boyunca Papalık ve birçok Batılı devletle çok yakın diplomatik ilişki kurmuştur. Osmanlı Devleti, Celali İsyanları boyunca üç cephede savaşmasına ve her an devletin çökeceğine dair Avrupa ülkelerinde bir kanaat oluşmasına karşın, merkezi siyasal yapı korunmuştur (William Griswold, 1983, 43-46; 93-117). William J. Griswold’un ‘Büyük İsyan’ başlıklı çalışmasında Toskana Dükü’nün gönderdiği Büyükelçi’nin Suriye’deki isyancı Canbulatoğlu Ali Paşa’ya önerdiği 30 maddelik anlaşmanın birinci maddesinde ortaya konan, ‘Tanrı’nın yardımıyla, Osmanlı İmparatorluğunu önce zayıflatıp zaman içinde tümüyle yok etme; Canbulad Hanedanının gücünü arttırmak ve özellikle kendi kendimizi yükseltmek amacıyla bir birlik kurmak’ ifadelerinin temel hedefi, Kudüs’ü yeniden ele geçirmektir (William Griswold, 1983, 103). Griswold, Canbulatoğlu Ali Paşa’nın tasfiyesi sonrası Toskana Dükü’nün planlarını gerçekleştirmek diğer yerel hanedanlarla ilişkiler kurma stratejisini sürdürdüğünü belirtmektedir (William Griswold, 1983, 124-126). Aradan geçen dört yüzyıl süreye karşın gerek Papalık gerekse Batılı ülkeler Orta Doğu’ya yönelik hedeflerini canlı tutmuşlar ve projeler geliştirmişlerdir. Griswold’un çalışmasında, Suriye’nin zenginlikleri vurgusu son derece önemlidir.

Osmanlı merkezi siyasal hâkimiyetine karşı 19. yüzyıla kadar büyük oranda isyan eden Türk/Müslüman yerel toprak ağaları ve yöneticilere, Avrupa topraklarındaki Hıristiyan tebaa da eklenmiştir. Balkan kiliselerinin 16. yüzyıldan itibaren şekillenmesinde önemli rol oynadığı Hıristiyan Balkan halkları arasındaki milliyetçilik düşüncelerinin güçlenmesinde Fransız Devrimi katalizör rol oynamıştır. Yerel toprak ağalarının angaryaları, dışsal etkiler ve Sanayi Devrimi’nin sağladığı zenginleşme olanaklarının Balkanlı aydınlara sunduğu yeni propaganda gücü, Balkan halklarının kendi ulus-devletlerini kurma eğilimlerini güçlendirmiştir. Osmanlı siyasal merkezinin 1839’dan itibaren ortaya koyduğu Tanzimat düzenlemeleri, merkezileşme politikaları dolayısıyla öncelikle yerel Türk/Müslüman unsurlardan tepki görmüştür. Ancak Batılı ülkelerin yönelttiği tehdidin büyüklüğünün görülmesinden sonra bu unsurlar Osmanlı merkezi ile işbirliği yapma eğilimi içine girmişlerdir. 1830-1908 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarında bulunan halklar bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Osmanlı Devleti, 1912 yılında I. Balkan Savaşı’nda kaybettiği topraklar ve Arnavutluk’un da bağımsız olması sonucu Avrupa’daki ülke derinliğini kaybetmiştir.

Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarının kaybı, ciddi güvenlik risklerinin oluşmasına ve hazine gelirlerinin azalmasına yol açmıştır. Osmanlıların siyasal merkezi inşa sürecinde Balkanlar bölgesinin ekonomik ve insan kaynaklarının kullanılması, olumlu yönde katkı yapmıştı. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başından itibaren Balkanlar’da karşılaştığı çok yönlü sorunlar, Orta Doğu’nun merkezsizleşmesi sürecine etki etmiştir. Fransa, General Napolyon Bonapart komutasında 1797 yılında Mısır’a saldırmıştır. Fransa’nın Mısır’a saldırısı, genelde Batılı Hıristiyan devletlerin çevreden merkeze genişleme stratejisinin, özelde ise Batı medeniyet havzasının küresel hâkimiyetinin inşasında başat aktör olmaya dönük İngiliz-Fransız rekabetinin bir yansımasıdır (Bu dönem Fransız dış politikası için bkz. İsmail Soysal, 1999). Fransa’nın Mısır’da uğradığı yenilgi sonrasında bölgeye yönelik tasarımları kesintiye uğramasına karşın, 1797-1911 yılları arasında Avrupa’nın Merkez devletleri, 16. yüzyıldaki İspanya Kralı V. Karl’ın hayalini gerçekleştireceklerdir. İslam öncesi Roma İmparatorluğu’nun ve 7. yüzyılın ortalarından itibaren İslam medeniyet havzasının bir parçası olan Kuzey Afrika’nın bu konumu, en son İtalya’nın 1911 yılında Libya’yı işgali ile sona ermiştir.



İki Savaş Arası Dönemde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu

Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Kuzey Afrika topraklarını kaybetmesine karşın, Orta Doğu’nun önemli merkezlerini hâkimiyeti altında tutuyordu. Osmanlı Devleti, kalan Orta Doğu topraklarını Anadolu yarımadası ile bütünleştirmek amacıyla, 1903 yılında Haydarpaşa/İstanbul-Bağdat-Basra demiryolu hattının yapımını Almanlara vermiştir. Osmanlı yöneticilerinin aldığı bu kararın Anadolu ve Arap yarımadası (Orta Doğu) üzerinde Alman kontrolünü arttıracağı ve dolayısıyla bir İngiliz-Alman rekabetini körükleyeceği çok açıktır. Alman Kayseri II. Wilhelm, ana çizgilerini kendisinin belirdiği ‘dünya politikası’nın Avrupa’nın Merkez ülkeleri arasında bir çatışmaya yol açmasını da istemiyordu. Bu sebeple Almanya, 14 Şubat 1914’de Fransa ile yaptığı gizli anlaşma sonucu Kuzey Anadolu ve Suriye’yi bu devletin nüfuzuna bırakmıştır. Bu gizli anlaşma sonrasında Almanya ve İngiltere, 14 Haziran 1914 tarihinde gizli olarak yaptıkları Bağdat Demiryolu Sözleşmesi ile bölgedeki nüfuz alanlarını belirlemişlerdir (İlber Ortaylı, 1998, 163-167). Bunun dışında, 1915 sonbaharından itibaren İngiltere-Fransa ve İngiltere-Fransa-Rusya arasında yürütülen pazarlık müzakereleri sonucunda taraflar arasında 26 Nisan 1916’da Orta Doğu’daki nüfuz alanları konusunda bir anlaşmaya ulaşılmıştır. Avrupa’nın Merkez ülkeleri arasında uzlaşı paylaşım planları sonrasında, İngiltere ve Mekke Şerifi Emir Hüseyin arasında 1915 yılı içerisinde yürütülen uzun müzakereler sonrasında, bütün Arap Yarımadasını, Irak ve Suriye’nin tamamını içerecek bir Arap Krallığı’nın kurulması konusunda anlaşmaya varılmıştır. Şerif Hüseyin ile yapılan bu anlaşma sonrasında, Fransa ile İngiltere 9-16 Mayıs 1916 tarihleri arasında diplomatik temaslar yürütmüş, Orta Doğu’da kendi nüfuz bölgelerini Sykes-Picot Anlaşması ile yeniden tespit etmişlerdir. En az bu anlaşma kadar önemli bir diğer gelişme, İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un 2 Kasım 1917 tarihinde İngiltere Siyonist Dernekleri Başkanı Lord Rothshild’e yazdığı mektupta, ‘Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt tesisini müsait karşılamaktadır’ ifadesini kullanmasıdır. Bu gelişmelerden habersiz olan Şerif Hüseyin, Haziran 1916’da Osmanlı Devleti’ne savaş açmış ve Ekim 1916’da kendisini Arabistan Kralı ilan etmiştir. Şerif Hüseyin, Osmanlı siyasal merkezinin çökertilmesine verdiği desteğin karşılığında kendisinin Arap yarımadasında yeni siyasal güç merkezi olacağını düşünmüştür. Ancak Şerif Hüseyin, Ekim 1917 Bolşevik Devrimi sonrasında yeni yönetimin gizli belgeleri açıklaması sonrasında Sykes-Picot Anlaşmasını; Ocak 1919’da da İngiltere’nin bildirmesi ile Balfour Deklarasyonunu öğrenmiştir. Böylece Birinci Dünya Savaşı sonrası Orta Doğu’da federal ya da konfederal birleşik bir krallık yaratılmanın ötesinde, siyasal parçalanmışlık bölgenin reel politik gerçekliği haline gelecektir. Bir anlamda, İslam hâkimiyeti öncesi büyük güçlerin mücadele alanı olan Orta Doğu, 20. yüzyılda aynı kaderi bir daha yaşayacaktır (Fahir Armaoğlu, 1989, 125-126; Fahir Armaoğlu, 1989, 32-34).

Ekim 1917 Devrimi ile Romanof Hanedanlığını deviren Bolşeviklerin Çarlık Rusya’sının gizli anlaşmalarını açıklaması ve Wilson’un toprak ilhak etmeme ve self-determinasyon ilkelerinin Müttefiklerce de kabulü, İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’ya yönelik işgal planlarını zor durumda bırakmıştır. İngiltere ve Fransa, 7 Kasım 1918 tarihinde Orta Doğu hakkında bir ortak deklarasyon yayınlamışlardır. İngiltere ve Fransa’nın bildiride kullandıkları belirsiz ifadelerden bağımsızlık yönünde beklentiye giren Arap halkları, bu iki devlet tarafından Arap topraklarının manda rejimi altına konulacağının açıklanması ile ikinci kez hayal kırıklığına uğramışlardır. Orta Doğu’nun siyasal haritasının nasıl çizileceğini kararlaştırmak üzere İngiltere ve Fransa, 18-26 Nisan 1920 tarihleri arasında San Remo Konferansı’nda bir araya gelmişlerdir. İngiltere ve Fransa, San Remo Konferansı’nda kurulacak manda rejimlerini aralarında paylaşmışlardır. Paris Konferansı’nda kendi kendini yönetme yetenekleri açısından ‘A sınıfı manda’ olarak belirlenen Arap topraklarından Suriye ve Lübnan Fransız mandası altına; Irak, Ürdün ve Filistin İngiltere mandası altına konulmuştur. San Remo Konferansı sonu itibariyle Fas, Tunus ve Cezayir’in Fransız sömürgesi; Mısır ve Sudan’ın İngiliz hâkimiyeti altında; Libya’nın İtalyan işgali altında; İran’ın İngiltere ve Rusya’nın nüfuz bölgelerine ayırdığı bir ülke olduğu düşünüldüğünde, geniş Orta Doğu topraklarının tamamı işgal ya da manda yönetimleri yoluyla Batılı devletlerin kontrolü altındadır. Ortaya çıkan siyasal manzara, Orta Doğu’da çoğu zaman yaşanan İslam medeniyet havzası içi bir güç ya da siyasal merkezi inşa etme mücadelesini yansıtmamaktadır. Orta Doğu, 7. yüzyılın ortasından itibaren ilk kez, bölge dışı aktörler tarafından insan ve ekonomik kaynaklarının kontrol altına alındığı bir ‘merkezsizleşme’ ya da ‘siyasal atomizasyon’a doğru itilmiştir (Fahir Armaoğlu, 1989, 197-212).



Batılı devletlerin iki savaş arası dönemde Orta Doğu ülkelerini ‘A sınıfı’ kategorisi altında ‘manda/vesayet sistemi’ altına almaları ve izledikleri politikalar bölge halklarının büyük tepkisini çekmiştir. İngiltere ve Fransa, vasisi oldukları bölgelerin idari yapılarını düzenlerken ‘bölge halklarının tepkisini çekecek’, ‘yöneten-yönetilen gerginliği yaratacak’ ve ‘coğrafi bütünlüğünü parçalayacak’ politikalar izlemişlerdir. San Remo Konferansı öncesinde Şam’da toplanan Eşraf Konferansı’nda Filistin ve Lübnan’ı da içine alan büyük Suriye Krallığı kurulması ve başına Hicaz Kralı Hüseyin’in oğlu Faysal’ın getirilmesi, Orta Doğu’daki Arap halklarının ‘siyasal bütünleşmeye’ verdikleri önemi ortaya koymaktadır. Ancak San Remo Konferansı’nda, Filistin Suriye’den ayrılarak İngiliz mandası altına konulmuş; Suriye ve Lübnan Fransız mandası altına konulmuş; Faysal tahtından kovulmuştur. Fransa, Lübnan topraklarını Osmanlı dönemindeki sınırlarını iki katına çıkararak Suriye’den ayırmış ve Suriye topraklarını dört eyalete bölerek federal bir yönetim oluşturmuştur. Bölgedeki Arapların büyük tepkisi karşısında Fransa, 1926’da Lübnan’a ve 1930’da Suriye’ye vasi haklarını saklı tutmak üzere kontrollü bağımsızlık vermiştir. Fransa, 1935 sonrasında Avrupa Kıtası ve Akdeniz’de karşılaştığı Alman ve İtalyan tehdidi, bu ülkelerin vesayet altındaki ülkelere yönelik propagandaları dolayısıyla 1936 yılında Suriye ve Lübnan ile ittifak antlaşmaları yaparak bölgeden çekilmiştir. Fransa, Suriye’deki fiili hâkimiyet dönemi boyunca Sünni Müslüman çoğunluğa karşı, azınlıktaki Nusayri gruplarla, Hıristiyan Araplarla, başlangıçta Dürzi gruplarla işbirliği yapmıştır. Fransa, Suriye dışında iki savaş arası dönemde Kuzey Afrika’da Cezayir, Tunus ve Fas’ı da hâkimiyeti altında tutmaktadır (Fahir Armaoğlu, 1989, 198-199).

İngiltere, San Remo Konferansı sonrasında Orta Doğu’da Filistin, Irak ve Ürdün üzerinde vesayet sistemini kurmuş; Mısır ve Sudan üzerinde kontrol tesis etmişti. İngiltere, vesayeti ve kontrolü altındaki Orta Doğu topraklarında Fransa kadar sertlik yanlısı politikalar izlemek yerine, temel politikalarından sapmadan antlaşmalar çerçevesinde ilişkilerini düzenlemiştir. İngiltere, Balfour Deklarasyonuna diğer Avrupa devletlerinin ve ABD’nin de desteğini kazanarak, bölgede Arap halkları arasında oluşan ve sadece kendisine yönelecek büyük tepkiyi frenlemeye çalışmıştır. İngiltere, Filistinli Müslüman ve Hıristiyan Arapların çoğu zaman birlikte düzenledikleri yoğun protesto gösterilerine rağmen, bölgeye yönelik Yahudi göçüne göz yummuştur. İngiltere’nin 1930’lardan itibaren taraflar arasında çözüm bulmak amacıyla kurduğu komisyonlar ve ortaya konan planlar taraflarca kabul edilmemiş, tam tersine şiddeti tırmandıran bir rol oynamıştır. Komisyonların ortaya koyduğu Filistin’in taksimi ya da bölgeye bağımsızlık verilmesi sonrası kurulacak İsrail Devleti’in varlığı, Arap halkları tarafından kabul edilemez olarak görülmüştür. Filistin topraklarının statüsü konusunda ortaya konan tasarılar, Orta Doğu’daki parçalanmanın derinleşerek sürdüğünü ortaya koyması bakımından önemlidir. İngiltere, vesayeti altındaki Irak ve Ürdün ile ilişkilerini ‘antlaşmalar’ yoluyla düzenlemek istemiştir. İngiltere, 30 Haziran 1930 Antlaşması ile Irak’ın tam bağımsızlığını tanımış ve 1932’de Milletler Cemiyeti’ne (MC) girmesine katkı vermiştir. İngiltere’nin Suriye Krallığı’ndan kovulan Sünni kökenli Faysal’ı Irak kralı yapması, Şii nüfusun ağırlıkta olduğu ülkede ciddi bir gerginlik kaynağı olmuştur. Aynı zamanda İngiltere, bölgedeki dört devlete yayılmış olan Kürtleri bölgesel politikaları çerçevesinde kullanabileceğini görmüştür. Ancak bir siyasal etkileme aracı olarak Kürt siyasal entitesi yaratılması projesi hayata geçirilmemiştir. Bu bölgeler dışında iki savaş arası dönemde Mısır, Suudi Arabistan, İran ve Afganistan İngiltere’nin doğrudan ya da dolaylı yollardan siyasi, askeri ve ekonomik etki kurduğu ya da kurmaya çalıştığı ülkeler arasındadır. İngiltere, 1919’da milliyetçiler tarafından kurulan Vafd Partisi’nin siyasi faaliyetleri sonucunda 28 Şubat 1922 deklarasyonu ile Mısır’ a bağımsızlık vermiştir, ancak birçok alanda Mısır ve Sudan üzerindeki kontrolünü de sürdürmüştür. İngiltere, Arabistan Yarımadasında Necd Sultanı Abdülaziz’e Mekke Şerifi Hüseyin karşısında verdiği destekle Vahhabi devleti Suudi Arabistan’ın kurulmasını sağlamış, bu ülkenin petrol kaynaklarının işletme imtiyazları büyük oranda İngiliz ve Amerikalı şirketler arasında paylaşılmıştır. İran’da Ekim 1925’de Türk kökenli Kaçar ailesinin hâkimiyetine son verilerek, Ahmet Rıza Han’ın İran Şehinşahı ilan edilmesinde de İngiltere birinci derecede rol oynamıştır. Bu dönemde İngiltere’nin iktidar yapısını şekillendirmekte başarısız olduğu neredeyse tek ülke Afganistan’dır. Yemen üzerinde de İngiliz ve İtalyan rekabeti vardır (Fahir Armaoğlu, 1989, 198-212).

Yukarıdaki satırlarda çok kısa bir şekilde ifade ettiğimiz üzere, iki savaş arası dönemde Afganistan’dan Fas’a kadar uzanan en geniş anlamdaki Orta Doğu toprakları, tarihinde ilk defa bölge dışı aktörler tarafından ekonomik, askeri, toplumsal ve siyasal alanlarda doğrudan ya da dolaylı araçlarla bir hâkimiyete konu olmuştur. İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu bölgesine yönelik yaptıkları bütün tasarımlar, bölgede çatışma dinamiğini ve yöneten-yönetilen gerginliğini arttıracak, coğrafi bütünlüğü bozacak düzenlemeleri içermektedir. Orta Doğu’ya yönelik politikalarını sürdürülebilir kılmak amacıyla bölgedeki etnik ve dini grupları birbirlerine karşı kullanmaları, taraflar arasında güvensizlik duygularını arttırmıştır.



Yüklə 196,08 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin