İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə7/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   169

143- Beşere İlahî teklif olan din ve onun telkin ettiği ulvi ahlâk olma­saydı, insa­niyet hayvaniyet mertebesinde kalıp saadetine vesile olan kemâle eremeye­ceği hakikatı, bir sual vesilesiyle şöyle izah ediliyor:

«Diyorsun ki; teklif, saadet içindir. Halbuki ekser nâsın şekavetine sebeb, tek­liftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?

Cevab: Cenab-ı Hak, verdiği cüz-i ihtiyarî ile ef’al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeğe insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenahi tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de be­şeri teklif ile mü­kellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o to­humlar neşv ü nema bula­mazdı. Evet nev’-i beşerin ahvaline dikkatle bakı­lırsa görülür ki; ruhun manen te­rakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve te­rakkisini telkih eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tek­liftir; hayat ve­ren, peygamberlerin gönderil­mesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak ka­lacaktı ve insandaki bu kadar kemâlat-ı vic­daniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat in­sanların bir kısmı, arzu ve ihtiyariyle teklifi kabul etmiştir. Bu kı­sım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev’in saadetine de sebeb olmuştur. Amma in­sanla­rın büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekalif-i İlahiyeyi reddetmiş­lerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlakî vesaire güzel şeyleri aldıkla­rından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu iti­barla, kâfirin her sıfatı ve her hâli kâfir değildir.» (İ.İ.163)

İki atıf notu:

-İmanın içtimaî ahlâka tesiri, bak: 279, 1651.p.lar.

-Peygamberin gönderilmesiyle kazanılan kemâlât ve keyfiyetin üstünlüğü, bak: 1657.p.

144- «Sual: (17:70) «•«…´~ |¬X«" _«X²8Åh«6 ²f«T«7«— âyetinin ®žY­Z«% _®8Y­V«1 «–_«6 ­yÅ9¬~ (33:72) âyetiyle vech-i tevfiki nedir?

Elcevab: Onbirinci Söz’de ve Yirmiüçüncü Söz’de ve Yirmidördüncü’nün Be­şinci Dalının İkinci Meyvesinde izahı vardır. Sırr-ı icmalîsi budur ki:

Cenab-ı Hak; kemâl-i kudretiyle nasıl bir tek şeyden çok şeyleri yapıyor, çok vazifeleri gördürüyor, bir sahifede bin kitabı yazıyor. Öyle de insanı, pek çok enva’ yerinde bir nev’i cami’ halketmiş. Yani bütün enva’-ı hayvanatın muhtelif derecatı kadar, birtek nev’ olan insan ile, o vezaifi gördürmek, irade etmiş ki; insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış, fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissi­yatları mahduddur, fıtrî bir kayd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, had­siz bir me­safede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahi canibine gider. Çünki in­san, Hâlik-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecel­lilerine bir ayine olduğu için, kuvalarına ni­hayetsiz bir istidad verilmiş. Meselâ insan, hırs ile, bütün dünya ona ve­rilse ²f<¬i«8 ²w¬8 ²u«; diyecek. Hem hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder. Ve hakeza... Ahlâk-ı seyyiede hadsiz dere­cede inki­şafları olduğu ve nemrudlar ve firavunlar derecesine kadar git­tikleri ve siga-i mübalağa ile zalûm olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede daha hadsiz bir terakkiyata mazhar olur. Enbiya ve Sıddıkîn derecesine terakki eder.» (M.331)

Bir atıf notu:

-Hissiyatı asıl vazifelerine tevcih etmek, bak: 1344.p.

145- İslâm ahlâk kaidelerinin ve hükümlerinin yaradılışa tam uygun oldu­ğuna, her fıtrat-ı selime şehadet eder:

«Cenab-ı Hak, kemâl-i kereminden ve merhametinden ve adaletinden iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücazat dercetmiştir. Hasenatın içinde âhiretin sevabını andıracak manevi lezzetler, seyyiatın içinde âhiretin azabını ihsas edecek manevi cezalar dercetmiş.



146- Meselâ: Mü’minler mabeyninde muhabbet, ehl-i iman için güzel bir hasenedir. O hasene içinde âhiretin maddi sevabını andıracak manevi bir lezzet, bir zevk, bir inşirah-ı kalb dercedilmiştir. Herkes kalbine müracaat etse bu zevki hisse­der.

Meselâ: Mü’minler mabeyninde husumet ve adavet bir seyyiedir. O sey­yie içinde, kalb ve ruhu sıkıntılarla boğacak bir azab-ı vicdanîyi âlicenab ruhlara hisset­tirir. Ben kendim belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki; bir mü’min kardeşe adavetim vaktinde, o adavetten öyle bir azab çekiyor­dum. Şüphe bırakmıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezadır, çektiriliyor.



147- Meselâ: Hürmete lâyık zatlara hürmet; ve merhamete lâyık olanlara mer­hamet ve hizmet bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevab-ı uhrevîyi ihsas eder derecede öyle bir zevk-i lezzet var ki, hayatını feda etmek derece­sine o hürmeti, o merhameti ileri getirir. Validenin çocuğa merhametindeki şefkat va­sıtasıyla kazan­dığı zevk ve mükâfat için, hayatını o merhamet yo­lunda feda eder dereceye gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldıran bir tavuk, hayvanat milletinde bu hakikata bir misaldir. Demek merhamet ve hürmette muaccel bir mükafat var. Âlihimmet ve âlicenab insanlar onları hisseder ki, kahramanane bir vaziyet alıyorlar. Hem meselâ: Hırs ve israfta öyle bir ceza var ki; şekvalı, me­raklı manevi ve kalbî bir ceza, insanı sersem eder... Ve hased ve kıskançlıkta öyle bir muaccel ceza var ki; o hased, hased edeni yakar.

148- Hem tevekkül ve kanaatta öyle bir mükâfat var ki; o lezzetli muac­cel sevab, fakr u hacetin belasını ve elemini izale eder. Hem meselâ: Gurur ve ki­birde öyle bir ağır yük var ki; mağrur adam herkesten hürmet ister ve o istemek sebebiyle istiskal gördüğünden daimî azab çeker. Evet hürmet veri­lir, istenil­mez. Hem me­selâ: Tevazuda ve terk-i enaniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.

Hem meselâ: Su-i zan ve su-i tevilde bu dünyada muaccel bir ceza var. Å»­… Å»«… ²w«8 kaidesiyle; su-i zan eden, su-i zanna maruz olur. Mü’min kar­de­şi­nin harekâtını su-i tevil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda su-i tevile uğrar, cezasını çeker. Ve hakeza... Bütün ahlâk-ı hasene ve seyyie bu muka­yeseye göre ölçülmeli.» (O.L.684)



Atıf notları:

-Domuz etinin su-i ahlâka tesiri, bak: 1184.p.

-Muhitin ahlâk üzerindeki tesiri, bak: 3780/1.p.

-Âhirzaman fitnesinde ahlâk-ı içtimainin bozulması, bak: 250.p.

149-qqAHMED-İ BEDEVÎ (SEYYİD) z—f" ¬fW&~ : (Hi. 596-675) Mı­sır’ın en büyük velilerindendir. Hz. Ali neslinden gelir. Bir çok lakabı vardır. Afrika be­devîleri tarzında (yüzü örten peçe) taşıdığından do­layı (El Be­devî) deniyordu. 626 yılına doğru onda deruni bir tahavvül vukua geldi. Yedi kı­raat üzere Kur’an okudu ve Şafii fıkhı tahsil eyledi. Kendisini iba­dete vakfeyledi ve kendisine yapılan izdivaç teklifini reddeyledi. Berlin’deki bir yazmada bu hususta şöyle yazılıdır: “Cennet hu­rilerinden başka hiçbir kadın ile evlenmemeğe ahdettim.” Kerametler ve hârikalar göstermiştir. Geceleri Kur’an okumak âdeti idi. Aktab-ı Erbaa’dandır. (R.A.) (O.A.L.)

150-qqAHMED-İ FARUKÎ z5—‡_4 ¬fW&~ : (İMAM-I RABBANÎ R.A.) Mi­ladi 1563’e tevafuk eden 971 Hicri tarihinde Hindistan’ın Lahor ile Delhi şehirleri ara­sında bulunan Serhend kasabasında doğmuş ve Hicri 1034 tari­hinde aynı kasa­bada vefat etmiştir (Radıyallahü anhü). Hz. Ömer (R.A.) ah­fadından olduğu için kendi­sine (Farukî) lakabı veril­miştir.

Âlim ve fâzıl bir zat olan babası Abdülehad, oğlunun dinî terbiye ve tali­minde tam bir hassasiyet ve ciddiyetle çalıştı ve oğlu Ahmed kısa zamanda ve inayet-i İla­hiye ile ilim ve kemâlatta büyük mertebelere yükseldi.

İkinci hicri yüzyılın başında vefat eden Ömer bin Abdülaziz’e ilk müceddid ünvanını veren âlimler, hicri ikinci bin yılın başında da İmam-ı Rabbani’ye “Müceddid-i Elf-i Sani” ünvanını vermişlerdir. Bihakkın müceddid olan İmam-ı Rabbani asrının dalâlet ve bid’at karanlıklarını inayet-i Rabbaniye ile izale edip nur-u Kur’anı ve hakaik-i imaniyeyi eserleriyle neşir ve ilan ederek kâmil bir irşad hiz­metini ifa etmiştir. Büyük müceddidlerden olup, veraset-i Muhammediyeyi (A.S.M.) hâmil bir mürşid-i azamdır. Ulvi kemâlat ve keramata mazhar bir şahsiyettir (Radıyallahü Anhü). (Bak: 42.p)

151- İmam-ı Rabbani Hazretlerinin iman hakikatlarına daha çok ehem­miyet verdiğini bildiren Bediüzzaman Hazretleri Mektubat eserinde şöyle der:

«Silsile-i Nakşi’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbani (R.A.) Mektubat’ında demiş ki:

“Hakaik-ı imaniyeden bir mes’elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim”

Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”

Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur vela­yettir, biri velayet-i vusta, biri velayet-i kübrâdır. Velayet-i kübrâ ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”

Hem demiş ki: “Tarik-i Nakşi’de iki kanad ile sülûk edilir” Yani: “Hakaik-ı imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imti­sal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez.” Öyle ise ta­rik-ı Nakşi’nin üç perdesi var:

Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-ı imani­yeye hiz­mettir ki, İmam-ı Rabbani de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk et­miştir.

İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmet­tir.

Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.

Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylani (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-ı imani­yenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı on­lardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebe­biyet verir. İmansız Cen­net’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır.» (M.22)



Atıf notları:

-İmam-ı Rabbanî’nin (R.A.) tevhid-i kıble tavsiyesi, bak: 3253.p. ve Sün­nete ittiba tavsi­yesi, bak: 3470.p. ve imanda inkişaf etmeye ehemmiyet vermesi, bak: 3067/1.p.

-İmam-ı Rabbanî’nin (R.A.) Mirza Bediüzzaman’a iki mektubu, bak: 2477/1, 2477/2. p.lar.

152-qqAHMED-İ RÜFAÎ |¶<_4­‡ ¬fW&~ : (Hi.512-578) Büyük bir veliyul­lahtır. Pek çok kerametleri görülmüştür. İmam-ı Musa Kâzım Hazretlerinin evlatla­rından olup, dine büyük hizmetler et­miştir. (R.A.)

qqAHMED-İ SÜNÜSÎ z,YX, ¬fW&~ : (Bak: Sünüsî)

qqAHMED İBN-İ HANBEL uAX& w"~ fW&~ : (Bak: İmam-ı Hanbel)

