İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə578/1221
tarix05.01.2022
ölçüsü13,72 Mb.
#76819
1   ...   574   575   576   577   578   579   580   581   ...   1221
qqİSİM v,É~ : (Bak: İsm-i A’zam)

1738- qqİSKENDER ‡fXU,~ : (M.Ö. 356-323) Aristo’dan ders almış bir imparatordu. İskender-i Rumî de denir. Bundan başka ismi geçen bir de İskender-i Zülkarneyn vardır. (Bak: Zülkarneyn)

1739- qqİSLÂM •Ÿ,É~ : (İslâmiyet) Bu kelime “silm ü selâmet madde­sinden if’al olduğu için if’al babının muhtelif binalara göre teslim-i nefis yani inkıyad, salim bulundurmak, selim ve lekesiz tutmak, selâmete girmek, selâ­mete çıkarmak, müsalemet ve ihlas gibi mütenevvi’ manaları ifade eder. Ve esasta iman ile birleşir ve din-i İslâm isminde bütün bu meani muteberdir. Allah’a teslim-i nefs ile iman ve inkıyad manası ise cümlesini cami’dir. “ (E.T. 468)

Mezkûr mana ile bu kelime, bütün semavi dinlerin müşterek vasfı ol­makla be­raber, şer’î lisanda, Hz.Muhammed’in (A.S.M.) Allah’ın emriyle in­sanlara bildirdiği dine has isim olmuştur.

İslâmlıkta, Allah’a itaat etmek, peygambere tabi’ olmak ve din namına ne bildi­rilmişse, kalb ile dil ile tasdik ve onunla amel etmek şarttır. İslâmın beş şartı vardır. Kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve ramazan-ı şerif orucunu tutmaktır. (Bak: Din)

1740- İslâmın beş şartını bildiren bir hadis-i şerif:

­˜­f²A«2 ~®fÅW«E­8 Å–«~«— ­yÁV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž ²–«~ ¬?«…_«Z«- ¯j²W«' |«V«2 ­•«Ÿ²,¬ž²~ «|¬X­"

«–_«N«8«‡ ¬•²Y«.«— ¬a²[«A²7~ ¬±c«&«— ¬?_«6Åi7~ ¬š_«B<¬~«— ¬?«ŸÅM7~ ¬•_«5¬~«— ­y­7Y­,«‡«—

“Müslümanlık şu beş esas üzerine kurulmuştur. Allah Teala’dan başka ma’bud bulunmadığına şehadet, Hazret-i Muhammed’in Allah Teala’nın kulu ve peygam­beri olduğuna şehadet, farz namazları adab ve erkâniyle eda etmek, zekat vermek, Kâbe-i Muazzama’ya gidip hac farizasını ifa etmek ve ramazan-ı şerif ayında oruç tutmak.” (171)



1741- “Ülema-i İslâm ortasında, “İslâm” ve “iman”ın farkları çok me­dar-ı bahsolmuş. Bir kısmı, “ikisi birdir”, diğer kısmı, “ikisi bir değil, fakat biri birisiz ol­maz” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmiş­ler. Ben şöyle bir fark anladım ki:

İslâmiyet iltizamdır, iman iz’andır. Tabir-i diğerle: İslâmiyet, hakka taraf­girlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir. Eskide bazı dinsizleri gör­düm ki: Ahkâm-ı Kur’aniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyet’e mazhardı; “dinsiz bir müslüman” denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki; ahkâm-ı Kur’aniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar, “gayr-ı müslim bir mü’min” tabirine mazhar oluyorlar.

Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?

Elcevab: İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz.” (M.34)

İslâm ile iman arasındaki fark hakkında hadis kitablarında malumat ve­rilmiştir. Ezcümle Ahmed bin Hanbel, salis, sh: 134’de aynı mevzuu kay­de­der.

1742- “İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın da en ince te­ferruatı ve en küçük adabı ve en uzak gayatı ve en derin hikemiyatı ve en cüz’î semeratına varıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenasüb ve kemal-i mü­nasebet ve tam bir müvazenet muhafaza edildiğine delil: O Kur’an-ı Camiin nusus ve vücuhundan ve işarat ve rumuzundan çıkan Şeriat-ı Kübra-yı İslâmiyenin kemal-i intizamı ve müvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve rasaneti; cerhedilmez bir şahid-i âdil, şüphe ge­tirmez bir bürhan-ı katı’dır. “ (S.141)

1743- “ Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’ın getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki müvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtala­rına lâzım gelen münasebetleri ihlal etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet, nev-i beşer için fitrî bir dindir; ve iç­timaiyatı tezelzülden vikaye eden yegane bir âmil­dir.” (İ.İ.lll)

1744- “Zaman-ı Saadette, Kur’andan neş’et eden İslâmiyet sanki bir şe­ceredir. Kökü zaman-ı saadette sabit olmakla damarları o zamanın ab-ı hayat menba’larından kuvvet ve hayat alarak, her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve bu­dakları da istikbal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddi ve ma­nevi seme­releri yetiştiriyor. Evet, İslâmiyet mazi ile istikbali kanatları altına almış, gölgelendi­rerek istirahat-ı umumiyeyi temin ediyor. “ (İ.İ. 50)

1745- Hem İslâmiyet fıtrî din olduğundan vicdanlardaki te’siri zail ol­maz. Evet “müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyet’ten vaz geçemez. En ebleh, en sefih bile, sedd-i rasin-i istinadımız olan İslâmi­yet’e bütün mevcudiyetiyle tarafdardır; lasiyyema siyasetten haberdar olan­lar..

1746- Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiç bir tarih bize bildirmi­yor ki; bir müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet’e ter­cih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele..... taklid ise, ehemmiyetsizdir.

Halbuki edyan-ı saire müntesibleri mutlaka fevc fevc , muhakeme-i ak­liye ile ve bürhan-ı kat’î ile daire-i İslâmiyet’e dahil olmuşlar ve olmaktadır­lar. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.



1747- Hem de tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i İslâm’ın temeddünü, haki­kat-ı İslâmiyete ittiba’ları nisbetindedir. Başkaların temeddünü ise, dinleriyle makûsen mütenasibdir. Hem de hakikat bize bildiriyor ki: Mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lasiyyema uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzed olmuş adam dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâina­tın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-i mahdud âmâline neşv ü nema verecek ve istamdadgâhı olacak noktayı-yani din-i hak olan dane-i hakikat-elde etmezse yaşamaz. Bu sırdandır ki: Herkeste din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharri uyanmıştır. Demek istikbalde nev’-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmi­yet olacağına beraat-ül istihlal vardır.” (Mün. 39)

Fakat son asırlarda kısmen İsrailiyat ve bazan da Kur’an ve ehadisteki mecazat ve müteşabihatı yanlış anlayanların fikirleri dinden zannedilerek dine zarar verildi­ğini anlatan Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“İslâmiyetin mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı na­zar ettik ve aldandık. Ve su-i fehm ve su-i edeb ile İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti ifa edemedik. Ta, o da bizden nefret ederek ev­ham ve hayalatın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi. Hem de hakkı var. Zira biz İsrailiyatı usulüne ve hikâyatı akaidine ve mecazatı hakaikına karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada tedib için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine onun merhametidir.

Öyle ise, ey ihvan-ı müslimîn! Geliniz, ona tarziye vereceğiz. El birliğiyle dest-i sadakatı uzatacağız, biat edeceğiz. Onun hablü’l-metinine sarılacağız.

Hem de bilâ-perva olarak ilan ederim: Beni geçmiş asırların efkârına ka­rış mü­barezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevkü’l-ceyş ile kuvvet bulan hayalat ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşv ü nema bulacaktır.

Evet saadet-saray-ı istakbalde taht-nişin hakaik ve maarif yalnız İslâmiyet ola­caktır. Onu fethedecek yalnız odur; emareler görünüyorlar...

Zira mazi kıt’asında, vahşetâbâd sahralarında hayme-nişin taassub ve taklid; ve­yahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdad olanlara, şeriat-ı garra’nın galebe-i mutlak ve istila-i tammına sed ve mani olan sekiz emir, üç hakikat ile zir ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar.O maniler ise: Ecnebilerde; taklid ve cehalet ve taassub ve kıssîslerin riyaseti. Ve biz­deki mani ise; istibdad-ı mütenevvi ve ahlâk­sızlık ve müşevveşiyet-i ahval ve ataleti intac eden ye’sdir ki, şems-i İslâmiyetin kü­sufa yüz tutmasına sebeb olmuşlardır.

Sekizinci ve en birinci mani ve bela budur: Biz ile ecnebiler; bazı zeva­hir-i İs­lâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i batıl (!) ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır.

Evet en büyük sebeb ki: Bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saa­detinden mahrum eden, şems-i İslâmiyet’i münkesif ettiren su-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir. Feya lil’aceb! Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Hal­buki İslâmiyet fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pe­deridir.” (Mu.7)

1748- Hem garib başlayan İslâm’ın istikbalde hükmedeceğini Kur’an müjdele­mektedir. Ezcümle (27:93)_«Z«9Y­4¬h²Q«B«4 ¬y¬#_«<³~ ²v­U<¬h­[«, ¬y±V¬7 ­f²W«E²7~ ¬u­5«— Ve de ki: Hamdolsun Allah’a, o size âyetlerini gösterecek de, onları ta­nıya­caksınız. Yani, Kur’anda delail-i kudretinden İslâm’a va’d buyurduğu hâ­ri­kulâde nusret ve muvaf­fakiyetleri ileride fiilen gösterecek, şimdi tanımak is­temediğiniz o hakikatleri o vakit tanıyacaksınız.

1749- Bu âyetin işaretine nazaran İslâm’ın istikbali gece değil gündüzdür, sönük değil parlaktır, ara sıra bazan gece zulmetleri, onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Bu mana, maruf bir hadis-i şerif ile şöyle beyan buyurulmuştur.

¬š_«"«h­R²V¬7 |«"Y­O«4 _®A<¬h«3­~«f«" _«W«6 ­…Y­Q«[«,«— _®A< ¬h«3­~ «f«" ­•«Ÿ²,¬ž²~ (172) Bu hadis­teki ­…Y­Q«[«, fiilini ekserî kimseler ­h[M«[«, manasına, fi’l-i nakıs telakki ede­rek: “İslâm garib olarak başladı (yahut zuhur etti) yine başladığı gibi garib ola­cak” diye yalnız inzar suretinde anlamış; bundan ise hep yeis teammüm et­miştir. Halbuki Kamus’ta gösterildiği üzere «…_«2 fiili, ­f[¬Q­<«— ­¶z¬f²A­< de ol­duğu gibi, dönüp yeni­den başlamak manasına da gelir.

Bu hadisde de böyledir. Yani “İslâm garib olarak başladı (veya zuhur eti) ileride yine başladığı gibi garib olarak yine başlayacak (yahut yeniden zuhur edecek). Ne mutlu o gariblere!” demektir. Hadisin âhirindeki |«"Y­O«4 onun inzar için değil, tebşir için sevk buyurulduğunu gösterir; gerçi bunda da dö­nüp garib olmak inzarı yok değil, lakin sönmeyip yeniden başlaması tebşiri vardır. İşte “fetuba lil-guraba” müjdesi de bunun içindir. Çünkü onlar sâbikûn-i evvelûn (Kur’an 9:100) gibidirler. Binaenaleyh hadis de ye’si değil, müjdeyi natıktır. “ (E.T. 371l, 3713) (Bak: Ye’s, 933, 1289.p.lar)

1750- Diğer bir hadiste de şöyle buyurulur:

«–Y­E¬V²M­< «w<¬gÅ7«~ ¬š_«"«h­R²V¬7 |«"Y­O«4 _®A<¬h«3 ­p¬%²h«<«— _®A<¬h«3 ­~«f«" «w<¬gÅ7~ Å–¬~

|¬BÅX­, ²w¬8 >¬f²Q«" ²w¬8 ­‰_ÅX7~«f«K²4«~_«8 “Muhakkak ki bu din garib olarak başladı ve sonunda da garib olacaktır. Ne mutlu benden sonra insanların bozduğu sünne­timi ıslah edecek olan gariblere!” (173)

Evet “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yum­makla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.” (Mün. 4)



1751- “Din-i İslâmı,Hıristiyan dinine kıyas edip, Avrupa gibi dine lakayd olmak, pek büyük bir hatadır. Evvela: Avrupa, dinine sahibdir. Başta Wilson, Loyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mütaassıp olmaları şahiddir ki: Avrupa dinine sahibdir; belki bir cihette mutaassıbdır.

Salisen: İslâmiyet’i Hristiyan dinine kıyas etmek, kıyas-ı maalfarıktır, o kıyas yanlıştır. Çünki Avrupa dinine mutaassıb olduğu zaman medeni de­ğildi; taassubu terketti, medenileşti.



1752- Hem din, onların içinde üçyüz sene muharebe-i dahiliyeyi intac etmiş. Müstebid zalimlerin elinde avamı, fukarayı ve ehl-i fikri ezmeye va­sıta olduğundan; onların umumunda muvakkaten dine karşı bir küsmek hasıl olmuştu. İslâmiyette ise, tarihler şahiddir ki, bir def’adan başka dahilî muha­rebeye sebebiyet vermemiş. Hem ne vakit ehl-i İslâm dine ciddi sahib ol­muşlarsa, o zamana nisbeten yüksek te­rakki etmişler. Buna şahid, Av­rupa’nın en büyük üstadı, Endülüs Devlet-i İslâmiyesidir.

Hem ne vakit, cemaat-ı İslâmiye dine karşı lâkayd vaziyeti almışlar, peri­şan va­ziyete düşerek tedenni etmişler.

Hem İslâmiyet, vücub-u zekat ve hurmet-i riba gibi binler şefkatperverane mesail ile fukarayı ve avamı himaye ettiği;

«–—­hÅ"«f«B«< «Ÿ«4«~  «–—­hÅU«S«B«< «Ÿ«4«~  «–Y­V¬T²Q«< «Ÿ«4«~ gibi kelimatıyla aklı ve ilmi istişhad ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himaye ettiği cihetle; daima İslâmi­yet, fuka­raların ve ehl-i ilmin kal’ası ve melce’i olmuştur. Onun için, İslâmi­yet’e karşı küs­meye hiçbir sebeb yoktur. İslâmiyet’in Hristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki:



1753- İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesait ve esbaba, te’sir-i hakiki vermi­yor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hristiyanlık ise “velediyet” fikrini kabul ettiği için, vesait ve esbaba bir kıymet verir, enaniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlahiyenin bir cilvesini azizlerine, bü­yüklerine verir.

(9:31) ¬yÁV7~ ¬–—­… ²w¬8 ®_"³_«"²‡«~ ²v­Z«9_«A²;­‡«— ²v­;«‡_«A²&«~ ~—­g«FÅ#¬~ âyetine masadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gu­rur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber sabık Amerika reisi Wvilson gibi, mutaassıb bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmi­yet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bıraka­cak veya dindarlığı bir derecebırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayd kalıyor­lar, belki dinsiz oluyorlar. “ (M.325)



1754- “Ehl-i bid’a ecnebi inkılabcılarından böyle meş’um bir fikir aldılar ki: Av­rupa, Katolik Mezhebini beğenmiyerek başta ihtilalciler, inkılabcılar ve feylesoflar olarak-Katolik Mezhebine göre ehl-i bid’a ve Mu’tezile telakki edilen-Protestanlık Mezhebini iltizam edip, Fransızların İhtilal-i Kebirinden istifade ederek, Katolik Mezhebini kısmen tahrib edip, Protestanlığı ilan et­tiler. İşte körü körüne taklidciliğe alışan buradaki hamiyet-füruşlar diyorlar ki: “Madem Hristiyan dininde böyle bir ınkılab oldu; bidayette inkılapçılara mürted denildi, sonra Hristiyan olarak yine ka­bul edildi. Öyle ise, İslâmi­yet’te de böyle dinî bir inkılab olabilir?”

Elcevab: Bu kıyasın, birinci işaretteki kıyastan daha ziyade farkı zahirdir. Çünki Din-i İsevi’de yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yı ru­haniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı a’zamı, kütüb-ü sabıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsa Aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci’ olmadığından; esasat-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi, şeriat-ı Hristiyaniye namına örfi kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka birsuret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Haz­ret-i İsa Aleyhisselâm’ın esas dini baki kalabilir. Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı inkâr ve tekzib çıkmaz.

Halbuki Din ve Şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Ves­selâm iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı ol­duğundan; Din-i İslâm’ın esasatını bizzat kendisi gös­terdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hatta en cüz’î âdabını dahi bizzat o gösteriyor. O haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse,esas din baki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş, kabil-i tefrik edeğildir. Onları tebdil etmek, doüğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar.

1755- Mezahibin ihtilafı ise: Sahib-i şeriatın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. “Zaruriyat-ı Diniye” denilen ve kabil-i te’vil olmıyan ve “muhkemat” denilen düsturları ise, hiçbir cihette kabil-i tebdil değildir ve me­dar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor;

¬‰²Y«T²7~«w¬8 ­v²ZÅK7~ ­»­h²W«< _«W«6 ¬w<¬±f7~ «w¬8 «–Y­5­h²W«< kaidesine dahil oluyor. (Bak: Laiklik sonu ve 454.p.)



1756- Ehl-i bid’a, dinsizliklerine ve ilhadlarına şöyle bir bahane buluyor­lar. Di­yorlar ki: “Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisatına sebeb olan Fransız İhtilal-i Ke­birinde, papazlara ve rüesa-yı ruhaniyeye ve onların mezheb-i hassı olan Katolik Mezhebine hücum edildi ve tahrib edildi. Sonra çokları tarafından tasvib edildi. Frenkler dahi, ondan sonra daha ziyade terakki etti­ler?”

Elcevab: Bu kıyasın dahi, evvelki kıyaslar gibi farkı zahirdir. Çünki Fran­sızlarda, havas ve hükümet adamları elinde çok zaman Din-i Hristiyanî, ba­husus Katolik Mezhebi; bir vasıta-i tahakkum ve istibdad olmuştu. Havas, o vasıta ile nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve “serseri” tabir et­tikleri avam tabakasında inti­baha gelen hamiyet-perverlerin mütefekkir kı­sımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dörtyüz seneye yakın Frengistan’da ihtilaller ile istirahat-ı beşeriyeyi bozmağa ve hayat-ı içtimaiyeyi zir ü zeber etmeye bir sebeb telakki edildiğinden; o mezhebe, dinsizlik namına değil, belki Hristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve feylesoflarda bir küsmek, bir adavet hasıl olmuştu ki; malum hâ­dise-i tarihiye vukua gelmiştir. Halbuki Din-i Muhammedî (A.S.M.) ve Şe­riat-ı İslâmiyeye karşı hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki, ondan şekva etsin. Çünki onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir-iki vukuattan başka dahilî muharebe-i diniye olmamış. Katolik Mezhebi ise, dörtyüz sene ihtilalat-ı dahiliyeye sebeb olmuştur.” (M.435)



1757- Avrupa fikir ve felsefesini yüksek sanarak aşağılık hissine kapılma­dan (Bak: 1882.p.) İslâmiyet’i müdafaa etmekle alâkalı olarak, Bediüzzaman’a sorulan bir sual ve cevabı:

“Diyorlar ki: “Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedatın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa’ya karşı İslâmiyet’i müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiş­tirdin? Neden manevi mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?

Elcevab: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hik­met-i Avrupaiye’nin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silahlarıyla on­larla mübareze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düstur­larını, fünun-u müsbete suretinde layetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İs­lâmiyet’in hakiki kıymetini göste­remiyorlar. Adeta kökleri çok derin zannet­tikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyet’i aşılı­yorlar; güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyet’in kıy­metini bir derece tenzil et­mek olduğundan, o mesleği terkettim. Hem bilfiil göster­dim ki: İslâmi­yet’in esasları o kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetiş­mez, belki sathi kalır. Otuzuncu Söz, Yirmidördüncü Mektub, Yirmidokuzuncu Söz bu hakikatı bürhanlarıyla isbat ederek göstermiştir. eski mes­lekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zahirî telakki edip felsefenin dal­larıyla bağla­makla durutmak ve muhafaza edilmek zannedili­yordu. Halbuki felsefe­nin düsturlarının ne haddi var ki onlara yetişsin.” (M:441)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   574   575   576   577   578   579   580   581   ...   1221




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin