İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə16/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   169

301/2- Surede geçen «–_«K²9¬ž²~ kelimesinden maksad: İstiğrakı ifade eden Ä~ karinesiyle ve «w<¬gÅ7~ެ~ nin ެ~ istisnasıyla, yani “iman-ı kâmil amel-i salih sahibi ve hak ve sabrı tavsiyeleşenlerin dışındaki her insan” de­mektir. ¯h²K­'|¬S«7 deki |¬4 zarfiyetiyle ifham ediliyor ki:

O insanlar zararın içine düşmüş, her tarafını hüsran kaplamıştır. O asır­daki ce­miyet adeta hüsran zeminidir. O cemiyette insan, sermaye-i asliyesi olan istidadat-ı ruhiyesini ifsad ile hüsran-ı ebedîye mahkûm olur.

¯h²K­' deki tenkir karinesiyle remzediliyor ki: Bunların cemiyetleri de her türlü fitne fesad, ihtilaf ve ihtilallerle anarşi içindedir, yani dünyada da ma­nevi cehen­nemdedirler.

Surede istisna edilen hakiki mü’minler ise; yok edilmesi istenen hakkın müdafii ve bu yolda karşılaştıkları meşakkatleri sabr u sebatla karşılayan mücahidlerdir. Su­rede iki kere nazara verilen ve (90:17) âyetinde de zikredi­len ²Y«.~«Y«# ifadesinin der­siyle; o mü’minler menfi hareketlerden uzak dura­rak müsbet hareketi ve manevi ci­hadı meslek ittihaz etmişlerdir. Yani bir­birle­rine hakkı ve sabr u sebatı tavsiyele­şir­ler ve böylece dine hizmet eden metanetli bir şahs-ı manevî teşkil ederler.



302- qqASR-I SAADET €…_Q, ¬hM2 : Peygamberimiz Hz. Muham­med’in (A.S.M.) Peygamber olarak dünyada bulunduğu devir. (Bak: Selefiye) (Asr-ı Saa­dette, dünya tarihinin en büyük ha­kikat inkılâbı vücuda gelmiş, hak ile batıl birbi­rinden tamamen ayrılmıştır, bak: 1136/1.p.)

Hakikat noktasında «sıdk ve kizb; küfür ve iman kadar birbirinden uzak. Asr-ı saadette sıdk vasıtasıyla Muhammed’in (A.S.M.) âlâ-yı illiyyîne çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-ı imaniye ve hakaik-ı kâinat hazinesi açılması sır­rıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk, en revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta’ hükmüne geçmiş. Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzab’ın emsali, esfel-i safilîne sukut etmiş. Ve kizb o zamanda küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılab-ı azîm gösterdiğinden, kâinat çarşı­sında en fena, en pis bir mal olup, o malı satın al­mak değil, herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılab-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medar-ı iftihar şeylerı almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan Sahabeler; el­bette şüphe­siz bilerek el­lerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves et­mezler. Müseylime-i Kezzab’a kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtriyeleriyle en revaçlı mal ve en kıymetdar meta’ ve hakikatların anahtarı Muhammed’in (A.S.M.) âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğ­ruluğa müşteri olup mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamağa çalıştıkların­dan, ilm-i ha­disçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan “Saha­beler daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet, tezkiyeye muhtaç değil. Pey­gamber’den (A.S.M.) riva­yet ettikleri Hadisler bütün sahihtir.” diye ehl-i şeriat ve ehl-i Hadisin ittifakına kâfi hüccet, bu mezkûr hakikattır.» (H.Ş.48) (Bak: 140.p.)



303- Asr-ı Saadet’te te’sis ve icra olunan İslâmi inkılabın te’sir ve nüfu­zun­daki hârikalık, Peygamberimizin nübüvvet delillerinden biridir. «Bunda dört nükte var­dır: Birinci Nükte: Âlemce malûmdur ki, az bir kavmin âdetle­rinden, hakir, ehem­miyetsiz bir âdeti kaldırmak veya zelil, miskin bir taifenin cüz’î, zaif huylarını ref’etmek; büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmet­lere bağlıdır. Acaba hâkim olmamakla beraber, az bir zamanda, nihayet dere­cede âdetlerine mutaassıb, inadcı ve kesretli bir kavimde rüsuh ve kuvvet peyda etmiş olan âdetleri ref’ ve kalblerde istikrar peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar eden ahlâkla­rını terkettiren; hem yerlerine ga­yet yüksek âdetleri, güzel ahlâkları te’sis eden bir Zat hârikulâde olmaz mı?

304- İkinci Nükte: Yine âlemce ma’lumdur ki, devlet bir şahs-ı mânevi­dir. Ço­cuk gibi- teşekkülü, büyümesi tedricîdir. Ve keza, yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe et­mesi yine tedricîdir, zamana mütevakkıftır. Acaba Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’ın bütün esasat-ı âliyeyi hâvi olan ve maddî-manevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def’aten teşkil ettiği bir devletle, dünya­nın bütün devletlerine galebe edip maddî manevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka et­tiren, hârikuladeliği değil midir?

305- Üçünçü Nükte: Evet kahr ve cebr ile zahirî bir hâkimiyet, sathî bir ta­hak­küm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zâhiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek, -en büyük hârika olmakla- an­cak nübüv­vetin hassaların­dan olabilir.

306- Dördüncü Nükte: Evet tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’îdir, sathîdir, mu­vakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin de­rinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en in­celerini heyecana ge­tirmek, istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kal­dırıp hakikatı teşhir et­mek, hürriyet-i ke­lâma serbestî vermek, ancak şua-ı hakikattan muktebes hâri­kulade bir mucizedir. Evet Asr-ı Saadet’ten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde bâliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gö­merlerdi. Asr-ı Saa­det’te İslâmiyet’in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet saye­sinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine gir­dikten sonra karıncaya bile ayak basmaz ol­dular.

Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılab hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi? Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et:

1- Tarih-i âlemin şehadetiyle sabittir ki; parmakla gösterilen en büyük bir dâhî, ancak umumi bir istidadı ihya ve umumi bir hasleti ikaz ve umumi bir hissi inkişaf ettirebilir. Eğer böyle bir hissi de ikaz edememiş ise sa’yi hep heba olur.

2- Tarih bize gösteriyor ki; en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm, zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı âliyeyi, Ceziret-ül Arab memleke­tinde, bedevi ve dağınık bir kavim içinde inkişaf ettirmek hâri­kulade değil midir? Evet şems-i hakikatın ziyasındandır. Bu noktaları aklına so­kamayanın, Ceziret-ül Arab’ı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziret-ül Arab’a git, en büyük feylesoflar­dan yüz taneyi de intihab et, beraber götür. On­lar da orada ahlâkın ve mâneviyatın inkişafı hu­susunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî’nin o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilayı, senin o feylesofların şu medeniyet ve terakkiyat dev­rinde yüzde bir nisbetinde verebi­lirler mi? Çünkü o zatın yaptığı o cila; İlahî, sabit, lâyetegayyer bir ciladır ve onun büyük mucizelerinden biridir.» (İ.İ.109)

Evet «o asır, hakikaten o Zat (A.S.M.) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünki en bedevi ve en ümmi bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir za­manda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.» (Ş.127)

qqASRÎ zhM2 : Devre, modaya ve israflı fantaziyelere uyan. Taklitçi. Zamana uygun. Bir devreye, asra ait ve müteallik. (Bak: Avrupalılaşmak ve 619,705.p.lar)

307- qqAŞERE-İ MÜBEŞŞERE ˜h±LA8 ¬š˜hL2 : Cenab-ı Hakk’ın bil­dirme­siyle Hz. Peygamber’in (A.S.M.) kendilerine Cennetlik olduklarını müjdelediği on sahabeye denir. Bu kişiler Allah’ın emirle­rine bağlılıkta ve din hizmetindeki fedai­likte Allah’ın rızasını tam kazanmışlar­dır. Bu zatlar şun­lardır: Hz. Ebu Bekir, Hz.Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Ubeyde bin Cer­rah, Hz. Said bin Zeyd, Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas, Hz. Talha, Hz. Zübeyr İbn-ül Avvam (R. Anhüm). (Bak: 1235.p.)

Aşere-i mübeşşere; T.T. 3.cild 1036 ve 1039. hadislerde zikredilir.



308- qqAŞK sL2 : (Işk) Çok ziyade sevgi. Şiddetli muhabbet. Sevda. Candan sevme. *İttiba. Alâka. (Bak: Muhabbet)

«İnsanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan; binler enva-ı hâcât ile binbir esma-i İlahiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i es­maya göre inkişaf eder. Bütün esmaya muhabbet dahi -çünki o esma Zat-ı Zülcelal’in ünvanları ve cilveleri oldu­ğundan- muhabbet-i zatiyeye döner.» (S.642)



309- «Nev-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı had­siz zatlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedid bir aşk-ı Lahutî ve kuvvetli bir mu­habbet-i Rabbaniye, bilbedahe misilsiz bir cemâle işaret, belki şehadet eder. Evet böyle bir aşk, öyle bir cemâle bakar, iktiza eder. Ve öyle bir muhab­bet, böyle bir hüsn ister. Belki bütün mecudatta lisan-ı hal ve li­san-ı kal ile edi­len umum hamd ve senalar, o ezelî hüsne bakıyor, gidiyor. Belki “Şems-i Tebrizi” gibi bir kısım âşıkla­rın nazarında bütün kâinatta bu­lunan umum incizablar, cezbeler, câzibeler, câzibe­dar hakikatlar; ezelî ve ebedî bir hakikat-ı câzibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı mevlevî-misal pervane gibi raks ve semaa kaldıran cezbedarane harekât ve deveran, o hakikat-ı câzibedarın cemâl-i kudsîsinin hükümdarane tezahüratı kar­şısında âşıkane ve vazifedarane bir mukabeledir.» (Ş.80)

310- «İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedid bir aşk var. Hattâ her sev­diği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse, derinden derine feryad eder. Bütün firak­lardan gelen feryadlar aşk-ı bekadan gelen âğlamaların tercü­manlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez. Hattâ deni­lebilir ki: Âlem-i beka­nın ve ebedî Cennet’in bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî umumî duadır ki, Baki-i Zülcelal o şedid sar­sılmaz fıtrî arzuyu, o tesirli kuvvetli umumî duayı kabul etmiştir ki, fani insanlar için baki bir âlemi halk etmiş. Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerîm, Hâlik-ı Ra­hîm, küçük midenin cüz’i arzusunu ve mu­vakkat bir beka için lisan-ı hal ile dua­sını hadsiz enva-i mat’umat-ı lezîziyenin icadıyla kabul etsin de, umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden ge­len pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatlı, kalli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli dua­sını kabul etmesin? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ. Ka­bul etmemek mümkün değil­dir. Hem hikmet ve adale­tine ve rahmet ve kudre­tine hiçbir cihetle yakış­maz.

Madem insan bekaya âşıktır, elbette bütün kemâlâtı, lezzetleri, bekaya tabi­dir. Ve madem beka, Baki-i Zülcelal’e mahsustur ve madem Baki’nin esması bâkiyedir ve madem Baki’nin âyineleri Baki’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife: O Baki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır. Çünki Baki yoluna sarfolunan herşey, bir nevi bekaya mazhar olur.» (L.15) (Bak: Beka)



311- «Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünki: Zevale mah­kûm, ha­kiki güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve ayine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli...

Bir matlub ki, gurubda gaybubet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fik­rin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle tees­süf et­meye lâyık değildir. Nerede kaldı ki kalb, ona perestiş etsin ve ona bağlan­sın kal­sın...

Derakab zeval ile acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez. İştiyaka hiç lâ­yık değildir. Çünki: Zeval-i lezzet, elem olduğu gibi zeval-i lezzetin ta­sav­vuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitabları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryaddır. Herbirinin bütün divan-ı eş’arının ruhunu eğer sıksan, elemkârane birer feryad damlar.» (S.214-215)

Atıf notları:

-Zevalden çok incinen aşk-ı beka hissinin teskini, bak: 3172, 3924.p.lar.

-Şefkat aşktan yüksektir, bak: 3506, 3507.p.lar.

312- qqAŞK-I MECAZÎ >ˆ_D8 ¬sL2 : Fâni şeylere olan aşk. Nefis ve şehvet arzusuna dayanan aşk.

«Sual: Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılab ettiği gibi, acaba ek­ser nâsda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi, bir aşk-ı haki­kîye inkılab edebilir mi?

Elcevab: Evet dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yü­zün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, baki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve ayine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve ha­yatıyla bağlı ka­rarsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemekdir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumi dünyayı hususi dün­yası zannedip ona âşık olsa tabiat bataklığına dü­şer, boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kur­tarsın. Şu hakikatı tenvir için şu temsile bak. Me­selâ:

Şu güzel zinetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam ayinesi bu­lunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî.. Herbirimiz kendi ayinemiz vasıtasıyla hususî odamızın şeklini, hey’etini, ren­gini de­ğiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak, kırmızı; yeşil boyasak, yeşil göste­rir. Ve hâkeza .. ayinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çir­kinleştirir, gü­zelleştirir, çok şekil­lere koyabiliriz. Fakat harici ve umûmi odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edeme­yiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatta birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.



313- İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı, bir endam ayinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fa­kat direği, merkezi, kapısı hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemi­miz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem.. onunla sahife-i a’malimize geçecek çok şeyler yazılıyor.

Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki: Dünyamız, hayatımız üs­tünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbe­timiz, o hususî dünyamız ayine olduğu ve temsil ettiği gü­zel nukuş-u esma-i İlahiyeye döner; ondan, cilve-i esmaya intikal eder. Hem o hususî dün­yamız, âhiret ve Cennet’in muvakkat bir fidanlığı olduğunu derkedip, ona karşı şedid hırs ve taleb ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sünbülü olan uh­revî fevaidine çevirsek, o vakit o me­cazî aşk, hakikî aşka inkılab eder.

Yoksa (59:19) «–Y­T¬,_«S²7 ~­v­; «t¬\³«7—­~ ²v­Z«K­S²9«~ ²v­Z[«K²9«_«4 «yÁV7~ ~Y­K«9 sırrına maz­har olup, nefsini unutup, hayatın zevalini düşünmeyerek, hususi, ka­rar­sız dün­yasını, aynı umumi dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farzederek dünyaya sap­lansa, şedid hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O mu­hab­bet onun için had­siz bela ve azabdır. Çünki o muhabbetten yetimane bir şef­kat, meyusane bir rikkat tevellüd eder. Bütün zihayatlara acır; hatta güzel ve ze­vale maruz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder. Elinden bir şey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan ev­velki adam, o şedid şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki: Acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevalinde bir Zat-ı Baki’nin baki esmasının daimî cilvelerini temsil eden ayine-i ervahları baki görür; şefkatı, bir sü­rura inkılab eder. Hem zeval ve fenaya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir ce­mâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakş ve tahsin ve san’at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür. O zeval ve fenayı, tezyid-i hüsn ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i sa­nat için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lez­zetini ve şevkini ve hayretini ziya­deleştirir.» (M.10-12)

314- qqATMOSFER hS,YW#³~ : (yu.i.) (Hava tabakası) Dünyanın çevresini ku­şatan, çeşitli gazlardan yapılmış olan gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir. *Bir yerdeki manevi hava. *Basınç birimi. 0º de 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzerine yaptığı basınca 1 atmosfer denir. Bu basınç 1,033 kg.dır. Deniz seviyesinden yükseldikçe basınç aza­lır. (Bak: Hava)

314/1- Atmosfer tabakalarının yükseklikleri sabit değildir. Günün saatına, ay ve mevsimlere, güneş hareketlerinin şartlarına, yeryüzünde bu­lunduğumuz noktaya göre değişir. Atmosfer tabakalarının ısı derecesine, kimyevî terkibine, elektrik ve mağnetizma durumuna göre tabakalaşması farklıdır. Ana bölümleri itibarıyla ilk 100 km.ye kadar olan tabakaya “homosfer”, 100 ilâ 1000 km. ara­sına “hetosfer”, 1000 km.den sonraki be­lirsiz yüksekliğe kadar olan tabakaya “egzosfer” denir.

İlk tabaka olan homosfer de, şu tabakalara ayrılır: Ortalama ilk 10 km. “tro­pos­fer” (yağmur, kar ve fırtına gibi hâdiseler bu tabakadadır), ortalama olarak 10 ile 40 km. arası “mezosfer”, 40 ile 100 km.arası “stratosfer” dir.



qqATOM •Y#³~ : (yu.i.) (os. cüz-ü layetecezza) Maddenin bölünemez en küçük parçası mânâsında eski çağ felsefesinde kullanılan bir tabir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî bir tabir olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, ait olduğu maddenin hususiyetle­rini taşıyan en küçük par­çasıdır. Kendisi de daha kü­çük parçalardan yapılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve atom âle­minde hep aynı nizam hâkimdir. Bugün, dün olduğu gibi maddeci felsefe, madde­nin mahiyetini anla­maktan âcizdir. (Bak: Madde, Zerre)

315- qqA’VER ‡Y2~ : Tek gözlü. Bir gözü kör. Yekçeşm.

Âhirzamanın en büyük fitnesi olan Deccal’ın ve Deccaliyetin vasıflarını, mecazî ifadelerle bildirip ümmeti ikaz eden rivayetlerde Deccal, en mühim va­sıflardan biri olan “a’ver” vasfı ile bildiriliyor ki, onun cereyanı olan Deccaliyet, âhireti inkâr ile sadece dünya hayatını gaye yapan ve dini terkeden lâdinî bir cereyandır. Peygambe­rimiz’den (A.S.M.) başka hiçbir peygamber ümmetine Deccal’ın a’ver vasfını bil­dirmediğini haber veren aşa­ğıdaki hadisten anlaşılıyor ki, Peygamberimiz’den (A.S.M.) evvelki devre­lerde bu tarz lâdinî bir fitne olmamıştı. Mezkûr hadisin meali şöyledir:



316- «İbn-i Ömer (R.A.) dedi ki: Peygamber (A.S.M.) insanlar arasında kalkıp, Allah’a lâyık olduğu senayı yaptıktan sonra Deccal’dan söz etti ve:

-Ondan (o kötü akıbetten) sizi muhakkak haberdar edeceğim. Hiçbir pey­gam­ber yoktur ki, kavmini Deccal’ın kötü akıbetinden haberdar etmiş olmasın. Ancak ben size, onun hakkında hiçbir peygamberin kavmine söy­lemediği bir şey söyliyeceğim:

Deccal bir gözü kördür, Allah ise asla öyle değildir.»(27) (Bak: 2044, 2046.p.lar)

Diğer bir hadisinde de Peygamber Efendimiz (A.S.M.) şöyle buyuruyor:

«Hiçbir peygamber yoktur ki, ümmetini bir gözü kör yalancıdan kor­kutmuş olmasın. Dikkat edin! O bir gözü kördür. Rabbiniz ise, asla öyle de­ğildir. Onun iki gözü arasında ‡ ¿ ¾ yani kâfir yazılıdır; bunu her müslüman (gö­rüp) okur.» bu­yurdu.(28)

Aynı eserin 1037. hadisinde; “o yazıyı okuyup yazma bilen de bilmeyen de okur” diye haber verilir. (Bak: 2050.p.)



317- qqAVRET ?‡Y2 : Eksik. Gedik. *Siper. Harbde zarar gelebilen, giz­lenmesi lâzım gelen şey. *Kadın. Zevce. Nikâhlı. *Gece uykuya yatacağı va­kit ve seherden evvel uyku­dan kalkılacak saate de şeriat örfünde “avret” de­nir. Öğle ve öğle uykusu zama­nına da keza aynı isim verilmiştir. (Çünki o anlarda uyku ve sair sebebler dola­yısıyla insan açık saçık bulunabilir. İzinsiz, haber vermeden, kimse başkasının ya­nına bu vakitlerde girmemesi İslâm âdabından ve Kur’an emirlerindendir.) *Dinen örtülmesi vacib olan aza. Ud yeri. Utanılacak ve haya edilecek şey. Er­keklerde gö­bek ile diz kapağı arasın­daki kısım. Fitne ve içtimaî ahlâksızlıkların olmadığı İslâm cemiyetinde ol­mak şartıyla, kadınlarda avret şöyle tarif ediliyor:

«Hürre olanların yüzleriyle ellerinden başka bütün bedenleri avrettir. Yüzle­riyle elleri ise ne namazda, ne de bir fitne korkusu bulunmadıkça na­maz dışında avret değildir. Ayaklarında ise ihtilaf vardır. Esahh görülen kavle nazaran, ayakları da av­ret değildir. Bunlar ile yolda yürümek ihtiyacı vardır. Bu cihetle bunları örtmek ba­husus fakireler hakkında müşkildir. Di­ğer bir kavle nazaran hürrenin namazı, ayağı­nın dörtte biri nisbetinde açık bulunmasıyla bozulur. Di­ğer bir kavle göre de, ayak­ları namaza nazaran av­ret mahalli sayılmazsa da, na­maz haricinde avret mahalli sa­yılır. Bu ihtilaftan kurtulmak için, ayaklarını ört­meleri evladır. Sahih olan kavle göre hür ka­dınların kolları da, kulakları ile salı­verilmiş saçları da avrettir.» (B.İ.İ.99)

«Erkeğin erkeğe karşı olduğu gibi kadının kadına karşı avreti de göbek­ten dize kadardır. Maadasına nazarı caizdir.» (E.T.3508) (Bak: Nazar-ı Ha­ram, Te­settür)

«(Kadınların yürürken) zinetleri bilinsin diye ayaklarını vurmasınlar mea­lindeki (24:31) âyetine istinaden Hanefi üleması kadının sesi de avrettir,(*) baş­kasına hususi duyurması caiz değildir demişlerdir. Şafiîler ve bazı ülema ise, bir fitne olmaması halinde avret olmadığına hükmetmişlerdir.» (Ruh-ul Beyan Li-l Alusî, ci:18, sh:146) (Bak: 4072.p.)

Avret, Kur’anda (24:31,58) ve (33:13) âyetlerinde geçer. (T.T.ci:1 sh:142’de av­ret mahallerini örtme bahsi vardır.) Bir rivayette de şöyle buyurulur: «Lut Kavminin her âdeti kayboldu, üçü müstesna: Kılıcını sürü­mek, tırnakları boyamak ve avreti açık gezmek (kısa pantolon giyinmek)» (R.E.341) (Tafsilat için bak: D.M.İ.F.ci:7 sh:2943)

318- qqAVRUPALILAŞMAK sW-Ÿ[7_á —‡—³~ : Avrupalıların fikirlerini ve ya­şayış ve tarzını benimsemek. Türkiye’de “ba­tılılaşma” olarak kullanıl­maktadır. (Bak: Fantaziye, Medeniyet ve 1396-1398.p.lar)

Avrupa, zamanımızda ilim ve teknikte ilerlemiş olmakla beraber inanış­ları, ah­lâkları ve felsefeleri ve yaşayış tarzı ile geri bir düşünüşü temsil eder. Av­rupa’ya Batı’ya özenmek, eşkiyanın gasbettiği servetine özenmeğe benzer. Batı’nın mazlum milletleri ezmek için vasıta ve silah olarak kullandığı ilim ve tekniğe sahib olmak, İslâm’ın hakkıdır. İslâm dünyası ilim ve tekniğe sahib ol­makla hem Batı’nın zul­müne son verecek, hem de bunu insanlığın hayrına, barış için ve insanlığın saadeti, mutluluğu için kullanacaktır. Amma Batı’nın hayat felsefesi, insanlık için bir zehir­dir ve onu reddeder.

Fakat «Avrupa ikidir. Birisi, İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile ha­yat-ı iç­timaiye-i beşeriyeye nafi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki fel­sefe-i tabiiyenin zulme­tiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, be­şeri sefahete ve dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitab ediyo­rum.» (L.l15) diyen Bediüzzaman devamla: «Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız! Ayâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve batıl ef­kârlarına ittiba edip emniyet ediyorsu­nuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşleri­nizi idam edi­yorsunuz. Agâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet da­va­sında yalancılık ediyor­sunuz!... Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır.» (L.120) diyerek milliyetimizi ısrarla müdafaa eder.

Hem yine Avrupa’ya karşı İslâm birliğine ehemmiyet veren Bediüzzaman Haz­retleri şöyle diyor:

«Madem bu ittifaksızlıktan gelen za’fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebi­nin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevi rüşvetler veriliyor. Dörtyüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehem­miyet verilmiyor gibi bir mânâ hükmediyor. Ve asa­yiş ve siya­sete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet temi­nine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali na­zara alınmıyor. Elbette ve el­bette ve kat’i olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşve­tin on mislini âlem-i İslâm’ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dörtyüz milyon müslüman kardeşlere memleket ve milletin ve bu dev­let-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız bir rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.

İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatlı caiz ve vacib rüşvet ise: Teavün-ü İs­lâm’ın esası ve hediye-i Kur’anın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî ka­nun-u esasîsi olan (3:103) _®[¬W«% ¬yÁV7~ ¬u²A«E¬" ~Y­W¬M«B²2~«—

(49:10) °?«Y²'¬~ «–Y­X¬8ÌY­W²7~ _«WÅ9¬~ (8:46) ²v­U­E<¬‡ «`«;²g«#«— ~Y­V«L²S«B«4 ~Y­2«ˆ_«X«# «ž«—

(6:164) >«h²'­~ «‡²ˆ¬— °?«‡¬ˆ~«— ­‡¬i«# «ž«— kudsi, esasî kanunlarını düstur-u ha­reket et­mektir.» (E.L.II.83)



318/1- Avrupa’nın teknik terakkisini nazara verip, İslâm dünyasının son asır­larda terakki edemeyişini İslâmiyete atfederek Avrupalılığı taklid etmeye teşvik edenlerin hatalarını gösteren Bediüzzaman Hazretlerinin bir beyana­tından bazı kı­sımlarını aynen alıyoruz:

« ¬v[¬&Åh7~ ¬w«W²&Åh7~ ¬yÁV7~ ¬v²K¬"

(*) _®N²Q«" ²v­U­N²Q«" ²`«B²R«< «ž«— «Ä«_5 >¬gÅ7~ ¬y±V¬7 ­f²W«E²7«~

­‰_ÅX7~ «t«V«; «Ä_«5 ²w«8 Ô«Ä_«5 >¬gÅ7~ ¯fÅW«E­8 |«V«2 ­?«ŸÅM7~«—

(**) ²v­Z«U«V²;«~ «Y­Z«4 ­‰_ÅX7~ «t«V«;

Şu zamanın medenî engizisyonu müdhiş bir vesile ile, bazı ezhanı telkih ile, bir kısım nameşru evladını vücuda getirip, İslâmiyet’e karşı kinini ve hiss-i inti­kamını icra eder. Diyanetsizliğe veya laübaliliğe veya Hristiyanlığa tema­yüle veya İslâmi­yet’ten şübhe ile soğutmaya bir kapı açmak ister.

İşte o desise şudur: “Ey Müslüman bak, nerede bir müslim varsa binnisbe fa­kir, gafil, bedevidir. Nerede Hristiyan varsa, bir derece medenî, mütenebbih, ehl-i servettir. Demek... ilâ âhir.”

Ben de derim ki: Ey Müslüman! Biri maddî, biri manevî Avrupa rüchanının iki sebebinin şu netice-i müdhişiyle o neticenin tesir-i muharribanesine karşı, mevcudi­yetimizin hâmisi olan İslâmiyet’ten elini gev­şetme. Dört el ile sarıl, yoksa mahvo­lursun.

Evet biz aşağıya iniyoruz, onlar yukarıya çıkıyor. Bunun iki sebebi vardır. Biri maddî, biri manevîdir.

318/2- Birinci Sebeb: Umum Hristiyanın kilisesi ve maden-i hayatı olan Av­rupa’nın vaziyet-i fıtriyesidir. Zira dardır, güzeldir, demir madenidir, gi­rintili çıkıntı­lıdır. Deniz ve enharı bağırsaklarıdır, bariddir. Evet Avrupa, küre-i zemi­nin hums-u öşrü iken, nev-i beşerin bir rub’unu letafet-i fıtriyesi ile kendine çekmiş. Hikmeten sabittir ki; efrad-ı kesirenin içtimaı, ihtiyacatı intac eder. Gö­renek gibi çok esbab ile tekessür eden hâcat, zeminin kuvve-i nâbitesine sıkış­maz.

İşte şu noktadan ihtiyaç sanata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefahete hocalık edip talime başlarlar. Evet fikr-i sanat, meyl-i marifet, kesretten çı­kar. Avrupa’nın darlığı ve deniz ve enharı olan vesait-i tabiiye-i münakale içinde dolaşması sebe­biyle; tearüf ticareti, teavün iştiraki mesaiyi intac ettik­leri gibi, temas dahi telâhuk-u efkârı, rekabet de müsabakatı tevlid ederler. Ve bütün sa­nayiin maderi olan demir madeni kesretle içinde bulunduğun­dan, o demir, me­deniyetlerine öyle bir silah-ı kuvvet vermiştir ki, dünyanın bütün enkaz-ı mede­niyetlerini gasb ve garat edip, ga­yet ağır bastı, mizan-ı zeminin müvazenesini bozdu...



318/3- İkinci Sebeb: Nokta-i istinaddır. Evet herbir Hristiyan başını kaldırıp, müteselsil ve mütedahil maksadların birine el atsa arkasına bakar ki; istinad edecek, kuvve-i manevîsine daima imdad edip hayat verecek gayet kavi bir nokta-i istinad görür. Hatta en ağır ve en büyük işlere karşı mübare­zeye ken­dinde kuvvet bulur. İşte o nokta-i istinad her taraftan ellerini uzatan dindaşları­nın uruk-u hayatına kuv­vet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeye her vakit amade ve dessas ve medeni engizisyon taas­subu ile, maddiyyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesi ile mest-i gurur olmuş bir müsellah kütlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Av­rupa’nın medeniyetidir..

318/4- Elhasıl: Onları canlandıran emeldir ve bizi öldüren yeisdir. Meş­hur­dur ki, biri demiş; “Eğer bir nokta-i istinad bulsam, küre-i zemini yerin­den oy­natırım.” Bu faraziyede acaib bir nokta vardır. Demek bu küçücük in­san, nokta-i istinad bulsa, küre gibi büyük işleri çevirebilir.

Ey ehl-i İslâm! İşte küre-i zemin gibi ağır ve âlem-i İslâmiyet’e çökmüş olan mesaib ve devahîye karşı nokta-i istinadımız: Muhabbet ile ittihadı, ma­rifet ile imtizac-ı efkârı, uhuvvet ile teavünü emreden nokta-i İslâmiyettir..

Avrupa’ya şedid bir meftuniyet ve milletine karşı amîk bir nefret hissiyle, ken­dini Avrupa’nın veled-i nameşruu gösterdiği gibi, fikr-i ihtilal ve meyl-i tahrib ve al­datıcı cerbezenin neticesi olan hicv-i âsiyane, müfteriyane, namusşikenane ile kendi firavuniyetini ve zımnen medih ve gururiyetini ve bil­mediği halde İslâm’a düşman­lığını göstermekle beraber; firavuniyet, enaniyet, gurur hükmü ile milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellef olduğu hiss-i şefkat yerine hiss-i tahkir, meyl-i incizab yerine meyl-i nefret, meyelan-ı mu­habbet yerine irade-i istihfaf, temayül-ü ihtiram yerine meyelan-ı techil, arzu-yu merhamet yerine arzu-yu taazzum, seciye-i fedakarî yerine temayül-i infiradî ikame edip; hamiyetsizliğini, asılsızlığını gösterdi­ğinden nazar-ı hakikatta öyle bir cani ve menfur olur ki, meselâ birisi Paris’te sefahet âleminde bir âlüfte ma­damın kametinde istihsan ettiği bir libası, ca­mide muhterem bir hocaya giydir­meye çalışmak gibi bir hareket-i ahmakane ve caniyanede bulunur. Zira hamiyet ise; muhabbet, hürmet, merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illâ yalandır, sahtekârlıktır. Nefret, hamiyetin zıddı­dır.

Mütaassıblara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri herbiri yüz mütaassıb ka­dar meslek-i sakiminde mütaassıbdır. Bunlardan birisi Şekspir medhinde ettiği ifratı, şa­yet bir hoca o ifratı Şeyh Geylani (K.S.) medhinde etse idi, tek­fir oluna­caktı. Hey­hat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için hamiyet?! ...» (S.T.İ.57-63) (Osmanlılar bir Avrupa Devleti doğuracak, bak: 357.p.)



319- qqA’YAN-I SABİTE yB"_$ ¬–_[2~ : İlmi-i İlahîde eşyanın ezelden beri sa­bit olan suret ve hakikatları. “Mevcu­dat-ı ilmiye” ve “vücud-u ilmî” tabirleri ile de ifade edilir. Yaratılan ve yaratıla­cak olan her şeyin ezelî ve ebedî olarak, ilmi-i İla­hîde manidar ve hayatdar vücud-u ilmîleri vardır. A’yan-ı sabite tabir edilen bu ilmî mevcudat, tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin daimî mazhar ve ayineleridir. (Bak: 100.p.)

Evet «ilm-i muhit-i ezelîde temessül eden imkânî vücudlar, vücud-u vücubînin tecelliyat-ı nuriyelerine ayine ve ma’kestirler. Öyle ise ilm-i ezelî, imkânî vücudlara ayine olduğu gibi, imkânî vücudlar da vücud-u vücubîye ayi­nedir. Sonra o imkanî vücudlar, ilm-i ezeliden vücud-u haricîye intikal etmiş­lerse de, vücud-u hakiki mer­tebesine vâsıl olmamışlardır.» (M.N.146)



İki atıf notu:

-Sıfat-ı ezeliye âlemi, bak: 514.p.

-Mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u haricî vermek, bak: 1475.p.

Sahih-i Buhari 67. kitab 96. bab ve İbn-i Mace 9. kitab-ün nikah 30. babda 1926. hadiste: Kıyamet gününe kadar ilm-i İlahîde vücudu mukadder olan her ziha­yat illâ vücuda getirilir, buyuruluyor. Yani ilm-i İlahîde halkedilmesi mu­kadder olmıyan, vücuda gelmez. Sahih-i Buhari 82. kitab-ül kader 4. bab da aynı mes’eleyi teyid eder. (Bak: Ezeliyet, Mukadderat)



320- qqAYASOFYA y[4Y._<³~ : Bizans’ın en büyük kilisesi iken Fatih Sultan Mehmed tarafından İstan­bul’un fethiyle camiye çevrilen, Fatih’in ve fethin bir nevi sembolü haline gelen mabeddir.

Ayasofya ilk yapılışından son durumuna kadar çok tadilata uğramış, bir kaç kere yanmış, bir kaç kere de yıkılmış ve her defasında yeniden yapılmış ve ta­mir edilmiştir.

Ayasofya’yı kimin yaptırdığı hakkındaki kaynaklar iki kısımdır. Miladi VII. yy.dan sonraki tarihçiler Mi. 326’da İmparator büyük Konstantinus ta­rafından yap­tırıldığını, daha önce yaşamış tarihçiler ise İmparator’un oğlu Konstantinus tarafın­dan yaptırılıp Mi. 360 yılında merasimle açılıp Allah’a adandığını kay­detmektedirler. İslâm Ansiklopedisi bu son naklin isbatlandığını kaydeder.

İlk zamanlar Megalo Ekklesia (Büyük Kilise) olarak anılırken Mi. V.yy.dan sonra Hristiyanlıktaki teslisin ikinci uknum’u sayılan oğul İsa’nın bir vasfı ola­rak “Hagia sophia” (Hikmet-i Kudsiye) tesmiye edilmiştir. Fe­tihten sonra İs­tanbul’un adı değiştiği gibi, mabed de Ayasofya olarak söyle­nir olmuştur.

Bina bir halk isyanında Mi. 404 yılında yakılmış ve II. Theodosius tarafın­dan 415’te tekrar yaptırılmıştır. Yine bir başka isyanda Mi. 532 tari­hinde yakıl­mış ve İm­parator Justinianus tarafından Kudüs’teki Süleyman mabedinden daha büyük olarak 532’de inşasına başlatılmış ve inşa 27 Ocak 537’de tamamlan­mıştır. Binanın resmi açılışı, fevkalâde tantanalı merasimle icra olunmuştur. Bu imparator zamanında 558’de depremde büyük bir bö­lümü yıkılmıştır; 562’de zarar gören kısımları ile yı­kılan kubbesini daha yük­sek olarak yeniden yaptır­mıştır. Daha sonra Mi. 869 ve 986 yıllarında iki depremden yine büyük zarar gören bina tamir edilmiştir. Dördüncü Haçlı Ordusu İstanbul’a gelip şehri işgal edince, işgalciler Ayasofya’yı da ağır tahri­bata uğrattılar ve yağma ettiler. Paleoloğ Hanedanı, şehri Mi. 1261’de geri aldıktan sonra Mihael VIII tarafından mabed tamir ettirildi.

321- Şehir 1453’de fethedilince Ayasofya bakımsız bir halde idi. Fatih Sul­tan’ın ilk işi, Hristiyanlık âleminin en büyük mabedinden biri olan Aya­sofya’yı camiye çe­virmek oldu. Caminin içi ve dışı temizlendi ve Fatih fetih­ten sonraki ilk cuma na­mazını burada kıldı. Fatih Ayasofya’yı camiye çevirir­ken gerekli tamirat ve tadilatı da yaptırdı. İçine mihrab ve minber koydurdu. İlk minareyi yaptırdı. Bu minare ca­minin batı tarafında ve tuğladandır. Fatih ayrıca camiye bitişik bir de mekteb yap­tırdı ve vakıflarını da tesis etti. Aya­sofya’nın kıyamete kadar cami olarak devamını sağlamak üzere vakıfname­sini yazdırdı ve gerekli her türlü tedbirleri aldı. Onun en büyük arzusu, fetih yadigârı olan bu muhteşem caminin İslâm dünyasının bir vesile-i iftiharı ola­rak kıyamete kadar devam et­mesi idi.

O tarihten sonra son asra kadar Ayasofya’yı tam bir İslâm mabedi şek­line sokma gayretiyle, hemen her Osmanlı Padişahı ve hatta bazı vezir-i azamlar bu eser üzerinde ehemmiyetle durmuşlardır. Gereken ilaveleri yap­tıkları gibi, gü­nümüze kadar sağlam olarak ulaşabilmesi için her türlü tedbir, bakım ve tami­ratını ihti­mamla yapmışlardır. Nitekim Mimar Sinan gibi dâhî bir sanatkârın, kubbenin çev­resine dıştan çeşitli payanda şeklinde sedler ve istinadlarını inşası ile kubbe ve belki de binanın bütünü çökmekten kurtul­muştur.



322- Ayasofya, İstanbul’un fethi neticesi camiye çevrildiği için, fethin bir sem­bolü olarak, çok büyük bir manevi değer kazandı. Bir kısım padişah ve şeh­zadelerin türbeleri Ayasofya’nın avlusundadır. Selim II, Murad III, Mehmed III, Mustafa I ve yeğeni Sultan İbrahim burada medfundurlar.

Şehzadeler ve rical sık sık ikindi namazlarını Ayasofya’da kılarlardı. Ka­dir ge­cesi gibi mübarek gecelerde padişahlar buraya gelir; bu geceler çoşkunlukla tes’id edilirdi. Kubbe dıştan kandillerle süslenip donanırdı.

Verilen izahattan anlaşılacağı üzere Ayasofya’yı tamamen Bizans eseri saymak yanlıştır. Ona sonradan bir çok İslâm mimari karakterleri eklenmiştir ve cami ol­muştur.

En nihayet Ayasofya Camii, Bakanlar Kurulunun bir kararıyla 24 Kasım 1934’de maalesef müze haline getirilmiştir. Bakanlar Kurulunun bu kararna­mesi ile Ayasofya Camiinin müzeye çevrilmesi, Anayasa’ya ve mevcut ka­nun­lara aykırı ol­duğunu, “Ayasofya Camii Meselesinin Etrafındaki Gerçek ve Ka­riye, Mesih Paşa, Fethiye Camilerinin Maruz Kaldığı Muameleler” isimli kita­bında İstanbul Vakıflar Baş Müdür Muavini hukukçu Abdullah Ahmed Çalış­kan, vesikalara dayanarak tah­kik ve isbat etmiştir. Eser Türdav Basın Yayın Limited Şirketi tarafından 1976 sene­sinde İstanbul’da yayınlan­mıştır. Bu eser­den bir kaç pasaj takdim ediyoruz:



323- «Ayasofya Camii, 24.ll.1934 tarihli ve 2/1985 sayılı neşredilmeyen bir Ba­kanlar Kurulu kararnamesiyle müzeye çevrilmiştir. Bakanlar Kurulu­nun bu hususta anayasal ve kanunî hiçbir yetkisi mevcut değildir. Bakanlar Kurulunun yetkilerinin neler olduğu Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Tür­kiye’de mer’î bulunan kanunlar ile tayin ve tesbit edilmiştir. Bu yetkiler ara­sında bir camiyi kapatmak, müzeye çe­virmek, cami olmaktan çıkarmak ve bunun dışında her­hangi bir kullanışa tahsis et­mek gibi bir yetkiye rastlan­maz. Bakanlar Kurulu Ayasofya kararnamesini kabul ederken, yetkilerini ta­mamen aşmış, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını ve Tür­kiye’de mer’î kanun­ları ihlal etmiştir. Bu sebeble Ayasofya kararnamesi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Türkiye’de mer’î kanunlar karşısında geçersizdir. Diğer bir ifade ile, Türkiye’deki anayasal ve kanunî mevzuat karşısında lâzım-ül icra bir mahiyeti yoktur.

Türkiye’deki mer’î mevzuat, Ayasofya’nın müze yapılmasına engeldir ve cami olarak açık bulunmasını âmirdir. Ayasofya kararnamesinin hiçbir hu­kukî dayanağı yoktur. Bakanlar Kurulu bu kararı ile, Türkiye’de Anayasa ve kanun­ları bu konuda tamamen yok saymıştır.



324- Fatih Sultan Mehmed, Ayasofya’yı cami olarak vakfetmiştir ve Tür­kiye’de mer’î bulunan mevzuat karşısında cami olarak kalması kat’iyetle ge­rek­lidir... Fatih’in iradesi Ayasofya’nın müze olması değil, cami olmasıdır... Ayasofya kararnamesi ile ibadet hürriyetinin kısıtlandığına şüphe yoktur. Bu hürriyetin büsbütün ortadan kaldırılması başka, kısıtlanması başkadır. Aya­sofya cami olarak ibadete tahsis edil­miş ve bunun için vakıf yapılmıştır. Bu cami da­hilinde sebebsiz olarak ve hiçbir anayasal ve kanunî mesnede da­yanmaksızın muntazam bir şekilde ve devamlı ola­rak ibadet yapılmasının engellenmesi, iba­det hürriyetinin açık ve kesin bir şekilde kısıtlanması de­mektir. Ayasofya karar­namesi bu yönü ile de Türkiye Cumhuriyeti Anayasa­sına aykırıdır.

Ayasofya kararnamesi, Vakıflar hukukuna da aykırıdır.

Ayasofya Camii de, cami olmaktan çıkarılan diğer cami ve mescidler de, Tür­kiye Cumhuriyeti Anayasası ve kanunlar karşısında halen cami ve mesciddirler. Bunların cami olmaktan çıkarılmalarına mesned ittihaz edilen Ba­kanlar Kurulu ka­rarnameleri, Türkiye’de mer’î bulunan mevzuat karşı­sında yok hükmündedirler. Bahis konusu kararnameler ile, Vakıflardan alı­nan bilcümle menkul ve gayrımenkullerin iadesi, Türkiye Cumhuriyeti Ana­yasası ve kanunla­rının gereğidir.

Ayasofya, İstanbul’u fethedenlerin hatırasıdır. Bu hatırayı bize bırakanlar cami olarak bıraktı. Biz de onların torunları olduğumuz sürece, onu cami olarak görmek istiyoruz. Torunlarımıza da cami olarak bırakacağız.

Ecdadımız vatan topraklarına camilerle imza atmıştır. Ayasofya Camii ise; Bi­zans’ın sona erişini, kıyamete kadar baki kalacak devletimizin hâkimi­yetini remzeder. Buna gelen zarar bizi üzer, Rumları sevindirir.

Ayasofya cami olacaktır. Bunu müslümanlar istiyor. Bu istek er-geç ger­çekleşe­cektir, kim karşı koyabilir? Ayasofya camidir ve cami kalacaktır!...»

Ayasofya camiye çevrildiğinin ilk cumasında okunan aşağıdaki hutbe metni, İstanbul’un Bayezid semtinde bulunan Anıtlar Derneği’nden alınmış­tır.

¬v[¬&Åh7~ ¬w«W²&Åh7~ ¬yÁV7~ ¬v²K¬"

 «w<¬G¬;_«D­W«²7«~ ¬ƒ_«S«U¬" «•«Ÿ²,¬ž²~ Åi«2«~ >¬gÅ7~ ¬yÅV¬7 ­f²W«E²7«~

«f«;_«% ²w«8 ­h²[«'«Y­; ¯fÅW«E­8 _«9¬f¬±[«, |«V«2 ­•«ŸÅK7~«— ­?«ŸÅM7~«—

­˜­h¬S²R«B²,~«— |«7_«Q«# «yÁV7~ ­f«W²&«~  «w[¬W«7_«Q²7~ ¬±«‡ ¬u[¬A«, |¬4

¬w[¬A­W²7~¬˜¬h²M«X¬" «w[¬W¬V²K­W²7~ «fÅ<«~ ­yÁV7~ ެ~ «y«7¬~«ž ²–«~ ­f«Z²-«~«—

* ­y­7Y­,«‡«— ­˜­f²A«2 ~®fÅW«E­8 _«9«ž²Y«8«— _«9«f¬±[«, Å–«~ ­f«Z²-«~«—

«Ä_«W²7~ ~Y­7«g«" «w<¬gÅ7~ ¬y¬"_«E².«~«— ¬y¬7´~ |«V«2«— ¬v<¬h«U²7~ ¬±|¬AÅX7~ ~«g«; |«V«2 ­yÁV7~ |ÅV«.

 «w[¬Q«W²%«~ ¬‰_ÅXV¬7 ²a«%¬h²'­~ ¯}Å8­~ «h²[«' ~Y­9_«6«— ¬yÁV7~ ¬}«W¬V«6 ¬š«Ÿ²2¬ž¬ «j²SÅX7~«—

 ­˜Y­Q[¬0«~«— «yÁV7~ ~Y­TÅ#¬~ ¬yÁV7 ~«…_«A¬2 _«[«4 Ô ­f²Q«" _Å8«~

 «–Y­X¬K²E­8 ²v­; «w<¬gÅ7~«— ²Y«TÅ#~ «w<¬gÅ7~ «p«8 «yÁV7~ Å–¬~

¬v[¬&Åh7~ ¬w«W²&Åh7~ ¬yÁV7~ ¬v²K¬" ¬v[¬%Åh7~ ¬–_«O²[ÅL7~ «w¬8 ¬yÁV7_¬" ­†Y­2«~

«w[¬X¬K²E­W²7~ «p«W«7 «yÁV7~ Å–¬~«— _«X«V­A­, ²v­ZÅX«<¬f²Z«X«7 _«X[¬4 ~—­f«;_«% «w<¬gÅ7~«—

_«;­h[¬8«~ ­h[¬8«ž²~ «v²Q¬X«7«— }Å[¬X[¬O²X«O²K­T²7~ Åw«E«B²S­B«7 Ú Õ•Õ‹Õ Û «Ä«_«5«—

 ­k²[«D²7~ «t¬7«) ­k²[«D²7~ «v²Q¬X«7«—

Meali: “Mücahitlerin savunmasıyla İslâmı aziz kılan Allah’a hamd olsun. Allah yolunda cihad edenlerin en hayırlısı olan Efendimiz Muhammed’e sa­lat ve selam ol­sun. Allah’a hamd ederim ve ondan bağışlanma dilerim. Güçlü parlak yardımıyla Müslümanları teyid eden Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik ederim. Ve şahitlik ederim ki, Efendimiz ve sahibimiz Hz. Muham­med onun kulu ve elçisidir. Allah bu kerim Peygambere salat ve rahmet in­dirsin, âl ve ahsabına da indirsinki onlar İ’lâ-i Kelimetullah için mal ve canla­rını feda ettiler. Ve bütün insanlar için ortaya çıkmış en hayırlı ümmet oldu­lar. Hamd ve salavattan sonra ey Allah’ın kulları Allah’tan korkun ve ona itaat edin. Hiç şüphesiz Allah muttakilerle ve güzel işler yapanlarla beraber­dir. Şeytan-ı racimden Allah’a sığınırım Bismillahirrahmanirrahim derim. Allah buyurmuş ki, bizim yolumuzda cihat edenleri biz doğru yola ileteceğiz ve hiç şüphesiz Allah muhsinlerle beraberdir. Peygamber Efendimiz buyur­muşlar ki İs­tanbul mutlaka feth edilecektir. Onun komutanı ne iyi bir ko­mutandır ve onun or­dusu ne güzel ordudur.”



325- qqÂYET }<´~ : Eser. *Kimsenin inkâr edemiyeceği açık delil. *Nişan. Alâ­met. ibret. İşaret. *Menzil, mekân. *Kur’an-ı Kerim’deki her bir cümle. *Manen uyanmağa, inti­baha sebeb olan hâdise.

İslâm Ansiklopedisi farklı bir bilgi veren değişik kaynaklara göre:

>—~ - >>~ - ~>~ köklerinden geldiğini kaydeder. Cem’i: Ay: >´~ Ayât €_<´~ Ayây >_<´~ dır. Ahteri Lügatı, “ayet”in aslı }«<«—«~ idi der.

Kur’anda geçen bazı “âyet” ve “âyât” ifadeleri, mucize mânâsındadır.

«Âyet; asl-ı lügatta açık alâmet demektir. Mahsusatta da, ma’kulatta da is­timal olunur..

Herşey alâmetiyle tanınır ve hakikat âyâtıyla bilinir. Onun için insanların ilim­deki kabiliyet ve mertebelerine göre kendisinden yapabilecek tefekkür ve teemmül nisbetinde mütefavit marifetlere sebeb olan alâim ve delâilin hep­sine de âyet deni­lir..

Meselâ: °f¬&~«— ­yÅ9«~ |«V«2 ÇÄ­f«# °}«<´~ ­y«7 ¯š²|«- ¬±u­6 |¬4«— beytinde âyet bu mânâya olduğu gibi, «–Y­V¬T²Q«< ¯•²Y«T¬7 °€_«<´ž« «t¬7«† |¬4 Å–¬~ gibi bir çok âyetlerde de bu mâ­nâ­yadır. Demek ki âyet, haddizatında zâhir bir alâmet ise de onun bir âyet ve alâmet olması kabiliyet veya tefekkür ve teemmülü eksik kimselere hafi kala­bilir..» (E.T.23)

«Kur’an-ı Kerim bütün insanlara rahmettir. Çünki herbir insanın şu ha­kiki âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi, herkes kendi meşrebine göre Kur’andan fehm ve iktibas ettiği (hafızasında) kendisine has bir Kur’an vardır ki, onun ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.» (M.N.140)



326- Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

­f«Q²M«<«— ­~«h²T«[«4 ²f«Q².~«— ²~«h²5¬~ «}ÅX«D²7~ «u«'«… ~«†¬~

­y«Q«8 ¯š²|«- «h¬'³~ ­~«h²T«< |ÅB«& ®}«%«‡«… ¯}«<³~ ¬±u­U¬"

«Kur’an ehli yani onu devamlı okuyup onunla amel edene, Cennet’e gi­receği zaman: Oku ve (Cennet’in mertebelerine) yüksel, denilecektir. Bunun üzerine oku­maya başlayacak ve Kur’andan bildiğini bitirinceye kadar beher âyete kar­şılık bir de­rece yükselecektir. Bu hadisin benzerini Ebu Davud ve Tirmizi, Ab­dullah Bin Amr (R.A.)’dan rivayet etmişler. Ebu Davud’un “Kur’an okumanın tertilinin müstehablığı” babında rivayet ettiği hadisin meali şöyledir: “(Âhirette) Kur’an eh­line: Oku ve yüksel, (okurken de) dün­yada nasıl acele etmeksizin okuduğun gibi tertil ile (yani acele etmeksizin) oku. Çünki (Cennet’te) senin konağın, okuyacağın son âyetin bitireceği yer­dir, denilecektir.” (Bu mealin metni T.T.ci: 4, 6.hadis ile ay­nıdır.) Avn-ül Ma’bud yazarı da bu hadisin izahı bölümünde özetle şöyle der: Cen­net’teki derecelerin Kur’an-ı Kerim âyetlerinin sayısı kadar olduğuna dair hadis ri­va­yet olunmuştur.



327- Tıybî de: Kur’an ehlinin Cennet’te yükselişleri sonsuzdur. Çünki dün­yada iken Kur’anı hatmettikçe tekrar başından okumaya devam ettiği gibi Cen­net’te de devamlı okuyacak ve devamlı yükselecektir. Bu yükselişin nihayeti yoktur. Kur’an ehlinin Cennet’te okumaya devam etmeleri, onların Cennet ni­metlerinden zevk duymalarını engellemez. Bilakis bu okuyuş, on­lara en büyük lezzet ve zevk kaynağı olur demiştir.

Avn-ül Ma’bud yazarı bundan sonra sözlerine devamla: Bazı âlimler de­mişler ki; Kur’an-ı Kerim ile amel edenler, yani durum ve davranışlarını ona uydurup ya­şayışlarını bu ölçüye göre düzenliyenler, Kur’an okumasını bilme­seler bile devamlı okuyormuş gibidir. Kur’an ile amel etmiyenler, yani yaşa­yış­larını ona göre düzenlemiyenler ise devamlı okusalar bile hiç okumamış gibi sayılır. Bu itibarla sırf okuyup ezberlemek, Cennet’teki yüce mertebelere eriş­meye vesile olmaz. Önemli olan, onunla amel etmektir.» (İ.M.ci: 9 sh: 570-571) (R.E. ci:l sh: 283)(Aynı eser ci: 2 sh: 315’te de: Cennet’te Kur’an âyetleri ade­dince derecelerin bulunduğu mealinde ha­disler vardır ve mevzumuzla da alâkalı­dır.) (Şeriatın ebedîliği, bak: 3527.p.)

Mezkûr izahlara istinaden denilebilir ki: Dünya hayatında her müslümanın tah­kikî iman ve a’mal-i saliha ile maneviyat yolunda varabildiği bir menzil ve mertebesi olup, o mertebe onun âhiretteki âyeti, me’vası ve cennet-i hususiyesi veya Cennet-i Me’vadan istifade etmekte mertebe-i kabi­liyeti gibi mânâlara da işaret vardır.

327/1- Bazı rivayetlerde zikrolunan “Tûba” yani şecere-i Tûba tabiri, mes’elemizle de alâkalı olsa gerektir. Evet Tûba, Cennet’te bir ağaçtır ki; Ebu Davud sünnet/17 ve S.B.M. 1346. ve K.H. 1683. hadisleri ile R.E. sh. 313’te 7. ve ll. hadislerinden ve Risale-i Nur’da “Tûba” kelimesinin geçtiği yerlerden anla­şıldığı vechiyle bu ağaç, tecelliyat-ı esmaya azamiyet derecele­riyle mazhar, bütün enva-i niam ve lezaiz-i cennatı mutazamın ve ehl-i cen­netin dünyada kazandıkları derece ve kabiliyetlerine ve ihtiyacatına bitamamiha cevap ve­ren ve esmâ-i cemâliyenin ve bilhassa rahmetin eseri olan ve bu dünyada mahiyetini idrakten âciz bulunduğumuz bir ağaçtır ki, cemâl sı­fatının azamiyet derecesindeki tecellisinin mazharı ve kökü Arş-ı Azamda ol­makla âlem-i âhirete doğru tedelliyen tecelli etmektedir. Bilhassa Cennet-ül Me’va bu tecellinin mazharı olduğu anlaşılı­yor. (Envar Neşriyat baskısı Sözler sh: 92 deki Arabî son paragraf bu mes’elemize de bakar) (Bak: Cennet-ül Me’va, Sûre)

328- qqÂYİN w[<´~ : Merasim. Usûl. *Görenek. Dinî âdab. *Âdet, örf ve kanun. *Ziynet, süs.

«İslâm’da fıkıh lisanı, âyin kelimesini kabul etmemiştir. Bazı vakıflar, fi­lan ca­mide herhangi bir tarikat âyini icra için te’sis yapacakları zaman vaki olan müraca­atlarında fetvahane tarafından verilen müsaadelerde âyin sözü kullanıl­mayıp “icra-yı zikrullah” tabiri kullanılırdı. Sofiyede âyin lafzı mu­teberdir. Turuk-u âliye tek­kelerinde icra edilen şekil ve merasime, âyin ıtlak edilir. “İcra-yı âyin-i ehlullah” ta­birdendir. Bu suretle her tarikata mensub tekkelerde yapılan dinî merasime âyin ismi verilmiştir.

Bu âyinlerden herbirinin ayrı ismi ve şekli vardır. Yaptıkları âyine Mevle­vîler “semâ”, Kadirîler “devrân”, Rifaîler ve Sa’dîler “zikr-i kıyam”, Halvetî­ler “darb-ı esma”, Nakşibendîler “hatm-i hâcegan” isimlerini verirler. Diğer turuk-u âliye de bu esaslardan münşaib olduğuna göre âyinleri bu esaslara bağlıdır.» (Türk İslâm Ansiklopedisi’nden)

qqAYN-EL YAKÎN (Ayn-ül yakîn) w[T[7~ w[2 : Göz ile görür derecede, gö­re­rek, müşahede ederek bilmek. (Bak: Yakîn)

329- qqAZİMET }W : Takva ile amel etmek. Kur’an (39:55) âyetinde bildi­rildiği gibi Allah’ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmağa çalış­mak. *Kesin karar vermek. *Yola çıkmak, gitmek. (Bak: Fetva; Ruhsat, Takva, 1535.p.)

«Laübaliler, ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle şiddetle ikaz edilir.» (H.Ş.130)



329/1- Azimet yolu, haram ve şübheli şeylerden kaçmayı gerektiriyor. Bu hu­susta Bediüzzaman Hazretlerinin ikaz edici dersleri vardır. Bunlardan bir kaç nümunesi şöyledir:

«Madem rızk mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenab-ı Haktır; O hem Rahim, hem kerimdir. Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve kere­mini istihfaf eder bir surette gayr-ı meşrû bir tarzda yüz suyu dökmekle; vicda­nını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip menhus, bereketsiz bir mâl-i haramı kabul eden düşünsün ki ne kadar muzaaf bir divaneliktir.» (M.418)

Hem «hırs yolunda her zilleti irtikab ve haram helal demeyip her malı ka­bul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz.» (M.273)

Evet «helâl haram demeyip rast gelen şeye saldırmak adeta manevi haya­tını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek o nefse güç gelir.» (M.403)

Hem «Şimdi, malda ve rızıkta hileler ile sû-i istimal ile rüşvetle çok ha­ram ka­rıştığı ve ekinciler kendi malına hakkiyle sahib olmadığı ve on adam­dan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenler­den beş-al­tısı; ya zulûm ile -haram karıştırmakla- ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor.» (E.L.I.33)

«Şükürsüzlüğün mizanı, hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helal de­meyip rast geleni yemektir.» (M.366)

İsraf azimeti kırar. Asrımızda umumileşen «sû-i istimalat ile hâcât-ı gayr-ı zaru­riye hâcât-ı zaruriyet hükmüne geçip görenek belâsıyla tiryâki olup, terkedemiyor. İşte bu rızk, taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar manen bir dilenci­lik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukadde­sat-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bere­ketsiz menhus malı alır. Hem bu fakr-u zaruret zamanında aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiyye vasıtasıyla gelen teellüm; o gayr-ı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezteti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acib bir zamanda, şüpheli mal­larda, zaruretderecesinde iktifa etmek lâzımdır.

Çünki _«;¬‡²f«T¬" ­‡¬±f«T­# «?«‡—­hÅN7~ Å–¬~ sırrıyla haram maldan, mecburi­yetle zaruret derecesini alabilir; fazlasını alamaz. Evet muztar adam, murdar et­ten tok oluncaya ka­dar yiye­mez. Belki ölmiyecek kadar yiyebilir. Hem yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzet ile fazla yenil­mez.» (L.132)



329/2- Bilhassa zamanımızda haram-helali tefrik etmeyenlerden gelecek yar­dımları almak şöyle dursun. Allah namına vermeyenlerden ve yardımına nam, te­veccüh ve hürmet kazanmak hissini karıştıranlardan dahi almamak tav­siye ediliyor.

329/3- Bediüzzaman Hazretleri mevzumuzla alâkalı olarak şunları beyan eder: «Madem herşey manen Bismillah der. Allah namına Allah’ın ni’metlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi Bismillah demeliyiz. Allah namına vermeli­yiz. Allah na­mına almalıyız. Öyle ise Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.» (S.7)

«Birinci Söz’de beyan edildiği gibi: Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki ekseriya ya veren gafildir, kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakikî’ye ait şükrü, senayı, zahirî esbaba verir, hata eder..

Bir iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kat’î kanaatım oldu ki, halk­ların malını hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almağa me’zun değilim. Ba­zıları bana dokunuyor.. belki dokunduruluyor, yedirilmiyor. Bazan bana za­rarlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamağa ma­nen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.» (M.14)

Evet «Esbab-ı zahiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak ge­rek­tir. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi değilse meselâ; hayvan ve ağaç gibi doğ­rudan doğ­ruya Cenab-ı Hak hesabına verir. Mâdem o, lisân-ı hal ile Bismil­lâh der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi ise; o Bismillâh demeli, sonra ondan al, yoksa alma.

Çünkü (6:121) ¬y²[«V«2 ¬yÁV7~ «v²,~¬h«6²g­< ²v«7 _ÅW¬8 ~Y­V­6Ì_«# «ž«— âyetinin mânâ-yı sa­ri­hinden başka bir mânâ-yı işarisi şudur ki: “Mün’im-i Hakikî’yi hatıra ge­tirme­yen ve onun namıyla verilmiyen nimeti yemeyiniz” demektir. O halde hem ve­ren Bismillâh demeli hem de alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almağa muhtaç isen sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al, Yâni: Ni­met­ten in’ama bak; in’amdan Mün’im-i Hakikî’yi düşün. Bu düşünmek bir şükür­dür. Sonra o zahirî vasıtaya istersen dua et. Çünki o nimet, onun eliyle size gön­derildi. (L.133)

Asrımızda cemiyet hayatı, iş münasebetleri ve kazançlar, çok cihetlerle meşrui­yet hududlarını aştığı ve faiz sistemi umumileştiği için, ehl-i takva ve mutedeyyin zatlar çok dikkat etmeye mecburdurlar. (Bak: 412.p.başı)



330- qqAZRAİL ²u[¬¶<~«‡²i«2 : Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhla­rını al­mak görevi vardır. Diğer bir ismi de “Melek-ül Mevt: Ölüm Me­leği”dir.

İslâm Ansiklopedisi (Azrail) maddesindeki izahında, Azrail ismi Kur’anda geç­mediğini ve hadislerde geçtiğine dair kat’iyyet olmadığını, ancak Kur’anda “Melek-ül Mevt” ifadesi bulunduğunu (32:ll) kaydeder. Kamus-u Türkî’de, Az­rail kelimesi­nin İbraniceden geldiğini yazar. (Bak: 2331-2333.p.lar)



331- Musa (A.S.) Azrail’in (A.S.) gözüne tokat vurmuş meâlindeki hadi­sin (*) hakikatına dair sorulan bir suale cevab olarak şu izahat veriliyor:

«Melâike, insan gibi bir surete inhisar etmez; müşahhas iken, bir küllî hükmün­dedir. Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, kabz-ı ervaha müekkel olan melâi­kelerin nâzı­rıdır.

“Her ölünün ruhunu, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm mı bizzat kabzedi­yor? Yok­sak aveneleri mi kabzediyorlar?”

Bu hususta üç meslek var:

Birinci meslek: Azrail Aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mâni’ olmaz; çünki nuranîdir. Nuranî bir şey, hadsiz âyineler vasıtasıyla hadsiz yer­lerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülatı, o nu­ranî zâtın has­sasına mâliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin âyinelerdeki misalleri, Gü­neşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi; melâike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri; onların aynıla­rıdır, hassalarını gösterirler, fakat ayinelerin kabiliyetine göre temessül edi­yor­lar. Nasıl ki Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde sahabe­ler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı A’zam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanadlarıyla secde ediyordu. Heryerde, o yerin kabiliyetine göre temes­sülü varmış; bir anda binler yerde bu­lunuyormuş. İşte şu mesleğe göre; kabz-ı ruh vaktinde, insa­nın ayinesine temes­sül eden Melek-ül Mevt’in insanî ve cüz’î bir mi­sali, Haz­ret-i Musa Aleyhisselâm gibi bir ulü’lazm ve celalli ve hiddetli bir zatın to­ka­dına mâruz olmak ve o misalî Melek-ül Mevt’in libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak; ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ı makul­dür.

332- İkinci meslek odur ki: Hazret-i Cebrail, Mikâil, Azrail gibi melâike-i izam, birer nâzır-ı umumî hükmünde, kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, enva-ı mahlukata göre ayrı ayrı­dırlar. Sulehanın (*) ervahını kabzeden başkadır; ehl-i şekavetin erva­hını kabzeden yine başkadır.

Nasılki: (79:9) _®O²L«9 ¬€_«O¬-_ÅX7~«—  _®5²h«3 ¬€_«2¬ˆ_ÅX7~«— (79:l) âyeti işaret edi­yor ki: “Kabz-ı ervah eden, taife taifedir. Bu mesleğe göre; Hazret-i Musa Aleyhisselâm Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’a değil, belki Az­rail’in bir avene­sinin mi­salî cesedine, fıtrî celaletine ve hulkî celadetine ve Cenab-ı Hakk’ın yanında nazdar olmasına binaen, ona bir tokat aşketmek gayet makul­dür. (**)



333- Üçüncü Meslek: Yirmidokuzuncu Söz’ün Dördüncü Esasında be­yan edil­diği gibi ve Ehadis-i Şerifenin delâlet ettiği üzere: “Bazı melaikeler var ki, kırkbin başı var. Her başında kırkbin dili var. -Demek, seksenbin gözü dahi var.- Herbir dilde, kırkbin tesbihat var.” Evet madem melaikeler âlem-i şehadetin envaına göre müekkeldirler; âlem-i ervahda, o envaın tesbihatlarını temsil ediyorlar; elbette öyle olmak lâzımgelir. Çünki meselâ: Küre-i Arz bir mahluktur; Cenab-ı Hakk’ı tesbih ediyor. Değil kırkbin, belki yüzbinler baş hükmünde enva’ları var. Her nev’in, yüzbinler dil hükmünde efradları var ve hâkeza... Demek Küre-i Arz’a müekkel meleğin kırkbin, belki yüzbinler başı olmalı. Ve her başında da yüzbinler dil olmalı ve hâkeza .... İşte bu mesleğe bi­naen, Hazret-i Azail Aleyhisselâm’ın, her ferde müte­veccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardır.

Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’a tokat vur­ması; hâşa Azrail Aleyhisselâm’ın mahiyet-i asliyesine ve şekl-i hakikisine de­ğil ve bir tah­kir değil ve adem-i kabul değil; belki vazife-i risaletin daha deva­mını ve bekasını arzu ettiği için; kendi eceline dikkat eden ve hizmetine sed çekmek isteyen bir göze şamar vurmuş ve vurur.» (M.351-353)



334- «Bir misal-i latif suretinde bir temsil-i manevî rivayet ediliyor ki:

Hazret-i Azail Aleyhisselâm Cenab-ı Hakk’a demiş ki: “Kabz-ı ervah va­zi­fe­sinde senin ibadın benden şekva edecekler, benden küsecekler.” Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: “Seninle ibadımın ortasında musibetler, hastalık­lar perde­sini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip senden küsme­sinler.”

İşte bak nasıl hastalıklar perdedir, ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mer­ci­dirler ve kabz-ı ervahda hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail Aleyhisselam’ın vazifesine mütealiktir. Öyle de: Hz.Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahda zâhiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemâline münasib düşmiyen bazı hâlâta merci olmak için, o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlahiyeye bir per­dedir.

Evet izzet ve azamet ister ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın naza­rında... Tevhid ve celal ister ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakiki­den...» (S.294)




Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin