İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə14/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   169

263- «En küçük tabakat-ı mahlukattan olan zerrattan tâ semavata ve semavatın birinci tabakasından, tâ arş-ı âzama kadar birbiri üstünde teşkilat var. Her bir sema, bir ayrı âlemin damı ve Rububiyyet için bir arş ve tasarrufat-ı İlahiyye için bir mer­kez hükmündedir.» (S.564)

Keza «Cennet’in sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umu­mun damı Arş-ı Azam’dır. Nasılki mahrutî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o dai­re­ler birbirinin üs­tündedir.. fakat birbirinin güneş görmelerine mâni olmaz, birbi­rinden geçebilir, bir­birine bakar. Öyle de: Cennetler de buna yakın bir tarz ile olduğu, Ehadisin müte­nevvi rivayatı işaret ediyor.» (S.500)



264- İsm-i Azam’ın mazharı olan Arş-ı Azam’a uruc yolu yetmiş bin perde­den geçer. Evet «emr-i kün feyeküne mâlik; güneşler ve yıldızlar, emir­ber nefer hük­münde olan Zat-ı Zülcelal, herşeye herşeyden daha ziyade ya­kın olduğu halde, herşey O’ndan nihayetsiz uzaktır. O’nun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek iste­nilse, zulmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfatî yetmiş binler hicabdan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecat-ı tecelli­sinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfatında mürur edip tâ ism-i azamına mazhar olan Arş-ı Azam’ına uruc etmek; eğer cezb ve lütuf olmazsa, binler se­neler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir.» (S.198)

«Her zikalb ve kâmil veli seyr ü sülûk ile, Arş’tan ve daire-i esma ve sıfat­tan kırk günde geçebilir. Hatta Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zatla­rın ihbarat-ı sadıkaları ile; bir dakikada Arş’a kadar uruc-u ruhanileri oluyor. Hem ecsam-ı nurani olan melaikelerin Arş’tan ferşe, ferşten Arş’a kısa bir za­manda git­meleri ve gelmeleri vardır.» (S.572)

Hem «Esma-i İlahiyenin herbirisinin bir güneş gibi kalbden Arş’a kadar cil­ve­leri var. Kalb de bir arştır. Fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.» (L.132) (Arş’a ait âyetler için 1164.p.a bakınız)

265-qqARZ Œ‡~ : (Erz) (Küre-i Arz) Yeryüzü, toprak, zemin, dünya. *Aşağı ve alçak. *Memleket, ülke. *Küre. *İklim. *Davarın ayağının altı. (Bak: Dünya)

Küre-i arza ait coğrafî malumat, (Dünya) maddesinde verildiğinden bu­rada dinî cihetten bazı bilgiler verilecektir. Şöyleki:

«Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mâyiadan incimad etmiş taşlar ol­duğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan:

(21) ¯f«W«% ¯š_«8 |«V«2 «Œ²‡«ž²~ «n«K«" ²w«8 «–_«E²A­, kat’i delâlet edi­yor ki: Asl-ı hil­kat-i Arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlahî ile toprak olur. Tesbihteki Arz lafzı, toprak de­mektir. De­mek o su çok yumu­şaktır, üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edil­mez. Onun için Ha­kîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.» (S.251)



266- Kur’an (15:27) âyetinde insanlardan önce nar-ı semumdan halk edil­diği bildirilen cân (cin) yaratıldığı zaman, küre-i arzın şiddetli ateş duru­munda olduğunu bazı tefsirler bildiriyor. (Bak: 591.p.)

Bu mânâyı teyiden İşarat-ül İ’caz tefsirinde de şu izahat veriliyor:

« (2:30) ®}«S[¬V«' ¬Œ²‡«ž²~ |¬4 °u¬2_«% |¬±9¬~ ¬}«U¬¶[³«V«W²V¬7 «tÇ"«‡ «Ä_«5 ²†¬~«—

®}«S[¬V«' : Bu tabir, arzın insanların hayatına elverişli şeraiti haiz olmazdan ev­vel arzda idrakli bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun hayatına o za­man­daki ar­zın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsaid bulunduğuna işa­rettir. ®}«S[¬V«' tabi­rinin bu mânâya delâleti, mukteza-yı hikmettir. Amma meş­hur olan mânâya naza­ran, o id­rakli mahluk, cinlerden bir nev’imiş, yaptıkları fesaddan dolayı insanlar ile mübadele edilmişlerdir.» (İ.İ.201)



267- «Küre-i arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitab ve Sün­net’in mizanıyla tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya nokta-i naza­rındaki maddi vaziyetten ibaret değildir.

Meselâ, demişler: “Bir tabaka-i Arz, cin ve ifritlerindir. Binler sene ge­nişliği var.” Halbuki bir-iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fa­kat âlem-i mânâ ve âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşek­kül eden misalî şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar oldu­ğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhanîlerinde, Arz’ın tabakalarından ba­zılarını âlem-i mi­salde pek çok geniş görüyorlar. Binler sene bir mesafe tut­tuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur; fa­kat âlem-i misal sureten âlem-i maddîye benzediği için, iki âlemi memzuc görüyor­lar; öyle tabir ediyorlar.» (M.82)



268- Bir sual: «Hocalar diyorlar: Arz, öküz ve balık üstünde duruyor. Halbuki arz, mu­al­lakta bir yıldız gibi gezdiğini Coğrafya görüyor. Ne öküz var ve ne de ba­lık?

Elcevab: İbn-i Abbas (R.A.) gibi zatlara isnad edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan sormuşlar: “Dünya ne üstün­de­dir?” Ferman etmiş: ¬€Y­E²7~«—¬‡²YÅC7~|«V«2 (22) Bir rivayette bir defa ¬‡²YÅC7~|«V«2 demiş, di­ğer defa da ¬€Y­E²7~|«V«2 demiştir.

Muhaddislerin bir kısmı, İsrailiyattan alınma ve eskidenberi nakledilen hurafevari hikâyelere bu Hadisi tatbik etmişler. Hususan Benî-İsaril âlimleri­nin müslüman olanlarından bir kısmı, kütüb-ü sâbıkada “sevr ve hut” hak­kında gör­dükleri hikâyeleri, Hadise tatbik edip, Hadisin mânâsını acib bir tarza çevirmiş­ler...

İşte Sevr ve Hut namıyla iki büyük melek, bir teşbih-i latif-i kudsî ile ve mani­dar bir işaretle Sevr ve Hut namıyla tesmiye edilmişler. Kudsî, ulvi li­san-ı Nübüv­vetten umumun lisanına girdikçe, o teşbih hakikata inkılab et­miş, adeta gayet büyük bir öküz ve dehşetli bir balık suretini almışlar...

...Sualin cevabına şimdilik “üç vecih” söylenecek:

269- Birincisi: Hamle-i Arş ve Semevat denilen melaikenin birinin ismi “Nesir” ve diğerinin ismi “Sevr” olarak dört melaikeyi, Cenab-ı Hak, Arş ve Semavata sal­tanat-ı Rububiyetine nezaret etmek için tayin ettiği gibi, semavatın bir küçük kar­deşi ve seyyarelerin bir arkadaşı olan Küre-i Arza dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi “Sevr” ve diğe­rinin ismi “Hut”tur.

Ve o namı vermesinin sırrı şudur ki:

Arz iki kısımdır: Biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren, insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Küre-i Arza müvekkel iki melek, hem kumandan, hem nâzır ol­dukla­rından, elbette balık taifesine ve öküz nev’ine bir cihet-i münasebetleri bulunmak lâzımdır.

Belki ¬yÁV7~ «f²X¬2 ­v²V¬Q²7~«— o iki meleğin âlem-i melekût ve âlem-i mi­salde sevr ve hut suretinde temessülleri var.(*) İşte bu münasebete ve o nezarete işareten ve Küre-i arzın o iki mühim nevi mahlukatına imaen lisan-ı mu’ciz-ül beyan-ı Nebevî, ¬€Y­E²7~«— ¬‡²YÅC7~ |«V«2 ­Œ²‡«ž² «~ demiş, gayet derin ve ge­niş bir sahife kadar mese­le­leri havi olan bir hakikatı, gayet güzel ve kısa bir tek cümle ile ifade etmiş.



270- İkinci Vecih: Meselâ: Nasılki denilse: “Bu devlet ve saltanat hangi şey üze­rinde duruyor?” Cevabında: ¬v«V«T²7~«— ¬r²[ÅK7~ |«V«2 denilir. Yani “As­ker kılıncının şecaatine, kuvvetine ve memur kaleminin dirayetine ve adale­tine istinad eder.” Öyle de: Küre-i Arz madem zihayatın meskenidir ve zihayatın kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevahil kısmının kısm-ı azamının me­dar-ı taayyüşleri balıktır ve ehl-i sevahil olmıyan kısmının medar-ı taay­yüşleri, ziraatle öküzün omuzundadır. Ve mühim bir medar-ı ticareti de ba­lıktır. Elbette devlet, seyf ve kalem üstünde dur­duğu gibi; Küre-i Arz da, öküz ve balık üs­tünde duruyor denilir. Zira ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o insan yaşıyamaz, hayat sukut eder, Hâ­lik-ı Hakîm de Arzı harab eder.

İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalatû Vesselâm, gayet mucizane ve gayet ulvi ve ga­yet hikmetli bir cevab ile ¬€Y­E²7~«— ¬‡²YÅC7~ |«V«2 ­Œ²‡«ž«~ demiş. Nev-i in­sanînin hayatı, ne kadar cins-i hayvanînin hayatıyla alâkadar olduğuna dair geniş bir hakikatı iki kelime ile ders vermiş.



271- Üçüncü Vecih: Eski Kozmoğrafya nazarında Güneş gezer. Güneşin her otuz derecesini, bir burç tabir etmişler. O burçlardaki yıldızların arala­rında birbirine rabtedecek farazî hatlar çekilse, birtek vaziyet hasıl olduğu vakit, bazı esed (yani arslan) suretini, bazı terazi mânâsına olarak mizan su­retini, bazı öküz mânâsına sevr suretini, bazı balık mânâsına hut suretini göstermişler. O müna­sebete binaen o burçlara o isimler verilmiş. Şu asrın kozmoğrafyası nazarında ise, Güneş gezmiyor. O burçlar boş ve muattal ve işsiz kalmışlar. Güneşin be­deline Küre-i Arz geziyor. Öyle ise; o boş, işsiz burçlar ve yukarıdaki muattal daireler yerine, yerde arzın me­dar-ı senevîsinde küçük mikyasta o daireleri teş­kil etmek gerektir.

Şu halde buruc-u semaviye, Arz’ın medar-ı senevîsinden temessül ede­cek. Ve o halde Küre-i Arz her ayda buruc-u semaviyenin birinin gölgesinde ve mi­salindedir. Güya Arz’ın medar-ı senevîsi bir ayine hükmünde olarak semavî burçlar, onda te­messül ediyor.

İşte bu veçhile Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, sabıkan zikrettiği­miz gibi bir defa ¬‡²YÅC7~ |«V«2 bir defa ¬€Y­E²7~ |«V«2 demiş. Evet mu’ciz-ül be­yan olan lisan-ı Nübüvvete yakışır bir tarzda gayet derin ve çok asır sonra anlaşılacak bir hakikata işareten bir defa ¬‡²YÅC7~ |«V«2 demiş. Çünki Küre-i Arz, o sualin za­ma­nında Sevr Burcu’nun misalinde idi. Bir ay sonra yine so­rul­muş, ¬€Y­E²7~|«V«2 de­miş. Çünki o vakit Küre-i Arz, Hut Burcu’nun gölge­sinde imiş.

İşte istikbalde anlaşılacak bu ulvi hakikata işareten ve Küre-i Arz’ın vazi­fe­sin­deki hareketine ve seyahatına imaen ve semavî burçlar, Güneş itibariyle mu­attal ve misafirsiz olduklarına ve hakiki işliyen burçlar ise, Küre-i Arz’ın me­dar-ı senevî­sinde bulunduğuna ve o burçlarda vazife gören ve seyahat eden Küre-i Arz oldu­ğuna remzen ¬€Y­E²7~«—¬‡²YÅC7~ |«V«2 demiştir.

¬~«YÅM7_¬" ­v«V²2«~ ­yÁV7~«—

Bazı kütüb-ü İslâmiyede sevr ve huta dair acib ve hâric-i akıl hikâyeler, ya İsrailiyattır veya temsilattır veya bazı muhaddislerin tevilatıdır ki, bazı dikkat­sizler tarafından Hadis zannedilerek Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves­selâm’a isnad edil­miş.» (L.90-94)



272- «Küreviyet-i arz ve yerin yuvarlaklığına; muhakkikîn-i İslâm -eğerçi ittifak-ı sükutîyle olsa- ittifak etmişlerdir. Eğer bir şübhen varsa “Makasıd” ve “Mevakıf”a git; maksada vukuf ve ıttıla’ peyda edeceksin ve göreceksin: Sa’d ve Seyyid, top gibi küreyi ellerinde tutmuşlar, her tarafına temaşa edi­yorlar.

Eğer o kapı sana açılamadı; “Mefatih-ül Gayb” olan İmam-ı Râzi’nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle.

Eğer onun ile mutmain olamadın; arzı, küreviyet kabına sığıştıramadın; İb­rahim Hakkı’nın arkasına düş, Hüccet-ül İslâm olan İmam-ı Gazalî’nin yanına git, fetva iste... De ki: “Küreviyette müşahhat var mıdır?” Elbette di­yecek: “Ka­bul etmezsen müşahhat vardır.” Zira tâ zamanından beri şöyle bir fetva gön­dermiş: “Kim küreviyet-i arz gibi bürhan-ı kat’iyle sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse; dine cinayet-i azîm etmiş olur. Zira bu, sadakat değil, hıyanettir.”

Eğer ümmisin fetvayı okuyamıyorsun, bizim hem-asrımız ve fikren bira­de­rimiz olan Hüseyn-i Cisrî’nin sözünü dinle!.. Zira yüksek sesle münkir-i küreviyeti tehdid ettiği gibi, hakikat kuvvetiyle pervasız olarak der: “Kim dine istinad ile, himayet yolunda müdevveriyet-i arzı inkâr eder ise sadîk-ı ahmaktır, adüvv-ü şedidden daha ziyade zarar vermiş olur.» (Mu.49)



273- Hem küre-i arzın yevmî ve senevî hareketleriyle hasıl olan neticeler, arzın küreviyetine ve dairevî hareketine bağlıdır. Aksi halde kesret ve müşkilat yolu or­taya girer ve hikmete zıd düşerdi. Yani: «Küre-i Arz Zat-ı Ferd-i Vahid’in bir me­muru, bir neferi olduğundan, yalnız o birtek nefer, o tek zatın tek emrini dinlediği için, mevsimlerin husulü ve gece ve gündüz vaktilerinin vücudu ve semavattaki ulvi ve haşmetli harekâtın zuhuru ve sinemavari semavi levhaların tebdili gibi neticeleri istihsal için arz gibi birtek nefer, bir tek zatın birtek emrini almakla, o vazifenin ne­şesinden gelen bir cezbe ile meczub mevlevi gibi semâa kalkar, bütün o muhteşem neticelerin husulüne ve zuhuruna vesile olur. Güya o tek nefer, kâinat yüzündeki muh­teşem manevraya bir ku­mandanlık eder. Eğer hâkimiyet-i Uluhiyeti ve salta­nat-ı Rububiyeti umum kâi­natı ihata eden; ve hüküm ve emri umum mevcu­data geçen bir Zat-ı Ferd’e ve­rilmezse; o halde o neticeleri, o semavî manev­rayı ve arzî mev­simleri tahsil et­mek için Küre-i Arz’dan bin defa büyük mil­yonlarla yıldızlar ve kü­reler, mil­yonlar sene uzun bir mesafeyi her yirmidört saatte, herbir senede gezmekle o neticeler gösterebilir.

İşte Küre-i Arz gibi bir tek memur, meczub bir mevlevî gibi mihveri ve me­darı üstünde iki hareketle hasıl olan o haşmetli neticelerin husulü ise, vahdette ne derece hadsiz sühulet olduğuna bir misal olması gibi, aynı neti­celeri kazan­mak için mil­yonlar defa o hareketten daha müşkil ve hadsiz uzun yollar ile o neticeleri kazan­mak ne derece müşkilatlı, belki muhal olduğuna; şirk ve küfrün yolunda ne derece muhaller, bâtıl şeyler bulunduğuna misal­dir.» (L.323)



274- Hem küre-i arz, mahlukatın ekmeli olan insanın meskeni olmasıyla büyük bir ehemmiyet ve kıymet kazanmıştır. Çünki «beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir. Mâlumdur ki, bir şey’in semeresi en uzak, en cem’iyetli, en nâzik, en ehemmiyetli cüz’üdür. İşte bunun için semere-i âlem olan insan en câmi, en bedi’, en âciz, en zaif ve en lâtif bir mucize-i kudret ol­duğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten kü­çüklü­ğüyle ve hakaretiyle beraber mâ­nen ve sanaten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizat-ı sanatın meşheri, ser­gisi ve bütün tecelliyat-ı esmâ­sının mazharı, nokta-i mihrakıyesi ve nihayetsiz faali­yet-i Rabbaniyenin mah­şeri ve ma’kesi ve hadsiz Hallakıyet-i İlahiyenin, hususan nebatat ve hayva­natın kesretli enva-ı sagiresinde cevvadane icadın medar ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve men­sucat-ı ebediyenin sür’atle deği­şen taklidgâhı ve besatin-i dâimenin tohum­cuklarına sür’atle işliyen tezgâhı ve menazır-ı semediyenin sür’atle sünbüllenen dar ve mu­vakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. İşte arzın(*) bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’an-ı Hakim, semâvata nisbeten, büyük bir ağacın kü­çük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvata denk tutuyor. Onu bir ke­fede, bütün semâvatı bir kefede koyuyor. Mükerreren ¬Œ²‡«ž²~«— ¬€~«Y«WÅK7~ Ç«‡ der. (13:16)

Hem arzın şu mezkûr hikmetlerden neş’et eden sür’atli tahavvülü ve de­vamlı tagayyürü iktiza eder ki; sekenesi de ona göre mazhar-ı tahavvülat ol­sun. Hem şu mahdud arz, hadsiz mucizat-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mü­him seke­neleri olan ins ve cinnin kuvâlarına, sair zihayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olmuştur. Enbi­yadan, evliyadan tut, tâ nemrudlara, tâ şeytanlara kadar uzun bir meydan-ı imtihan­ları peyda olmuştur.» (S.177-178)



274/1- «Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan büyük bir ölçüde tekrar ettiği ihya-yı arz ve toprak unsuruna nazar-ı dikkati celbettiğinden kalbime şöyle bir feyiz dam­lamıştır ki: Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbi­dir. Ve tevazu, mah­viyet gibi maksuda isal eden yolların en yakını da toprak­tır. Belki toprak, en yüksek semavattan Hâlik-ı Semavat’a daha yakın bir yol­dur. Zira kâinatta tecelli-i rububiyet ve faaliyet-i kudrete ve makarr-ı hilafete ve Hayy u Kayyum isimlerinin cilvelerine en uygun topraktır. Nasılki arş-ı rahmet su üze­rindedir. Arş-ı hayat ve ihya da top­rak üstündedir.

Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir âyinedir. Evet kesif bir şeyin âyinesi ne kadar lâtif olursa, o nisbette suretini vâzıh gösterir. Ve nuranî ve latif bir şeyin de âyinesi ne kadar kesif olursa, o nisbette esmânın cilvelerini cilalı gösterir. Meselâ hava âyinesinde yalnız şemsin zaif bir ziyası görünür. Su âyinesinde şems, ziyasıyla görünürse de elvan-ı seb’ası görünmüyor. Fa­kat top­rak âyinesi, çiçeklerin renkle­riyle şemsin ziyasındaki yedi rengi de gösterir.

(23) °f¬%_«, «Y­;«— ¬y¬±"«‡ ²w¬8 ­f²A«Q²7~ ­–Y­U«<_«8 ­«h²5«~ olan hadis-i şe­rif, bu sırra işareten şehadet eder. Öyle ise arkadaş, topraktan ve toprağa inkılab et­mek­ten, ka­birden ve kabre girip yatmaktan tevahhuş etme...» (M.N.241)

Atıf notları:

-Arz’ın semavattan önce veya sonra yaratıldığı mes’elesi, bak: 1920-1923. p.lar.

-Arz’ın yedi tabakası ve yedi küre-i uhra, bak: 3346-3349.p.lar.

275- Arz hakkında Kur’andan birkaç not:

-Medd-ül Arz: Arz’ın meddi. (13:3) (15:19) (50:7) (84:3)

-Arzın iki günde (devrede) veya iki devreli olarak halk edildiği: (41:9) (Kı­yamette arzın durumu için bak: 2022.p.)

276- qqARZ-I MUKADDES ‰fT8 Œ‡~ : Kur’an (5:21) âyetinde geçen kudsî, mübarek yer. Eski Peygamberlerin çok eseri bulunan Kudüs. Filistin.

«Arz-ı Mukaddes; temiz yer (arz-ı mutahher) ve mübarek yer demektir ki, Beyt-i Makdis’in bulunduğu yerdir. Vaktiyle bir çok Enbiyanın makarrı oldu­ğundan böyle tesmiye olunmuştur. bir rivayete göre İbrahim Aleyhisselâm Lüb­nan Dağı’na çıktığı zaman, Allah Teala: “Bak gözün nereye kadar yetişirse orası mukaddestir ve zürriyetine mirastır” buyurmuştur. Bu­nun tayin ve tahdidinde, tur yani cebel ve ha­valisi denilmiş. Dimeşk, Filistin ve Ürdün’ün bir kısmı de­nilmiş, arz-ı Şam da de­nilmiştir. Hz. Musa Mı­sır’dan çıktıktan sonra Şam’da is­kân va’dedildiği ve Benî İs­rail’in buna Arz-ı Mevaid dedikleri de söylenmiştir.» (E.T.1642) (Bak: Beyt-i Makdis)



277- qqASAYİŞ k<_,³~ : Cemiyet hayatında umumî emniyet, güvenlik, korku ve endişeden uzak hal. Kanun, nizam hâkimiyeti. (Bak: Anarşizm, Müsbet Hareket)

Asayişi temin eden veya bozan çeşitli sebebler vardır. Asayişi isteyenler, asayişi bozan sebeblerden uzaklaşmaları ve asayişi temin eden sebeblere ria­yet etmeleri ge­rektir.

Asayişi temin eden, «İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden bi­risi:

>«h²'­~ «‡²ˆ¬— °?«‡¬ˆ~«— ­‡¬i«# «ž«— âyet-i kerimesinin hakikatıdır ki; bi­risinin cina­ye­tiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz. Halbuki şimdiki siya­set-i hazırada particilik tarafdarlığı ile, bir caninin yüzünden pek çok ma­sumla­rın zara­rına rıza gösteriliyor. Bir caninin cinayeti yüzünden, tarafdarları veyahut akrabaları dahi şeni gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz ci­nayete çevrildiğinden, ga­yet deh­şetli bir kin ve adaveti damarlara dokundu­rup, kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi ta­mamen zir ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların par­mak ka­rıştır­malarına tam bir zemin hazırla­maktır...

Bu tehlikeye karşı çare-i yegane: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliye­tini o kuvvetin temel taşı yapıp, masumları himaye için, canilerin cina­yetlerini ken­dilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

278- Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-u esâsiden geli­yor. Meselâ: Bir hanede veya bir gemide bir masum ile on cani bulunsa, hakiki adaletle ve emniyet ve asayiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım; ta ki masum çı­kıncaya ka­dar. İşte bu kanun-u esasî-i Kur’anî hükmünce, asayiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on cani yüzünden doksan masumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlahiyenin celbine vesile olur...

İslâmiyet’in ikinci bir kanun-u esasîsi şu hadis-i şerif­tir: ²v­Z­8¬…_«'¬•²Y«T²7~­f¬±[«, (24) hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için bir tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin za’fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmet­kârlıktan çıkarıp, bir hakimiyet ve müsdebidâne bir tahakküm ve mütekebbirane bir mertebe tarzına ge­tirdiğinden, abdestsiz, kıble­siz namaz kılmak gibi, adalet adalet olmaz, esasıyla da bozulur ve hukuk-u ibad da zir ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçemiyor ki, hak ola­bilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.» (E.L.II.172)



279- İşte böylesine siyasî gruplaşmalar arasındaki mücadelelerle ve idare eden­lerle edilenler arasında ortaya çıkan gerginliklerle cemiyet hayatında asa­yiş bozula­cağı gibi, din terbiyesinin terkiyle ve mimsiz medeniyetten doğan gafilane ve çılgın sefahet hayatına atılmakla bozulan ekser gençliğin tahribatı da bunlara ilave olunca, büyük bir aile hayatına benziyen cemiyetin de ta­mamen bozulacağı muhakkaktır.

Bu meseleler üzerinde mükerren ve hassasiyetle duran Bediüzzaman Haz­retleri ezcümle şöyle diyor: «Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse; güzel ahlâ­kın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında, anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Ço­cuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kaviler zulme, ih­tiyarlar ağlamağa baş­larlar... Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkıyyunların kulakları çınla­sın!..» (Ş.227)

Hem «bu millet ve vatan hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kur­tulmak ve büyük tehlikelerden halas olmak için, beş esas lâzım ve zaruridir: Bi­rincisi: mer­hamet.. ikincisi, hürmet.. üçüncüsü, emniyet.. dördüncüsü, ha­ram ve helalı bilip ha­ramdan çekilmek.. beşincisi, serseriliği bırakıp itaat et­mektir.» (K.L.241)

Bu maddede bir nebze bahsedilen müsbet sebeblere riayet etmek gerekir­ken, aksine, asayişi bozan sebeblere gençliği teşvik edenler, asayişperverlik id­dialarında samimi olamazlar. Nitekim bir vecizede ifade edildiği gibi, “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”

Bir başka vecize de şöyledir: «Bazan zıd, zıddını tazammun eder: Zaman olur zıd zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lafız, mânânın zıddıdır. Adalet külahını, zu­lüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazaya, bagy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde teka­bül, makamlarda becayiş-i mekânî...» (S.707)

280- qqASFİYA š_[S.~ : Safiyat, takva, kemâlat ve ilim sahibi ve Hz. Pey­gam­ber’e (A.S.M.) vâris olup, onun meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike çalışan mu­hakkik zatlar. (Bak: Velayet-i Kübra)

281- qqASHAB (Eshab) _E.~ : (Sahib. c.) Arkadaş olanlar.*Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler. *Halk, ahali. *Sahabeler, yani Pey­gamberimiz Hz. Muhammed’i (A.S.M.) gör­müş ve mü’min olarak ona ve onun mesleğine bağlı kal­mış olan zatlar. Bu kişi­ler insanlık, doğruluk ve her türlü faziletlerde en ileri sevi­yede bulunan şahsi­yetlerdir. Onlar Peygambe­rimiz’i (A.S.M.) her an yakın alâka ile takib ederler ve ona her cihetle ittibaa çalışırlardı. Daima sıdk ve sadakattan, doğ­ruluk ve fa­ziletten ayrılmamak cehdi içinde idiler. İslâmiyetin neşir ve tamimi için her çe­şit fedakârlıktan çekinmezlerdi. (Bak: Sahabe)

282- qqASHAB-I BEDİR ‡f" ¬_E.~ : Hz. Peygamber (A.S.M.) ile Be­dir Muharebesinde bulunan sahabeler (R. Anhüm) (Bak: Bedr Muharebesi)

283- qqASHAB-I EYKE yU<~ ¬_E.~ : (Ashab-ı Leyke) Hz. Şuayb (A.S.)’ın Allah tarafından kendilerine gönderil­diği kavmin adı. Yerleri ağaçlı olduğundan bu isim verilmiştir. Kur’anda (26:176) (38:13) (50:14) âyetle­rinde zikredilir. (Bak: Şuayb)

qq284- ASHAB-I FİL u[4 ¬_E.~ : İslâmiyet’ten önce Kâbe-i Muaz­zama’yı tahrib için Mekke’ye hücum eden Habeş Ordusunun ismi.

Önlerinde fil bulunduğundan, zırhlı vasıtalar gibi ondan faydalandıkların­dan bu isim verilmiş olduğu nakledilir. (Bak: Ebabil) Kur’an-ı Hakim’de bazı hâdisat-ı tari­hiye suretinde zikredilen cüz’î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Kıyamete kadar benzer hâdiseleri hatırlatır ve ders ve­rir. Ezcümle:

«(105:1) ¬u[¬S²7~ ¬_«E².«_¬" «tÇ"«‡ «u«Q«4 «r²[«6 >«h«# ²v«7«~ cümle-i kudsiyesi Re­sul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a hitaben: “Senin mübarek vatanın ve kıblegâhın olan Mekke-i Mükerreme’yi ve Kâbe-i Muaz­zama’yı hâ­rikulâde bir su­rette düş­manlardan kurtarmasını ve o düşmanları nasıl bir tokat ye­diklerini görmü­yor mu­sun?” diye mânâ-yı sarihiyle ifade ettiği gibi, bu asra dahi hitab eden o cümle-i kudsiye mânâ-yı işarîsiyle der ki: “Senin dinin ve İslâmiyet’in ve Kur’anın ve ehl-i hak ve hakikatın cebbar düşmanları olan dünyaperest ve dünyanın menfaatı için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dün­yaya senin Rabbin nasıl tokatlarla cezala­rını verdiğini görmüyor musun? Gör, bak!” diye mânâ-yı işarîsiyle, bu cümle aynen ma­kam-ı cifrîsiyle tam 1359 tarihiyle aynen âfat-ı semaviye nev’inde semavî tokat­larla İslâmiyet’e ihanet cezası ola­rak, diye mânâ-yı işarî ifade ediyor. Yalnız “Ashab-ul Fil” yerinde “Ashab-üd Dünya” gelir. (Fil) kalkar, (Dünya) gelir.(*)» (S.T.56)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin