35- «Hz. Şeyh’in vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velayetçe kabul edilen üç evliya-yı azimenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı Geylani’dir. Ve demiş:
h²R«#« |«VQ²7~ ¬t«V«4 |«V«2 ~®f««"«~ _«XK²W«- «— «w[¬7Å—«~‰YW- ²a«V«4«~
fıkrasıyla ba’del-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasıyla, böyle hârika keramet-i acibe ile meşhur bir zattır.» (S.T.144)
36- Hazret-i Gavs’ın ba’del-memat tasarruf-u maneviyeye sahib olduğunu gösteren bir hâdise-i maneviye olarak naklediliyor ki:
37- «Hazret-i Mevlana (K.S.) Hindistan’dan Tarik-ı Nakşîyi getirdiği vakit, Bağdad dairesi, Şâh-ı Geylani’nin (K.S.) ba’delmemat hayatta olduğu gibi tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlana’nın (K.S.) manen tasarrufu cay-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibendle (K.S.), İmam-ı Rabbani’nin (K.S.) ruhaniyetleri Bağdad’a gelip Şah-ı Geylani’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki: Mevlana Halid (K.S.) senin evladındır, kabul et. Şah-ı Geylani (K.S.), onların iltimasını kabul ederek Mevlana Halid’i kabul etmiş. Ondan sonra birden Mevlana Halid (K.S.) parlamış. Bu vakıa ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rü’ya ile görmüşler.» (S.T.16)
38- «Gavs-ı Azam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızıriyeye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususi ism-i âzamı “Ya Hayy” olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur Ma’ruf-u Kerhî denilen bir kutb-u azam ve Şeyh Hayat-ül Harranî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’dan sonra mematları hayatları gibidir. Beyn-el evliya meşhur olmuştur.» (B.L.336)
39- «Bir zaman Hazret-i Gavs-ı Azam Şeyh Geylani’nin (K.S.) terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın bir tek evladı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan za’fiyetiyle vâlidesinin şefkatini celbetmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: “Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!” Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum Biiznillah”. O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını mutemed ve mevsuk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi keramat-ı hârikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir kerameti olarak manevi tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman, o da tavuk yesin.” İşte Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da, ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.» (L.141)
40- Hz. Geylani’nin müftehirane söylediği bazı sözleri temeddüh için değildir. Çünki «ehl-i tarikat ve hakikatça müttefekun aleyh bir esas var ki: Tarik-ı Hakda sülûk eden bir insan, nefs-i emmaresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lâzım gelir ki: Nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fenafişşeyh hükmüne gelir. “Ben” dediği vakit, şeyhinin hissiyatiyle konuşur ve hakeza.. tâ fenafirresul, fenafillaha kadar gider. Meselâ: Nasılki, gayet fedakar ve sadık bir hizmetkâr, bir yaver, efendisinin hissiyatıyla güya kendisi kendisinin efendisidir ve padişahıdır gibi konuşur. “Ben böyle istiyorum” der; yani “Benim seyyidim, üstadım, sultanım böyle istiyor.” Çünki kendini unutmuş, yalnız onu düşünüyor. “Böyle emrediyor” der. Öyle de Gavs-ı Geylani, o hârika kasidesinin tazammun ettiği ezvak-ı fevkalâde, Hazret-i Şeyhin sırr-ı azim-i Ehl-i Beyt’in irsiyetiyle Al-i Beytin şahs-ı manevisinin makamı noktasında ve Zat-ı Ahmediye (Aleyhissalatü Vesselâm)’ın verasetiyle Hakikat-ı Muhammediyyesinde (A.S.M.) kendini gördüğü gibi, fena-yı mutlak ile Cenab-ı Hakk’ın tecelli-i zatisine mazhariyet noktasında, kasidesinde o sözleri söylemiş. Onun gibi olmayan ve o makama yetişmeyen onu söyleyemez; söylese mes’uldür.
41- Hazret-i Şeyh, veraset-i mutlaka noktasında, Resul-i Ekrem (Aleyhissalatü Vesselâm)’ın kadem-i mübarekini omuzunda gördüğü için, kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan bırakıyor. Kasidesinde zâhir görünen, temeddüh ve iftihar değil, belki tahdis-i nimet ve âli bir şükürdür. Yalnız bu kadar var ki, muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan, mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yani tarik-ı acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka girmiş. Ve kendine olan niam-ı azime-i İlahiyeyi yadedip, bihakkın müftehirane şükretmiştir.» (S.T.149)
42- Gavs-ı Azam ve bazı evliya-i azimenin, ihbar-ı gaybî kerametleri de vardır. Ezcümle:
«Gavs-ı Azam’ın istikbalden haber verdiği nev’inden, meşhur Şeyh-ül İslâm Ahmed-i Camî dahi İmam-ı Rabbanî (R.A.) olan Ahmed-i Farukî’den haber verdiği gibi, Celaleddin-i Rumî Nakşibendîlerden haber vermiş. Daha bu nevi’den çok evliyalar, vakıa mutabık haber vermişler; fakat onların bir kısmı sarahata yakın haber vermişler. Diğer bir kısmı haberleri çendan bir derece mübhem, mutlaktır; fakat bahsettikleri zatlar makam sahibi ve büyük olduklarından, büyüklükleri ve taayyünleri cihetiyle o mübhem ihbar-ı gaybîyi, bil’istihkak kendilerine almışlar. Meselâ: Ahmed-i Camî (K.S.) demiş ki: “Her dörtyüz sene başında mühim bir Ahmed gelir. Bin tarihi başındaki Ahmed en mühimmidir.” Yani o elfin müceddididir. İşte böyle mutlak bir surette söylediği halde, İmam-ı Rabbanî’nin (K.S.) büyüklüğü ve teşah-husu, o haber-i gaybîyi kat’iyen kendine almış. Hazret-i Mevlana Celaleddin-i Rumî de (K.S.) Nakşibendî’den mübhem bir surette bahsetmiş; fakat Nakşîlerin büyüklü-ğü ve yüksekliği ve teşahhusları o haberi de bil’istihkak kendilerine almışlar.» (S.T.160)
43- «Sual: Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bazı evkatta, mazi ve müstakbeli hazır gibi müşahede ederler. Neden maziye ait cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da, istikbalden hafi remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?
44- Elcevab: yÁV7~ Ŭ~«`²[«R7~ v«V²Q«< « âyetiyle,
(72:26) ¯ÄY,«‡ ²w¬8 |«N«#²‡~ ¬w«8 Ŭ~ ~®f«&«~ ¬y¬A²[«3 |«V«2 h¬Z²P< «Ÿ«4 ¬`²[«R²7~ v¬7_«2
âyeti ifade ettikleri kudsi yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edeb takınmak için tasrihten işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretler ile, remz ile anlaşılsın ki, ihtiyarsız niyetsiz bir surette talim-i İlahî ile olmuştur. Çünki istikbalî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi niyet ile de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itaatı işmam ediyor.» (S.T.162) (Bak: Gayb)
45- Al-i Beyt neslinden gelen Gavs-ı Azam gibi büyük zatların veraset-i Nebeviye sahibi olarak Kur’ana büyük hizmetleri olmuştur.
Evet «Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktab-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı A’zam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynel Abidîn ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer manevi mehdi hükmüne geçmiş, manevi zulmü ve zulümatı dağıtıp, envar-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-ı imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin birer varisi olduklarını göstermişler.» (M.100)
«Evet (2) «u[¬= «h²,¬~ |¬X«" ¬š_«[¬A²9«_«6 z¬BÅ8~ š_«W«V2 ferman etmiş. Gavs-ı Azam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi hem şahsen, hem vazifeten büyük hârika zatlar bu hadisi, kıymetdar irşadatıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hikmet-i Rabbaniye onlar gibi feridleri ve kudsi dâhîleri ümmetin imdadına göndermiş...» (K.L.7)
46- İşte böyle din yolunda bütün gayretini kullanmış ve sünnet-i seniyeye tam ciddiyetle bağlanmış ve kemâlat-ı beşeriyede mukteda-bih olmuş dinî şahsiyetler hakkında rivayetlerde, onlara hürmet edilmesine teşvikler edilmiştir. (Radıyallahu anhüm) (Geylanî’nin (R.A.) arş-ı âzamı temaşa etmesi, bak: 1529.p. sonu)
47-qqABDULLAH İBN-İ ABBAS (R.A.) ‰_A2 w"~ yV7~fA2 : Ashab-ı Kiram’ın fakih ve müctehidlerindendir. Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) amcasının oğludur. Ashab-ı Kiram arasında mümtaz bir mevkii haizdir. Sahih-i Buhari’de mezkûr olduğu üzere Resul-i Ekrem (A.S.M.), Abdullah hakkında: “İlahi! Onu dinde fakih kıl ve kitabını ona öğret!” diye dua buyurmuştu. Bu âli duaya mazhariyetinden dolayı zamanın en âlim şahsiyeti olmuştu. Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) hadislerini ezberlemekte, tefsir, hadis, fıkıh ve feraiz gibi yüksek ilimlerde eşsizdi.
48- Mezkûr dua-yı Nebevî şudur:
« «u<¬—²_ÅB7~ y²WÅV«2«— ¬w<¬±f7~ |¬4 y²Z¬±T«4 ÅvZ±V7«~ (3) duası öyle makbul olmuş ki:
İbn-i Abbas, Tercüman-ül-Kur’an ünvan-ı zişanını ve habr-ül Ümme, yani allame-i ümmet rütbe-i âlisini kazanmış. Hatta çok genç iken, Hazret-i Ömer, onu ulema ve kudema-yı sahabe meclisine alıyordu.» (M.144)
49- Hz. Ömer ve Osman’ın (R. Anhüma) hilafetleri zamanında müftülük vazifesini ifa ediyordu. Kur’anın tefsirindeki müstesna kudretinden dolayı Habr-ül Ümme, Tercüman-ül Kur’an, Sultan-ül Müfessirîn gibi yüksek lakablarla Ashab ve Tabiîn arasında şöhret buldu. 1640 hadis rivayet etmiştir. Hicretin 68. yılında 70 yaşında olduğu halde Taif’de ebedî hayata kavuşmuştur. (R.A.)
50-qqABDULLAH İBN-İ ÖMER hW2 w"~ y±V7~ fA2 : Bi’setten bir yıl önce doğdu. Hicri yetmişüç tarihinde Haccac-ı Zalim’in emri ile şehid edildi.(R.A.) Sahabe-i Kiramın ileri gelenlerinden ve Resul-i Ekrem’e (A.S.M.) çok sadakatlı olup, daima onun ahlâkını yaşamağa çalışanlardandı. Hz. Ömer’in (Radıyallahü Anhü) oğlu idi.
Hilafet ve Valilik işlerine hiç karışmadı. Müttaki, cömert, kanaat sahibi, halim bir zat olup kendini dünyaya bağlaması ihtimali olan bir malı olsa derhal onu sadaka verir veya hediye ederdi. (R.A.) (Bak:1541.p.)
51-qqABDULLAH İBN-İ ZÜBEYR h["ˆ ~ yV7~ fA2 : Ebu Bekir-i Sıddık’ın kızı Esma’nın oğludur. Muhacirlerden ilk doğan çocuk olup cesaret, şecaat, ibadet ve takvası ile meşhurdur. Zübeyr Bin Avvam’ın oğludur. Yezid’in saltanatını kabul etmedi ve Mekke’de dokuz sene halifelik yaptı. 73 yaşında şehid edildi. (R.A.)
52-qqABDURRAHMAN BİN AVF ¿Y2 w" wW&h7~ fA2 : Aşere-i Mübeşşereden ve çok fedakâr olan sahabelerdendir. İlk müslüman olan sekiz kişiden birisidir. İhya-yı din için olan bütün muharebelerde çok fedakârlıkta bulunmuş, birisinde yirmibir yerinden yaralanmıştı. Bir gazada oniki dişini birden kaybetmişti. Medine’ye ve Habeşistan’a hicret edenlerdendi. Çok zengin idi. Bir defa otuz köleyi birden azad etmişti. Hicri 31 tarihinde 71 yaşında vefat etti. (R.A.)
qqABDULKAHİR-İ CÜRCANİ z9_%h%h;_T7~fA2 : (Bak: Cürcanî)
53-qqABES bA2 : Oyuncak kabilinden faydasız ve boş iş. Lüzumsuz ve gayesiz şey. Tesadüfi. (Bak: Gaye, Hikmet)
54-qqABESİYYUN –Y[CA2 : Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve gayesiz, kendi kendine, Hâliksız olduğuna inanmak isteyen batıl yoldaki felsefeciler. 20.yy. da Ekzistansializm (Fr. Existentialisme) (Varoluşçuluk) adı altında ortaya çıkan bir varlık ve hayat felsefesidir. İki kola ayrılmıştır. Biri, dini kabul edip insanın hayat ve varoluşunun mânâsını, Allah’a iman ile izah eden Hristiyan Ekzistansializ-mi; diğeri inkarcı, ateist Ekzistansializm. Bu sonuncusu, insanın varoluşunu ve in-san hayatını, inançsızlık sebebiyle, abes, saçma olarak görür. Bu görüş Batı insanını, bilhassa gençliğini buhranlara itmektedir. (Bak:Hikmet)
55- Kökleri eski devirlere kadar giden bu inkarcı abesiyyunun iddialarını Kur’an, her şeyde hikmetler bulunduğunu göstererek reddetmiştir. Ezcümle:
«(52:35) ¯š²|«- ¬h²[«3 ²w¬8 ~YT¬V' ²•«~ Yani: “Kâinatı abes ve gayesiz itikad eden
felasife-i abesiyyun gibi kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, Hâliksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir. Ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır. Ve evamir-i İlahiyeye musahharlardır.» (S.386)
56- Kur’an (21:16 - 23:115 - 38:27 - 44:38) âyetleri ile âlemin bir eğlence ve abesiyet üzere yaratılmadığını bildirir.
56/1-qqACAİB-İ SEB’A-İ ÂLEM v7_2 ¬šyQA, `=_D2 : Dünyanın yedi acaibi, büyük antika eserleri. Gerçi dünyada bunlar gibi daha antika eserler vardır ve olabilir. Fakat, ekseri Avrupa kaynaklarına göre meşhur olmuş yedi büyük eser şunlardır:
1- Mısır piramitleri.
2- Babil’de Semiramis’in asma bahçeleri.
3- Zeus’un heykeli.
4- Rodos heykeli.
5- Efes’te Artemis-Diana mabedi.
6- Bodrum (Halikarnas)da Mosokus’un türbesi.
7- İskenderiye deniz feneri.
Halbuki Kamus-u Alâm’a göre 4000 km.yi aşan Çin Seddi, bunların çoğundan daha büyük ve acibdir. Bazı kaynaklar bilgi ihatasızlığından bu büyük eserden bahsedememişlerdir. Bu eksikliği dile getiren, Tercüman Yayınlarından Hârikalar Ansiklopedisi haklı tenkidinde şunları yazıyor:
«Her şeye rağmen Çin Seddi bir hârikadır. Dünyanın yedi hârikasını sayan Romalı tarihçilerin uzakdoğu hakkında bilgilerinin ihatasızlığı sebebiyle, onu ve doğunun ünlü eserlerini hârikalar arasında gösterememişlerdir. Fakat Dünya, Çin Seddini tanıdıktan sonra onu Mısır piramitlerinin ardından ikinci hârika olarak kabul etmek gerektiğini söyleyen tarihçiler çok olmuştur.” (Hârikalar Ansiklopedisi sh:256, Tercüman Yayınları)
Keza Resimli Kamus-u Osmanî Acaib-i Seb’a maddesinde ve Bedayi-iz Zuhur Fî Vakayi-id Dühur adlı eserin 34-45. sahifeleri arasında mezkûr izaha uygun tafsilatlı mâlumat verilir.
Demek Çin Seddi, ilmî ihataya sahib tariçilere göre Acaib-i Seb’a-yı Alemin ikincisidir. Bu mânâya temas eden “International Encyclopedia” da “Seven” (Yedi) maddesinde dünyanın yedi hârikası anlatılırken; “Bir parça değişik sayılabilmekle beraber umumiyetle mâlum yedi hârikayı ihtiva eder” demek suretiyle bu Acaib-i Seb’adan, başka eserlerin de nazara alınabileceğini ifade eder.
Bazı kaynaklarda, Antiper adlı bir tarihçi, Yunanlı yolcuların hatıralarından faydalanarak M.Ö.100’de bu eserleri tesbit edip, bunların bir listesini yapmıştır, denilmektedir.
Buna göre mezkûr yedi hârikanın başlangıçtaki tesbiti, tarih ilminin külli nazarıyla yapılmış bir tesbit olmayıp cüz’î ve ferdî bir tesbitin kitablara intikalen meşhur olmasıdır.
57-qqACB `D2 : Omurganın en son kemiği. “Us’us” denilen küçük kemik. Herşeyin kuyruk dibi ve nihayeti. Hadis-i Şerifde ismi geçen ve insanın kuyruk sokumundaki en küçük kemik diye ifade edilen acbüzzenebe dair hadis-i şeriflerden biri şöyledir:
`Å6 «h< y²X¬8«— «s¬V' y²X¬8 ¬`²9 Åg7~ `²D«2 Ŭ~ ~«hÇB7~ yV6 ²_«< «•«…³~ ¬w²"! Ç u6
Yani, “Bütün Âdem oğullarını toprak yiyecektir, kuyruk kemiği müstesna. Her Âdem oğlu bundan yaratılmıştır ve bundan terkib olunacaktır.” (4)
58- Mezkur hadiste geçen ve mahiyeti oldukça derin olan acbüzzeneb bir âyetin tefsiri münasebetiyle şöyle izah ediliyor:
«(30:27) ¬y²[«V«2 –«Y²;«~ «Y;«— ˜f[¬Q< Åv$ «s²V«F²7~ Η«f²A«< >¬gÅ7~ «Y;«—
“Yani: Sizin haşirde iadeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır.” Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için dağılsa, sonra bir boru ile çağırılsa, kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları; yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de; bir bedende birbiri ile imtizaç ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrat-ı esasiye, Hz. İsrafil’in (A.S.) sûru ile Hâlik-ı Zülcelal’in emrine “Lebbeyk” demeleri ve toplanmaları, aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadisde “Acb-üz-zeneb” tabir edilen ecza-i esasiye ve zerrat-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakîm beden-i insanîyi onların üstünde bina eder.» (S.524)
Bir atıf notu:
-İnsan vücudunda bazı zerreler yüksek vazifelerde elde ettikleri manevi tenevvürle, ikinci neş’eye medar olmak liyakatını kazanabilirler, bak: 4089, 4093.p.lar.
59- «Zahire nazaran, haşirde, ecza-yı asliye ile ecza-yı zaide birlikte iade edilir. Evet, cünüb iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüz’ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu ona işarettir. Fakat tahkike göre, nebatatın tohumları gibi “Acb-üz-zeneb” tabir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî neşv ü nema ile teşekkül eder.» (İ.İ. 57)
60-qqACZ iD2 : Beceriksizlik. Güçsüzlük. Zararlardan korunmakta acze düşmek. Bir şeyin geri tarafı. (Bak: 1679, 1684.p.lar)
61- Her insanın, biri acz diğeri fakr olarak tarif edilen iki mühim hususiyeti vardır. Bu iki hususiyet insan fıtratının camiiyetindendir. Şöyle ki:
Acz; insanın âlemde pekçok tesirlerden müteessir olması ve o müteessir eden sebeb ve neticeleri yok edememesi ve kendini onlardan kurtaramamasını ifade eder.
Müteessir ve müteellim olma ise, hayat ve hayatın camiiyyetindendir. Meselâ taş da bir varlıktır, fakat camid olduğundan teessürü yoktur. Hayatın basit derecesine sahib olan nebatata az şeyler zarar verir. Hayvanın teessür sahası biraz daha geniştir. Nebatiyet, hayvaniyet ve insaniyet derecelerine sahib olan insan ise, fıtratı câmi olduğundan, mazi ve müstakbel de dâhil olarak kâinat genişliğinde vaki ve muhtemel herşeyden teessürü vardır.
İnsanın ikinci hususiyeti olan fakr ise, maddi ve manevi, ruhî ve cesedî ihtiyaçları olarak sonsuz cennet saadetlerine kadar uzanan bütün arzu ve ihtiyaçlarını kendi iktidariyle elde etmesi cihetindeki mutlak iktidarsızlığını ifade eder.
İşte bu acz ve fakrın insana verilmesinin pekçok İlahî hikmetlerinden birkaç cüz’i nümunesi şudur ki:
62- «Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesim bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadir-i Rahim ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zatın hadsiz tecelliyatına cami, geniş bir âyine olsun.» (S.321)
63- Evet «gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, za’f ve acziyle, fakr ve hacatiyle, naks ve kusuru ile, bir Kadir-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor. Ve hakeza... Pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hatta hadsiz aczinde ve nihayetsiz za’fında, hadsiz a’dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibül-Vücud’a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcatı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahim’in dergahına dayanır; dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadir-i Rahim’in bârigah-ı Rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.» (S.686)
64- «Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin îkazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar ve olamazlar. Ve en dinsizi de, dine iltica etmeğe mecburdur. Çünki acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten haricî ve dahilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacata mübtela ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni’-i Alem’i tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!..» (H.Ş.24)
65- Evet «insan şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer. Za’fında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünki o za’fın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat, ona müsahhar olmuş. Eğer insan za’fını anlayıp, kalen, hâlen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese; o teshirin şükrünü eda ile beraber matlubuna öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle müsahhar olur ki, iktidar-ı zâtisiyle onun öşr-i mi’şarına muvaffak olamaz. Yalnız bazı vakit lisan-ı hal duasıyla hasıl olan matlubunu yanlış olarak kendi iktidarına hamleder. Meselâ: Tavuğun yavrusunun za’fındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine müsahhar edip onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte cây-i dikkat za’ftaki bir kuvvet ve şâyan-ı temâşa bir cilve-i rahmet...
Nasılki nazdar bir çocuk ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle matlublarına öyle muvaffak olur ve öyle kaviler ona müsahhar olurlar ki; o matlublardan binden birisine bir def’a kuvvetciğiyle yetişemez. Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için küçücük parmağıyla kahramanları kendine müsahhar eder. Şimdi böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himayeti ittiham etmek suretiyle ahmakane bir gurur ile “Ben kuvvetimle bunları teshir ediyorum” dese, elbette bir tokat yiyecektir. İşte insan dahi Hâlikının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfran-ı ni’met suretinde Karun gibi (28:78) ¯v²V¬2 |«V«2 yB[¬#~ «_WÅ9¬~ yâni: “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder. Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemâlat-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun za’fı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi; kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir. Evet bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlub olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren; onun iktidarı değil, belki onun za’fının semeresi olan teshir-i Rabbaniye ve ikram-ı Rahmanîdir. Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergahında acz ve za’fını, istimdad lisanıyla; fakr ve hâcatını, tazarru ve dua lisanıyla ilan et ve abd olduğunu göster.» (S.327-328)
66- qqÂD …_2 : Hud Peygamber’e (A.S.) isyan ettiklerinden gazab-ı İlahîye uğrayan ve helak olan, Yemen tarafında yaşamış bir kavmin adıdır. Bu kavim, kuvvet ve servetleri dolayısıyla hayatperest ve zalim olduklarından Allah onları helak etmiş ve her asrın ders alması için Kur’an’da kıssalarını tekrarla zikretmiştir. (Bak: Hûd, Şeddat ve 1041.p.)
67- Zalimlere gelen musibet ve cezaları bildiren Kur’an’daki âyetlerde, geçmiş ve gelecek bütün zalimlere tehdid ve ihtarlar ve ehl-i iman için ibret dersleri ve teselliler vardır.(Bak: 973/1.p.)
68- “Evet kavm-i Nuh ve Semud ve Âd ve Firavun ve Nemrud gibi bütün muarızlar, gadab-ı İlahîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar yedikleri gibi; kâfile-i kübrânın Nuh Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm gibi bütün kudsi kahramanları dahi, hârika ve mu’cizane ve gaybî bir surette mu’cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar olmuşlar. Birtek tokat hiddeti, birtek ikram muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara ve binler ikram ve muavenet kâfileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gündüz gibi zahir bir tarzda o kâfilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delâlet eder.” (Ş.96)
69- Keza “ders-i Kur’anın muhatablarından en kesretli taife olan tabaka-i avamın basit fehimlerini okşıyan zahirî ve basit mertebesi dahi, en ulvi tabakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir külli düsturun efradı olarak her asırda ve her tabakaya hitab ederek taze nazil oluyor. Ve bilhassa çok tekrar ile «w[¬W¬7_ÅP7«~ «w[¬W¬7_ÅP7«~ deyip tehdidleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Ad ve Semud ve Firavunun başlarına gelen azablarla baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, İbrahim ve Musa Aleyhisselâm gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor.” (Ş.244)
Dostları ilə paylaş: |