182- İşte ulemamız bununla istidlal ederek, genç kadınların mutlak surette namaza çıkmalarını men’etmişlerdir. Bugün fetva, bütün kadınların, bütün namazlara gelmelerinin mekruh olduğu merkezindedir. Çünkü fesad zahirdir. “El-İhtiyar” nam kitabda: “Zamanımızda muhtar olan; zamanın bozukluğu ve kötülüklerin zuhuru sebebiyle kadınların çıkmasının hiç caiz olmamasıdır.” deniliyor. “El-Kâfi”de de şöyle denilmiştir: “Kadınların namaz için camiye gelmeleri mekruh olunca, vaaz meclislerine gelmeleri, bahusus ülema kıyafetine giren bazı cahillerin meclislerine devam etmeleri, evleviyetle mekruh olur. Bunu Fahr-ül İslâm (Pezdevi) zikretmiştir.
İşte Hanefilerin bütün fıkıh kitabları bu gibi sarahatlarla doludur.» (Büluğ-ul Meram tercümesi ve şerhi ci:2, sh:183) (Bak: 1089/2, 3783.p.)
183- Bir hadiste de: « Åw¬Z¬#Y[" h²Q«5 ¬š_«K¬±X7~ ¬f¬%_«K«W²7~ h²[«' Kadınlara ait mescidlerin hayırlısı, kendi hanelerinin içerisidir.» (13) buyuruluyor.
Lemaat adlı eserde de bu hakikat nim-manzum bir ifade ile şöyle beyan edilir:
¬_«,~«Y«Z²7_¬" š_«Z«SÇK7~ Ä_«%¬±h7~ «bÅ9¶_«# !«†¬~
¬_«&_«5«Y²7_¬" ~«i¬LÅX7~ š_«K¬±X7~ «uÅ%«h«# ~«†¬~
«Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları
Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik zinetleri.
Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemâli, ismet; hüsn-ü kemâli, şefkat; eğlencesi, evladı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı lâzımdır ta dayansın.» (S.727)
«Kadının, aile hayatında müdür-ü dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evladına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan en esaslı hasleti; sadakattır, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakatı kırar; kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan, cesaret ve sehavet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakata zarar olduğu için ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himayet ve merhamet ve hürmettir.» (L.198)
184- Evvela, ezvac-ı tahirata, dolayısıyla bütün müslüman kız ve kadınlara hitab eden ve onların kendi evlerinde âyat-ı İlahiyeyi ve ondaki hikmet, iman ve maneviyat derslerini tezekkür (Bak: Tezkir) yani tekraren okumalarını emreden bir âyet şudur:
« ¬yÁV7~ ¬_«<´~ ²w¬8 ÅwU¬#Y[" |¬4 |«V²B< _«8 «–²h6²†~«—
(33:34) ~®h[¬A«' _®S[¬O«7 «–_«6 «yÁV7~ Å–¬~ ¬}«W²U¬E²7~«—
“Ey Peygamberlerin kadınları ve kızları! Evlerinizde tilavet olunup duran âyatullahı ve hikmeti anın, toplanıp müzakere edin, yani Kur’anı ve Peygamberin sünnetlerini belleyin, düşünün.» (E.T.3893)
(Bu âyetten ve 181.p.dan buraya kadar geçen ifadelerden anlaşılıyor ki, kadınların dershanesi kendi evleridir. Âyette geçen “ ÅwU¬#Y[" |¬4 kendi evlerinde” ifadesi manidardır.)
185-qqAKL (Akıl) uT2 : İnsanın hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeblerden neticeleri çıkaran ve eserden müessire intikal eden hassası. Düşünme ve anlama kabiliyeti. Zihin, zeka, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, kuvve-i hafıza, mülahaza, re’y, yaptığını bilme. İlim, zihinde hasıl olan suret. İnsan zihninin sıfatı. Kalbde hak ve batılı ayırdedebilen bir nur. *Huk: Bir cinayetten dolayı icab eden diyeti vermektir. Diyet mânâsına da kullanılır.
Akıl, esasen imsak ve imtisak mânâsınadır. Diyet vermek, kan dökülmesini men’ ve imsak edecek müeyyid bir kuvvet mesabesinde olduğundan bu cihetle de diyete akl denilmiş olması melhuzdur. (O.A.L) (Bak: İlm, Naklî Delil)
185/1- Elmalı’lı Hamdi Efendi, akıl mevzuunda (2:164) âyetini tefsir ederken aklı şöyle izah eder:
«Akıl: Madeni, kalb ve ruhda; şuaı, dimağda bulunan bir nur-u manevidir ki, insan bununla mahsûs olmayan (beş duygu ile hissedilmeyen) şeyleri idrak eder. Akletmek; esbab ile müsebbebat, eser ile müessir arasındaki alâkayı, yani illiyet kanununu ve ona müteferri’ lüzum alâkalarını idrak ederek eserden müessire, veya müessirden esere, veyahut bir müessirin iki eserinin birinden diğerine intikal eylemektir ki, mantık denilen bu intikal sayesinde bir eser-i mahsûsdan (yani beş duygu ile bilinen eserden) gayr-ı mahsûs olan müessir.. keşf ü idrak olunur.” (E.T.566) (Mantıkta intikal ve istidlalin üç nev’i vardır, bak: İstidlal)
186- İnsanın diğer hislerinde olduğu gibi akıl dahi hakka teslim olmakla değerini bulur. Aksi halde zararlı bir âlet durumuna düşer. Meselâ:
«Akıl bir âlettir. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş’um ve müz’iç ve muacciz bir âlet olur ki: Geçmiş zamanın âlam-ı hazinanesini ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifanesini senin bu biçare başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki: Fâsık adam, aklın iz’ac ve ta’cizinden kurtulmak için galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Malik-i Hakiki’sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar.» (S.27)
187- Hem «insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise hazır lezzetini geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’i lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında madumdur, ölmüştür. Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor.
Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine madumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî fıraklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur. Zaman-ı hazır gibi ruh ve kalbine iman noktasında ulvi ve manevi ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor.» (S.145)
188- Hem dine tabi olmak şartıyla, İslâmiyet akla büyük değer verir. Meselâ:
«Kur’an-ı Hakim lisanıyla «–—hÅU«S«B«<«Ÿ«4«~ «–—hÅ"«f«B«<«Ÿ«4«~ «–YV¬T²Q«#«Ÿ«4«~ gibi kudsi havaleler ile, aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tahkike sevkediyor. Onun ile, ehl-i ilim ve ashab-ı akla, din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor; körü körüne taklid istemiyor.» (M.436)
Esasen akıl, dinin emrinde olmalıdır. Çünki «vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder.» (Mün.78)
Evet «kalp ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da, ulûmu akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek manevi olan hastalıklar insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden emraz-ı kalbiye mübtela olur. (M.N.69)
189- Hem «mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan Mu’tezile imamları, zinet-i surisine meftun olup, o mesleğe ciddi temas ederek, aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fasık, mübtedi bir mü’min derecesine çıkabilmişler..» (S.543) (Akıl mürşide muhtaçtır, bak: 2893.p.)
«Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) sünnetleri birer yıldız, birer lamba vazifesini gördüklerini gördüm. Herbir sünnet veya bir hadd-i şer’i, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre-miskal o sünnetlerden inhiraf ve udul ederse; şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır. Ve keza o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nail olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semaya çıkmak hamakatında bulunan firavun gibi bir firavun olur.» (M.N.77) (Bak: Akliyyun) (Aklın vazifesi, bak: 1552.p.)
190- Kur’anın pek çok yerlerinde zikredilen akıl hakkında âyetlerden birkaç not:
-Aklı, istidlal ve tefekküre teşvik eden âyetlerden bazıları: (2:164) (13:4) (30:24,28) (45:5)
-Aklını hüsn-ü istimal etmeyenlerin cezası: (10:100)
-Temsilat-ı Kur’aniyenin hikmetini, âlimler taakkul ederler: (29:43)
191-qqAKL-I EVVEL ÄÅ—~ ¬uT2 : Batıda Yeni Eflatuncu, doğuda Meşşaiye ve İşrakiye felsefelerine göre “İlk Akıl”, teselsül tabiri ile müessiriyetini iddia ettikleri sebeblerden birincisidir. Bunun neticesi, şirke gider. Güya, Akl-ı Evvel Allah’dan sudûr edip bundan ikinci akıl, ikincisinden üçüncü akıl.. ve böylece “Ukul-ü Aşere” dedikleri on akıl birbirinden türemiş diye tevehhüm ederek dalâlete gitmişlerdir. (Bak: Ta’til)
Halbuki «Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesinden ve düstur-u galiyesinden ¬f¬&~«Y²7~¬w«2 Ŭ~ ‡f²M«< « f¬&~«Y²7«~ yani “her birliği bulunan, yalnız birden sudûr edecektir. Madem herşeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek zatın icadıdır” diye olan, tevhidkarâne düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan y²X«2‡f²M«<«f¬&~«Y²7«~
f¬&~«Y²7~ Ŭ~ “Birden, bir sudûr eder” yani, “bir zattan, bizzat birtek sudûr edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudûr eder” diye Ganiyy-i Alel’ıtlak ve Kadir-i Mutlak’ı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite rububiyyette bir nevi şirket verip Halık-ı Zülcelale “Akl-ı Evvel” namında bir mahluku verip adeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-âlud ve dalâlet-pişe o felsefenin düsturu nerede?.. Hükemanın yüksek kısmı olan İşrakiyyun böyle haltetseler; Maddiyyun, Tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar haltedeceklerini kıyas edebilirsin.» (S.542) (Bak: 1819,1820.p.lar)
192-qqAKLİYYUN –Y[VT2 : Rasyonalistler. (Fr. Rationalistes) Herşeyin hakikatını akıl ile bulma iddisasında olan filozoflar. Başlıca iki kısma ayrılırlar: Bir kısmı yalnız akla dayanarak dine ve vahye tabi olmadan mevcudatı ve hâdisatı izah teşebbüslerinde bulunurken hakikatten uzaklaşan ve neticede metafizik felsefe bataklığında boğulup yarı yolda kalanlardır. Diğer kısmı ise Meşaiyyun gibi, Allah’a ve vahye imanı kabul etmekle beraber iman hakikatlarını akılla izahına ve isbatına çalışanlardır ki, beşerî akılla dinî hakikatları kendi Felsefî nazariyeleriyle izah etmek ve bunlarla bağdaştırmak teşebbüslerinde bulunurken bazı dinî ahkâm ve akideyi tevil yoluyla asliyetinden az çok uzaklaştırıp bunlara zarar verenlerdir. Akılcı felsefenin bazı yanıltıcı kaidelerine bağlılık neticesi, dince küfür sayılan düşüncelere ister istemez kapı açarlar. (Bak: Meşşaiye, İşrakiyye Felsefesi, Rasyonalizm) (B. Sami Sağbaş Felsefe Öğretmeni)
qqAKREBİYET }["h5~ : (Bak: Kurbiyet)
193-qqAKTAB _O5~ : Kutublar. Hak tarikatların reisleri, şahları. (Bak: Kutb-ul Aktab)
«Âlem-i İslâmda herbiri ümmetin ehemmiyetli bir kısmını daire-i dersine alıp hârika irşad ve kerametlerle manevi terakki ettiren ve hüccetler yerinde müşahedata, keşfiyata dayanan ve aktab denilen en derin ehl-i tahkik ve hakikat olan zatlar.» (Ş.628)
194-qqAKTAB-I ERBAA yQ"‡~ ¬_O5~ : Ehl-i sünnet âlimlerinin ekserisince kabul edilen dört büyük kutub olan zatlar şunlardır: Seyyid Abdülkadir-i Geylani, Seyyid Ahmed-i Bedevi, Seyyid Ahmed-i Rüfai, Seyyid İbrahim-i Desuki.
194/1-qqÂL Ä´~ : Arabca’da “serab, dağ, dağın çevresi, çadır direği” manasına geldiği gibi; kişinin kendisi, ailesi, taraftarları gibi manalara da gelir. Bazı lügaviyyun “rücu’ etmek, idare etmek” manalarına gelen “âle” fiilinden geldiğini söylerler. Bazıları da “ehl” kelimesinden geldiğini kabul ederler. (İslâm Ansiklopedisi, T.D.Vakfı, Âl maddesi’nden)
Âl kelimesi umumiyetle meşhur bir şahsın nesli, kabilesi, hanedanı veya temsil ettiği fikirler, ya da manevi şahsiyetine bağlı olanlar için kullanılan bir ıstılahtır. Âl kelimesi Kur’anda yalnız şahıs isimlerine muzaf olarak meydana getirdiği terkiblerde geçer. (Bak: El-Mu’cem-ul Müfehres li-elfaz-ı Kur’an-il Kerim Ú ²Ä´~ Û maddesi sh:97) Ayrıca âl-i beyt ile müteradif sayılabilen ehl-i beyt Kur’anda (11:73) (28:12) (33:33) âyetlerinde geçer. Âl kelimesi hadislerde de zikredilir. (Bak: El-Mu’cem-ul Müfehres li- elfaz-ıl Hadis-in Nebevî Ú ²Ä´~ Û maddesi sh:124)
194/2- Âl kelimesinin bir manası olan “çadır direği” mefhumundan teşbih yoluyla: Bir millet veya cemaatın yıkılıp yok olmasını önleyen, ayakta tutup devamlılığını sağlayan muhafız ve merkezî bir taife, itaat ve irtibat mercii bilhassa İslâm dünyasında âl-i beyt silsilesi ve müceddidler cemaatı diye anlamak; tarihî ve dinî hakikata mutabık gelmektedir.
Aynı şekilde âl, “rücu’ etmek” manasıyla ele alınırsa, hakka ve hidayete dönmek ve döndürmek manasıyla; nübüvvete ve o yolda yürüyen müceddidlere bir telmih sayılabilir. Ehl-i dalalet için ise yani, Âl-i Firavn ve muakibleri gibi menfi cereyan ifadelerinde ön ek olunca, hak ve hidayetten rücu etmelerine ima olabilir. “Serab”da ehl-i dalalete bakar. Yani onlar zahiren mutantan görünseler de, hakikatta hiçtirler. “Dağ ve çevresi” teşbihi de; dağ gibi merkezde sabit bir şahsın etrafındaki âli ile kazandığı ağırlığını ve onunla muhtemel ihtilafatı önleyip müvazeneyi temin ettiğini hayale getirir. Demek lügaviyyunun âl kelimesine verdiği muhtelif manaların hepsinde, letafetli bir hakikat payı vardır. (Bak: Âl-i Aba, Âl-i Beyt, Seyyid)
Bu meselenin en çok dikkat çekici ve ibretli noktası ise: Kur’anda Âl-i Musa (2:248), Âl-i Harun (2:248), Âl-i İbrahim ve Âl-i İmran (3:33), Âl-i Yakub (12:6) (19:6), Âl-i Lût (15:59,61) (27:56), Âl-i Davud (34:13) ifadeleriyle bildirilen ve bütün peygamberlere şamil manada düşünülmesi gereken bu hizbullah ve iman cereyanı karşısında Âl-i Fir’avn ve muakibleri bunlara zıd bir inkâr cereyanı olarak gösterilir. Yani Kur’an geçmiş ve gelecek zamanlara şamil (Bak: Kur’an 3:11, 8:52, 54) fir’avniyet cereyanları ile iman mücahidleri cereyanlarının mübarezelerini tasvir ederek, her asrın insanlarına dalaletten ve cereyanından nefret; hidayete ve cereyanına taraftarlık hissini telkin eder.
195-qqÂL-İ ABA š_A2 ¬Ä´~ : Hz. Peygamber’in (A.S.M.) kendisi ile beraber, kızı Hz. Fatıma Vâlidemiz, damadı ve amcazadesi Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den (R.A.) müteşekkil heyet “Hamse-i Âl-i Aba” da denilir. Hz. Peygamber’in (A.S.M.) giydiği abasını mezkur sahabe-i güzin hazeratının üzerine örterek hususi dua ettiğinden bu isimle anılmaları meşhurdur.
196- «Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, giydiği mübarek abasını, Hz. Ali (R.A.) ve Hazret-i Fatıma (R.A.) ve Hazret-i Hasan ve Hüseyn’in (R.A.) üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle;
(33:33) ~®h[¬Z²O«# ²v6«h¬±Z«O<«— ¬a²[«A²7~ «u²;«~ «j²%¬±h7~ vU²X«2 «`¬;²g[¬7 âyetiyle dua etmesinin esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmiyeceğiz. Yalnız vazife-i Risalete taalluk eden bir hikmeti şudur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, gayb-âşina ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle otuz kırk sene sonra Sahabeler ve tabiinler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abası altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş. Hazret-i Ali’yi (R.A.) ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyin’i (R.A.) taziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı (R.A.) tebrik etmek ve müsalaha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete âzim faidesini ilan etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tâhir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlisine lâyık olacaklarını ilan etmek için o dört şahsa kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanını bahşeden o abayı örtmüştür. Evet, çendan Hazret-i Ali (R.A.) halife-i bilhak idi. Fakat dökülen kanlar çok ehemliyetli olduğundan ümmet nazarında teb-riesi ve beraeti, vazife-i Risalet hasebiyle ehemmiyetli olduğundan, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, o suretle onu tebrie ediyor. Onu tenkid ve tahtie ve tadlil eden Haricileri ve Emevilerin mütecaviz tarafdarlarını sükûta davet ediyor. Evet Hâriciler ve Emevilerin müfrit tarafdarları Hazret-i Ali (R.A.) hakkındaki tefritleri ve tadlilleri ve Hazret-i Hüseyn’in (R.A.) gayet feci ciğersûz hâdisesiyle Şiaların ifratları ve bid’aları ve Şeyheyn’den teberrileri, ehl-i İslâma çok zararlı düşmüştür.
İşte bu aba ve dua ile Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Hz. Ali (R.A.) ve Hz. Hüseyn’i (R.A.) mes’uliyetten ve ittihamdan ve ümmetini onlar hakkında su-i zandan kurtardığı gibi, Hz. Hasan’ı (R.A.) yaptığı müsalaha ile ümmete ettiği iyiliğini vazife-i Risalet noktasında tebrik ediyor ve Hz. Fatıma’nın (R.A.) zürriyetinin nesl-i mübareki, âlem-i İslâmda Ehl-i Beyt ünvanını alarak âli bir şeref kazanacaklarını ve Hz. Fatıma;
(3:36) ¬v[¬%Åh7~ ¬–_«O²[ÅL7~ «w¬8 _«Z¬BÅ<¬±‡†«— «t¬" _«;g[¬2~|¬±9¬~«— diyen Hazret-i Meryem’in vâlidesi gibi zürriyetçe çok müşerref olacağını ilan ediyor.» (L.94)
197-qqÂL-İ BEYT a[" Ä´~ : Hz. Peygamber’in (A.S.M.) sülale-i tahiresinden yetişenler ve sünnet-i seniyyesinin menbaı ve muhafızı ve bihakkın sünnete ittiba ve onu idame ettirenler. Âl-i Resul, Âl-i Nebi, Âl-i Muhammed ve Ehl-i Beyt gibi tabirlerle de söylenir. (Bak: Âl, Âl-i Abâ, Aliyyülmurtaza, Cemaat, Eimme-i İsnâaşer, Hasan (R.A.), Hilafet, Seyyid)
İki atıf notu:
-Kaderin Âl-i Beyti siyasette muvaffak etmemesi, bak: 997.p.
-Teşehhüdde âl hakkındaki dua, bak: 3642.p.
«Bir kısım müçtehidler, ¬y¬A²E«.«— ¬y¬7´~ |«V«2«— duasında, seyyid olmayan fakat ehl-i takva bulunan, o duada dâhildir» demişlerdir. (Ş.414)
Bir atıf notu:
-Âl-i Beyte bağlılık, bak 2300.p.
198- Âl-i Beytin âlem-i İslâmda bir merkez-i manevi olmasının lüzumu ve bütün ümmetin Âl-i Beyte bağlanmasındaki hikmet hakkında Bediüzzaman Hazretleri şu izahatı veriyor:
«(42:23) |«"²hT²7~ |¬4 «?Å…«Y«W²7~ Ŭ~ âyetinin bir kavle göre mânâsı: “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, vazife-i Risaletin icrasına mukabil ücret istemez, yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.”
Eğer denilse: Bu mânâya göre karabet-i nesliye cihetinden gelen bir faide gözetilmiş görünüyor. Halbuki, (49:13) ²vU[«T²#«~ ¬yÁV7~ «f²X¬2 ²vU«8«h²6«~ Å–¬~ sırrına binaen karabet-i nesliyye değil, belki kurbiyet-i İlahiye noktasında vazife-i risalet cereyan ediyor?
Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, gayb-âşina nazarıyla görmüş ki: Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek âlem-i İslâm’ın bütün tabakatında kemâlat-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beytten çıkacak. Teşehhüddeki ümmetin “Âl” hakkındaki duası ki:
_«W«6 ¯fÅW«E8 _«9¬f¬±[«, ¬Ä³~|«V«2«— ¯fÅW«E8 _«9¬f¬±[«, |«V«2¬±u«. ÅvZ±V7«~
°f[¬D«8 °f[¬W«& «tUÅ9¬~ «v[¬;~«h²"¬~ ¬Ä³~|«V«2«— «v[¬;~«h²"¬~|«V«2 «a²[ÅV«.
dir.(*) Makbul olacağını keşfetmiş, yani nasılki Millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nurani rehberler Hazret-i İbrahim’in (A.S.) âlinden, neslinden olan Enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediye’de de (A.S.M.) vezaif-i azime-i İslâmiyet-te ve ekser turuk ve mesalikinde Enbiya-i Benî-İsrail gibi, Aktab-ı âl-i Beyt-i Mu-hammediyeyi (A.S.M.) görmüş. Onun için
(42:23) |«"²hT²7~|¬4 «?Å…«Y«W²7~ Ŭ~ ~®h²%«~ ¬y²[«V«2 ²vUV«\²,«~ « ²u5 demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikatı teyid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş:
“Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim. (14) Çünki: Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.”
199- İşte bu sırra binaendir ki: Kitab ve Sünnet’e ittiba ünvanıyla bu hakikat-i Hadisiyye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyeye ittibaı terkeden, hakiki Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakiki dost da olamaz.
Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlahî ile bilmiş ve İslâmiyet za’fa düşeceğini anlamış. O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-ı mütesanide lâzım ki, âlem-i İslâmın terakkiyat-ı maneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i İlahî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş. Evet Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünki İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî tarafdarlık; zaif ve şansız hatta haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatlı, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikata tarafdarlık; ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zat, hiç tarafdarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle Din-i İslâm lehinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî tarafdardır. Başkası ise kuvvetli bir bûrhan ile sonra iltizam eder.» (L.21) (T.T.ci: 3, sh:645’de 4. Bölüm, Ehl-i Beyt’in menakıbı hakkındadır.)
200-qqÂLEM v7_2 : Bütün cihan. Kâinat. *Dünya. *Her şey. *Cemaat. *Halk. Cemiyet. *Dehr. *Hususi hal ve keyfiyet. *Bir güneş ile ona tâbi olan ve etrafında devreden seyyarelerin teşkil ettiği daire.
«Cenab-ı Hak’tan gayrı mahlukata “âlem” denmesi, mucidi olan Zat-ı Ecelle ve A’lâ Hazretlerini bilmeğe delâlette vesile olduğuna mebnidir.» (Lügat-ı Remzi’den) (Bak: Kâinat)
«Sani-i Hakim-i Zülcelal’in hikmetiyle, kudretiyle, nasılki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, herbiri umum o vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor. Öyle de; bu insan-ı ekber olan kâinat dahi, mütedahil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler âlemleri ihtiva ediyor» (L.281)
«İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi manevi vücudlar da var. Elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ cennet âlemine kadar herbir âlemin, birer seması vardır.» (S.569)
Hem «Samanyolu denilen š_«WÅK7~ ? Åh«D«8 dan, tâ en yakın seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, herbir tabaka âlem-i Arzdan, tâ âlem-i berzaha, âlem-i misale, tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder.» (S.570)
«Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehriba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de ihtilalsız, müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler.» (M.N.138)
201- «Sual: «w[¬W«7_«Q²7~ Ç«‡ tâbir ve tefsirinde, “onsekiz bin âlem” demişler. O adedin hikmeti nedir?
Cevab: Ben şimdi o adedin hikmetini bilmiyorum; fakat bu kadar derim ki: Kur’an-ı Hakîm’in cümleleri birer mânâya münhasır değil, belki nev-i beşerin umum tabakatına hitab olduğu için, her tabakaya karşı birer mânâyı tazammun eden bir küllî hükmündedir. Beyan olunan mânâlar, o küllî kaidenin cüz’iyatları hükmündedirler. Herbir müfessir, herbir ârif, o küllîden bir cüz’ü zikrediyor. Ya keşfine, ya deliline veyahut meşrebine istinad edip, bir mânâyı tercih ediyor. İşte bunda dahi bir taife, o adede muvafık bir mânâ keşfetmiş. Mesela: Ehl-i velayetin ehemmiyetle virdlerinde zikr ü tekrar ettikleri
(55:19,20) ¬–_«[¬R²A«< « °„«ˆ²h«" _«WZ«X²[«" ¬–_«[¬T«B²V«< ¬w²<«h²E«A²7~ «‚«h«8
cümlesinde; daire-i vücub ile daire-i imkândaki bahr-i rububiyet ve bahr-i ubudiyetten tut, tâ dünya va âhiret bahirlerine, tâ âlem-i gayb ve âlem-i şehadet bahirlerine, tâ şark ve garb, şimal ve cenubdaki bahr-i muhitlerine, tâ bahr-i Rum ve Fars bahrine, tâ Akdeniz ve Karadeniz ve Boğazına -ki mercan denilen balık ondan çıkıyor-, tâ Akdeniz ve Bahr-i Ahmer’e ve Süveyş Kanalına, tâ tatlı ve tuzlu sular denizlerine, tâ toprak tabakası altındaki tatlı ve müteferrik su denizleriyle, üstündeki tuzlu ve muttasıl denizlerine, tâ Nil ve Dicle ve Fırat gibi büyük ırmaklar denilen küçük tatlı denizler ile onların karıştığı tuzlu büyük denizlerine kadar, mânâsındaki cüz’iyatları var. Bunlar umumen murad ve maksud olabilir ve onun hakiki ve mecazi mânâlarıdır. İşte onun gibi, «w[¬W«7_«Q²7~ ¬±«‡ ¬yÅV¬7 f²W«E²7«~ dahi pek çok hakaikı cami’dir. Ehl-i keşf ve hakikat, keşiflerine göre ayrı ayrı beyan ederler.
Ben de böyle fehmederim ki: Semavatta binler âlem var; yıldızların bir kısmı herbiri birer âlem olabilir. Yerde de herbir cins mahlukat, birer âlemdir. Hatta her bir insan dahi, küçük bir âlemdir. «w[¬W«7_«Q²7~ Ç«‡ tabiri ise, “Doğrudan doğruya her âlem, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir” demektir.» (M.328)
Dostları ilə paylaş: |