301/2- Surede geçen «–_«K²9¬²~ kelimesinden maksad: İstiğrakı ifade eden Ä~ karinesiyle ve «w<¬gÅ7~Ŭ~ nin Ŭ~ istisnasıyla, yani “iman-ı kâmil amel-i salih sahibi ve hak ve sabrı tavsiyeleşenlerin dışındaki her insan” demektir. ¯h²K'|¬S«7 deki |¬4 zarfiyetiyle ifham ediliyor ki:
O insanlar zararın içine düşmüş, her tarafını hüsran kaplamıştır. O asırdaki cemiyet adeta hüsran zeminidir. O cemiyette insan, sermaye-i asliyesi olan istidadat-ı ruhiyesini ifsad ile hüsran-ı ebedîye mahkûm olur.
¯h²K' deki tenkir karinesiyle remzediliyor ki: Bunların cemiyetleri de her türlü fitne fesad, ihtilaf ve ihtilallerle anarşi içindedir, yani dünyada da manevi cehennemdedirler.
Surede istisna edilen hakiki mü’minler ise; yok edilmesi istenen hakkın müdafii ve bu yolda karşılaştıkları meşakkatleri sabr u sebatla karşılayan mücahidlerdir. Surede iki kere nazara verilen ve (90:17) âyetinde de zikredilen ²Y«.~«Y«# ifadesinin dersiyle; o mü’minler menfi hareketlerden uzak durarak müsbet hareketi ve manevi cihadı meslek ittihaz etmişlerdir. Yani birbirlerine hakkı ve sabr u sebatı tavsiyeleşirler ve böylece dine hizmet eden metanetli bir şahs-ı manevî teşkil ederler.
302- qqASR-I SAADET …_Q, ¬hM2 : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (A.S.M.) Peygamber olarak dünyada bulunduğu devir. (Bak: Selefiye) (Asr-ı Saadette, dünya tarihinin en büyük hakikat inkılâbı vücuda gelmiş, hak ile batıl birbirinden tamamen ayrılmıştır, bak: 1136/1.p.)
Hakikat noktasında «sıdk ve kizb; küfür ve iman kadar birbirinden uzak. Asr-ı saadette sıdk vasıtasıyla Muhammed’in (A.S.M.) âlâ-yı illiyyîne çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-ı imaniye ve hakaik-ı kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk, en revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta’ hükmüne geçmiş. Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzab’ın emsali, esfel-i safilîne sukut etmiş. Ve kizb o zamanda küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılab-ı azîm gösterdiğinden, kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup, o malı satın almak değil, herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılab-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medar-ı iftihar şeylerı almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan Sahabeler; elbette şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzab’a kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtriyeleriyle en revaçlı mal ve en kıymetdar meta’ ve hakikatların anahtarı Muhammed’in (A.S.M.) âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamağa çalıştıklarından, ilm-i hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan “Sahabeler daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet, tezkiyeye muhtaç değil. Peygamber’den (A.S.M.) rivayet ettikleri Hadisler bütün sahihtir.” diye ehl-i şeriat ve ehl-i Hadisin ittifakına kâfi hüccet, bu mezkûr hakikattır.» (H.Ş.48) (Bak: 140.p.)
303- Asr-ı Saadet’te te’sis ve icra olunan İslâmi inkılabın te’sir ve nüfuzundaki hârikalık, Peygamberimizin nübüvvet delillerinden biridir. «Bunda dört nükte vardır: Birinci Nükte: Âlemce malûmdur ki, az bir kavmin âdetlerinden, hakir, ehemmiyetsiz bir âdeti kaldırmak veya zelil, miskin bir taifenin cüz’î, zaif huylarını ref’etmek; büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmetlere bağlıdır. Acaba hâkim olmamakla beraber, az bir zamanda, nihayet derecede âdetlerine mutaassıb, inadcı ve kesretli bir kavimde rüsuh ve kuvvet peyda etmiş olan âdetleri ref’ ve kalblerde istikrar peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar eden ahlâklarını terkettiren; hem yerlerine gayet yüksek âdetleri, güzel ahlâkları te’sis eden bir Zat hârikulâde olmaz mı?
304- İkinci Nükte: Yine âlemce ma’lumdur ki, devlet bir şahs-ı mânevidir. Çocuk gibi- teşekkülü, büyümesi tedricîdir. Ve keza, yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi yine tedricîdir, zamana mütevakkıftır. Acaba Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’ın bütün esasat-ı âliyeyi hâvi olan ve maddî-manevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def’aten teşkil ettiği bir devletle, dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddî manevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, hârikuladeliği değil midir?
305- Üçünçü Nükte: Evet kahr ve cebr ile zahirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zâhiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek, -en büyük hârika olmakla- ancak nübüvvetin hassalarından olabilir.
306- Dördüncü Nükte: Evet tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’îdir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-ı hakikattan muktebes hârikulade bir mucizedir. Evet Asr-ı Saadet’ten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde bâliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Asr-ı Saadet’te İslâmiyet’in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular.
Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılab hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi? Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et:
1- Tarih-i âlemin şehadetiyle sabittir ki; parmakla gösterilen en büyük bir dâhî, ancak umumi bir istidadı ihya ve umumi bir hasleti ikaz ve umumi bir hissi inkişaf ettirebilir. Eğer böyle bir hissi de ikaz edememiş ise sa’yi hep heba olur.
2- Tarih bize gösteriyor ki; en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm, zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı âliyeyi, Ceziret-ül Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim içinde inkişaf ettirmek hârikulade değil midir? Evet şems-i hakikatın ziyasındandır. Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziret-ül Arab’ı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziret-ül Arab’a git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihab et, beraber götür. Onlar da orada ahlâkın ve mâneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî’nin o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilayı, senin o feylesofların şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o zatın yaptığı o cila; İlahî, sabit, lâyetegayyer bir ciladır ve onun büyük mucizelerinden biridir.» (İ.İ.109)
Evet «o asır, hakikaten o Zat (A.S.M.) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünki en bedevi ve en ümmi bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.» (Ş.127)
qqASRÎ zhM2 : Devre, modaya ve israflı fantaziyelere uyan. Taklitçi. Zamana uygun. Bir devreye, asra ait ve müteallik. (Bak: Avrupalılaşmak ve 619,705.p.lar)
307- qqAŞERE-İ MÜBEŞŞERE ˜h±LA8 ¬š˜hL2 : Cenab-ı Hakk’ın bildirmesiyle Hz. Peygamber’in (A.S.M.) kendilerine Cennetlik olduklarını müjdelediği on sahabeye denir. Bu kişiler Allah’ın emirlerine bağlılıkta ve din hizmetindeki fedailikte Allah’ın rızasını tam kazanmışlardır. Bu zatlar şunlardır: Hz. Ebu Bekir, Hz.Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Ubeyde bin Cerrah, Hz. Said bin Zeyd, Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas, Hz. Talha, Hz. Zübeyr İbn-ül Avvam (R. Anhüm). (Bak: 1235.p.)
Aşere-i mübeşşere; T.T. 3.cild 1036 ve 1039. hadislerde zikredilir.
308- qqAŞK sL2 : (Işk) Çok ziyade sevgi. Şiddetli muhabbet. Sevda. Candan sevme. *İttiba. Alâka. (Bak: Muhabbet)
«İnsanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan; binler enva-ı hâcât ile binbir esma-i İlahiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder. Bütün esmaya muhabbet dahi -çünki o esma Zat-ı Zülcelal’in ünvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zatiyeye döner.» (S.642)
309- «Nev-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zatlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedid bir aşk-ı Lahutî ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, bilbedahe misilsiz bir cemâle işaret, belki şehadet eder. Evet böyle bir aşk, öyle bir cemâle bakar, iktiza eder. Ve öyle bir muhabbet, böyle bir hüsn ister. Belki bütün mecudatta lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile edilen umum hamd ve senalar, o ezelî hüsne bakıyor, gidiyor. Belki “Şems-i Tebrizi” gibi bir kısım âşıkların nazarında bütün kâinatta bulunan umum incizablar, cezbeler, câzibeler, câzibedar hakikatlar; ezelî ve ebedî bir hakikat-ı câzibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı mevlevî-misal pervane gibi raks ve semaa kaldıran cezbedarane harekât ve deveran, o hakikat-ı câzibedarın cemâl-i kudsîsinin hükümdarane tezahüratı karşısında âşıkane ve vazifedarane bir mukabeledir.» (Ş.80)
310- «İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedid bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse, derinden derine feryad eder. Bütün firaklardan gelen feryadlar aşk-ı bekadan gelen âğlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denilebilir ki: Âlem-i bekanın ve ebedî Cennet’in bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî umumî duadır ki, Baki-i Zülcelal o şedid sarsılmaz fıtrî arzuyu, o tesirli kuvvetli umumî duayı kabul etmiştir ki, fani insanlar için baki bir âlemi halk etmiş. Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerîm, Hâlik-ı Rahîm, küçük midenin cüz’i arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva-i mat’umat-ı lezîziyenin icadıyla kabul etsin de, umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatlı, kalli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ. Kabul etmemek mümkün değildir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.
Madem insan bekaya âşıktır, elbette bütün kemâlâtı, lezzetleri, bekaya tabidir. Ve madem beka, Baki-i Zülcelal’e mahsustur ve madem Baki’nin esması bâkiyedir ve madem Baki’nin âyineleri Baki’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife: O Baki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır. Çünki Baki yoluna sarfolunan herşey, bir nevi bekaya mazhar olur.» (L.15) (Bak: Beka)
311- «Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünki: Zevale mahkûm, hakiki güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve ayine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli...
Bir matlub ki, gurubda gaybubet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki kalb, ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın...
Derakab zeval ile acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez. İştiyaka hiç lâyık değildir. Çünki: Zeval-i lezzet, elem olduğu gibi zeval-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitabları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryaddır. Herbirinin bütün divan-ı eş’arının ruhunu eğer sıksan, elemkârane birer feryad damlar.» (S.214-215)
Atıf notları:
-Zevalden çok incinen aşk-ı beka hissinin teskini, bak: 3172, 3924.p.lar.
-Şefkat aşktan yüksektir, bak: 3506, 3507.p.lar.
312- qqAŞK-I MECAZÎ >ˆ_D8 ¬sL2 : Fâni şeylere olan aşk. Nefis ve şehvet arzusuna dayanan aşk.
«Sual: Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılab ettiği gibi, acaba ekser nâsda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi, bir aşk-ı hakikîye inkılab edebilir mi?
Elcevab: Evet dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, baki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve ayine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemekdir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumi dünyayı hususi dünyası zannedip ona âşık olsa tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu hakikatı tenvir için şu temsile bak. Meselâ:
Şu güzel zinetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam ayinesi bulunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî.. Herbirimiz kendi ayinemiz vasıtasıyla hususî odamızın şeklini, hey’etini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak, kırmızı; yeşil boyasak, yeşil gösterir. Ve hâkeza .. ayinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat harici ve umûmi odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatta birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.
313- İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı, bir endam ayinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem.. onunla sahife-i a’malimize geçecek çok şeyler yazılıyor.
Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki: Dünyamız, hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız ayine olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esma-i İlahiyeye döner; ondan, cilve-i esmaya intikal eder. Hem o hususî dünyamız, âhiret ve Cennet’in muvakkat bir fidanlığı olduğunu derkedip, ona karşı şedid hırs ve taleb ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sünbülü olan uhrevî fevaidine çevirsek, o vakit o mecazî aşk, hakikî aşka inkılab eder.
Yoksa (59:19) «–YT¬,_«S²7 ~v; «t¬\³«7—~ ²vZ«KS²9«~ ²vZ[«K²9«_«4 «yÁV7~ ~YK«9 sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevalini düşünmeyerek, hususi, kararsız dünyasını, aynı umumi dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedid hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O muhabbet onun için hadsiz bela ve azabdır. Çünki o muhabbetten yetimane bir şefkat, meyusane bir rikkat tevellüd eder. Bütün zihayatlara acır; hatta güzel ve zevale maruz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder. Elinden bir şey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedid şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki: Acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevalinde bir Zat-ı Baki’nin baki esmasının daimî cilvelerini temsil eden ayine-i ervahları baki görür; şefkatı, bir sürura inkılab eder. Hem zeval ve fenaya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakş ve tahsin ve san’at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür. O zeval ve fenayı, tezyid-i hüsn ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i sanat için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.» (M.10-12)
314- qqATMOSFER hS,YW#³~ : (yu.i.) (Hava tabakası) Dünyanın çevresini kuşatan, çeşitli gazlardan yapılmış olan gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir. *Bir yerdeki manevi hava. *Basınç birimi. 0º de 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzerine yaptığı basınca 1 atmosfer denir. Bu basınç 1,033 kg.dır. Deniz seviyesinden yükseldikçe basınç azalır. (Bak: Hava)
314/1- Atmosfer tabakalarının yükseklikleri sabit değildir. Günün saatına, ay ve mevsimlere, güneş hareketlerinin şartlarına, yeryüzünde bulunduğumuz noktaya göre değişir. Atmosfer tabakalarının ısı derecesine, kimyevî terkibine, elektrik ve mağnetizma durumuna göre tabakalaşması farklıdır. Ana bölümleri itibarıyla ilk 100 km.ye kadar olan tabakaya “homosfer”, 100 ilâ 1000 km. arasına “hetosfer”, 1000 km.den sonraki belirsiz yüksekliğe kadar olan tabakaya “egzosfer” denir.
İlk tabaka olan homosfer de, şu tabakalara ayrılır: Ortalama ilk 10 km. “troposfer” (yağmur, kar ve fırtına gibi hâdiseler bu tabakadadır), ortalama olarak 10 ile 40 km. arası “mezosfer”, 40 ile 100 km.arası “stratosfer” dir.
qqATOM •Y#³~ : (yu.i.) (os. cüz-ü layetecezza) Maddenin bölünemez en küçük parçası mânâsında eski çağ felsefesinde kullanılan bir tabir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî bir tabir olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, ait olduğu maddenin hususiyetlerini taşıyan en küçük parçasıdır. Kendisi de daha küçük parçalardan yapılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve atom âleminde hep aynı nizam hâkimdir. Bugün, dün olduğu gibi maddeci felsefe, maddenin mahiyetini anlamaktan âcizdir. (Bak: Madde, Zerre)
315- qqA’VER ‡Y2~ : Tek gözlü. Bir gözü kör. Yekçeşm.
Âhirzamanın en büyük fitnesi olan Deccal’ın ve Deccaliyetin vasıflarını, mecazî ifadelerle bildirip ümmeti ikaz eden rivayetlerde Deccal, en mühim vasıflardan biri olan “a’ver” vasfı ile bildiriliyor ki, onun cereyanı olan Deccaliyet, âhireti inkâr ile sadece dünya hayatını gaye yapan ve dini terkeden lâdinî bir cereyandır. Peygamberimiz’den (A.S.M.) başka hiçbir peygamber ümmetine Deccal’ın a’ver vasfını bildirmediğini haber veren aşağıdaki hadisten anlaşılıyor ki, Peygamberimiz’den (A.S.M.) evvelki devrelerde bu tarz lâdinî bir fitne olmamıştı. Mezkûr hadisin meali şöyledir:
316- «İbn-i Ömer (R.A.) dedi ki: Peygamber (A.S.M.) insanlar arasında kalkıp, Allah’a lâyık olduğu senayı yaptıktan sonra Deccal’dan söz etti ve:
-Ondan (o kötü akıbetten) sizi muhakkak haberdar edeceğim. Hiçbir peygamber yoktur ki, kavmini Deccal’ın kötü akıbetinden haberdar etmiş olmasın. Ancak ben size, onun hakkında hiçbir peygamberin kavmine söylemediği bir şey söyliyeceğim:
Deccal bir gözü kördür, Allah ise asla öyle değildir.»(27) (Bak: 2044, 2046.p.lar)
Diğer bir hadisinde de Peygamber Efendimiz (A.S.M.) şöyle buyuruyor:
«Hiçbir peygamber yoktur ki, ümmetini bir gözü kör yalancıdan korkutmuş olmasın. Dikkat edin! O bir gözü kördür. Rabbiniz ise, asla öyle değildir. Onun iki gözü arasında ‡ ¿ ¾ yani kâfir yazılıdır; bunu her müslüman (görüp) okur.» buyurdu.(28)
Aynı eserin 1037. hadisinde; “o yazıyı okuyup yazma bilen de bilmeyen de okur” diye haber verilir. (Bak: 2050.p.)
317- qqAVRET ?‡Y2 : Eksik. Gedik. *Siper. Harbde zarar gelebilen, gizlenmesi lâzım gelen şey. *Kadın. Zevce. Nikâhlı. *Gece uykuya yatacağı vakit ve seherden evvel uykudan kalkılacak saate de şeriat örfünde “avret” denir. Öğle ve öğle uykusu zamanına da keza aynı isim verilmiştir. (Çünki o anlarda uyku ve sair sebebler dolayısıyla insan açık saçık bulunabilir. İzinsiz, haber vermeden, kimse başkasının yanına bu vakitlerde girmemesi İslâm âdabından ve Kur’an emirlerindendir.) *Dinen örtülmesi vacib olan aza. Ud yeri. Utanılacak ve haya edilecek şey. Erkeklerde göbek ile diz kapağı arasındaki kısım. Fitne ve içtimaî ahlâksızlıkların olmadığı İslâm cemiyetinde olmak şartıyla, kadınlarda avret şöyle tarif ediliyor:
«Hürre olanların yüzleriyle ellerinden başka bütün bedenleri avrettir. Yüzleriyle elleri ise ne namazda, ne de bir fitne korkusu bulunmadıkça namaz dışında avret değildir. Ayaklarında ise ihtilaf vardır. Esahh görülen kavle nazaran, ayakları da avret değildir. Bunlar ile yolda yürümek ihtiyacı vardır. Bu cihetle bunları örtmek bahusus fakireler hakkında müşkildir. Diğer bir kavle nazaran hürrenin namazı, ayağının dörtte biri nisbetinde açık bulunmasıyla bozulur. Diğer bir kavle göre de, ayakları namaza nazaran avret mahalli sayılmazsa da, namaz haricinde avret mahalli sayılır. Bu ihtilaftan kurtulmak için, ayaklarını örtmeleri evladır. Sahih olan kavle göre hür kadınların kolları da, kulakları ile salıverilmiş saçları da avrettir.» (B.İ.İ.99)
«Erkeğin erkeğe karşı olduğu gibi kadının kadına karşı avreti de göbekten dize kadardır. Maadasına nazarı caizdir.» (E.T.3508) (Bak: Nazar-ı Haram, Tesettür)
«(Kadınların yürürken) zinetleri bilinsin diye ayaklarını vurmasınlar mealindeki (24:31) âyetine istinaden Hanefi üleması kadının sesi de avrettir,(*) başkasına hususi duyurması caiz değildir demişlerdir. Şafiîler ve bazı ülema ise, bir fitne olmaması halinde avret olmadığına hükmetmişlerdir.» (Ruh-ul Beyan Li-l Alusî, ci:18, sh:146) (Bak: 4072.p.)
Avret, Kur’anda (24:31,58) ve (33:13) âyetlerinde geçer. (T.T.ci:1 sh:142’de avret mahallerini örtme bahsi vardır.) Bir rivayette de şöyle buyurulur: «Lut Kavminin her âdeti kayboldu, üçü müstesna: Kılıcını sürümek, tırnakları boyamak ve avreti açık gezmek (kısa pantolon giyinmek)» (R.E.341) (Tafsilat için bak: D.M.İ.F.ci:7 sh:2943)
318- qqAVRUPALILAŞMAK sW-Ÿ[7_á —‡—³~ : Avrupalıların fikirlerini ve yaşayış ve tarzını benimsemek. Türkiye’de “batılılaşma” olarak kullanılmaktadır. (Bak: Fantaziye, Medeniyet ve 1396-1398.p.lar)
Avrupa, zamanımızda ilim ve teknikte ilerlemiş olmakla beraber inanışları, ahlâkları ve felsefeleri ve yaşayış tarzı ile geri bir düşünüşü temsil eder. Avrupa’ya Batı’ya özenmek, eşkiyanın gasbettiği servetine özenmeğe benzer. Batı’nın mazlum milletleri ezmek için vasıta ve silah olarak kullandığı ilim ve tekniğe sahib olmak, İslâm’ın hakkıdır. İslâm dünyası ilim ve tekniğe sahib olmakla hem Batı’nın zulmüne son verecek, hem de bunu insanlığın hayrına, barış için ve insanlığın saadeti, mutluluğu için kullanacaktır. Amma Batı’nın hayat felsefesi, insanlık için bir zehirdir ve onu reddeder.
Fakat «Avrupa ikidir. Birisi, İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitab ediyorum.» (L.l15) diyen Bediüzzaman devamla: «Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız! Ayâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve batıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Agâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz!... Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır.» (L.120) diyerek milliyetimizi ısrarla müdafaa eder.
Hem yine Avrupa’ya karşı İslâm birliğine ehemmiyet veren Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:
«Madem bu ittifaksızlıktan gelen za’fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevi rüşvetler veriliyor. Dörtyüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mânâ hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor. Elbette ve elbette ve kat’i olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâm’ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dörtyüz milyon müslüman kardeşlere memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız bir rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.
İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatlı caiz ve vacib rüşvet ise: Teavün-ü İslâm’ın esası ve hediye-i Kur’anın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî kanun-u esasîsi olan (3:103) _®[¬W«% ¬yÁV7~ ¬u²A«E¬" ~YW¬M«B²2~«—
(49:10) °?«Y²'¬~ «–YX¬8ÌYW²7~ _«WÅ9¬~ (8:46) ²vUE<¬‡ «`«;²g«#«— ~YV«L²S«B«4 ~Y2«ˆ_«X«# ««—
(6:164) >«h²'~ «‡²ˆ¬— °?«‡¬ˆ~«— ‡¬i«# ««— kudsi, esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.» (E.L.II.83)
318/1- Avrupa’nın teknik terakkisini nazara verip, İslâm dünyasının son asırlarda terakki edemeyişini İslâmiyete atfederek Avrupalılığı taklid etmeye teşvik edenlerin hatalarını gösteren Bediüzzaman Hazretlerinin bir beyanatından bazı kısımlarını aynen alıyoruz:
« ¬v[¬&Åh7~ ¬w«W²&Åh7~ ¬yÁV7~ ¬v²K¬"
(*) _®N²Q«" ²vUN²Q«" ²`«B²R«< ««— «Ä«_5 >¬gÅ7~ ¬y±V¬7 f²W«E²7«~
‰_ÅX7~ «t«V«; «Ä_«5 ²w«8 Ô«Ä_«5 >¬gÅ7~ ¯fÅW«E8 |«V«2 ?«ŸÅM7~«—
(**) ²vZ«U«V²;«~ «YZ«4 ‰_ÅX7~ «t«V«;
Şu zamanın medenî engizisyonu müdhiş bir vesile ile, bazı ezhanı telkih ile, bir kısım nameşru evladını vücuda getirip, İslâmiyet’e karşı kinini ve hiss-i intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya laübaliliğe veya Hristiyanlığa temayüle veya İslâmiyet’ten şübhe ile soğutmaya bir kapı açmak ister.
İşte o desise şudur: “Ey Müslüman bak, nerede bir müslim varsa binnisbe fakir, gafil, bedevidir. Nerede Hristiyan varsa, bir derece medenî, mütenebbih, ehl-i servettir. Demek... ilâ âhir.”
Ben de derim ki: Ey Müslüman! Biri maddî, biri manevî Avrupa rüchanının iki sebebinin şu netice-i müdhişiyle o neticenin tesir-i muharribanesine karşı, mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyet’ten elini gevşetme. Dört el ile sarıl, yoksa mahvolursun.
Evet biz aşağıya iniyoruz, onlar yukarıya çıkıyor. Bunun iki sebebi vardır. Biri maddî, biri manevîdir.
318/2- Birinci Sebeb: Umum Hristiyanın kilisesi ve maden-i hayatı olan Avrupa’nın vaziyet-i fıtriyesidir. Zira dardır, güzeldir, demir madenidir, girintili çıkıntılıdır. Deniz ve enharı bağırsaklarıdır, bariddir. Evet Avrupa, küre-i zeminin hums-u öşrü iken, nev-i beşerin bir rub’unu letafet-i fıtriyesi ile kendine çekmiş. Hikmeten sabittir ki; efrad-ı kesirenin içtimaı, ihtiyacatı intac eder. Görenek gibi çok esbab ile tekessür eden hâcat, zeminin kuvve-i nâbitesine sıkışmaz.
İşte şu noktadan ihtiyaç sanata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefahete hocalık edip talime başlarlar. Evet fikr-i sanat, meyl-i marifet, kesretten çıkar. Avrupa’nın darlığı ve deniz ve enharı olan vesait-i tabiiye-i münakale içinde dolaşması sebebiyle; tearüf ticareti, teavün iştiraki mesaiyi intac ettikleri gibi, temas dahi telâhuk-u efkârı, rekabet de müsabakatı tevlid ederler. Ve bütün sanayiin maderi olan demir madeni kesretle içinde bulunduğundan, o demir, medeniyetlerine öyle bir silah-ı kuvvet vermiştir ki, dünyanın bütün enkaz-ı medeniyetlerini gasb ve garat edip, gayet ağır bastı, mizan-ı zeminin müvazenesini bozdu...
318/3- İkinci Sebeb: Nokta-i istinaddır. Evet herbir Hristiyan başını kaldırıp, müteselsil ve mütedahil maksadların birine el atsa arkasına bakar ki; istinad edecek, kuvve-i manevîsine daima imdad edip hayat verecek gayet kavi bir nokta-i istinad görür. Hatta en ağır ve en büyük işlere karşı mübarezeye kendinde kuvvet bulur. İşte o nokta-i istinad her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının uruk-u hayatına kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeye her vakit amade ve dessas ve medeni engizisyon taassubu ile, maddiyyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesi ile mest-i gurur olmuş bir müsellah kütlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir..
318/4- Elhasıl: Onları canlandıran emeldir ve bizi öldüren yeisdir. Meşhurdur ki, biri demiş; “Eğer bir nokta-i istinad bulsam, küre-i zemini yerinden oynatırım.” Bu faraziyede acaib bir nokta vardır. Demek bu küçücük insan, nokta-i istinad bulsa, küre gibi büyük işleri çevirebilir.
Ey ehl-i İslâm! İşte küre-i zemin gibi ağır ve âlem-i İslâmiyet’e çökmüş olan mesaib ve devahîye karşı nokta-i istinadımız: Muhabbet ile ittihadı, marifet ile imtizac-ı efkârı, uhuvvet ile teavünü emreden nokta-i İslâmiyettir..
Avrupa’ya şedid bir meftuniyet ve milletine karşı amîk bir nefret hissiyle, kendini Avrupa’nın veled-i nameşruu gösterdiği gibi, fikr-i ihtilal ve meyl-i tahrib ve aldatıcı cerbezenin neticesi olan hicv-i âsiyane, müfteriyane, namusşikenane ile kendi firavuniyetini ve zımnen medih ve gururiyetini ve bilmediği halde İslâm’a düşmanlığını göstermekle beraber; firavuniyet, enaniyet, gurur hükmü ile milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellef olduğu hiss-i şefkat yerine hiss-i tahkir, meyl-i incizab yerine meyl-i nefret, meyelan-ı muhabbet yerine irade-i istihfaf, temayül-ü ihtiram yerine meyelan-ı techil, arzu-yu merhamet yerine arzu-yu taazzum, seciye-i fedakarî yerine temayül-i infiradî ikame edip; hamiyetsizliğini, asılsızlığını gösterdiğinden nazar-ı hakikatta öyle bir cani ve menfur olur ki, meselâ birisi Paris’te sefahet âleminde bir âlüfte madamın kametinde istihsan ettiği bir libası, camide muhterem bir hocaya giydirmeye çalışmak gibi bir hareket-i ahmakane ve caniyanede bulunur. Zira hamiyet ise; muhabbet, hürmet, merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illâ yalandır, sahtekârlıktır. Nefret, hamiyetin zıddıdır.
Mütaassıblara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri herbiri yüz mütaassıb kadar meslek-i sakiminde mütaassıbdır. Bunlardan birisi Şekspir medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylani (K.S.) medhinde etse idi, tekfir olunacaktı. Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için hamiyet?! ...» (S.T.İ.57-63) (Osmanlılar bir Avrupa Devleti doğuracak, bak: 357.p.)
319- qqA’YAN-I SABİTE yB"_$ ¬–_[2~ : İlmi-i İlahîde eşyanın ezelden beri sabit olan suret ve hakikatları. “Mevcudat-ı ilmiye” ve “vücud-u ilmî” tabirleri ile de ifade edilir. Yaratılan ve yaratılacak olan her şeyin ezelî ve ebedî olarak, ilmi-i İlahîde manidar ve hayatdar vücud-u ilmîleri vardır. A’yan-ı sabite tabir edilen bu ilmî mevcudat, tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin daimî mazhar ve ayineleridir. (Bak: 100.p.)
Evet «ilm-i muhit-i ezelîde temessül eden imkânî vücudlar, vücud-u vücubînin tecelliyat-ı nuriyelerine ayine ve ma’kestirler. Öyle ise ilm-i ezelî, imkânî vücudlara ayine olduğu gibi, imkânî vücudlar da vücud-u vücubîye ayinedir. Sonra o imkanî vücudlar, ilm-i ezeliden vücud-u haricîye intikal etmişlerse de, vücud-u hakiki mertebesine vâsıl olmamışlardır.» (M.N.146)
İki atıf notu:
-Sıfat-ı ezeliye âlemi, bak: 514.p.
-Mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u haricî vermek, bak: 1475.p.
Sahih-i Buhari 67. kitab 96. bab ve İbn-i Mace 9. kitab-ün nikah 30. babda 1926. hadiste: Kıyamet gününe kadar ilm-i İlahîde vücudu mukadder olan her zihayat illâ vücuda getirilir, buyuruluyor. Yani ilm-i İlahîde halkedilmesi mukadder olmıyan, vücuda gelmez. Sahih-i Buhari 82. kitab-ül kader 4. bab da aynı mes’eleyi teyid eder. (Bak: Ezeliyet, Mukadderat)
320- qqAYASOFYA y[4Y._<³~ : Bizans’ın en büyük kilisesi iken Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’un fethiyle camiye çevrilen, Fatih’in ve fethin bir nevi sembolü haline gelen mabeddir.
Ayasofya ilk yapılışından son durumuna kadar çok tadilata uğramış, bir kaç kere yanmış, bir kaç kere de yıkılmış ve her defasında yeniden yapılmış ve tamir edilmiştir.
Ayasofya’yı kimin yaptırdığı hakkındaki kaynaklar iki kısımdır. Miladi VII. yy.dan sonraki tarihçiler Mi. 326’da İmparator büyük Konstantinus tarafından yaptırıldığını, daha önce yaşamış tarihçiler ise İmparator’un oğlu Konstantinus tarafından yaptırılıp Mi. 360 yılında merasimle açılıp Allah’a adandığını kaydetmektedirler. İslâm Ansiklopedisi bu son naklin isbatlandığını kaydeder.
İlk zamanlar Megalo Ekklesia (Büyük Kilise) olarak anılırken Mi. V.yy.dan sonra Hristiyanlıktaki teslisin ikinci uknum’u sayılan oğul İsa’nın bir vasfı olarak “Hagia sophia” (Hikmet-i Kudsiye) tesmiye edilmiştir. Fetihten sonra İstanbul’un adı değiştiği gibi, mabed de Ayasofya olarak söylenir olmuştur.
Bina bir halk isyanında Mi. 404 yılında yakılmış ve II. Theodosius tarafından 415’te tekrar yaptırılmıştır. Yine bir başka isyanda Mi. 532 tarihinde yakılmış ve İmparator Justinianus tarafından Kudüs’teki Süleyman mabedinden daha büyük olarak 532’de inşasına başlatılmış ve inşa 27 Ocak 537’de tamamlanmıştır. Binanın resmi açılışı, fevkalâde tantanalı merasimle icra olunmuştur. Bu imparator zamanında 558’de depremde büyük bir bölümü yıkılmıştır; 562’de zarar gören kısımları ile yıkılan kubbesini daha yüksek olarak yeniden yaptırmıştır. Daha sonra Mi. 869 ve 986 yıllarında iki depremden yine büyük zarar gören bina tamir edilmiştir. Dördüncü Haçlı Ordusu İstanbul’a gelip şehri işgal edince, işgalciler Ayasofya’yı da ağır tahribata uğrattılar ve yağma ettiler. Paleoloğ Hanedanı, şehri Mi. 1261’de geri aldıktan sonra Mihael VIII tarafından mabed tamir ettirildi.
321- Şehir 1453’de fethedilince Ayasofya bakımsız bir halde idi. Fatih Sultan’ın ilk işi, Hristiyanlık âleminin en büyük mabedinden biri olan Ayasofya’yı camiye çevirmek oldu. Caminin içi ve dışı temizlendi ve Fatih fetihten sonraki ilk cuma namazını burada kıldı. Fatih Ayasofya’yı camiye çevirirken gerekli tamirat ve tadilatı da yaptırdı. İçine mihrab ve minber koydurdu. İlk minareyi yaptırdı. Bu minare caminin batı tarafında ve tuğladandır. Fatih ayrıca camiye bitişik bir de mekteb yaptırdı ve vakıflarını da tesis etti. Ayasofya’nın kıyamete kadar cami olarak devamını sağlamak üzere vakıfnamesini yazdırdı ve gerekli her türlü tedbirleri aldı. Onun en büyük arzusu, fetih yadigârı olan bu muhteşem caminin İslâm dünyasının bir vesile-i iftiharı olarak kıyamete kadar devam etmesi idi.
O tarihten sonra son asra kadar Ayasofya’yı tam bir İslâm mabedi şekline sokma gayretiyle, hemen her Osmanlı Padişahı ve hatta bazı vezir-i azamlar bu eser üzerinde ehemmiyetle durmuşlardır. Gereken ilaveleri yaptıkları gibi, günümüze kadar sağlam olarak ulaşabilmesi için her türlü tedbir, bakım ve tamiratını ihtimamla yapmışlardır. Nitekim Mimar Sinan gibi dâhî bir sanatkârın, kubbenin çevresine dıştan çeşitli payanda şeklinde sedler ve istinadlarını inşası ile kubbe ve belki de binanın bütünü çökmekten kurtulmuştur.
322- Ayasofya, İstanbul’un fethi neticesi camiye çevrildiği için, fethin bir sembolü olarak, çok büyük bir manevi değer kazandı. Bir kısım padişah ve şehzadelerin türbeleri Ayasofya’nın avlusundadır. Selim II, Murad III, Mehmed III, Mustafa I ve yeğeni Sultan İbrahim burada medfundurlar.
Şehzadeler ve rical sık sık ikindi namazlarını Ayasofya’da kılarlardı. Kadir gecesi gibi mübarek gecelerde padişahlar buraya gelir; bu geceler çoşkunlukla tes’id edilirdi. Kubbe dıştan kandillerle süslenip donanırdı.
Verilen izahattan anlaşılacağı üzere Ayasofya’yı tamamen Bizans eseri saymak yanlıştır. Ona sonradan bir çok İslâm mimari karakterleri eklenmiştir ve cami olmuştur.
En nihayet Ayasofya Camii, Bakanlar Kurulunun bir kararıyla 24 Kasım 1934’de maalesef müze haline getirilmiştir. Bakanlar Kurulunun bu kararnamesi ile Ayasofya Camiinin müzeye çevrilmesi, Anayasa’ya ve mevcut kanunlara aykırı olduğunu, “Ayasofya Camii Meselesinin Etrafındaki Gerçek ve Kariye, Mesih Paşa, Fethiye Camilerinin Maruz Kaldığı Muameleler” isimli kitabında İstanbul Vakıflar Baş Müdür Muavini hukukçu Abdullah Ahmed Çalışkan, vesikalara dayanarak tahkik ve isbat etmiştir. Eser Türdav Basın Yayın Limited Şirketi tarafından 1976 senesinde İstanbul’da yayınlanmıştır. Bu eserden bir kaç pasaj takdim ediyoruz:
323- «Ayasofya Camii, 24.ll.1934 tarihli ve 2/1985 sayılı neşredilmeyen bir Bakanlar Kurulu kararnamesiyle müzeye çevrilmiştir. Bakanlar Kurulunun bu hususta anayasal ve kanunî hiçbir yetkisi mevcut değildir. Bakanlar Kurulunun yetkilerinin neler olduğu Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Türkiye’de mer’î bulunan kanunlar ile tayin ve tesbit edilmiştir. Bu yetkiler arasında bir camiyi kapatmak, müzeye çevirmek, cami olmaktan çıkarmak ve bunun dışında herhangi bir kullanışa tahsis etmek gibi bir yetkiye rastlanmaz. Bakanlar Kurulu Ayasofya kararnamesini kabul ederken, yetkilerini tamamen aşmış, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını ve Türkiye’de mer’î kanunları ihlal etmiştir. Bu sebeble Ayasofya kararnamesi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Türkiye’de mer’î kanunlar karşısında geçersizdir. Diğer bir ifade ile, Türkiye’deki anayasal ve kanunî mevzuat karşısında lâzım-ül icra bir mahiyeti yoktur.
Türkiye’deki mer’î mevzuat, Ayasofya’nın müze yapılmasına engeldir ve cami olarak açık bulunmasını âmirdir. Ayasofya kararnamesinin hiçbir hukukî dayanağı yoktur. Bakanlar Kurulu bu kararı ile, Türkiye’de Anayasa ve kanunları bu konuda tamamen yok saymıştır.
324- Fatih Sultan Mehmed, Ayasofya’yı cami olarak vakfetmiştir ve Türkiye’de mer’î bulunan mevzuat karşısında cami olarak kalması kat’iyetle gereklidir... Fatih’in iradesi Ayasofya’nın müze olması değil, cami olmasıdır... Ayasofya kararnamesi ile ibadet hürriyetinin kısıtlandığına şüphe yoktur. Bu hürriyetin büsbütün ortadan kaldırılması başka, kısıtlanması başkadır. Ayasofya cami olarak ibadete tahsis edilmiş ve bunun için vakıf yapılmıştır. Bu cami dahilinde sebebsiz olarak ve hiçbir anayasal ve kanunî mesnede dayanmaksızın muntazam bir şekilde ve devamlı olarak ibadet yapılmasının engellenmesi, ibadet hürriyetinin açık ve kesin bir şekilde kısıtlanması demektir. Ayasofya kararnamesi bu yönü ile de Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına aykırıdır.
Ayasofya kararnamesi, Vakıflar hukukuna da aykırıdır.
Ayasofya Camii de, cami olmaktan çıkarılan diğer cami ve mescidler de, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve kanunlar karşısında halen cami ve mesciddirler. Bunların cami olmaktan çıkarılmalarına mesned ittihaz edilen Bakanlar Kurulu kararnameleri, Türkiye’de mer’î bulunan mevzuat karşısında yok hükmündedirler. Bahis konusu kararnameler ile, Vakıflardan alınan bilcümle menkul ve gayrımenkullerin iadesi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve kanunlarının gereğidir.
Ayasofya, İstanbul’u fethedenlerin hatırasıdır. Bu hatırayı bize bırakanlar cami olarak bıraktı. Biz de onların torunları olduğumuz sürece, onu cami olarak görmek istiyoruz. Torunlarımıza da cami olarak bırakacağız.
Ecdadımız vatan topraklarına camilerle imza atmıştır. Ayasofya Camii ise; Bizans’ın sona erişini, kıyamete kadar baki kalacak devletimizin hâkimiyetini remzeder. Buna gelen zarar bizi üzer, Rumları sevindirir.
Ayasofya cami olacaktır. Bunu müslümanlar istiyor. Bu istek er-geç gerçekleşecektir, kim karşı koyabilir? Ayasofya camidir ve cami kalacaktır!...»
Ayasofya camiye çevrildiğinin ilk cumasında okunan aşağıdaki hutbe metni, İstanbul’un Bayezid semtinde bulunan Anıtlar Derneği’nden alınmıştır.
¬v[¬&Åh7~ ¬w«W²&Åh7~ ¬yÁV7~ ¬v²K¬"
«w<¬G¬;_«DW«²7«~ ¬ƒ_«S«U¬" «•«Ÿ²,¬ž²~ Åi«2«~ >¬gÅ7~ ¬yÅV¬7 f²W«E²7«~
«f«;_«% ²w«8 h²[«'«Y; ¯fÅW«E8 _«9¬f¬±[«, |«V«2 •«ŸÅK7~«— ?«ŸÅM7~«—
˜h¬S²R«B²,~«— |«7_«Q«# «yÁV7~ f«W²&«~ «w[¬W«7_«Q²7~ ¬±«‡ ¬u[¬A«, |¬4
¬w[¬AW²7~¬˜¬h²M«X¬" «w[¬W¬V²KW²7~ «fÅ<«~ yÁV7~ Ŭ~ «y«7¬~« ²–«~ f«Z²-«~«—
* y7Y,«‡«— ˜f²A«2 ~®fÅW«E8 _«9«²Y«8«— _«9«f¬±[«, Å–«~ f«Z²-«~«—
«Ä_«W²7~ ~Y7«g«" «w<¬gÅ7~ ¬y¬"_«E².«~«— ¬y¬7´~ |«V«2«— ¬v<¬h«U²7~ ¬±|¬AÅX7~ ~«g«; |«V«2 yÁV7~ |ÅV«.
«w[¬Q«W²%«~ ¬‰_ÅXV¬7 ²a«%¬h²'~ ¯}Å8~ «h²[«' ~Y9_«6«— ¬yÁV7~ ¬}«W¬V«6 ¬š«Ÿ²2¬ž¬ «j²SÅX7~«—
˜YQ[¬0«~«— «yÁV7~ ~YTÅ#¬~ ¬yÁV7 ~«…_«A¬2 _«[«4 Ô f²Q«" _Å8«~
«–YX¬K²E8 ²v; «w<¬gÅ7~«— ²Y«TÅ#~ «w<¬gÅ7~ «p«8 «yÁV7~ Å–¬~
¬v[¬&Åh7~ ¬w«W²&Åh7~ ¬yÁV7~ ¬v²K¬" ¬v[¬%Åh7~ ¬–_«O²[ÅL7~ «w¬8 ¬yÁV7_¬" †Y2«~
«w[¬X¬K²EW²7~ «p«W«7 «yÁV7~ Å–¬~«— _«X«VA, ²vZÅX«<¬f²Z«X«7 _«X[¬4 ~—f«;_«% «w<¬gÅ7~«—
_«;h[¬8«~ h[¬8«²~ «v²Q¬X«7«— }Å[¬X[¬O²X«O²KT²7~ Åw«E«B²SB«7 Ú Õ•Õ‹Õ Û «Ä«_«5«—
k²[«D²7~ «t¬7«) k²[«D²7~ «v²Q¬X«7«—
Meali: “Mücahitlerin savunmasıyla İslâmı aziz kılan Allah’a hamd olsun. Allah yolunda cihad edenlerin en hayırlısı olan Efendimiz Muhammed’e salat ve selam olsun. Allah’a hamd ederim ve ondan bağışlanma dilerim. Güçlü parlak yardımıyla Müslümanları teyid eden Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik ederim. Ve şahitlik ederim ki, Efendimiz ve sahibimiz Hz. Muhammed onun kulu ve elçisidir. Allah bu kerim Peygambere salat ve rahmet indirsin, âl ve ahsabına da indirsinki onlar İ’lâ-i Kelimetullah için mal ve canlarını feda ettiler. Ve bütün insanlar için ortaya çıkmış en hayırlı ümmet oldular. Hamd ve salavattan sonra ey Allah’ın kulları Allah’tan korkun ve ona itaat edin. Hiç şüphesiz Allah muttakilerle ve güzel işler yapanlarla beraberdir. Şeytan-ı racimden Allah’a sığınırım Bismillahirrahmanirrahim derim. Allah buyurmuş ki, bizim yolumuzda cihat edenleri biz doğru yola ileteceğiz ve hiç şüphesiz Allah muhsinlerle beraberdir. Peygamber Efendimiz buyurmuşlar ki İstanbul mutlaka feth edilecektir. Onun komutanı ne iyi bir komutandır ve onun ordusu ne güzel ordudur.”
325- qqÂYET }<´~ : Eser. *Kimsenin inkâr edemiyeceği açık delil. *Nişan. Alâmet. ibret. İşaret. *Menzil, mekân. *Kur’an-ı Kerim’deki her bir cümle. *Manen uyanmağa, intibaha sebeb olan hâdise.
İslâm Ansiklopedisi farklı bir bilgi veren değişik kaynaklara göre:
>—~ - >>~ - ~>~ köklerinden geldiğini kaydeder. Cem’i: Ay: >´~ Ayât _<´~ Ayây >_<´~ dır. Ahteri Lügatı, “ayet”in aslı }«<«—«~ idi der.
Kur’anda geçen bazı “âyet” ve “âyât” ifadeleri, mucize mânâsındadır.
«Âyet; asl-ı lügatta açık alâmet demektir. Mahsusatta da, ma’kulatta da istimal olunur..
Herşey alâmetiyle tanınır ve hakikat âyâtıyla bilinir. Onun için insanların ilimdeki kabiliyet ve mertebelerine göre kendisinden yapabilecek tefekkür ve teemmül nisbetinde mütefavit marifetlere sebeb olan alâim ve delâilin hepsine de âyet denilir..
Meselâ: °f¬&~«— yÅ9«~ |«V«2 ÇÄf«# °}«<´~ y«7 ¯š²|«- ¬±u6 |¬4«— beytinde âyet bu mânâya olduğu gibi, «–YV¬T²Q«< ¯•²Y«T¬7 °_«<´« «t¬7«† |¬4 Å–¬~ gibi bir çok âyetlerde de bu mânâyadır. Demek ki âyet, haddizatında zâhir bir alâmet ise de onun bir âyet ve alâmet olması kabiliyet veya tefekkür ve teemmülü eksik kimselere hafi kalabilir..» (E.T.23)
«Kur’an-ı Kerim bütün insanlara rahmettir. Çünki herbir insanın şu hakiki âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi, herkes kendi meşrebine göre Kur’andan fehm ve iktibas ettiği (hafızasında) kendisine has bir Kur’an vardır ki, onun ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.» (M.N.140)
326- Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
f«Q²M«<«— ~«h²T«[«4 ²f«Q².~«— ²~«h²5¬~ «}ÅX«D²7~ «u«'«… ~«†¬~
y«Q«8 ¯š²|«- «h¬'³~ ~«h²T«< |ÅB«& ®}«%«‡«… ¯}«<³~ ¬±uU¬"
«Kur’an ehli yani onu devamlı okuyup onunla amel edene, Cennet’e gireceği zaman: Oku ve (Cennet’in mertebelerine) yüksel, denilecektir. Bunun üzerine okumaya başlayacak ve Kur’andan bildiğini bitirinceye kadar beher âyete karşılık bir derece yükselecektir. Bu hadisin benzerini Ebu Davud ve Tirmizi, Abdullah Bin Amr (R.A.)’dan rivayet etmişler. Ebu Davud’un “Kur’an okumanın tertilinin müstehablığı” babında rivayet ettiği hadisin meali şöyledir: “(Âhirette) Kur’an ehline: Oku ve yüksel, (okurken de) dünyada nasıl acele etmeksizin okuduğun gibi tertil ile (yani acele etmeksizin) oku. Çünki (Cennet’te) senin konağın, okuyacağın son âyetin bitireceği yerdir, denilecektir.” (Bu mealin metni T.T.ci: 4, 6.hadis ile aynıdır.) Avn-ül Ma’bud yazarı da bu hadisin izahı bölümünde özetle şöyle der: Cennet’teki derecelerin Kur’an-ı Kerim âyetlerinin sayısı kadar olduğuna dair hadis rivayet olunmuştur.
327- Tıybî de: Kur’an ehlinin Cennet’te yükselişleri sonsuzdur. Çünki dünyada iken Kur’anı hatmettikçe tekrar başından okumaya devam ettiği gibi Cennet’te de devamlı okuyacak ve devamlı yükselecektir. Bu yükselişin nihayeti yoktur. Kur’an ehlinin Cennet’te okumaya devam etmeleri, onların Cennet nimetlerinden zevk duymalarını engellemez. Bilakis bu okuyuş, onlara en büyük lezzet ve zevk kaynağı olur demiştir.
Avn-ül Ma’bud yazarı bundan sonra sözlerine devamla: Bazı âlimler demişler ki; Kur’an-ı Kerim ile amel edenler, yani durum ve davranışlarını ona uydurup yaşayışlarını bu ölçüye göre düzenliyenler, Kur’an okumasını bilmeseler bile devamlı okuyormuş gibidir. Kur’an ile amel etmiyenler, yani yaşayışlarını ona göre düzenlemiyenler ise devamlı okusalar bile hiç okumamış gibi sayılır. Bu itibarla sırf okuyup ezberlemek, Cennet’teki yüce mertebelere erişmeye vesile olmaz. Önemli olan, onunla amel etmektir.» (İ.M.ci: 9 sh: 570-571) (R.E. ci:l sh: 283)(Aynı eser ci: 2 sh: 315’te de: Cennet’te Kur’an âyetleri adedince derecelerin bulunduğu mealinde hadisler vardır ve mevzumuzla da alâkalıdır.) (Şeriatın ebedîliği, bak: 3527.p.)
Mezkûr izahlara istinaden denilebilir ki: Dünya hayatında her müslümanın tahkikî iman ve a’mal-i saliha ile maneviyat yolunda varabildiği bir menzil ve mertebesi olup, o mertebe onun âhiretteki âyeti, me’vası ve cennet-i hususiyesi veya Cennet-i Me’vadan istifade etmekte mertebe-i kabiliyeti gibi mânâlara da işaret vardır.
327/1- Bazı rivayetlerde zikrolunan “Tûba” yani şecere-i Tûba tabiri, mes’elemizle de alâkalı olsa gerektir. Evet Tûba, Cennet’te bir ağaçtır ki; Ebu Davud sünnet/17 ve S.B.M. 1346. ve K.H. 1683. hadisleri ile R.E. sh. 313’te 7. ve ll. hadislerinden ve Risale-i Nur’da “Tûba” kelimesinin geçtiği yerlerden anlaşıldığı vechiyle bu ağaç, tecelliyat-ı esmaya azamiyet dereceleriyle mazhar, bütün enva-i niam ve lezaiz-i cennatı mutazamın ve ehl-i cennetin dünyada kazandıkları derece ve kabiliyetlerine ve ihtiyacatına bitamamiha cevap veren ve esmâ-i cemâliyenin ve bilhassa rahmetin eseri olan ve bu dünyada mahiyetini idrakten âciz bulunduğumuz bir ağaçtır ki, cemâl sıfatının azamiyet derecesindeki tecellisinin mazharı ve kökü Arş-ı Azamda olmakla âlem-i âhirete doğru tedelliyen tecelli etmektedir. Bilhassa Cennet-ül Me’va bu tecellinin mazharı olduğu anlaşılıyor. (Envar Neşriyat baskısı Sözler sh: 92 deki Arabî son paragraf bu mes’elemize de bakar) (Bak: Cennet-ül Me’va, Sûre)
328- qqÂYİN w[<´~ : Merasim. Usûl. *Görenek. Dinî âdab. *Âdet, örf ve kanun. *Ziynet, süs.
«İslâm’da fıkıh lisanı, âyin kelimesini kabul etmemiştir. Bazı vakıflar, filan camide herhangi bir tarikat âyini icra için te’sis yapacakları zaman vaki olan müracaatlarında fetvahane tarafından verilen müsaadelerde âyin sözü kullanılmayıp “icra-yı zikrullah” tabiri kullanılırdı. Sofiyede âyin lafzı muteberdir. Turuk-u âliye tekkelerinde icra edilen şekil ve merasime, âyin ıtlak edilir. “İcra-yı âyin-i ehlullah” tabirdendir. Bu suretle her tarikata mensub tekkelerde yapılan dinî merasime âyin ismi verilmiştir.
Bu âyinlerden herbirinin ayrı ismi ve şekli vardır. Yaptıkları âyine Mevlevîler “semâ”, Kadirîler “devrân”, Rifaîler ve Sa’dîler “zikr-i kıyam”, Halvetîler “darb-ı esma”, Nakşibendîler “hatm-i hâcegan” isimlerini verirler. Diğer turuk-u âliye de bu esaslardan münşaib olduğuna göre âyinleri bu esaslara bağlıdır.» (Türk İslâm Ansiklopedisi’nden)
qqAYN-EL YAKÎN (Ayn-ül yakîn) w[T[7~ w[2 : Göz ile görür derecede, görerek, müşahede ederek bilmek. (Bak: Yakîn)
329- qqAZİMET }W : Takva ile amel etmek. Kur’an (39:55) âyetinde bildirildiği gibi Allah’ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmağa çalışmak. *Kesin karar vermek. *Yola çıkmak, gitmek. (Bak: Fetva; Ruhsat, Takva, 1535.p.)
«Laübaliler, ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle şiddetle ikaz edilir.» (H.Ş.130)
329/1- Azimet yolu, haram ve şübheli şeylerden kaçmayı gerektiriyor. Bu hususta Bediüzzaman Hazretlerinin ikaz edici dersleri vardır. Bunlardan bir kaç nümunesi şöyledir:
«Madem rızk mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenab-ı Haktır; O hem Rahim, hem kerimdir. Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-ı meşrû bir tarzda yüz suyu dökmekle; vicdanını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip menhus, bereketsiz bir mâl-i haramı kabul eden düşünsün ki ne kadar muzaaf bir divaneliktir.» (M.418)
Hem «hırs yolunda her zilleti irtikab ve haram helal demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz.» (M.273)
Evet «helâl haram demeyip rast gelen şeye saldırmak adeta manevi hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek o nefse güç gelir.» (M.403)
Hem «Şimdi, malda ve rızıkta hileler ile sû-i istimal ile rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkiyle sahib olmadığı ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı; ya zulûm ile -haram karıştırmakla- ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor.» (E.L.I.33)
«Şükürsüzlüğün mizanı, hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helal demeyip rast geleni yemektir.» (M.366)
İsraf azimeti kırar. Asrımızda umumileşen «sû-i istimalat ile hâcât-ı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriyet hükmüne geçip görenek belâsıyla tiryâki olup, terkedemiyor. İşte bu rızk, taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar manen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz menhus malı alır. Hem bu fakr-u zaruret zamanında aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiyye vasıtasıyla gelen teellüm; o gayr-ı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezteti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acib bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruretderecesinde iktifa etmek lâzımdır.
Çünki _«;¬‡²f«T¬" ‡¬±f«T# «?«‡—hÅN7~ Å–¬~ sırrıyla haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir; fazlasını alamaz. Evet muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmiyecek kadar yiyebilir. Hem yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzet ile fazla yenilmez.» (L.132)
329/2- Bilhassa zamanımızda haram-helali tefrik etmeyenlerden gelecek yardımları almak şöyle dursun. Allah namına vermeyenlerden ve yardımına nam, teveccüh ve hürmet kazanmak hissini karıştıranlardan dahi almamak tavsiye ediliyor.
329/3- Bediüzzaman Hazretleri mevzumuzla alâkalı olarak şunları beyan eder: «Madem herşey manen Bismillah der. Allah namına Allah’ın ni’metlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi Bismillah demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.» (S.7)
«Birinci Söz’de beyan edildiği gibi: Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki ekseriya ya veren gafildir, kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakikî’ye ait şükrü, senayı, zahirî esbaba verir, hata eder..
Bir iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kat’î kanaatım oldu ki, halkların malını hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almağa me’zun değilim. Bazıları bana dokunuyor.. belki dokunduruluyor, yedirilmiyor. Bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamağa manen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.» (M.14)
Evet «Esbab-ı zahiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi değilse meselâ; hayvan ve ağaç gibi doğrudan doğruya Cenab-ı Hak hesabına verir. Mâdem o, lisân-ı hal ile Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi ise; o Bismillâh demeli, sonra ondan al, yoksa alma.
Çünkü (6:121) ¬y²[«V«2 ¬yÁV7~ «v²,~¬h«6²g< ²v«7 _ÅW¬8 ~YV6Ì_«# ««— âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarisi şudur ki: “Mün’im-i Hakikî’yi hatıra getirmeyen ve onun namıyla verilmiyen nimeti yemeyiniz” demektir. O halde hem veren Bismillâh demeli hem de alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almağa muhtaç isen sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al, Yâni: Nimetten in’ama bak; in’amdan Mün’im-i Hakikî’yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zahirî vasıtaya istersen dua et. Çünki o nimet, onun eliyle size gönderildi. (L.133)
Asrımızda cemiyet hayatı, iş münasebetleri ve kazançlar, çok cihetlerle meşruiyet hududlarını aştığı ve faiz sistemi umumileştiği için, ehl-i takva ve mutedeyyin zatlar çok dikkat etmeye mecburdurlar. (Bak: 412.p.başı)
330- qqAZRAİL ²u[¬¶<~«‡²i«2 : Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de “Melek-ül Mevt: Ölüm Meleği”dir.
İslâm Ansiklopedisi (Azrail) maddesindeki izahında, Azrail ismi Kur’anda geçmediğini ve hadislerde geçtiğine dair kat’iyyet olmadığını, ancak Kur’anda “Melek-ül Mevt” ifadesi bulunduğunu (32:ll) kaydeder. Kamus-u Türkî’de, Azrail kelimesinin İbraniceden geldiğini yazar. (Bak: 2331-2333.p.lar)
331- Musa (A.S.) Azrail’in (A.S.) gözüne tokat vurmuş meâlindeki hadisin (*) hakikatına dair sorulan bir suale cevab olarak şu izahat veriliyor:
«Melâike, insan gibi bir surete inhisar etmez; müşahhas iken, bir küllî hükmündedir. Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, kabz-ı ervaha müekkel olan melâikelerin nâzırıdır.
“Her ölünün ruhunu, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm mı bizzat kabzediyor? Yoksak aveneleri mi kabzediyorlar?”
Bu hususta üç meslek var:
Birinci meslek: Azrail Aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mâni’ olmaz; çünki nuranîdir. Nuranî bir şey, hadsiz âyineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülatı, o nuranî zâtın hassasına mâliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin âyinelerdeki misalleri, Güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi; melâike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri; onların aynılarıdır, hassalarını gösterirler, fakat ayinelerin kabiliyetine göre temessül ediyorlar. Nasıl ki Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı A’zam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanadlarıyla secde ediyordu. Heryerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş. İşte şu mesleğe göre; kabz-ı ruh vaktinde, insanın ayinesine temessül eden Melek-ül Mevt’in insanî ve cüz’î bir misali, Hazret-i Musa Aleyhisselâm gibi bir ulü’lazm ve celalli ve hiddetli bir zatın tokadına mâruz olmak ve o misalî Melek-ül Mevt’in libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak; ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ı makuldür.
332- İkinci meslek odur ki: Hazret-i Cebrail, Mikâil, Azrail gibi melâike-i izam, birer nâzır-ı umumî hükmünde, kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, enva-ı mahlukata göre ayrı ayrıdırlar. Sulehanın (*) ervahını kabzeden başkadır; ehl-i şekavetin ervahını kabzeden yine başkadır.
Nasılki: (79:9) _®O²L«9 ¬_«O¬-_ÅX7~«— _®5²h«3 ¬_«2¬ˆ_ÅX7~«— (79:l) âyeti işaret ediyor ki: “Kabz-ı ervah eden, taife taifedir. Bu mesleğe göre; Hazret-i Musa Aleyhisselâm Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’a değil, belki Azrail’in bir avenesinin misalî cesedine, fıtrî celaletine ve hulkî celadetine ve Cenab-ı Hakk’ın yanında nazdar olmasına binaen, ona bir tokat aşketmek gayet makuldür. (**)
333- Üçüncü Meslek: Yirmidokuzuncu Söz’ün Dördüncü Esasında beyan edildiği gibi ve Ehadis-i Şerifenin delâlet ettiği üzere: “Bazı melaikeler var ki, kırkbin başı var. Her başında kırkbin dili var. -Demek, seksenbin gözü dahi var.- Herbir dilde, kırkbin tesbihat var.” Evet madem melaikeler âlem-i şehadetin envaına göre müekkeldirler; âlem-i ervahda, o envaın tesbihatlarını temsil ediyorlar; elbette öyle olmak lâzımgelir. Çünki meselâ: Küre-i Arz bir mahluktur; Cenab-ı Hakk’ı tesbih ediyor. Değil kırkbin, belki yüzbinler baş hükmünde enva’ları var. Her nev’in, yüzbinler dil hükmünde efradları var ve hâkeza... Demek Küre-i Arz’a müekkel meleğin kırkbin, belki yüzbinler başı olmalı. Ve her başında da yüzbinler dil olmalı ve hâkeza .... İşte bu mesleğe binaen, Hazret-i Azail Aleyhisselâm’ın, her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardır.
Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’a tokat vurması; hâşa Azrail Aleyhisselâm’ın mahiyet-i asliyesine ve şekl-i hakikisine değil ve bir tahkir değil ve adem-i kabul değil; belki vazife-i risaletin daha devamını ve bekasını arzu ettiği için; kendi eceline dikkat eden ve hizmetine sed çekmek isteyen bir göze şamar vurmuş ve vurur.» (M.351-353)
334- «Bir misal-i latif suretinde bir temsil-i manevî rivayet ediliyor ki:
Hazret-i Azail Aleyhisselâm Cenab-ı Hakk’a demiş ki: “Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler, benden küsecekler.” Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: “Seninle ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip senden küsmesinler.”
İşte bak nasıl hastalıklar perdedir, ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahda hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail Aleyhisselam’ın vazifesine mütealiktir. Öyle de: Hz.Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahda zâhiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemâline münasib düşmiyen bazı hâlâta merci olmak için, o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlahiyeye bir perdedir.
Evet izzet ve azamet ister ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında... Tevhid ve celal ister ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikiden...» (S.294)
Dostları ilə paylaş: |