İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə10/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   169

202-qqÂLEM-İ BERZAH „ˆh" v7_«2 : Kur’anda (17:52) (23:100) âyetle­rinde işaret edilen berzah âlemi. Kabir âlemi. Ölen insanların ruhları kıya­mete kadar bu âlemde bulunurlar. Dindar in­sanlar berzahta saadette, dindar olmayanlar ise azabda olurlar. (Bak: Kabir, Mevt, Sırat Köprüsü)

«Nass-ı Kur’anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları var­dır. (Bak: Şehid) Evet şüheda, hayat-ı dünyeviyelerini tarik-i hakta feda et­tikleri için, Cenab-ı Hak kemâl-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye ben­zer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzah’ta onlara ihsan eder. On­lar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittikle­rin biliyorlar.. kemâl-i saa­detle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bakidir, fakat kendile­rini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasılki iki adam bir rüyada cennet gibi bir gü­zel saraya giderler. Birisi rüyada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. “Ben uyan­sam şu lezzet ka­çacak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor, ha­kiki lezzet ile hakiki saadete mazhar olur. İşte âlem-i berzahtaki emvat ve şühe­danın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri öyle farklıdır. (M.6)



203- «Eski talebeliğim zamanında mevsuk zatlardan, onlar da mühim imamlar­dan naklederek işittim ki: “Ciddi, müştak, halis talebe-i ulûm, tah­silde iken vefat et­tikleri zaman, berzahta aynı tahsil misali ve bir medrese-i maneviyede bulunuyor gibi; o âleme muvafık bir vaziyet ihsan ediliyor.” diye o zaman talebe-i ulûm içinde çok def’a medar-ı bahs oluyordu.» (K.L.255)

Hem «ehl-i keşf-il kuburun müşahedesiyle, müteaddid vakıatla, tahsil-i ulûm, anında vefat eden bazı müştak ve ciddi bir talebe-i ulûm şehidler gibi kendini ha­yatta ve kendi dersiyle meşgul görüyor. Hatta meşhur bir ehl-i keşf-il kubur, vefat eden ve ilm-i sarf ve nahvi okuyan bir talebenin kab­rinde, Münker Nekir’e nasıl cevab verecek diye mürakabe etmiş ve müşa­hede edip işitmiş ki:

Melek-i sual ondan sordu: «tÇ"«‡ ²w«8 “Senin rabbin kimdir?” dediği za­man o nahiv dersiyle iştigal ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: “²w«8 mübtedadır, ««tÇ"«‡ onun haberidir.” Nahiv ilmince cevab vermiş, kendini medre­sede zannetmiş.» (Ş.329)

204-qqÂLEM-İ ERVAH ƒ~—‡~ ¬v7_2 : Ruhlar âlemi. Ruhların ve ruha­nilerin bulunduğu âlem. (Bak: Ruh)

205-qqÂLEM-İ GAYB `[3 ¬v7_2 : Zahir duygularımızla bilinemeyen ve er­vah ve meleklere, cinlere mahsus olan âlem.

«Herşeyin bâtını zâhirinden daha âli, daha kâmil, daha latif, daha güzel, daha müzeyyen olduğu gibi; hayatça daha kavi, şuurca daha tamdır. Ve zâ­hirde görünen hayat, şuur, kemâl vesaire ancak bâtından zâhire süzülen zaif bir tereşşuhtur. Yoksa bâtın camid, meyyit olup da ilim ve hayatı dışarıya vermiş olduğuna zehaba ihtimal yoktur. Evet karnın (miden) evinden; cildin, gömle­ğinden ve kuvve-i hâfızan, senin kitabından nakış ve intizamca daha yüksek ve daha garibdir. Binaenaleyh, âlem-i melekût, âlem-i şehadetten; âlem-i gayb, dünya ve âhiretten daha âli ve daha yük­sektir. Maalesef nefs-i emmare, heva-i nefs ile baktığı için zâhiri hayatlı, ünsiyetli bir perde gibi, meyyit ve zulmetli ve vahşetli zannettiği bâtın üstüne serilmiş olduğunu gö­rüyor.» (M.N.180) (Bak: Gayb)



qqÂLEM-İ MELEKÛT €YUV8 ¬v7_2 : Melekût âlemi. (Bak: Melekût)

206-qqÂLEM-İ MİSAL Ä_C8 ¬v7_2 : Dünyada mevcud bulunan bütün eşya ve zuhura gelen bütün ef’alin aynısı ile müretteb ve mütekevvin olan bir tarzı veya âlem-i ruhaninin bir nev’i. (Lü­gat-ı Remzi’den)

Aynı kelime bazan rüya mânâsında da kullanılır. «Rüya misalin zılli, misal ise, berzahın zılli olmuştur. Ondan onların düsturları birbirine benziyor.» (S.717)

«Âlem-i misal, âlem-i ervahla âlem-i şehadet ortasında bir berzahtır. Her ikisine birer vecihle benzer. Bir yüzü ona bakar, bir yüzü de diğerine bakar. Me­selâ: Ayinedeki senin misalin sureten senin cismine benzer. Maddeten senin ru­hun gibi latiftir. O âlem-i misal; âlem-i ervah, âlem-i şehadet kadar vücudu kat’idir.(*) Acaib ve garaibin meşheridir, ehl-i velayetin tenezzühgahıdır. Kü­çük bir âlem olan in­sanda kuvve-i hayaliye olduğu gibi, büyük bir insan olan âlemde dahi bir âlem-i mi­sal var ki o vazifeyi görüyor. Ve hakikatlıdır. Kuvve-i hafıza Lehv-i Mahfuzdan ha­ber verdiği kuvve-i ha­yaliye dahi âlem-i misalden haber verir.» (B.L.345)

207- «Evet nasılki insanın anasırları, kâinatın unsurlarından; ve kemik­leri, taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcarından; ve bedeninde cere­yan eden kan ve gö­zünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları, ar­zın çeşmelerin­den ve madenî sularından haber veriyorlar, delâ­let edip onlara işaret ediyorlar. Ay­nen öyle de: İnsanın ruhu, âlem-i ervahtan; ve hafızaları, levh-i mahfuzdan; ve kuvve-i hayaliyeleri, âlem-i misalden ve hakeza her bir cihazı bir âlemden haber ve­riyorlar ve onların vücudlarına kat’i şehadet eder­ler.» (L.355)

208- «Âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf, hadsiz hâ­disat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya ka­dar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve faniyatın fani ve zail hallerini ve vaziyetlerini ve ge­çici hayatlarının meyvelerini sermedî temaşagâhlarda ve Cennet’te saadet-i ebediye ashablarına da dünya maceralarını ve eski hatıratla­rını levhalarıyla gözlerine göster­mek için pek büyük bir fotoğraf ma­kinesi ola­rak bildim. Hem Levh-i Mahfuzun, hem âlem-i misalin iki ciheti ve iki küçücük nümunesi ve iki noktası insanın başında olan kuvve-i hafıza ve kuvve-i hayaliye mercimek küçüklüğünde iken, bir büyük kütübhane kadar hiç karıştırmıyarak kemâl-i intizamla içlerinde yazılması kat-i isbat eder ki, o iki kuvvenin nümune-i ekber ve azamları olan âlem-i misal, hava ve su un­surlarının, hususan nutfelerin suyu ve toprak unsurunun pek fevkinde daha zi­yade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudretle yazıldıklarını ve hiç­bir cihetle tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve camid, hedefsiz esba­bın karışması yüz derece mu­hal ve hiçbir vecihle mümkün olmadığını Ha­kîm-i Zülcelal’in kalem-i ka­der ve hikmetinin sahifesi olduğu ilmelyakîn ile kat’i bilindi. Mütebakisi şimdilik yaz­dırılmadı.» (E.L.I.262) (Bak: Hafiziyyet)

209- Manevi müşahedatta, âlem-i maddî ile âlem-i misali iltibas etme­meli:

«Fütuhat-ı Mekkiye sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil” de­nilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S.) gibi evliya-i meşhure; küre-i arz’ın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar, gör­dük diyorlar. Acaba bunların de­dikleri doğru mudur? Doğru ise, halbuki bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem coğ­rafya ve fen onların bu dediklerini ka­bul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar na­sıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabi­lir?

Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rüya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları ol­madığı için, kısmen yan­lıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü’yetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir ede­cek, “Asfiya” de­nilen veraset-i nübüvvet muhak­kikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları za­man, Kitab ve Sünnetin irşadıyla yan­lışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler.

210- Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:

Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanla­rına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzat­mışlardı. Birisi “Uykum geldi” deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birşey, yatanın burnundan çı­kıp süt kâ­sesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: “Ey arkadaş! Acib bir rüya gördüm.” O da der: “Allah hayr etsin, nedir?” Der ki: “Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü ka­palı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. bir meşe­lik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir ma­ğara gördüm, içine girdim, altun dolu bir ha­zine gördüm. Acaba tabiri nedir?”

Uyanık arkadaşı dedi: “Gördüğün süt denizi şu ağaç çanaktır. O köprü de şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu kü­çük de­liktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim.” Kazmayı getirir. O gevenin al­tını kazdılar, ikisini de dünyada mes’ud edecek altunları buldular.

İşte yatan adamın gördüğü doğrudur. Doğru görmüş, fakat rüyada iken iha­tasız olduğu için tabirde hakkı olmadığından âlem-i maddî ile âlem-i ma­nevîyi bibirinden farketmediğinden hükmü kısmen yanlıştır ki, “Ben hakikî maddî bir deniz gördüm” der. Fakat uyanık adam, âlem-i misal ile âlem-i maddîyi farkettiği için tabirde hakkı vardır ki dedi: “Gördüğün doğrudur, fa­kat hakikî deniz değil, belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hakeza.” Demek olu­yor ki: âlem-i maddî ile âlem-i ruha­nîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hü­kümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var, fakat dört duvarını kapayacak dört bü­yük ayine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar ge­niş görürsün. Eğer desen: “Odamı geniş bir meydan ka­dar gö­rüyorum.” Doğru dersin. Eğer : “Odam bir meydan kadar geniştir” diye hükmet­sen, yanlış eder­sin. Çünki âlem-i misali, âlem-i hakikîye karıştı­rırsın.



211- İşte Küre-i arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitab ve Sün­net’in mizanıyla tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız Coğrafya nokta-i na­zarındaki maddî vaziyetten ibaret değildir. Meselâ demişler: “Bir tabaka-i Arz, cin ve ifritle­rindir. Binler sene genişliği var.” Halbuki bir iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mânâ ve âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve te­şekkül eden misalî şeceresi, o çe­kirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar oldu­ğundan, bir kısım ehl-i şuhud seyr-i ruhanîlerinde, Arz’ın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar, binler sene bir mesafe tuttuklarını görü­yorlar. Gördükleri doğrudur, fakat âlem-i misal sureten âlem-i maddîye benzediği için iki âlemi memzuc görüyorlar, öyle tabir ediyorlar. Âlem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından, hilaf-ı hakikat te­lakki ediliyor. Nasıl kü­çük bir ayinede büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de, âlem-i maddînin bir senelik me­safe­sinde, binler sene vüs’atinde vücud-u misalî ve hakaik-i maneviye yerle­şir.

Hatime: Şu meseleden anlaşılıyor ki: Derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i vela­yetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikî­nin şuhuda değil, Kur’ana ve vahye gaybî fakat safi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâm­larına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı: Kitab ve Sünnet’tir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnet’in desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.» (M.81) (Âlem-i cismanîden başka âlem­ler, bak: 3336, 3337.p.lar)



qqALEVÎ zYV2 : (Bak: Hilafet, Şia)

qqÂLİM v7_2 : (Bak: İlim)

212-qqALİYY-ÜL MURTAZA (R.A.) |N#hW7~ zV2 : Esedullah, Aliyy-ibni Ebi Talib, Ebuttürab, İmam-ı Ali isimleri ile de anılır.

Hz. Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) amcası Ebu Talib’in oğlu olup hicretten yirmiüç yıl önce doğmuş ve bi’setin ikinci günü iman etmiş, hiç putlara tap­ma­mıştır. Bunun için mübarek ismi söylendiğinde, Kerremallahü Vechehu diye ta­zim edilir. Bütün gazalarda, din muharebelerinde çok kahramanlık ve fedakârlı­ğından dolayı “Esedullah: Allah’ın arslanı” namını da almıştır. Aşere-i Mübeşşeredendir. Kendin­den evvelki üç Halife-i Kiram’a (R.A.) biat emri, on­lara Şeyhülislâm gibi hizmetle­rine iştirak etmiştir. Evliyanın reisidir. (O.A.L.) (Bak: Âl-i Beyt, Cemel Vakası)

«Hz. Ali (R.A.), Hz. Osman’ın (R.A.) şehadetinden sonra, evvela hilafete geç­meyi tevazu ile red ve fakat beş gün tereddüdden sonra kabul etti. 25 Zil­hicce Cuma günü (24 Haziran 656) Medine’de Mescid-i Nebevî’de kendisine biat edildi.» (İ.A. ci:1 sh:307)

213- «Hz. Ali vahy kâtiplerindendi. Peygamber’in (A.S.M.) mektuplarını da ya­zardı. Hudeybiye sulhnamesini de o yazmıştı. Kur’an-ı Kerimi bizzat Resul-i Ek­rem’den öğrenmiş, tamamen ezberlemişti. Her âyetin mânâ ve tefsirini ve sebeb-i nüzulünü bilirdi. Nüzul sırasıyla Kur’anı cem’etmişti. İbn-i Sa’dın Tabakat’ında nakline göre, Hz. Ali: “Ben Kur’an-ı Kerim’in her âyetinin ne­rede ve ne hakkında nazil olduğunu bilirim” demiştir. Ebu Bekr-is-Sıddık ve Hz. Osman zamanında Kur’anın cem’ine ve istinsahına nezaret etmişti.

Hz. Ali müfessirlerin en yüksek tabakasındandır. Müctehidlerden İbn-i Cerir-i Taberî ile İbn-i Ebi Hatim, İbn-i Kesir gibi müfessirler Hz. Ali’nin riva­yetlerini naklederler.

Hz. Ali bir gün Kur’an-ı Kerim’in yanlış okunduğunu duymuş, bunun üze­rine Arap gramerinin ana hatlarını vaz’ ederek buna mani olmuştu.

Hz. Ali zamanının en kudretli hatiblerinden biri idi. Her nutku bir şahe­ser­dir. İslâmiyetin yayılmasında görülen hizmeti büyüktür. Bu vazifeyi her­kesten fazla mu­vaffakiyetle ifa ederdi. Hicretin ikinci yılında Hz. Fatımatü’z-Zehra ile evlenmiş ve Peygamber’e (A.S.M.) damat olmuştu. Resul-i Ek­rem’in sülalesi ondan intişar et­mişti.

Hz. Ali, Resulullah’ın Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında yatağında kalmış, Bedir muharebesinde büyük kahramanlık göstermiş, Uhud gazve­sinde Peygamber’e siper olmuş, Veda Haccında onun yanında hazır bulun­muştur.

Hz. Ali Hz. Osman’ın şehadetinden sonra halife olmuş, hükümet mer­kezini Medine’den Kûfe’ye nakletmişti. Bundan maksadı, İslâm arasında bir birlik sağla­maktı. Bütün İslâm âlemi Hz. Ali’nin etrafında toplanmış ve yal­nız Şam valisi Hz. Muaviye birlikten ayrı kalmıştı.

Hz. Ali’nin fıkıh ve ictihaddaki olgunluğunu zamanın en büyük müctehidleri takdir etmişlerdir. Başkalarının çözemediği fıkıh meselelerini sühuletle halletmesini bilirdi. Çünkü o, zamanının en büyük kadısı idi.

Hazret-i Ömer de “En büyük kadımız Ali’dir” demekle onu takdir et­mişti. Hz. Faruk, halifeliği devrinde yapacağı işlerde daima onunla istişare eder ve “Ali ol­masa, Ömer helâk olurdu” derdi. Kudüs’e gittiği zaman Hz. Ali’yi Me­dine’de vekil bırakmıştı.

Hz. Ali hicretin kırkıncı senesinde ramazan-ı şerifin 20’nci cuma günü Kûfe mescidinde sabah namazında Haricilerden Mülcem oğlu Abdurrahman tarafın­dan şehid edilmişti.

Techiz ve tekfini, oğlu Hz. Hasan tarafından yapılmış ve namazı eda olun­duk­tan sonra Kûfe’nin kabristanı sayılan Necef’e gömülmüştür. Halen türbesi bir ziyaretgâhdır.» (Riyazüssalihîn Hadislerinin Ravileri Olan Ashab-ı Kiram’ın ve Ha­dis İmamlarının Hal Tercemeleri, Diyanet İ.B. Yayınları, sh: 62)

Tarih ve Coğrafya Lügatı olan “Kamus-ül A’lâm”, Hz. Ali’nin (R.A.) şehid edildiği camiin kapısı önünde ve bir rivayette de Kasr-ı İmaret’te def­nedildiğini kaydeder.

214- «...Resul-i Ekrem Tebük seferine çıkarken Hz. Ali’ye Medine’de kal­masını ve bu seferin uzaklığı sebebiyle aile içinde bulunmasını emretmişti. Hz. Ali’ye cihaddan kalmak giran gelmesi üzerine Resul-i Ekrem: “Senin bana bağ­lılığın, Ha­run’un Musa’ya bağlılığı gibidir.” demişti. Nasılki Musa Peygamber Tur’a çıkarken kardeşi Harun’a: “Kavmim Benî İsrail’e halefim ol, onları gör, gözet” demişti. Bu da hayatta halef olmaktı.» (S.B.M. ci:9, sh:416)

Mezkûr rivayetle alâkalı diğer bir rivayet de aynı eserin 8. cildinde 1158 numa­ralı hadisin son cümlesidir ki; Hz. Ali’ye hitaben: “Sen bana bağlısın, ben de sana muttasılım” mealindedir.

Bir rivayette de: «Ali’den başka feta, Zülfikar’dan başka kılınç yok.» takdi­riyle, Ali (R.A.) ve Zülfikar’ın müstesna üstünlükleri bildirilir. (K.H. 3069. ha­dis)

215- «Resul-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ali’yi Yemen’e kadı olarak gönder­miştir. Hz. Ali: “Ya Resulallah! Benim kaza işlerine vukufum yoktur” demiş, bir def’a da: “Ya Resulallah! Beni Yemen’e kadı nasbediyorsun, halbuki orada benden yaşlı zat­lar var, ben onların arasında nasıl hükmedebilirim” demek iste­miştir. Resul-i Ekrem de: “Bana yakın gel” diye emretmiş, müba­rek elle­rini Hazret-i Ali’nin göğsüne te­mas ettirerek: ­y«A²V«5 ¬f²;~«— ­y«9_«K¬7 ²a¬±A«$ Åv­Z±V7«~ “İlahî! Lisanını tesbit et. Kalbini de hidayete mazhar buyur.” diye dua bu­yurmuştur. Hazret-i Ali demiştir ki “Âlemi yaradana yemin ederim ki, ben bun­dan sonra verdiğim hükümlerin hiçbirinde bir şek ve tereddüde düşme­dim.” Yine İmam-ı Ali Hazretleri demiştir ki: Resul-i Ek­rem Sallallahu Aleyhi Vesellem bana: “Ya Ali! huzuruna iki hasım gelip oturduğu zaman bi­rincisinin sözünü dinlediğin gibi diğerinin sözlerini de dinlemedikçe arala­rında hük­metme. Böyle yaparsan nasıl hükmedileceği sana tebeyyün eder.” diye bu­yurdu. Artık bundan sonra bana hiçbir hükümde işkal vaki olmadı.» (H.İ. ci:1, sh:360)

216- Hazret-i Ali’ye (R.A.) muhabbetin ifrat ve tefriti hakkında Resul-i Ek­rem (A.S.M.) «nakl-i sahih-i kat’i ile İmam-ı Ali’ye demiş:

Sende Hazret-i İsa (A.S.) gibi iki kısım insan helâkete gider. Birisi ifrat-ı mu­habbet, diğeri ifrat-ı adavetle. Hazret-i İsa’ya Nasrani muhabbetinden hadd-i meş­rudan tecavüz ile haşa -ibnullah- dediler. Yahudi, adavetinden te­cavüz etti­ler, nü­büvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da bir kı­sım, hadd-i meşru’dan tecavüz edecek, muhabbetinden helakete gidecektir.

­}Å[¬N¬4~Åh7~ ­v­Z«7 ­Ä_«T­< ­i²A«9 ²v­Z«7 (15) demiş. Bir kısmı senin adavetin­den çok ileri gi­de­cekler; onlar da Havaricdir ve Emevilerin bir kısım müfrit tarafdarlarıdır ki, on­lara Nasibe denilir.

Eğer denilse: Âl-i Beyte muhabbeti Kur’an emrediyor, Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet Şialar için belki bir özür teş­kil eder. Çünki ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekrdir. Ne için Şia­lar, hususan Rafizîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar? Belki işaret-i Ne­beviye ile o fart-ı mu­habbetten mahkûmdurlar?

Elcevab: Muhabbet iki kısımdır. Biri: mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ek­rem Aleyhissalatü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) muhab­betini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine vesile olur. Şu mu­habbet meşru’dur, ifratı zarar vermez. Tecavüz etmez, başkaları­nın zemmini ve adavetini iktiza etmez.

İkincisi: mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Pey­gamber Aleyhissalatü Vesselâm’ı düşünmeden Hazret-i Ali’nin kahra­man­lıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşü­nüp sever. Hatta Allah’ı bilmese de, Peygamber’i tanımasa da yine on­ları sever. Bu sevmek Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, başkala­rının zemmini ve adavetini iktiza eder.

İşte işaret-i Nebeviye ile Hz. Ali hakkında ziyede muhabbetlerinden, Hz. Ebubekir-is Sıddık ile Hz. Ömer’den teberri ettiklerinden hasarete düşmüş­ler ve o menfi muhabbet sebeb-i hasarettir.» (M.106)

217- «Hz. Ali’ye (R.A.) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti; şahsî kemâlat ve mertebesi noktasından, ikinci cihet; âl-i beytin şahs-ı manevisini temsil ettiği nokta­sındandır. Âl-i beytin şahs-ı manevisi ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın bir nevi mahiyetini gösteriyor. İşte birinci nokta iti­barıyla Hz. Ali başta olarak bü­tün ehl-i hakikat, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i (R.A.) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyette ve kurbiyet-i İlahiyede makamla­rını daha yüksek görmüşler. İkinci nokta cihetinde Hz. Ali (R.A.) şahs-ı ma­nevi-i âl-i beytin mümessili ve şahs-ı ma­nevi-i Âl-i Beyt, bir haki­kat-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) temsil ettiği cihetle müvazeneye gelmez.» (L.23)

Bir atıf notu:

-Hilafet mes’eleleri, bak: 1326,1327.p.lar.

218- «İmam-ı Ali (kerremallahu veche)’nin şahsına ve hayatına ve adalet-i ha­kikî üzerine giden siyasetine ilişmek, darbe vurmak başkadır. Şahsiyet-i zahi­rîsinden ve hayat-ı dünyeviyesinden ve siyaset-i ictimaiyesinden binler derece daha yüksek olan; şahsiyet-i manevîsine ve kemâlat-ı ilmiyesine ve makamat-ı velayetine ve va­risliğine darbe gelmez ve gelmemiş ve gelemiyor. Kimin haddi var? Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümüyle karşısında muarazaya çalı­şanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i iman orta­sında nasıl böyle vu­kuat olabilir? diye hayret ve­riyor.

Halbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı a’zamı, İmam-ı Ali’nin (R.A.) hârika kemâlatına ve kerametlerine ve verase­tine ilişmek de­ğil, belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine darbe vurmağa çalışmışlar, hata etmişler.» (E.L.I.211) (T.T.ci:3, sh: 613’de Hz. Ali’nin (R.A.) menakıbı hakkında hadisler bölümü vardır.)



qqALKOL ÄYT7³~ : (Bak: Hamr)

219-qqALLAH yÁV7~ : İnsanın, dünyanın, kâinatın, görülen veya görülme­yen bü­tün varlıkların ya­ratıcısı. Allah ezelîdir, yani varlığının başlangıcı yok­tur; çünkü ya­ratılmamıştır ve varlığı devamlıdır, sonsuzdur. Hiçbir şey yok­ken o yine vardı.

Bütün varlıklar sonradan yaratıldığından, yani ezelî olmadığından ve hiç­bir sebeb yokken mutlak hiçlikten de varlık olamayacağı bedihi olduğundan, Al­lah’ın ezeliyet ve vacibiyetini kabul etmek zaruridir. Allah’ın ezeliyetini ak­lına sığıştırama­yan, muhal ve imkânsız olan maddenin ezeliyetini veya mut­lak hiç­likten varlık do­ğacağını aklına nasıl sığıştırabilir? Evet, ilk icad itiba­riyle bu üç yoldan başka imkân yoktur. (Bak: Ezeliyet)

Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve diğer sıfatları da sonsuzdur. O herşeyi ve he­pimizi her an bilir ve görür.

Allah’ın sıfatları sonsuzdur, derken aklî bir zarureti belirtmiş olmaktayız. Sonlu olan insan aklı sonsuzluğu bizzarure kabul eder, fakat idrak ve ihata edemez. Zira sonlu olanın sonsuzu idrak ve ihata edemiyeceği de zaruriyat-ı akliyedendir. Aklın bu ihata acziyeti âlem-i şehadette, meselâ zamanın ve me­kânın sonsuzluğu, mate­matik sonsuzluklar gibi meselelerde bile ortada iken; Vacib-ül Vücud’un ezelîlik ve ebediliği, sıfatlarının nihayetsizliği gibi âlem-i vücubla alâkalığı sonsuzluk mes’elelerinde de elbette olacaktır. Aklın bu idrak ve ihata acziyeti ve iktidarsızlığını kabul etmekle birlikte, sıfât-ı İlahiyenin sonsuzluğunu kabul etmek de zaruriyat-ı akliyedendir. Zira bir sı­fat-ı İlahiye hakkında aklın düşünebildiği en son mertebede durup işte bu son diyerek bir tahdid koymayı yine aynı akıl ve mantık kabul etmez ve razı olmaz. Daha öte­sini ve ötenin de ötesini kabul ederek muayyeniyeti ve sı­nırlamayı reddeder. Demek ki, akl-ı beşer sonsuzluğu idrak ve ihata edemez ise de, varlığını bizzarure kabule mecbur olur. Bir şeyi idrak ve ihata etmek başkadır, varlı­ğını kabul etmek başkadır.



Bir atıf notu:

- Azamet-i İlahiye cihetinde şeytanın bir desisesi, bak: 1636.p.

220- Allah’a Tanrı demek yanlıştır. Allah isminin mânâsını ifade eden başka bir kelime, hiçbir dilde yoktur. Tanrı sözü müslümanlıktan önceki Türkle­rin Şamanizm denilen batıl dinlerinde Gök İlahı mânâsına gelen (Tengri) sözü­nün bugünkü dilde aldığı şekildir.

Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinden kısmen aldığımız Allah lafzı hakkın­daki izahat şöyledir:

« yÁV7«~ Ma’bud-i Hakk’ın ism-i hassıdır. Daha doğrusu ism-i zattır ve ism-i alemdir... Allah ism-i zatını, ism-i has olarak bir mefhum ile mülahaza ede­bilmek için, selbî, sübutî bütün sıfat-ı zatiye ve fiiliyesini tasavvur etmek ve sonra onu ic­mal eylemek lâzım gelir. Binaenaleyh bu da şu suretle ifade edilmiştir: “O zat-ı vacib-ül vücud ki bütün sıfat-ı kemâliyeyi müstecmi” Sa­dece “Zat-ı vacib-ül vücud” demek de kâfidir. Çünkü bütün sıfat-ı kemâliyeyi cami’ olmak, vacib-ül vücudun bir tefsiri, bir sıfat-ı kâşifesidir...

Bunun bir telhisi de “bihakkın ma’bud = İlah-ı hak” mefhumudur. Arapçada bu mefhum, İlah-ı ma’lum demek olan “El’ilah” ism-i hassıyla hülasa edilmiş­tir. “Hâlik-ı âlem” veya “Hâlik-ı küll” mefhumuyla da iktifa olunabilir. Bunları Allah Teala’nın bir tarif-i ismî veya lafzîsi olarak ahzede­biliriz. Biz herhalde şunu itiraf ederiz ki, bizim “Allah” ism-i celalinden duy­duğumuz mânâ-yı vahid, bu mefhum­ların hepsinden daha vazıh ve daha ekmeldir... “Allah” ism-i celali ile yine Allah’dan maada hiç bir ma’bud yadolunmamıştır... Meselâ: Tanrı, Huda isimleri “Allah” gibi ism-i has değil­dir. İlah, Rab, Ma’bud gibi ism-i âmmdır. Huda, Rab demek olmayıp da “huday” muhaffefi ve vacib-ül vücud demek olsa yine ism-i has değildir. Arap­çada “ilah”ın cem’inde “âlihe”, “rab’ın cem’inde “erbab” denildiği gibi, Farisî’de “Huda”nın ceminde “hudayan” ve lisanımızda “tanrılar, ma’budlar, ilahlar, rablar” denilir. Çünkü bunlar hak­lıya haksıza ıtlak edilmiştir. Halbuki “Allahlar” denilme­miştir. ve denmez... Batıl ma’budlara dahi “tanrı” ism-i cinsi verilir. Müşrikler bir çok tanrılara ta­parlardı, denilir. Demek ki “Tanrı” ism-i cinsi, “Allah” ism-i hassının müradifi değildir, eamdır. Binaenaleyh “Allah” ismi “Tanrı” adıyla terceme olun­maz.. ­yÁV7«~ ެ~ «y«7¬~ «ž diyen “Al­lah’dan başka tanrı yoktur” diyor ve asla şa­ibe-i te­nakuz olmayan açık bir tevhid söylüyor...



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin