İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə938/1221
tarix05.01.2022
ölçüsü13,72 Mb.
#76819
1   ...   934   935   936   937   938   939   940   941   ...   1221
(Mezkûr iki mektub için, 2477/1.p.a bakınız.)

İki atıf notu:

-Eski Said’in ulûm-u felsefiyeyi terk ile tevhid-i kıbleye geçişi, bak: 3088.p.

-Bediüzzaman Hazretlerinin Avrupa’ya karşı İslâmiyet’i müdafaasında Eski Said tarzını değiştirmesi, bak: 1757.p.

3253/1- Eski Said’in hayatı, Yeni Said’e geçişte bir ihzariye manasında olduğu söylenebilirse de, Yeni Said’in haslar dairesindeki hizmet tarzına me’haz tutulup tutulamıyacağı, mezkûr nakilerden anlaşılmaktadır. Ancak Eski Said’in hayatı, geniş daireye bakabilir. Zira Nurculuk hareketinin mües­sis ve mümessili olan Yeni Said’in vazife makamı umumi ve küllidir. Yani dar daireye bizzat ve bilfiil, geniş daireye de irşad ve ikaz cihetiyle bakar.( Bak: 2899,2899/1.p.lar)

3253/2- “Fazıl-ı Muhterem, Tetkik-i Mesahif ve Müellefat-ı Şer’iye Reis-i Alisi Şeyh Safvet Efendi Hazretlerinin bir takrizidir:

Sübhan olan Allah’a (cc) hamdederim. Ve Kur’anını üstüne inzal eylediği Resûl-ü Ekrem’ine salât ü selâm ederim. Ve din-i mübin-i İslâmın maalim ve binasını kuran onun âl ve ashabına da salât ü selâm ederim.

Bundan sonra; şu “Tevhid Deryasından Bir Katre” isimli risale benim gözüme tecelli etti. Gördüm ki; şu katre ile o bahir arasında bir fark yoktur. Çünkü şu katre, din-i İslâm’ın halis pınarını izhar ve ifaza etmiştir. Ve hakikatta kendisi de o çeşme-i İslâmdan çıkıp yine olna dönüyor ve ona dö­külüyor.

İşte Allahü Teâlâ’ya (C.C.) çok şükürler olsun ki, tevhid denizlerinden tefeyyüz edip İslâmın memesinden hakikî ve halis bir süt alıp emmeğe muvvaffak olmuş olan biraderimiz Bediüzzaman Said Efendi, bu eyyamda emsalsiz bir allâme-i garibdir. Bu gariblik ve bedi’lik ise Peygamber Aleyhi ve Alâ Âlihissalâtü Vesselâm’ın ferman buyurduğu ¬š_«"«h­R²V¬7 |«"Y­O«4 (*) hadî­sinin sırrını izhar ediyor. Elhamdülillahi Rabb-il Âlemin.

¬š_«W«V­Q²7~ ¬•~«f²5«~ ­~«h­# ­y«9_«E²A­, ¬y²[«7¬~ ­h[¬T«S²7«~ Safvet” (M.Nu. 105)

(Risale-i Nur’un müceddidliği, bak: 2690/1.p.)

3254- Eski Fetva Emini Ali Rıza Efendi’nin, Bediüzzaman ve eserleri hakkında bir takrizidir:

“İstanbul ülemasının en büyüğü ve en müdakkiki ve çok zaman Müfti-yül Enam olan eski fetva emini, meşhur Ali Rıza Efendi; Birinci Şua İşarat-ı Kur’aniye ve Âyet-ül Kübra gibi risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nur’un mühim bir talebesi olan Hâfız Emin’e demiş ki:

“Bediüzzaman, şu zamanda din-i İslâma en büyük hizmet eylediğini; ve eserlerinin tam doğru olduğunu; ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde feragat-ı nefs edip yani dünyayı terkedip, böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şayan-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur, müceddid-i din olduğunu ve Cenab-ı Hak onu muvaffak-un bilhayr eylesin, âmin” diyerek; bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle; Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin pederleri olan Sultan-ül Ülema’nın bir kıssası ile onu müdafaa edip, demiş:

“Bu misillü, Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz eden­ler haksızdır.” demiştir.” (K.L. 194) (Risale-i Nur’un müceddidliği, bak: 2690/1.p.lar)



3255- Yukarıda bahsi geçen sakal bırakmama meselesini medar-ı tenkid yapanlara Bediüzzaman Hazretleri verdiği cevabında diyor ki:

“Bu bir sünnettir, hocalara mahsus değil. Bu millette yüzde doksan sa­kalsız olanların içinde küçüktenberi sakalsız bulundum. Bu yirmi senedir bana resmi hücumlarda -bazı arkadaşlarımın sakallarını kestirmeleriyle, be­nim sakal bırakmadığım bir hikmet, bir inayet-i İlahiye olduğunu isbat etti. Eğer sakal olsaydı traş edilseydi, Risale-i Nur’a büyük bir zarardı. Çünki öle­cektim, dayanamıyacaktım.

Bazı âlimler “Sakalı traş etmek caiz değildir” demişler. Muradları sakalı bıraktıntan sonra traş etmek haramdır demektir. Yoksa hiç bırakmayan, bir sünneti terketmiş olur. Fakat bu zamanda, dehşetli pek çok günah-ı kebireden çekinmek için, bu terk-i sünnete mukabil, Risale-i Nur’un irşa­dıyla, yirmi sene haps-i münferid hükmünde işkenceli bir hayat geçirdik; inşaallah o sünnetin terkine bir keffarettir.

3256- Hem bunu kat’iyyen ilan ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur’anın ma­lıdır. Benim ne haddim var ki, sahib olayım; ta ki kusurlarım ona sirayet et­sin. Belki o Nur’un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkanının bir dellalıyım. Benim karmakarışık vaziyetim ona sirayet edemez, ona doku­namaz. Zaten Risale-i Nur’un bize verdiği ders de, hakikat-ı ihlas ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Ken­dimizi değil, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini ehl-i imana gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakikat olmak şartıyla minnettar oluyoruz, Allah razı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu,-fakat garaz ve inad ol­mamak şartıyla ve bid’alara ve dalalete yardım etmemek kaydı ile- kabul edip minnettar oluyoruz.” (E.L.I 48)

3257- Bu mektubdan da anlaşıldığı gibi; müslümanlar arasında daima sulh yolunu takib ederek uhuvvet-i İslâmiyeyi korumaya çalışan ve bütün hayatını din yolunda ve sünnetin ihyası için feda eden ve en şiddetli baskılar karşısında hatta idam planlarıyla muhakeme edildiği zamanlarda dahi sarık, cübbe gibi İslâmî kıyafetini- zorlamalara rağmen- değiştirmeyen bir mücahid-i ekberin bilâ-ma’zeret ve hâşa sünnete ehemmiyet vermediğinden sakal bırakmadığını iddia etmek insafa çok zıd düşen bir hareket olur. Eser­lerinin çok yerlerinde bilhassa Lem’alar namındaki eserinin sünnete ittiba etmek dersi olan Onbirinci Lem’asında, Sünnete uymak en büyük gaye-i in­saniyet gösterilerek”Sünnete ittiba etmiyen tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.” (L.59) deyip Sünnet yolunu gaye-i hayat gören (Bak: Sünnet) bir zatın bilâ-sebeb Sünnete muhalefet edeceğini düşünmek ve işaa etmek büyük hatadır. İnsaf olan odur ki, bu meselede bu büyük mücahidin bildiği bir sebeb vardır demeli... (Daha fazla bilgi için bak: Sakal)

3257/1- Yine buna benzer zararlı bir itiraz ve gıybete karşı, Bediüzzaman Hz.nin verdiği cevabın bir kısmı:

“Onsekiz sene müddetinde Sünnet-i Seniyeyi muhafaza için başına şapka koymadığından, onsekiz senedir haps-i münferid hükmünde ihtilattan men’ ve yalnız bir odada hayatını geçirmeye mecbur edilen ve hususi ibadetgâ­hında ezan-ı Muhammedî okuyup “Allahü Ekber” dediğinden ve “Lâ ilahe illallah” hakikatını güneş gibi gösterdiğinden, yüz arkadaşıyla taht-ı tevkife alınan ve mahkûm edilen bir adamı, yüzer emare ve karinelere istinaden ina­yet-i İlahiyeden geldiğine kat’i bir kanaatı ile işarat-ı Kur’aniyeden bir müjde hem kendine, hem musibetzede arkadaşlarına bir teselli niyetiyle beyan ettiği için onu gıybet ve galiz tabiratla teşhir etmek ve onun dersleriyle imanlarını kurtaran masum şakirdlerini ondan tenfir edip şübheler vermek; güya orta­lıkta medar-ı inkâr hiçbir şey yok ve hiçbir münkeratı ve cinayeti görmüyor gibi, yalnız o biçarenin mevhum bir hatasını, sekiz senede seksen müdakkiklerin nazarında saklanan ve sathî ve inadî nazarına göre bir içtihadî yanlışını görüyor zannıyla galiz tabirler ile zemmetmek; elbette bu asırda, bu memlekette Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın kasden işaretine medar olabilir azîm bir hâdisedir.” (K.L.191)



3258- Said Nursî Hazretleri yüksek seciyelere sahib idi. Ezcümle, âlim ve fâzıl talebelerinden Ali Ulvi Kurucu, onun tevazu’ ve mahviyetkârlığını anla­tırken şu ifadelere yer veriyor:

“Nur Risalelerinin bu kadar hârikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü Üstad, sohbet ve te’liflerinde kendine bir “Kutb-ul Arifin” ve bir “Gavs-ul Vâsilîn” süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvi gayesini benimsemiştir. Meselâ: Ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegane muhatabı öz nefsidir. Oradan, merkezden muhite yayılırcasına-bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan-gönüllere yayılır.” (T.H.15)



3259- Aynı mevzu ile alâkalı olarak, müttaki ve hoca bir talebesi de şöyle diyor:

“Üstadım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz hasletlerinden, zahirî tavrının pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılsa, ilm-i hali bilmiyor gibi görünüyor; birden, bakarsın bir derya kesiliyor. Me’zun olduğu mikdarı ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan cihet-i istifa­desi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. Bende nur yok, kıy­met yok der. Bu hasleti de, tam tevazu’dur ve ­yÁV7~ ­y«Q«4«‡ «p«/~«Y«# ²w«8 (281) hadi­siyle tam âmil olmasıdır.

İşte bu haslet icabatındandır ki; bizim gibi talebelerinden bazı mesail-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini içinde arar, hak bulduğu vakit, kemal-i tevazu ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder. Maşaallah der. Siz benden daha iyi bildiniz der, Allah razı olsun der. Hak ve hakikatı, nefsin gurur ve enaniyetine daima tercih eder. Hatta ben bazı mes’elelerde muhale­fet ediyordum. Bana karşı gayet multefit, memnunane bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce, damarıma dokunmayarak beni ikaz eder. Eğer güzel bir şey söylemiş isem çok memnun olur.” (B.L. 148)

3260- Cihad-ı maneviyesindeki muvaffakıyeti, şahsına değil daima şahs-ı manevîye vermeyi düstur edinen Bediüzzaman hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

“Cenab-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmi, diyar-ı gurbette, kim­sesiz, ihtilattan men’edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddi, samimi, gayyur, feda­kâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zaif ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’aniyeyi, o kuvvetli omuz­lara bindirdi. Kemal-i kereminden yükümü hafifleştirdi.

O mübarek cemaat ise; -Hulusi’nin tabiriyle-telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve- Sabri’nin tabiriyle- Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymetdar muhtelif hasiyetle­riyle beraber,-yine Sabri’nin tabiriyle- bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden ola­rak şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-ı Kur’aniyeyi ve envar-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envar-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’aniye ve zahir bir inayet-i İlahiyedir.

Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i halisenin dahi kerameti var­dır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddi samimi tesanüdün çok kerametleri ola­bilir. Hatta şöyle bir cemaatın şahs-ı manevisi bir veliyy-i kâmil hükmüne ge­çebilir, inayata mazhar olur.



3261- İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’anda arkadaşlarım! Bir kal’ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti ver­mek nasıl zulümdür, bir hatadır; öyle de: Şahs-ı manevinizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hasıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir biçareye vere­mezsiniz.!” (M.371)

3262- “Evet iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor; fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti, o nimete mukarin olmuş; fakat illet olmamış. İllet Rahmet-i İlahiyedir. Evet o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi, o nimet sana gelmezdi. Nimerin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kaideye binaen; o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şeraitin bir şartı olabilir. Meselâ: Risale-i Nur’un şakirdleri içinde Cenab-ı Hakk’ın nimetlerine maz­har bazı zatlar (Husrev, Re’fet gibi), iktiranı illetle iltibas etmişler. Üstadına fazla minnetdarlık gösteriyorlardı. Halbuki Cenab-ı Hak onlara ders-i Kur’anîde verdiği nimet-i istiifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş. Onlar derler ki. “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifadesi, istifademize illet­tir.” Ben de derim: “Ey kardeşlerim! Cenab-ı Hakk’ın bana da sizlere de et­tiği nimet beraber gelmiş, iki nimetin illeti de Rahmet-i İlahiyedir. Bende si­zin gibi iktiranı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirdlerine çok minnetdarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmi bir biçare nasıl hizmet edecekti. Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsi nimetten sonra, bana da bu hizmeti muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş, birbirinin il­leti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnetdarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.” (L.134) (Bak: 2734,2735.p.lar)

3263- Said Nursî Hazretleri, dinimizde çok büyük ehemmiyeti bulunan sırr-ı ihlasın muhafazası hakkında gösterdiği hassasiyetin bir nümunesi ola­rak, yazdırdığı bir vasiyetnamesinde şöyle der:

“Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü dünyada sohbetten beni men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor.”

Biz de Üstadımızdan sorduk: Kabri ziyarete gelenler fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men’ediyorsunuz?

Cevaben Üstadımız dedi ki: “Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Fir’avunların dünyevî şan ü şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumya­larla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benlik verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları mana-yı harfîden mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ü şerefine ziyade ehemmiyet verir. Öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur’daki azamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirme­meyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, hem kim olursa olsun oku­dukları fatihalar o ruha gider. Dünyada beni sohbetten men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevab cihetiyle değil, dünya cihetiyle men’etmeye mecbur edecek.” dedi.” (E.L.II.204) (Bak: İhlas)



3264- Hem yine Bediüzzaman kendisi hakkında yapılan kasdî bir ihanete karşı, Kur’an (3:136) âyetinde tavsiye edildiği gibi yüksek bir sabırlılık dersini veren tahammülünü şöyle ifade eder:

“İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebebsiz, gıyabımda tezyifkârane, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi. Sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helal ettirdi. O hakikat şudur:

Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise; Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevkeder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemiş ise, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet ben nefsim ile musalaha etmemişim. Çünki terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse; ondan darıl­mak değil, belki memnun olmak lâzım gelir. Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur’ana hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur’ana havale ediyorum. O Azizdir, Hakîmdir. Eğer sırf beni sövmek, tahkir etmek, çürütmek nev’inden ise; o da bana ait değil. Ben menfi ve esir ve garib ve elim bağlı olduğundan, haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez. Belki misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilayete hükmedenlere aittir. Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder. Madem hakikat budur, kalbim istirahat etti.

(40:44) ¬…_«A¬Q²7_¬" °h[¬M«" «yÁV7~ Å–¬~ ¬yÁV7~ |«7¬~ >¬h²8«~ ­Œ¬±Y«4­~«— dedim. O vakıayı olmamış gibi saydım, unuttum. Fakat maatteessüf sonra anlaşıldı ki, Kur’an onu helal etmemiş.” (M.64)



3265- Hem”ben, Risale-i Nur mesleğinin esası olan şefkat itibariyle, bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere değil ilişmek, hatta beddua da edemiyorum. Hatta en şiddetli ve garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde; değil maddi, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat menediyor.

Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara maddi ve manevi darbe gelmemek için, o dört-beş masumun hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum; bazan da helal ediyo­rum.” (T.H. 526)



3266- Hem “... Eğer Risale-i Nur’u tenkid fikriyle tedkik eden adliye me’murları, imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni idam ile mahkûm etseler; şahid olunuz, ben hakkımı onlara helal ediyorum. Çünki biz hizmetkârız. Risale-i Nur’un vazifesi, imanı kuvvetlendirip kur­tarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmiyerek, hizmet-i imaniyeyi hiçbir taraf­girlik girmeyerek yapmağa mükellefiz.” (Ş. 393)

Bediüzzaman Hazretleri, öylesine bir müsamaha sahibi idi ki, “hapisha­nede -zehirlenerek- ölüm döşeğinde iken, fırsat bulup ziyaretine varabilen bir talebesine şöyle demiştir: “Belki hayatta kalamıyacağım, bütün mevcudi­yetim vatan, millet, gençlik ve Âlem-i İslâm ve beşerin ebedî refah ve saadeti uğrunda feda olsun. Ölürsem, dostlarım intikamımı almasınlar!” (T.H. 545) (Bak: Afv) Bütün bu hâdise ve beyanlar gösteriyor ki: Bediüzzaman daima şefkat, afv, asayişi muhafaza yolunda hareket etmiştir.



3267- Dahilde müsbet hareket etmeyi esas alan Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son dersten bir parça:

“Aziz kardeşlerim,

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışma­maktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. Meselâ:

Kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, bir çok hâdise­lerle sabit olmuş. Meselâ: Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî’de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahak­kümlere boyun eğmediğimi gösteriyor.

Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek ve vazife-i İlahiyeye karışmamak hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis (A.S.) gibi ve Bedir, Uhud muhare­belerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım.

3268- Evet meselâ: Seksenbir hatasını mahkemede isbat ettiğim bir müddeiumuminin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevi tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

3269- Evet mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. (6:164) >«h²'­~ «‡²ˆ¬— °?«‡¬ˆ~«— ­‡¬i«# «ž«— düsturu ile ki: “Bir cani yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz.” İşte bu­nun içindirki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalış­mışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edile­bilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, dahildeki asayişe bütün kuvveti­mizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâm’da asayişi ihlal edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkın­dan ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.” Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’andan ders almışım.

3270- Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Da­hildeki hareket müsbet bir şekilde manevi tahribata karşı manevi, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakiki talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.” (E.L.II.241)

3271- Said Nursî Hazretlerinin diğer bir seciyesi de, en zor şartlarda dahi cesaret-i imaniye ile hakkı söylemekten çekinmemek ve izzet-i diniyeyi ko­rumaktaki gayretidir. Hayatı boyunca bunun pek çok örneklerini vermiştir. Ezcümle 1907 senesi içinde, rakiplerinin ifsadatı ile Toptaşı’na götürülen Bediüzzaman, kendisini muayene ile vazifelendirilen doktora şöyle der:

“Ey tabib efendi, sen dinle ben söyliyeceğim. Cinnetime bir delil daha senin eline vereceğim. O da sual olunmadan cevaptır. Antika bir divanenin sözünü dinlemeyi şüphesiz arzu edersiniz. Muayenemi muhakeme suretinde istiyorum. Senin vicdanın da hakem olsun. Tabibe tıp dersi vermek fuzuliliktir. Fakat teşhis-i illete yardım edecek noktaları anlatmak, hastanın vazifesidir. Hem de istikbal sizi tekzib etmemek için elbette dinlemeyi lü­zumlu görürsünüz. İşte şu dört noktayı nazar-ı mütalaaya alınız:



3272- Birincisi: Ben Şarkın dağlarında büyümüşüm. Kaba olan ahvalimi o yerlerin kapanı ile tartmalısınız. Hassas olan medeni İstanbul mizaniyle tartmamalısınız. Öyle yaparsanız bir maden-i saadetimiz olan Dersaadet’ten önümüze sedçekmiş olursunuz. Hem de ekseri hemşehrilerimi tımarhaneye sevk etmek lâzım gelir. Zira Anadolu’da en revaçlı olan ahlâk; cesaret, iz­zet-i nefis, salabet-i diniye, muvafakat-ı kalb ve lisandır. Medeniyette nezaket denilen umûr, onlarca müdahenedir, dalkavukluktur.

3273- İkincisi: Benim elbisem gibi ahval ve ahlâkım da nâsa muhaliftir. Hak ve nefs-ül emri mehenk itibar ediniz. Zamanın ve âdatın revaç verdiği bazı ahlâk-ı seyyieyi görenek vasıtası ile nümune-i imtisal olmuş, mikyas et­meyiniz.” Neme lâzım başkası düşünsün” feryad-ı meyyitanesi gibi, ben de­rim ki: Müslümanım, İslâmiyet cihetine manen memurum ve sadakatle mü­kellefim. Millete, din ve devlete nâfî’ olan birşey düşüneceğim.

3274- Üçüncüsü: Şaz ve nadir olarak, istidad-ı zamanın fevkinde çok kimseler gelip geçmişler. Nâs, başlangıçta onlara cünun veya abes isnad et­mişler. Sonradan sihir veya hârikaya hamletmişler. Birinci ve ikinci noktanın mabeyninde olan tezad, cinnetime hükmeden zevatın delil ve müddealarında olan tezada işarettir ve imadır. Zira ef’alleriyle demişler: “Divanedir çünki her mesail-i müşkileye cevab veriyor.” Böyle delil getiren elbette delidir!

Eğer dalkavukluk ve temelluk ve kedi gibi yalvarmak, menfaat-ı umumiyeyi, menfaat-ı şahsiyeye feda etmek, aklın muktezasından addedil­mek lâzım geliyorsa, şahid olunuz, ben o akıldan istifamı veriyorum. Diva­nelik bence bir mertebe-i masumiyet gibidir, iftihar ediyorum.

Doktor bunları dinledikten sonra: “Eğer Bediüzzaman’da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur.” diyerek raporunu tan­zim eder.

3275- Bundan sonra Bediüzzaman tekrar Zaptiye Nezaretine geri gön­derilmiştir. Hikâyenin gerisi ise tevkifhanede Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa ile olan konuşmadır ki; onu da dinleyelim.

Bunu da Bediüzzaman anlatıyor:

“Zaptiye Nâzırı: Padişah sana selâm etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış, sonra da memleketine döndüğün vakit, o maaşı otuz lira yapacak. Ve bu seksen altını da ihsan-ı şahane olarak sana göndermiş.”

Cevaben dedim: Ben maaş dilencisi değilim, bin lira da olsa kabul et­mem. Kendim için gelmedim, memleketim için geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz hakk-ı sükûttur.

Nâzır: İradeyi reddediyorsun, irade reddolunmaz.

Ben dedim: Reddediyorum, ta ki Padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyliyeyim.

Nâzır dedi: Neticesi vahimdir.

Cevaben dedim: Neticesi deniz olsa geniş bir kabirdir. Hem de İstan­bul’a geldiğim vakit hayatımı rüşvet getirmişim, ne ederseniz ediniz. Bunu da ciddi söylüyorum. Ben isterim ki, vatandaşlarımı bilfiil ikaz edeyim ki; bu da devlete intisab, hizmet içindir. Maaş kapmak için değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatladır. O da hüsn-ü tesir ile­dir. O da hasbîlikledir. Bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menafi-i şahsiye iledir. Binaenaleyh ben maaşın kabulünden mazurum.



3276- Nâzır: Senin memleketinde neşr-i maariif olan maksadın, Meclis-i Vükelada derdest-i tezekkürdür.

Cevaben dedim: Maarifi tehir, maaşı tacil etmeniz acaba ne kaide iledir? Neden menfaat-ı şahsiyemi menfaat-ı umumiye-i millete tercih ediyorsunuz?

Nâzır hiddet etti. Ben dedim: Ben hür yaşamışım, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Anadolu’nun dağlarında büyümüşüm, bana hiddet fayda ver­mez. Nafile yorulmayınız. Beni nefyedin, Fizan olsun, Yemen olsun razıyım. Siz de pinedüzlükten ve yamalakçılıktan kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekten kurtulurum.

Nâzır: Ne demek istiyorsun?

Cevaben dedim ki: Sigara kağıdı kadar ince ve nizam namıyla bir perdeyi, feveran eden bu kadar efkâr ve hissiyata karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes altında sizin tazyikatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemi idim, o perdenin altına girmedim, üstünde kaldım.” (Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, N.Şahiner, shf: 89 ve Nurculuk Davası, Av. B.Berk, shf: 280. Asıl me’haz ise Bediüzzaman’ın eski eserlerini cem’eden Asar-ı Bediiye nam kitabın içinde bulunan İki Mekteb-i Musibet eseridir. shf: 324)

3277- Mezkûr cünuniyet isnadının mantıksızlığını Bediüzzaman şöyle beyan ediyor:

“Kırk sene evel ehl-i siyaset, bana bir cinnet-i muvakkata isnadıyla tı­marhaneye sevkettiler. Ben onlara dedim: Sizin akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum; o çeşit akıldan istifa ediyorum;

­–Y­X­D²7~ «r«V«B²'~ >«Y«Z²7~¬‡«f«5|«V«2 ²w¬U«7«— °–Y­X²D«8 ¬‰_ÅX7~ Êu­6 «— kaidesini sizlerde görüyorum demiştim:..

Hadis-i sahihde vardır ki: “Bir adam kemal-i imanı kazandığına, avam-ı nâsın akıllarının tavrı haricindeki yüksek hallerini mecnunluk, divanelik say­maları, onun kemal-i imanına ve tam itikadına delalet eder.” diye ferman ediyor.” (Ş. 345)

Evet “Said Nursî filvaki ifrat-ı zeka itibariyle hudud-u cünunda idi. Fakat öyle bir cünun ki, “onun ulvi ruh ve kemal-i aklına işarettir” diye bir zat şu mısralarında tercüman-ı zişanı olmuştur:

Cünun başımda yanar, ateş-i maalidir

Cünun başımda benim bir zeka-i âlîdir.

Benim cünunuma rehber ziya-yı ulviyyet,

Benim cünunumu bekler azîm bir niyet..” (İ.M.Ş.5)

İşte böylece Bediüzzaman ihlas, şefkat ve hak yolunda cesaret gibi pek çok yüksek meziyetleri yalnız nasihatlarla değil, aynı zamanda bilfiil yaşaya­rak ders vermiş ve hayatı boyunca aynı yolda yürümüştür.




Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   934   935   936   937   938   939   940   941   ...   1221




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin