263- «En küçük tabakat-ı mahlukattan olan zerrattan tâ semavata ve semavatın birinci tabakasından, tâ arş-ı âzama kadar birbiri üstünde teşkilat var. Her bir sema, bir ayrı âlemin damı ve Rububiyyet için bir arş ve tasarrufat-ı İlahiyye için bir merkez hükmündedir.» (S.564)
Keza «Cennet’in sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı Azam’dır. Nasılki mahrutî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir.. fakat birbirinin güneş görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de: Cennetler de buna yakın bir tarz ile olduğu, Ehadisin mütenevvi rivayatı işaret ediyor.» (S.500)
264- İsm-i Azam’ın mazharı olan Arş-ı Azam’a uruc yolu yetmiş bin perdeden geçer. Evet «emr-i kün feyeküne mâlik; güneşler ve yıldızlar, emirber nefer hükmünde olan Zat-ı Zülcelal, herşeye herşeyden daha ziyade yakın olduğu halde, herşey O’ndan nihayetsiz uzaktır. O’nun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfatî yetmiş binler hicabdan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfatında mürur edip tâ ism-i azamına mazhar olan Arş-ı Azam’ına uruc etmek; eğer cezb ve lütuf olmazsa, binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir.» (S.198)
«Her zikalb ve kâmil veli seyr ü sülûk ile, Arş’tan ve daire-i esma ve sıfattan kırk günde geçebilir. Hatta Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile; bir dakikada Arş’a kadar uruc-u ruhanileri oluyor. Hem ecsam-ı nurani olan melaikelerin Arş’tan ferşe, ferşten Arş’a kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır.» (S.572)
Hem «Esma-i İlahiyenin herbirisinin bir güneş gibi kalbden Arş’a kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.» (L.132) (Arş’a ait âyetler için 1164.p.a bakınız)
265-qqARZ Œ‡~ : (Erz) (Küre-i Arz) Yeryüzü, toprak, zemin, dünya. *Aşağı ve alçak. *Memleket, ülke. *Küre. *İklim. *Davarın ayağının altı. (Bak: Dünya)
Küre-i arza ait coğrafî malumat, (Dünya) maddesinde verildiğinden burada dinî cihetten bazı bilgiler verilecektir. Şöyleki:
«Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mâyiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan:
(21) ¯f«W«% ¯š_«8 |«V«2 «Œ²‡«²~ «n«K«" ²w«8 «–_«E²A, kat’i delâlet ediyor ki: Asl-ı hilkat-i Arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlahî ile toprak olur. Tesbihteki Arz lafzı, toprak demektir. Demek o su çok yumuşaktır, üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.» (S.251)
266- Kur’an (15:27) âyetinde insanlardan önce nar-ı semumdan halk edildiği bildirilen cân (cin) yaratıldığı zaman, küre-i arzın şiddetli ateş durumunda olduğunu bazı tefsirler bildiriyor. (Bak: 591.p.)
Bu mânâyı teyiden İşarat-ül İ’caz tefsirinde de şu izahat veriliyor:
« (2:30) ®}«S[¬V«' ¬Œ²‡«²~ |¬4 °u¬2_«% |¬±9¬~ ¬}«U¬¶[³«V«W²V¬7 «tÇ"«‡ «Ä_«5 ²†¬~«—
®}«S[¬V«' : Bu tabir, arzın insanların hayatına elverişli şeraiti haiz olmazdan evvel arzda idrakli bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun hayatına o zamandaki arzın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsaid bulunduğuna işarettir. ®}«S[¬V«' tabirinin bu mânâya delâleti, mukteza-yı hikmettir. Amma meşhur olan mânâya nazaran, o idrakli mahluk, cinlerden bir nev’imiş, yaptıkları fesaddan dolayı insanlar ile mübadele edilmişlerdir.» (İ.İ.201)
267- «Küre-i arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitab ve Sünnet’in mizanıyla tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya nokta-i nazarındaki maddi vaziyetten ibaret değildir.
Meselâ, demişler: “Bir tabaka-i Arz, cin ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var.” Halbuki bir-iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mânâ ve âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misalî şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhanîlerinde, Arz’ın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar. Binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misal sureten âlem-i maddîye benzediği için, iki âlemi memzuc görüyorlar; öyle tabir ediyorlar.» (M.82)
268- Bir sual: «Hocalar diyorlar: Arz, öküz ve balık üstünde duruyor. Halbuki arz, muallakta bir yıldız gibi gezdiğini Coğrafya görüyor. Ne öküz var ve ne de balık?
Elcevab: İbn-i Abbas (R.A.) gibi zatlara isnad edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan sormuşlar: “Dünya ne üstündedir?” Ferman etmiş: ¬YE²7~«—¬‡²YÅC7~|«V«2 (22) Bir rivayette bir defa ¬‡²YÅC7~|«V«2 demiş, diğer defa da ¬YE²7~|«V«2 demiştir.
Muhaddislerin bir kısmı, İsrailiyattan alınma ve eskidenberi nakledilen hurafevari hikâyelere bu Hadisi tatbik etmişler. Hususan Benî-İsaril âlimlerinin müslüman olanlarından bir kısmı, kütüb-ü sâbıkada “sevr ve hut” hakkında gördükleri hikâyeleri, Hadise tatbik edip, Hadisin mânâsını acib bir tarza çevirmişler...
İşte Sevr ve Hut namıyla iki büyük melek, bir teşbih-i latif-i kudsî ile ve manidar bir işaretle Sevr ve Hut namıyla tesmiye edilmişler. Kudsî, ulvi lisan-ı Nübüvvetten umumun lisanına girdikçe, o teşbih hakikata inkılab etmiş, adeta gayet büyük bir öküz ve dehşetli bir balık suretini almışlar...
...Sualin cevabına şimdilik “üç vecih” söylenecek:
269- Birincisi: Hamle-i Arş ve Semevat denilen melaikenin birinin ismi “Nesir” ve diğerinin ismi “Sevr” olarak dört melaikeyi, Cenab-ı Hak, Arş ve Semavata saltanat-ı Rububiyetine nezaret etmek için tayin ettiği gibi, semavatın bir küçük kardeşi ve seyyarelerin bir arkadaşı olan Küre-i Arza dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi “Sevr” ve diğerinin ismi “Hut”tur.
Ve o namı vermesinin sırrı şudur ki:
Arz iki kısımdır: Biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren, insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Küre-i Arza müvekkel iki melek, hem kumandan, hem nâzır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nev’ine bir cihet-i münasebetleri bulunmak lâzımdır.
Belki ¬yÁV7~ «f²X¬2 v²V¬Q²7~«— o iki meleğin âlem-i melekût ve âlem-i misalde sevr ve hut suretinde temessülleri var.(*) İşte bu münasebete ve o nezarete işareten ve Küre-i arzın o iki mühim nevi mahlukatına imaen lisan-ı mu’ciz-ül beyan-ı Nebevî, ¬YE²7~«— ¬‡²YÅC7~ |«V«2 Œ²‡«² «~ demiş, gayet derin ve geniş bir sahife kadar meseleleri havi olan bir hakikatı, gayet güzel ve kısa bir tek cümle ile ifade etmiş.
270- İkinci Vecih: Meselâ: Nasılki denilse: “Bu devlet ve saltanat hangi şey üzerinde duruyor?” Cevabında: ¬v«V«T²7~«— ¬r²[ÅK7~ |«V«2 denilir. Yani “Asker kılıncının şecaatine, kuvvetine ve memur kaleminin dirayetine ve adaletine istinad eder.” Öyle de: Küre-i Arz madem zihayatın meskenidir ve zihayatın kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevahil kısmının kısm-ı azamının medar-ı taayyüşleri balıktır ve ehl-i sevahil olmıyan kısmının medar-ı taayyüşleri, ziraatle öküzün omuzundadır. Ve mühim bir medar-ı ticareti de balıktır. Elbette devlet, seyf ve kalem üstünde durduğu gibi; Küre-i Arz da, öküz ve balık üstünde duruyor denilir. Zira ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o insan yaşıyamaz, hayat sukut eder, Hâlik-ı Hakîm de Arzı harab eder.
İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalatû Vesselâm, gayet mucizane ve gayet ulvi ve gayet hikmetli bir cevab ile ¬YE²7~«— ¬‡²YÅC7~ |«V«2 Œ²‡««~ demiş. Nev-i insanînin hayatı, ne kadar cins-i hayvanînin hayatıyla alâkadar olduğuna dair geniş bir hakikatı iki kelime ile ders vermiş.
271- Üçüncü Vecih: Eski Kozmoğrafya nazarında Güneş gezer. Güneşin her otuz derecesini, bir burç tabir etmişler. O burçlardaki yıldızların aralarında birbirine rabtedecek farazî hatlar çekilse, birtek vaziyet hasıl olduğu vakit, bazı esed (yani arslan) suretini, bazı terazi mânâsına olarak mizan suretini, bazı öküz mânâsına sevr suretini, bazı balık mânâsına hut suretini göstermişler. O münasebete binaen o burçlara o isimler verilmiş. Şu asrın kozmoğrafyası nazarında ise, Güneş gezmiyor. O burçlar boş ve muattal ve işsiz kalmışlar. Güneşin bedeline Küre-i Arz geziyor. Öyle ise; o boş, işsiz burçlar ve yukarıdaki muattal daireler yerine, yerde arzın medar-ı senevîsinde küçük mikyasta o daireleri teşkil etmek gerektir.
Şu halde buruc-u semaviye, Arz’ın medar-ı senevîsinden temessül edecek. Ve o halde Küre-i Arz her ayda buruc-u semaviyenin birinin gölgesinde ve misalindedir. Güya Arz’ın medar-ı senevîsi bir ayine hükmünde olarak semavî burçlar, onda temessül ediyor.
İşte bu veçhile Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, sabıkan zikrettiğimiz gibi bir defa ¬‡²YÅC7~ |«V«2 bir defa ¬YE²7~ |«V«2 demiş. Evet mu’ciz-ül beyan olan lisan-ı Nübüvvete yakışır bir tarzda gayet derin ve çok asır sonra anlaşılacak bir hakikata işareten bir defa ¬‡²YÅC7~ |«V«2 demiş. Çünki Küre-i Arz, o sualin zamanında Sevr Burcu’nun misalinde idi. Bir ay sonra yine sorulmuş, ¬YE²7~|«V«2 demiş. Çünki o vakit Küre-i Arz, Hut Burcu’nun gölgesinde imiş.
İşte istikbalde anlaşılacak bu ulvi hakikata işareten ve Küre-i Arz’ın vazifesindeki hareketine ve seyahatına imaen ve semavî burçlar, Güneş itibariyle muattal ve misafirsiz olduklarına ve hakiki işliyen burçlar ise, Küre-i Arz’ın medar-ı senevîsinde bulunduğuna ve o burçlarda vazife gören ve seyahat eden Küre-i Arz olduğuna remzen ¬YE²7~«—¬‡²YÅC7~ |«V«2 demiştir.
¬~«YÅM7_¬" v«V²2«~ yÁV7~«—
Bazı kütüb-ü İslâmiyede sevr ve huta dair acib ve hâric-i akıl hikâyeler, ya İsrailiyattır veya temsilattır veya bazı muhaddislerin tevilatıdır ki, bazı dikkatsizler tarafından Hadis zannedilerek Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a isnad edilmiş.» (L.90-94)
272- «Küreviyet-i arz ve yerin yuvarlaklığına; muhakkikîn-i İslâm -eğerçi ittifak-ı sükutîyle olsa- ittifak etmişlerdir. Eğer bir şübhen varsa “Makasıd” ve “Mevakıf”a git; maksada vukuf ve ıttıla’ peyda edeceksin ve göreceksin: Sa’d ve Seyyid, top gibi küreyi ellerinde tutmuşlar, her tarafına temaşa ediyorlar.
Eğer o kapı sana açılamadı; “Mefatih-ül Gayb” olan İmam-ı Râzi’nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle.
Eğer onun ile mutmain olamadın; arzı, küreviyet kabına sığıştıramadın; İbrahim Hakkı’nın arkasına düş, Hüccet-ül İslâm olan İmam-ı Gazalî’nin yanına git, fetva iste... De ki: “Küreviyette müşahhat var mıdır?” Elbette diyecek: “Kabul etmezsen müşahhat vardır.” Zira tâ zamanından beri şöyle bir fetva göndermiş: “Kim küreviyet-i arz gibi bürhan-ı kat’iyle sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse; dine cinayet-i azîm etmiş olur. Zira bu, sadakat değil, hıyanettir.”
Eğer ümmisin fetvayı okuyamıyorsun, bizim hem-asrımız ve fikren biraderimiz olan Hüseyn-i Cisrî’nin sözünü dinle!.. Zira yüksek sesle münkir-i küreviyeti tehdid ettiği gibi, hakikat kuvvetiyle pervasız olarak der: “Kim dine istinad ile, himayet yolunda müdevveriyet-i arzı inkâr eder ise sadîk-ı ahmaktır, adüvv-ü şedidden daha ziyade zarar vermiş olur.» (Mu.49)
273- Hem küre-i arzın yevmî ve senevî hareketleriyle hasıl olan neticeler, arzın küreviyetine ve dairevî hareketine bağlıdır. Aksi halde kesret ve müşkilat yolu ortaya girer ve hikmete zıd düşerdi. Yani: «Küre-i Arz Zat-ı Ferd-i Vahid’in bir memuru, bir neferi olduğundan, yalnız o birtek nefer, o tek zatın tek emrini dinlediği için, mevsimlerin husulü ve gece ve gündüz vaktilerinin vücudu ve semavattaki ulvi ve haşmetli harekâtın zuhuru ve sinemavari semavi levhaların tebdili gibi neticeleri istihsal için arz gibi birtek nefer, bir tek zatın birtek emrini almakla, o vazifenin neşesinden gelen bir cezbe ile meczub mevlevi gibi semâa kalkar, bütün o muhteşem neticelerin husulüne ve zuhuruna vesile olur. Güya o tek nefer, kâinat yüzündeki muhteşem manevraya bir kumandanlık eder. Eğer hâkimiyet-i Uluhiyeti ve saltanat-ı Rububiyeti umum kâinatı ihata eden; ve hüküm ve emri umum mevcudata geçen bir Zat-ı Ferd’e verilmezse; o halde o neticeleri, o semavî manevrayı ve arzî mevsimleri tahsil etmek için Küre-i Arz’dan bin defa büyük milyonlarla yıldızlar ve küreler, milyonlar sene uzun bir mesafeyi her yirmidört saatte, herbir senede gezmekle o neticeler gösterebilir.
İşte Küre-i Arz gibi bir tek memur, meczub bir mevlevî gibi mihveri ve medarı üstünde iki hareketle hasıl olan o haşmetli neticelerin husulü ise, vahdette ne derece hadsiz sühulet olduğuna bir misal olması gibi, aynı neticeleri kazanmak için milyonlar defa o hareketten daha müşkil ve hadsiz uzun yollar ile o neticeleri kazanmak ne derece müşkilatlı, belki muhal olduğuna; şirk ve küfrün yolunda ne derece muhaller, bâtıl şeyler bulunduğuna misaldir.» (L.323)
274- Hem küre-i arz, mahlukatın ekmeli olan insanın meskeni olmasıyla büyük bir ehemmiyet ve kıymet kazanmıştır. Çünki «beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir. Mâlumdur ki, bir şey’in semeresi en uzak, en cem’iyetli, en nâzik, en ehemmiyetli cüz’üdür. İşte bunun için semere-i âlem olan insan en câmi, en bedi’, en âciz, en zaif ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber mânen ve sanaten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizat-ı sanatın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyat-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakıyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri ve ma’kesi ve hadsiz Hallakıyet-i İlahiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva-ı sagiresinde cevvadane icadın medar ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle değişen taklidgâhı ve besatin-i dâimenin tohumcuklarına sür’atle işliyen tezgâhı ve menazır-ı semediyenin sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. İşte arzın(*) bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’an-ı Hakim, semâvata nisbeten, büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvata denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvatı bir kefede koyuyor. Mükerreren ¬Œ²‡«²~«— ¬~«Y«WÅK7~ Ç«‡ der. (13:16)
Hem arzın şu mezkûr hikmetlerden neş’et eden sür’atli tahavvülü ve devamlı tagayyürü iktiza eder ki; sekenesi de ona göre mazhar-ı tahavvülat olsun. Hem şu mahdud arz, hadsiz mucizat-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvâlarına, sair zihayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olmuştur. Enbiyadan, evliyadan tut, tâ nemrudlara, tâ şeytanlara kadar uzun bir meydan-ı imtihanları peyda olmuştur.» (S.177-178)
274/1- «Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan büyük bir ölçüde tekrar ettiği ihya-yı arz ve toprak unsuruna nazar-ı dikkati celbettiğinden kalbime şöyle bir feyiz damlamıştır ki: Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda isal eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek semavattan Hâlik-ı Semavat’a daha yakın bir yoldur. Zira kâinatta tecelli-i rububiyet ve faaliyet-i kudrete ve makarr-ı hilafete ve Hayy u Kayyum isimlerinin cilvelerine en uygun topraktır. Nasılki arş-ı rahmet su üzerindedir. Arş-ı hayat ve ihya da toprak üstündedir.
Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir âyinedir. Evet kesif bir şeyin âyinesi ne kadar lâtif olursa, o nisbette suretini vâzıh gösterir. Ve nuranî ve latif bir şeyin de âyinesi ne kadar kesif olursa, o nisbette esmânın cilvelerini cilalı gösterir. Meselâ hava âyinesinde yalnız şemsin zaif bir ziyası görünür. Su âyinesinde şems, ziyasıyla görünürse de elvan-ı seb’ası görünmüyor. Fakat toprak âyinesi, çiçeklerin renkleriyle şemsin ziyasındaki yedi rengi de gösterir.
(23) °f¬%_«, «Y;«— ¬y¬±"«‡ ²w¬8 f²A«Q²7~ –YU«<_«8 «h²5«~ olan hadis-i şerif, bu sırra işareten şehadet eder. Öyle ise arkadaş, topraktan ve toprağa inkılab etmekten, kabirden ve kabre girip yatmaktan tevahhuş etme...» (M.N.241)
Atıf notları:
-Arz’ın semavattan önce veya sonra yaratıldığı mes’elesi, bak: 1920-1923. p.lar.
-Arz’ın yedi tabakası ve yedi küre-i uhra, bak: 3346-3349.p.lar.
275- Arz hakkında Kur’andan birkaç not:
-Medd-ül Arz: Arz’ın meddi. (13:3) (15:19) (50:7) (84:3)
-Arzın iki günde (devrede) veya iki devreli olarak halk edildiği: (41:9) (Kıyamette arzın durumu için bak: 2022.p.)
276- qqARZ-I MUKADDES ‰fT8 Œ‡~ : Kur’an (5:21) âyetinde geçen kudsî, mübarek yer. Eski Peygamberlerin çok eseri bulunan Kudüs. Filistin.
«Arz-ı Mukaddes; temiz yer (arz-ı mutahher) ve mübarek yer demektir ki, Beyt-i Makdis’in bulunduğu yerdir. Vaktiyle bir çok Enbiyanın makarrı olduğundan böyle tesmiye olunmuştur. bir rivayete göre İbrahim Aleyhisselâm Lübnan Dağı’na çıktığı zaman, Allah Teala: “Bak gözün nereye kadar yetişirse orası mukaddestir ve zürriyetine mirastır” buyurmuştur. Bunun tayin ve tahdidinde, tur yani cebel ve havalisi denilmiş. Dimeşk, Filistin ve Ürdün’ün bir kısmı denilmiş, arz-ı Şam da denilmiştir. Hz. Musa Mısır’dan çıktıktan sonra Şam’da iskân va’dedildiği ve Benî İsrail’in buna Arz-ı Mevaid dedikleri de söylenmiştir.» (E.T.1642) (Bak: Beyt-i Makdis)
277- qqASAYİŞ k<_,³~ : Cemiyet hayatında umumî emniyet, güvenlik, korku ve endişeden uzak hal. Kanun, nizam hâkimiyeti. (Bak: Anarşizm, Müsbet Hareket)
Asayişi temin eden veya bozan çeşitli sebebler vardır. Asayişi isteyenler, asayişi bozan sebeblerden uzaklaşmaları ve asayişi temin eden sebeblere riayet etmeleri gerektir.
Asayişi temin eden, «İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden birisi:
>«h²'~ «‡²ˆ¬— °?«‡¬ˆ~«— ‡¬i«# ««— âyet-i kerimesinin hakikatıdır ki; birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz. Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik tarafdarlığı ile, bir caninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir caninin cinayeti yüzünden, tarafdarları veyahut akrabaları dahi şeni gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zir ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır...
Bu tehlikeye karşı çare-i yegane: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, masumları himaye için, canilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.
278- Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-u esâsiden geliyor. Meselâ: Bir hanede veya bir gemide bir masum ile on cani bulunsa, hakiki adaletle ve emniyet ve asayiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım; ta ki masum çıkıncaya kadar. İşte bu kanun-u esasî-i Kur’anî hükmünce, asayiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on cani yüzünden doksan masumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlahiyenin celbine vesile olur...
İslâmiyet’in ikinci bir kanun-u esasîsi şu hadis-i şeriftir: ²vZ8¬…_«'¬•²Y«T²7~f¬±[«, (24) hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için bir tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin za’fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hakimiyet ve müsdebidâne bir tahakküm ve mütekebbirane bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet adalet olmaz, esasıyla da bozulur ve hukuk-u ibad da zir ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçemiyor ki, hak olabilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.» (E.L.II.172)
279- İşte böylesine siyasî gruplaşmalar arasındaki mücadelelerle ve idare edenlerle edilenler arasında ortaya çıkan gerginliklerle cemiyet hayatında asayiş bozulacağı gibi, din terbiyesinin terkiyle ve mimsiz medeniyetten doğan gafilane ve çılgın sefahet hayatına atılmakla bozulan ekser gençliğin tahribatı da bunlara ilave olunca, büyük bir aile hayatına benziyen cemiyetin de tamamen bozulacağı muhakkaktır.
Bu meseleler üzerinde mükerren ve hassasiyetle duran Bediüzzaman Hazretleri ezcümle şöyle diyor: «Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse; güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında, anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kaviler zulme, ihtiyarlar ağlamağa başlarlar... Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkıyyunların kulakları çınlasın!..» (Ş.227)
Hem «bu millet ve vatan hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halas olmak için, beş esas lâzım ve zaruridir: Birincisi: merhamet.. ikincisi, hürmet.. üçüncüsü, emniyet.. dördüncüsü, haram ve helalı bilip haramdan çekilmek.. beşincisi, serseriliği bırakıp itaat etmektir.» (K.L.241)
Bu maddede bir nebze bahsedilen müsbet sebeblere riayet etmek gerekirken, aksine, asayişi bozan sebeblere gençliği teşvik edenler, asayişperverlik iddialarında samimi olamazlar. Nitekim bir vecizede ifade edildiği gibi, “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”
Bir başka vecize de şöyledir: «Bazan zıd, zıddını tazammun eder: Zaman olur zıd zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lafız, mânânın zıddıdır. Adalet külahını, zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazaya, bagy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becayiş-i mekânî...» (S.707)
280- qqASFİYA š_[S.~ : Safiyat, takva, kemâlat ve ilim sahibi ve Hz. Peygamber’e (A.S.M.) vâris olup, onun meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike çalışan muhakkik zatlar. (Bak: Velayet-i Kübra)
281- qqASHAB (Eshab) _E.~ : (Sahib. c.) Arkadaş olanlar.*Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler. *Halk, ahali. *Sahabeler, yani Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (A.S.M.) görmüş ve mü’min olarak ona ve onun mesleğine bağlı kalmış olan zatlar. Bu kişiler insanlık, doğruluk ve her türlü faziletlerde en ileri seviyede bulunan şahsiyetlerdir. Onlar Peygamberimiz’i (A.S.M.) her an yakın alâka ile takib ederler ve ona her cihetle ittibaa çalışırlardı. Daima sıdk ve sadakattan, doğruluk ve faziletten ayrılmamak cehdi içinde idiler. İslâmiyetin neşir ve tamimi için her çeşit fedakârlıktan çekinmezlerdi. (Bak: Sahabe)
282- qqASHAB-I BEDİR ‡f" ¬_E.~ : Hz. Peygamber (A.S.M.) ile Bedir Muharebesinde bulunan sahabeler (R. Anhüm) (Bak: Bedr Muharebesi)
283- qqASHAB-I EYKE yU<~ ¬_E.~ : (Ashab-ı Leyke) Hz. Şuayb (A.S.)’ın Allah tarafından kendilerine gönderildiği kavmin adı. Yerleri ağaçlı olduğundan bu isim verilmiştir. Kur’anda (26:176) (38:13) (50:14) âyetlerinde zikredilir. (Bak: Şuayb)
qq284- ASHAB-I FİL u[4 ¬_E.~ : İslâmiyet’ten önce Kâbe-i Muazzama’yı tahrib için Mekke’ye hücum eden Habeş Ordusunun ismi.
Önlerinde fil bulunduğundan, zırhlı vasıtalar gibi ondan faydalandıklarından bu isim verilmiş olduğu nakledilir. (Bak: Ebabil) Kur’an-ı Hakim’de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Kıyamete kadar benzer hâdiseleri hatırlatır ve ders verir. Ezcümle:
«(105:1) ¬u[¬S²7~ ¬_«E².«_¬" «tÇ"«‡ «u«Q«4 «r²[«6 >«h«# ²v«7«~ cümle-i kudsiyesi Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a hitaben: “Senin mübarek vatanın ve kıblegâhın olan Mekke-i Mükerreme’yi ve Kâbe-i Muazzama’yı hârikulâde bir surette düşmanlardan kurtarmasını ve o düşmanları nasıl bir tokat yediklerini görmüyor musun?” diye mânâ-yı sarihiyle ifade ettiği gibi, bu asra dahi hitab eden o cümle-i kudsiye mânâ-yı işarîsiyle der ki: “Senin dinin ve İslâmiyet’in ve Kur’anın ve ehl-i hak ve hakikatın cebbar düşmanları olan dünyaperest ve dünyanın menfaatı için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya senin Rabbin nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun? Gör, bak!” diye mânâ-yı işarîsiyle, bu cümle aynen makam-ı cifrîsiyle tam 1359 tarihiyle aynen âfat-ı semaviye nev’inde semavî tokatlarla İslâmiyet’e ihanet cezası olarak, diye mânâ-yı işarî ifade ediyor. Yalnız “Ashab-ul Fil” yerinde “Ashab-üd Dünya” gelir. (Fil) kalkar, (Dünya) gelir.(*)» (S.T.56)
Dostları ilə paylaş: |