143- Beşere İlahî teklif olan din ve onun telkin ettiği ulvi ahlâk olmasaydı, insaniyet hayvaniyet mertebesinde kalıp saadetine vesile olan kemâle eremeyeceği hakikatı, bir sual vesilesiyle şöyle izah ediliyor:
«Diyorsun ki; teklif, saadet içindir. Halbuki ekser nâsın şekavetine sebeb, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?
Cevab: Cenab-ı Hak, verdiği cüz-i ihtiyarî ile ef’al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeğe insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenahi tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı. Evet nev’-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlat-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyariyle teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev’in saadetine de sebeb olmuştur. Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekalif-i İlahiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlakî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hâli kâfir değildir.» (İ.İ.163)
İki atıf notu:
-İmanın içtimaî ahlâka tesiri, bak: 279, 1651.p.lar.
-Peygamberin gönderilmesiyle kazanılan kemâlât ve keyfiyetin üstünlüğü, bak: 1657.p.
144- «Sual: (17:70) «•«…´~ |¬X«" _«X²8Åh«6 ²f«T«7«— âyetinin ®YZ«% _®8YV«1 «–_«6 yÅ9¬~ (33:72) âyetiyle vech-i tevfiki nedir?
Elcevab: Onbirinci Söz’de ve Yirmiüçüncü Söz’de ve Yirmidördüncü’nün Beşinci Dalının İkinci Meyvesinde izahı vardır. Sırr-ı icmalîsi budur ki:
Cenab-ı Hak; kemâl-i kudretiyle nasıl bir tek şeyden çok şeyleri yapıyor, çok vazifeleri gördürüyor, bir sahifede bin kitabı yazıyor. Öyle de insanı, pek çok enva’ yerinde bir nev’i cami’ halketmiş. Yani bütün enva’-ı hayvanatın muhtelif derecatı kadar, birtek nev’ olan insan ile, o vezaifi gördürmek, irade etmiş ki; insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış, fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahi canibine gider. Çünki insan, Hâlik-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir ayine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir istidad verilmiş. Meselâ insan, hırs ile, bütün dünya ona verilse ²f<¬i«8 ²w¬8 ²u«; diyecek. Hem hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder. Ve hakeza... Ahlâk-ı seyyiede hadsiz derecede inkişafları olduğu ve nemrudlar ve firavunlar derecesine kadar gittikleri ve siga-i mübalağa ile zalûm olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede daha hadsiz bir terakkiyata mazhar olur. Enbiya ve Sıddıkîn derecesine terakki eder.» (M.331)
Bir atıf notu:
-Hissiyatı asıl vazifelerine tevcih etmek, bak: 1344.p.
145- İslâm ahlâk kaidelerinin ve hükümlerinin yaradılışa tam uygun olduğuna, her fıtrat-ı selime şehadet eder:
«Cenab-ı Hak, kemâl-i kereminden ve merhametinden ve adaletinden iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücazat dercetmiştir. Hasenatın içinde âhiretin sevabını andıracak manevi lezzetler, seyyiatın içinde âhiretin azabını ihsas edecek manevi cezalar dercetmiş.
146- Meselâ: Mü’minler mabeyninde muhabbet, ehl-i iman için güzel bir hasenedir. O hasene içinde âhiretin maddi sevabını andıracak manevi bir lezzet, bir zevk, bir inşirah-ı kalb dercedilmiştir. Herkes kalbine müracaat etse bu zevki hisseder.
Meselâ: Mü’minler mabeyninde husumet ve adavet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve ruhu sıkıntılarla boğacak bir azab-ı vicdanîyi âlicenab ruhlara hissettirir. Ben kendim belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki; bir mü’min kardeşe adavetim vaktinde, o adavetten öyle bir azab çekiyordum. Şüphe bırakmıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezadır, çektiriliyor.
147- Meselâ: Hürmete lâyık zatlara hürmet; ve merhamete lâyık olanlara merhamet ve hizmet bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevab-ı uhrevîyi ihsas eder derecede öyle bir zevk-i lezzet var ki, hayatını feda etmek derecesine o hürmeti, o merhameti ileri getirir. Validenin çocuğa merhametindeki şefkat vasıtasıyla kazandığı zevk ve mükâfat için, hayatını o merhamet yolunda feda eder dereceye gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldıran bir tavuk, hayvanat milletinde bu hakikata bir misaldir. Demek merhamet ve hürmette muaccel bir mükafat var. Âlihimmet ve âlicenab insanlar onları hisseder ki, kahramanane bir vaziyet alıyorlar. Hem meselâ: Hırs ve israfta öyle bir ceza var ki; şekvalı, meraklı manevi ve kalbî bir ceza, insanı sersem eder... Ve hased ve kıskançlıkta öyle bir muaccel ceza var ki; o hased, hased edeni yakar.
148- Hem tevekkül ve kanaatta öyle bir mükâfat var ki; o lezzetli muaccel sevab, fakr u hacetin belasını ve elemini izale eder. Hem meselâ: Gurur ve kibirde öyle bir ağır yük var ki; mağrur adam herkesten hürmet ister ve o istemek sebebiyle istiskal gördüğünden daimî azab çeker. Evet hürmet verilir, istenilmez. Hem meselâ: Tevazuda ve terk-i enaniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.
Hem meselâ: Su-i zan ve su-i tevilde bu dünyada muaccel bir ceza var. Å»… Å»«… ²w«8 kaidesiyle; su-i zan eden, su-i zanna maruz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını su-i tevil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda su-i tevile uğrar, cezasını çeker. Ve hakeza... Bütün ahlâk-ı hasene ve seyyie bu mukayeseye göre ölçülmeli.» (O.L.684)
Atıf notları:
-Domuz etinin su-i ahlâka tesiri, bak: 1184.p.
-Muhitin ahlâk üzerindeki tesiri, bak: 3780/1.p.
-Âhirzaman fitnesinde ahlâk-ı içtimainin bozulması, bak: 250.p.
149-qqAHMED-İ BEDEVÎ (SEYYİD) z—f" ¬fW&~ : (Hi. 596-675) Mısır’ın en büyük velilerindendir. Hz. Ali neslinden gelir. Bir çok lakabı vardır. Afrika bedevîleri tarzında (yüzü örten peçe) taşıdığından dolayı (El Bedevî) deniyordu. 626 yılına doğru onda deruni bir tahavvül vukua geldi. Yedi kıraat üzere Kur’an okudu ve Şafii fıkhı tahsil eyledi. Kendisini ibadete vakfeyledi ve kendisine yapılan izdivaç teklifini reddeyledi. Berlin’deki bir yazmada bu hususta şöyle yazılıdır: “Cennet hurilerinden başka hiçbir kadın ile evlenmemeğe ahdettim.” Kerametler ve hârikalar göstermiştir. Geceleri Kur’an okumak âdeti idi. Aktab-ı Erbaa’dandır. (R.A.) (O.A.L.)
150-qqAHMED-İ FARUKÎ z5—‡_4 ¬fW&~ : (İMAM-I RABBANÎ R.A.) Miladi 1563’e tevafuk eden 971 Hicri tarihinde Hindistan’ın Lahor ile Delhi şehirleri arasında bulunan Serhend kasabasında doğmuş ve Hicri 1034 tarihinde aynı kasabada vefat etmiştir (Radıyallahü anhü). Hz. Ömer (R.A.) ahfadından olduğu için kendisine (Farukî) lakabı verilmiştir.
Âlim ve fâzıl bir zat olan babası Abdülehad, oğlunun dinî terbiye ve taliminde tam bir hassasiyet ve ciddiyetle çalıştı ve oğlu Ahmed kısa zamanda ve inayet-i İlahiye ile ilim ve kemâlatta büyük mertebelere yükseldi.
İkinci hicri yüzyılın başında vefat eden Ömer bin Abdülaziz’e ilk müceddid ünvanını veren âlimler, hicri ikinci bin yılın başında da İmam-ı Rabbani’ye “Müceddid-i Elf-i Sani” ünvanını vermişlerdir. Bihakkın müceddid olan İmam-ı Rabbani asrının dalâlet ve bid’at karanlıklarını inayet-i Rabbaniye ile izale edip nur-u Kur’anı ve hakaik-i imaniyeyi eserleriyle neşir ve ilan ederek kâmil bir irşad hizmetini ifa etmiştir. Büyük müceddidlerden olup, veraset-i Muhammediyeyi (A.S.M.) hâmil bir mürşid-i azamdır. Ulvi kemâlat ve keramata mazhar bir şahsiyettir (Radıyallahü Anhü). (Bak: 42.p)
151- İmam-ı Rabbani Hazretlerinin iman hakikatlarına daha çok ehemmiyet verdiğini bildiren Bediüzzaman Hazretleri Mektubat eserinde şöyle der:
«Silsile-i Nakşi’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbani (R.A.) Mektubat’ında demiş ki:
“Hakaik-ı imaniyeden bir mes’elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim”
Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”
Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir, biri velayet-i vusta, biri velayet-i kübrâdır. Velayet-i kübrâ ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”
Hem demiş ki: “Tarik-i Nakşi’de iki kanad ile sülûk edilir” Yani: “Hakaik-ı imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez.” Öyle ise tarik-ı Nakşi’nin üç perdesi var:
Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-ı imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbani de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.
İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir.
Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.
Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylani (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır.» (M.22)
Atıf notları:
-İmam-ı Rabbanî’nin (R.A.) tevhid-i kıble tavsiyesi, bak: 3253.p. ve Sünnete ittiba tavsiyesi, bak: 3470.p. ve imanda inkişaf etmeye ehemmiyet vermesi, bak: 3067/1.p.
-İmam-ı Rabbanî’nin (R.A.) Mirza Bediüzzaman’a iki mektubu, bak: 2477/1, 2477/2. p.lar.
152-qqAHMED-İ RÜFAÎ |¶<_4‡ ¬fW&~ : (Hi.512-578) Büyük bir veliyullahtır. Pek çok kerametleri görülmüştür. İmam-ı Musa Kâzım Hazretlerinin evlatlarından olup, dine büyük hizmetler etmiştir. (R.A.)
qqAHMED-İ SÜNÜSÎ z,YX, ¬fW&~ : (Bak: Sünüsî)
qqAHMED İBN-İ HANBEL uAX& w"~ fW&~ : (Bak: İmam-ı Hanbel)
153-qqAHRAR FIRKASI |, }5h4 ‡~h&~ : İttihad ve Terakki Fırkası’nın şiddet hareketine karşı olarak 1908’de İstanbul’da, Avrupa’dan dönen Prens Sabahaddin’in fikirlerine müsteniden kurulan siyasi bir partidir. Mecliste, taraflarıyla müessir bir grub oldular. Bir müddet sonra İttihadcılar, Ahrar Fırkası’yla anlaşıp birleşme teşebbüsüne geçtiler. O sırada Serbestî Gazetesi sahibi Hasan Fehmi Bey, İttihadcılar tarafından öldürüldü. Bu hâdise üzerine, birleşme teklifi neticesiz kaldı. Sonra 31 Mart hâdisesi münasebetiyle Ahrar Partisi kurucuları tarafından kapatıldı.
Mütarekede Ahrar Fırkası kurucularından Mahir Said Bey, Milli Ahrar Fırkası adıyla yeniden bu partiyi kurdu ise de, kısa bir zaman sonra 1919’da dağıldı. (Bak: 1861.p.)
154-qqAİLE yV¶<_2 : Ana-baba ve çocuklardan müteşekkil, cemiyetin en küçük parçası. Ev halkı. *Erkeğin karısı.*Akraba. *Aynı işte olan, aynı gaye için çalışanların hepsi. (Bak: Naşize, Nikah, Nisa, Sıla-ı Rahm, Taaddüd-ü Zevcat, Tesettür)
155- Aile, tarihî seyri de nazara alınarak genel ve umumi açıdan şöyle tarif edilebilir: Dinî ve içtimaî kaidelere uygun evlilikle kurulan, doğum veya evlad edinme yolu ile gelen ferdleri de içine alan, mezkûr kaidelere göre karşılıklı vazife ve mes’uliyetler çerçevesinde müşterek bir hayat yaşayan insanlardan müteşekkil içtimaî bir müessesedir.
Aile, cemiyetin temelidir. Ailenin sağlamlığı ve aile efradının huzur ve saadeti, maddi ve manevi bir kısım şartların varlığına bağlıdır. Bunların en mühim ve başta geleni aile hayatının dinî hayata, dinî terbiye icablarına bağlı ve tabi olmasıdır. Kur’an (30:21) âyetiyle bildirdiği meveddet ve (25:54) âyetinde ifade edilen neseb ve sıhr hakikatının ve aile efradı arasındaki bu fıtrî bağların tekâmülü ve tealisi buna vabestedir.Asrî ailelerde müşahede edilen maddi ve manevi çöküntü ve çözülme, bu hakikatın başka bir şahididir.
156- Evet «Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zenberek ve dünyevi saadet için bir cennet, bir melce, bir tahassüngah ise; aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimi ve ciddi ve vefadarane hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir. Meselâ der: Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünki ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım diyerek o ihtiyar karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa kısacık bir iki saat suri bir refakattan sonra ebedî bir firak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık; elbette gayet suri ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye mânâsında ve bir mecazi merhamet ve sun’i bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi başka menfaatlar ve sair galib hisler, o hürmet ve merhameti mağlûb edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir.» (S.97)
157- «Bu zamanda aile hayatının ve dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvi seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir. Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki; kadın, kocasında fenalık ve sadakatsızlık görse, o da kocasının inadına kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askerîdeki itaatın bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zir ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa o da, kendini açıklık ve saçıklıkla başkalara göstermeğe ve sevdirmeğe çalışsa her cihetle zarar eder. Çünki hakiki sadakatı bırakan dünyada da cezasını görür. Çünki nâmahremlerin nazarından fıtratı korkar, sıkılır, çekilir. Namahrem yirmi erkeğin onsekizinin nazarından istiskal eder. Erkek ise, namahrem yüz kadından ancak birisinden istiskal eder, bakmasından sıkılır. Kadın o cihette azab çektiği gibi, sadakatsızlık ittihamı altına girer; za’fiyetiyle beraber, hukukunu muhafaza edemez.» (L.202)
158- «Bahtiyardır o adam ki: Refika-i ebediyesini kaybetmemek için saliha zevcesini taklid eder, o da salih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki: Kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur; saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır. Bedbahttır o adam ki; sefahete girmiş zevcesine ittiba eder, vaz geçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki; zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklid eder. Veyl o zevc ve zevceye ki; birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yani medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.» (L.202)
Dünyada iki kere evlenen bir kadının âhirette hangi kocasıyla beraber olacağını soran sahabeye Peygamberimiz (A.S.M.), “Güzel ahlâklısı kocası olur.” cevabını verdi. (Diyanet İ.B. Yayınlarından Seçme Hadisler 1.Kitap, 10. Hadis) Bu rivayetten anlaşılıyor ki, diyanetçe küfüv olanlar âhirette beraberdirler.
159- «Aklı başında olan bir adam; refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş on senelik fani ve zahirî hüsn-ü cemâline bina etmez. Belki kadınların hüsn-ü cemâlinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü siretine sevgisini bina etmeli. Tâ ki, o biçare ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünki onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhamet ile birbirine muhabbet etmek lazım geliyor. Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.» (L.201)
«İnsanın, hususan müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmağa başlamış dedim, sebebini aradım. Bildim ki: Nasıl İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısiyle Din-i İslâm’a zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahate sevketmek için bir-iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de; biçare nisa taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir-iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki; bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor. Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan manevi evlatlarıma kat’iyyen beyan ediyorum ki: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvi seciyeri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yeganesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur!..» (L.201)
160- Hem zevc ve zevce (eşler) arasında böyle İslâmî hayat ve terbiye takib edilirse, bunun mükâfatı, dünyada olduğu gibi âhirette daha ulvi olacaktır. Evet «refika-i hayatına meşru dairesinde, yani latif şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü siretine binaen samimi muhabbet ile, refika-i hayatını da nâşizelikten sair günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise: Rahim-i Mutlak, o refika-i hayatı hurilerden daha güzel bir surette ve daha zinetli bir tarzda, daha cazibedar bir şekilde, ona dar-ı saadette ebedî bir refika-i hayatı ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezziza-ne nakletmek ve eski hatıratı birbirine tahattur ettirecek enis, latif, ebedî bir arka-daş, bir muhib ve mahbub olarak verileceğini vadetmiştir. Elbette vadettiği şeyi kat’i verecektir.» (S.648) (Bak: 3760/6.p.sonu)
161- Ebeveyn ve evlad arasındaki münasebetlerin de, aynı İslâmî ruh ve terbiye içinde cereyan etmesi icab eder. «Çünki bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkanlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve vâlidesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve vâlidesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur. Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız!..» (E.L.I.41)
İki atıf notu:
-İlmi küçüklükte öğrenmeye dair hadis, bak: 1591.p.
-Dünyevî derslere karşı dinî derslerin tercih edilmesi, bak: 2122/1.p.
«Sual: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan vâlide; bu zamanda veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi? Kader müsaade eyledi?
Gelen cevab şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarfetmeleridir ki; evladım şan, şeref, rütbe, memuriyet kazansın diye, bütün kuvvetleriyle evladlarını dünyaya, mekteblere sevkediyorlar. Hatta mütedeyyin de olsa, Kur’anî ilimlerin okumasından çekip dünya ile bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti.» (K.L.264)
161/1- İmam-ı Gazali de şunları söyler:
«Şimdi bak! Din idaresi nasıl insanlar eline geçti. Kendilerine daimî bir gelir sağlamak ve bir mevki elde etmek için sultanların hizmetine koşar, paralar harcar ve her türlü zillete katlanırlar. Bunu yaparken de gayelerinin Allah’a yaklaşmak olduğunu zannederler.» (İ.U.142)
«Süfyan-ı Sevrî’yi (R.A.) mahzun gören arkadaşları sebebini sorduklarında: «Biz insanlara ticaret vasıtası olduk. Gelir biri bizden okur da gider; kadı, vâli veya ünlü bir kahraman olur. İşte üzüldüğüm cihet budur» diye cevap vermiştir.» (İ.U.143)
162- Çocuk mevzuunun en mühim esası ve hakikatı ise: «Hem peder, hem vâlide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil; yalnız veledin dünyada, kemâl-i hürmet ve itaatla şefkatlerine ve hizmetlerine bedel, halis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatıyla ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’maline hasenat yazdırmak ve onbeş seneden evvel masumen ölmüş ise, onlara kıyamette şefaatçı olmak ve Cennet’te onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır.
Şimdi ise, terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk ancak peder ve vâlidesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil, mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir. Mütebakisi endişelerle, şefkatlerini daima rencide ederek; o hakiki ve sadık dostlar olan peder ve vâlidesine vicdan azabı çektirir. Ve âhirette de davacı olur. “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde şekvacı olur.» (K.L.252)
163- Evet «Bir vâlidenin veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakiki bir ihlas ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evladına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyeviyesini, hen hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez veyahut su-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur:
O şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken davacı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, vâlidesinin hârika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez; belki de çok kusur eder. Eğer hakiki şefkat su-i istimal edilmeyerek, biçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem’den ve idam-ı ebedi olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, vâlidesinin defter-i a’maline geçeceğinden, vâlidesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil davacı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlat olur.
Evet insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun vâlidesidir. Bu münasebetle ben kendi şahsımda kat’i ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:
Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinat ve manevi derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddi vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum vâlidemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatlar içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.» (L.199)
Dostları ilə paylaş: |