153-qqAHRAR FIRKASI |, }5h4 ‡~h&~ : İttihad ve Terakki Fır­kası’nın şiddet hareketine karşı olarak 1908’de İstan­bul’da, Avrupa’dan dö­nen Prens Sabahaddin’in fikirlerine müsteniden kurulan siyasi bir partidir. Mecliste, ta­raflarıyla müessir bir grub oldular. Bir müddet sonra İttihadcılar, Ahrar Fır­kası’yla anlaşıp birleşme teşebbüsüne geçtiler. O sı­rada Serbestî Gazetesi sa­hibi Hasan Fehmi Bey, İttihadcılar tarafından öldü­rüldü. Bu hâ­dise üzerine, birleşme teklifi neticesiz kaldı. Sonra 31 Mart hâdi­sesi münase­betiyle Ahrar Partisi kurucuları tarafından kapatıldı.

Mütarekede Ahrar Fırkası kurucularından Mahir Said Bey, Milli Ahrar Fır­kası adıyla yeniden bu partiyi kurdu ise de, kısa bir zaman sonra 1919’da da­ğıldı. (Bak: 1861.p.)



154-qqAİLE yV¶<_2 : Ana-baba ve çocuklardan müteşekkil, cemiyetin en küçük parçası. Ev halkı. *Erkeğin karısı.*Akraba. *Aynı işte olan, aynı gaye için ça­lışanla­rın hepsi. (Bak: Naşize, Nikah, Nisa, Sıla-ı Rahm, Taaddüd-ü Zevcat, Te­settür)

155- Aile, tarihî seyri de nazara alınarak genel ve umumi açıdan şöyle ta­rif edi­lebilir: Dinî ve içtimaî kaidelere uygun evlilikle kurulan, doğum veya evlad edinme yolu ile gelen ferdleri de içine alan, mezkûr kaidelere göre kar­şılıklı va­zife ve mes’uliyetler çerçevesinde müşterek bir hayat yaşayan insan­lardan mü­teşekkil içti­maî bir müessesedir.

Aile, cemiyetin temelidir. Ailenin sağlamlığı ve aile efradının huzur ve saa­deti, maddi ve manevi bir kısım şartların varlığına bağlıdır. Bunların en mühim ve başta geleni aile hayatının dinî hayata, dinî terbiye icablarına bağlı ve tabi olmasıdır. Kur’an (30:21) âyetiyle bildirdiği meveddet ve (25:54) âye­tinde ifade edilen neseb ve sıhr hakikatının ve aile efradı arasındaki bu fıtrî bağların tekâ­mülü ve tealisi buna vabestedir.Asrî ailelerde müşahede edilen maddi ve manevi çöküntü ve çözülme, bu hakikatın başka bir şahididir.



156- Evet «Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zenberek ve dünyevi saadet için bir cennet, bir melce, bir tahassüngah ise; aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile ha­yatının ha­yatı ve saadeti ise; samimi ve ciddi ve vefadarane hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir. Ve bu ha­kiki hürmet ve samimi merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refa­kat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir za­manda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bu­lunmak fikriyle, akidesiyle olabilir. Meselâ der: Bu ha­remim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünki ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım diyerek o ihtiyar karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, merhametle muka­bele edebilir. Yoksa kısacık bir iki saat suri bir refakattan sonra ebedî bir fi­rak ve müfarakate uğ­rayan arkadaşlık; elbette gayet suri ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye mânâsında ve bir mecazi mer­hamet ve sun’i bir hürmet verebilir. Ve hayva­natta olduğu gibi başka menfaatlar ve sair galib hisler, o hürmet ve merhameti mağlûb edip o dünya cennetini, ce­henneme çevirir.» (S.97)

157- «Bu zamanda aile hayatının ve dünyevî ve uhrevî saadetinin ve ka­dın­larda ulvi seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir. Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki; kadın, koca­sında fenalık ve sadakatsızlık görse, o da kocasının inadına kadının va­zife-i ai­levîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askerîdeki itaatın bozul­ması gibi, o aile hayatının fabrikası zir ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar ko­casının kusurunu ıslaha çalış­malıdır ki, ebedî arkadaşını kur­tarsın. Yoksa o da, kendini açıklık ve saçıklıkla baş­kalara göstermeğe ve sev­dirmeğe çalışsa her ci­hetle zarar eder. Çünki hakiki sadakatı bırakan dünyada da cezasını görür. Çünki nâmahremlerin nazarından fıtratı korkar, sıkılır, çe­kilir. Namahrem yirmi erkeğin onsekizinin nazarından istiskal eder. Erkek ise, namahrem yüz kadından ancak birisinden istiskal eder, bakmasından sı­kılır. Kadın o cihette azab çektiği gibi, sadakatsızlık ittihamı altına girer; za’fiyetiyle beraber, hukukunu muhafaza edemez.» (L.202)

158- «Bahtiyardır o adam ki: Refika-i ebediyesini kaybetmemek için saliha zev­cesini taklid eder, o da salih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki: Ko­casını mü­tedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam müte­deyyin olur; saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini ka­zanır. Bedbaht­tır o adam ki; sefahete girmiş zevcesine ittiba eder, vaz geçir­meye çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki; zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklid eder. Veyl o zevc ve zevceye ki; birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yani medeni­yet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.» (L.202)

Dünyada iki kere evlenen bir kadının âhirette hangi kocasıyla beraber ola­cağını soran sahabeye Peygamberimiz (A.S.M.), “Güzel ahlâklısı kocası olur.” cevabını verdi. (Diyanet İ.B. Yayınlarından Seçme Hadisler 1.Kitap, 10. Hadis) Bu rivayetten anla­şılıyor ki, diyanetçe küfüv olanlar âhirette beraber­dirler.



159- «Aklı başında olan bir adam; refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş on senelik fani ve zahirî hüsn-ü cemâline bina etmez. Belki kadınların hüsn-ü cemâli­nin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü siretine sevgi­sini bina etmeli. Tâ ki, o biçare ihtiyarladıkça, kocasının muhab­beti ona devam et­sin. Çünki onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika de­ğil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve se­vimli bir refika-i hayat olduğundan, ihti­yarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhamet ile birbirine muhabbet etmek lazım geliyor. Şimdiki terbiye-i me­deniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozulu­yor.» (L.201)

«İnsanın, hususan müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi cenneti ve kü­çük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmağa başlamış dedim, sebebini ara­dım. Bil­dim ki: Nasıl İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısiyle Din-i İs­lâm’a zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla se­fa­hate sevketmek için bir-iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de; biçare nisa tai­fesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir-iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalış­tığını hissettim. Ve bildim ki; bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geli­yor. Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan manevi evlatlarıma kat’iyyen be­yan ediyorum ki: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıt­ratlarındaki ulvi seciyeri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yeganesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur!..» (L.201)



160- Hem zevc ve zevce (eşler) arasında böyle İslâmî hayat ve terbiye takib edilirse, bunun mükâfatı, dünyada olduğu gibi âhirette daha ulvi ola­caktır. Evet «re­fika-i hayatına meşru dairesinde, yani latif şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü siretine binaen samimi muhabbet ile, refika-i hayatını da nâşizelikten sair gü­nahlardan mu­hafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise: Ra­him-i Mutlak, o refika-i hayatı hurilerden daha güzel bir surette ve daha zinetli bir tarzda, daha cazibedar bir şekilde, ona dar-ı saadette ebedî bir re­fika-i hayatı ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezziza-ne nakletmek ve eski hatıratı birbirine ta­hattur ettirecek enis, latif, ebedî bir arka-daş, bir muhib ve mahbub olarak verile­ceğini vadetmiştir. Elbette vadettiği şeyi kat’i verecektir.» (S.648) (Bak: 3760/6.p.sonu)

161- Ebeveyn ve evlad arasındaki münasebetlerin de, aynı İslâmî ruh ve terbiye içinde cereyan etmesi icab eder. «Çünki bir çocuk küçüklüğünde kuv­vetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkanlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti ka­bul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve vâlidesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade ya­banilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve vâlidesine hürmet yerinde is­tiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur. Neden imanımı ter­biye-i İslâmiye ile kurtarma­dınız!..» (E.L.I.41)

İki atıf notu:

-İlmi küçüklükte öğrenmeye dair hadis, bak: 1591.p.

-Dünyevî derslere karşı dinî derslerin tercih edilmesi, bak: 2122/1.p.

«Sual: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan vâlide; bu zamanda ve­ledi­nin malından irsiyet almasından mahrum edildi? Kader müsaade eyledi?

Gelen cevab şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarfetmeleridir ki; evladım şan, şeref, rütbe, memuriyet ka­zansın diye, bütün kuvvetleriyle evladlarını dünyaya, mekteblere sevkediyorlar. Hatta müte­deyyin de olsa, Kur’anî ilimlerin okumasından çe­kip dünya ile bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumi­yete mahkûm etti.» (K.L.264)

161/1- İmam-ı Gazali de şunları söyler:

«Şimdi bak! Din idaresi nasıl insanlar eline geçti. Kendilerine daimî bir ge­lir sağlamak ve bir mevki elde etmek için sultanların hizmetine koşar, pa­ralar harcar ve her türlü zillete katlanırlar. Bunu yaparken de gayelerinin Al­lah’a yaklaşmak oldu­ğunu zannederler.» (İ.U.142)

«Süfyan-ı Sevrî’yi (R.A.) mahzun gören arkadaşları sebebini sordukla­rında: «Biz insanlara ticaret vasıtası olduk. Gelir biri bizden okur da gider; kadı, vâli veya ünlü bir kahraman olur. İşte üzüldüğüm cihet budur» diye ce­vap vermiş­tir.» (İ.U.143)

162- Çocuk mevzuunun en mühim esası ve hakikatı ise: «Hem peder, hem vâ­lide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gör­dükleri çok hiz­mete mukabil; yalnız veledin dünyada, kemâl-i hürmet ve itaatla şefkatlerine ve hizmetlerine bedel, halis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatıyla ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’maline hasenat yazdırmak ve onbeş seneden evvel masumen öl­müş ise, onlara kıyamette şefaatçı olmak ve Cen­net’te onların kucağında se­vimli bir çocuk olmaktır.

Şimdi ise, terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk ancak peder ve vâlidesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil, mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir. Mütebakisi endişelerle, şefkatlerini daima rencide ederek; o hakiki ve sadık dostlar olan peder ve vâlidesine vicdan azabı çektirir. Ve âhirette de da­vacı olur. “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde şek­vacı olur.» (K.L.252)



163- Evet «Bir vâlidenin veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret is­teme­den ruhunu feda etmesi ve hakiki bir ihlas ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini ev­ladına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gayet yüksek bir kah­ramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyeviyesini, hen ha­yat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inki­şaf etmez veyahut su-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur:

O şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, isti­fade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsin­den kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocu­ğunu, âhirette şefaatçı ol­mak lâzım gelirken davacı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye et­meden bu helâketime se­bebiyet verdin?” diye şekva edecek. Dünyada da ter­biye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, vâlidesinin hârika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez; belki de çok ku­sur eder. Eğer hakiki şefkat su-i is­timal edilmeyerek, biçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem’den ve idam-ı ebedi olan dalâlet içinde ölmekten kur­tarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o vele­din bütün ettiği hasenatının bir misli, vâlidesinin def­ter-i a’maline geçeceğin­den, vâlidesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştir­diği gibi, âhirette de değil davacı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçı olup ebedî ha­yatta ona mübarek bir evlat olur.

Evet insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun vâlidesidir. Bu mü­nase­betle ben kendi şahsımda kat’i ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan edi­yorum:

Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, ka­sem ediyorum ki; en esaslı ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâli­demden al­dığım telkinat ve manevi derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddi vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekir­dekler üzerine bina edildi­ğini aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum vâlide­min ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatlar içinde birer çekirdek-i esasiye müşa­hede ediyo­rum.» (L.199)



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin