119-qqÂDİYAT _<…_2 : Gerek cemiyet ve beşer hayatında, gerek fıtrat âleminde her vakit devam edip alışılan şeyler. Her zaman meydana gelen hârikulade ve birer mucize-i kudret olmakla beraber, insanlarca alışılmış olduğundan ülfetle kıymeti bilinmeyen hâdiseler. Kıymetsiz şeylere de âdiyat denir. (Bak: Âdetullah)
Âdiyat ve ülfet perdesini daha iyi anlıyabilmek için mucize hakikatının nazara alınması lâzımdır. Mucize, insanlarca yapılması mümkün olmıyan, ancak Kudret-i İlahiye ile vücuda gelen şey, demektir. Buna göre bir ağacın manevi proğramını tazammun eden çekirdek, iktidar-ı beşerle yapılamaz; o halde çekirdek bir mucizedir. Bir âlemi içine alan hurdebinî (mikroskobik) bir canlı, bir mikroorganizma yapılamaz. O halde bunlar da birer mucizedir, ilâahir... Fakat bunlar âdet perdelerine sarılı olduklarından zahiren mesturdurlar. Yani hakikatta ve ulü-l ebsar nazarında açık; gözleri perde-i ülfetle muhtecibler için örtülü mu’cizelerdir. Amma lisan-ı Şeriatta mu’cize: Esbab ve kavanin-i kevniyenin üstünde bizzat Kudret-i İlahiyenin eseridir. Bir misal olarak nazara alalım ki: tavuklar, tavuk ağacı denen ve dallarından tomurcuklaşıp kabaran ve sonra da çatlayıp civciv çıkaran bir ağaçtan olsalardı; insanlar için bu tarz, âdiyattan olacaktır. Bu esnada kazara bir civciv, yumurtadan çıkıverse bütün gazeteler, radyo ve televizyonlar âdiyat harici olan bu hâdise için istiğrab vaveylasını basacaklardı. Amma bugün bunca yumurta ve civciv dünyası için böyle bir taaccüb yok. Bütün enva’ bu kıyasla düşünülsün ki, aslında herşey birer mu’cize olduğu anlaşılsın.
İşte sebebli ve sebebsiz bütün âsâr-ı İlahiye umumi mânâda mu’cizedirler. Fakat sebebsiz yani bizzat Kudret-i İlahiye ile olan mu’cizelerle, avam imana davet edildi. Bu da merhamet-i İlahiyenin iktizasıydı. Diğer taraftan da Kur’an bütün insanlara kâinattaki bütün masnuat mucizelerini tekraren nazara arzetmekte ve âdiyat perdesini yırtmak ve hakikatı göstermek için tefekküre davet etmektedir. (Bak: Tefekkür)
Atıf notları:
-Hakikatta her mahluk mu’cizedir, bak: 2493/1.p.
-Üzüm ve arı gibi mu’cizat-ı kudret olan eserlere ülfetten dolayı ehemmiyet vermeyip, şaz hâdiseleri merak etmek gafleti, bak: 2346.p.
120- qqAFAKÎ |5_4³~ : Kâinat ve içindeki hâdiselere ait. Nefsin haricindeki âleme dair. *Kıymetsiz sözler ve meseleler. (Enfüsînin zıddı, Fr. Objektif) (Bak: Tefekkür)
121- Maddi ve tecrübî ilimler; mevzularını tahkikde, âfakî usulü tercih ederler. İmanda tahkik hem âfakî hem de enfüsîdir.
«Nasılki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve âfakî ile marifet-i İlahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itmi’nanlı yolunu enfüsîde, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar; aynen öyle de: Yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok âlî ve kıymetli olan iman ve tasdikde, iki cadde ile hareket etmişler:
Biri: Kitab-ı kâinatı mütalaa ile, “Âyet-ül-Kübra” ve “Hizb-ün-Nuriye” ve “Hülasat-ül-Hülasa” gibi âfaka bakmaktır. Diğeri: Ve en kuvvetli ve hakkalyakîn derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece şuhudî olan hakikat-ı insaniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütalaa ile, imanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır.» (E.L.I.146) (Bak: Tefekkür) (Tarikatta âfakî ve enfüsî meşrebi, bak: 3672.p.)
122- Bu mevzuda Kur’an âfakî ve enfüsî delillere beraber baktırır. Her iki tarafa dikkatleri celbeder. Ve tahkik ve tefekküre davet eder. Ezcümle, Kur’an
«Mabudun vücuduna dair olan delilleri iki kısma ayırmıştır:
Birisi: Hariçten alınan delillerdir ki, buna âfakî denilir.
İkincisi: İnsanların nefislerinden alınan bürhanlardır. Buna enfüsî tesmiye edilir. Enfüsî olan kısmını da, biri nefsî diğeri usulî olmak üzere iki kısma taksim etmiştir. Demek, Mabudun vücuduna üç türlü delil vardır: âfakî, nefsî, usulî.
Evvela, en zahir ve en yakın olan nefsî delile (2:21) ²vU«T«V«' >¬gÅ7«~ cümlesiyle, usulî delile de ²vU¬V²A«5 ²w¬8 «w<¬gÅ7~«— cümlesiyle işaret edilmiştir.» (İ.İ.94)
« ®š_«X¬" «š_«WÅK7~«— (2:23) cümlesiyle, Sani’in vücuduna olan âfakî delillerden en basit ve en yükseğine işaret edilmiştir.» (İ.İ.95)
123- Kur’an (41:53) âyetinde geçen (âfâk) kelimesi, mevzumuzla da alâkalı olup çok manidardır. Bu âyetin mânâ-yı küllîsinden bir cüz’ü olarak ve “Zaman ilerledikçe Kur’an gençleşir” hakikatine binaen anlaşılıyor ki; hakiki ilimlerin ve bilhassa tahkikî iman ilminin inkişafiyle âfakî ve enfüsî deliller tam tebeyyün etmekle hak ve hakikat vuzuhuyla ortaya çıkacaktır. (Bak: 1898.p.)
124- Âfakîliğin izah edilen müsbet mânâsından ayrı olarak, bir de menfi mânâsı vardır ki o da, insanlara gaflet veren içtimaî boğuşmalar ve mes’eleler ve kâinatta kesret âlemidir. İnsan şu kısa ömrünü kıymetsiz şeylerle meşgul etmemesi için isabetli tercihler yapmak mecburiyetindedir. Şöyle ki:
125- «Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev-i beşer dairesinden tut.. tâ zihayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfakî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.» (Ş.202) (Bak: Merak) (3239.p. aynı mevzuyla alâkalıdır.)
«Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i cam-ı aşk olan Mevlana Cami, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için bak ne güzel söylemiş:
²>Y6|¬U«< ²–~«…|¬U«< ²w[¬"|¬U«< ²>Y%|¬U«< ²–~Y«'|¬U«< ²˜~Y«'|¬U«< demiştir. (*)
1- Yani: Yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor.
2- Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.
3- Biri taleb et; başkaları lâyık değiller.
4- Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.
5- Biri bil; marifetine yardım etmiyen başka bilmekler faidesizdir.
6- Biri söyle; Ona ait olmıyan sözler, mâlayani sayılabilir.
²(xA²Q«W²7!«x; ²(xM²T«W²7!«x; ²²ÆxA²E«W²7!«x; ²ÆxV²O«W²7!«x;öÞ]¬8@«%ö²›«!ö«a²5«G«.ö²v«Q«9
Evet Cami pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki maksud, hakiki mabud yalnız O’dur..» (S.217)
126-qqAVF YS2 : Bağışlamak, kusur ve günahı affetmek. (Bak: Fetret, İstiğfar, Tevbe)
Afv ve müsamaha, şahsî ve umumî haklara göre değerlendirilir. Şahsî haklarda afv ve müsamaha güzel karşılanırken; umumî haklarda afv, zalime yardım mânâsında vasıflanır. Ezcümle: «Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenabane affetmesi ve birtek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevi ve maddi hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i ammenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. (Bak: 4074.p.)
Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var; yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse, eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlicenabane afvetmek ise yalnız kendine karşı cinayetini afv edebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur...» (K.L.25)
İki atıf notu:
-Şerrin lehinde fiilî dua meselesi, bak: 704-707.p.lar.
-Dünyada idlal eden ve edilenlerin mes’uliyetleri, bak: 2368.p.
«Ferd mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maal-gayr olsa hıyanettir, amel-i talihtir.» (M.477)
Demek ki hukuk-u âmmeye ve ahkâm-ı diniyeye taalluk eden suç veya haklarda müsamaha ve afv olamaz.
Dünyayı âhirete tercih edenlerin, Berat gecesindeki mağfiret liyakatını kaybetmeleri, bak: 3591.p.
127- Zalimlerin zulmü hukukta affedilmediği gibi, itikadiyatta da küfür cinayetinin affedilmiyeceği şöyle izah ediliyor: «Nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zalimi afvetmek ve canavarı serbest bırakmak bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer biçarelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de: Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem esma-i İlahiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz; hem o esmaya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzib ile hukuklarına tecavüz ve mahlukatın o esmaya karşı tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki afva kabiliyeti kalmaz.» (Ş.230)
İki atıf notu:
-Fâsık-ı mütecahirin affolunmaması, bak: 907.p.sonu
-Kâfirlerin tahfif-i azabı ve affolunmamaları, bak: p.500, 2161, 2167, 2716.
128- Mü’minin afv-ı İlahiyeye liyakatı meselesine gelince: Bu hususta günahlardan vicdanen nedamet ve manevi istiğfara erişmek en önemli noktadır. Halbuki insî ve cinnî şeytanların dehşetli desiseleri vardır. Ezcümle:
«Şeytanın mühim bir desisesi; insana kusurunu itiraf ettirmemektir. Ta ki istiğfar ve istiaze yolunu kapasın Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, ta ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin. Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez, görse de yüz tevil ile tevil ettirir. °}«V[¬V«6 ¯`²[«2 ¬±u6 ²w«2 _«/¬±h7~ w²[«2«— sırrıyla nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için, itiraf etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hz. Yusuf Aleyhisselam gibi bir peygamber-i âlişan, |¬±«"«‡ «v¬&«‡¶_«8 Ŭ~ ¬šYÇK7_¬" ?«‡Å_8« «j²SÅX7~ Å–¬~ |¬K²S«9 š¬±h«"~ _«8«— (12:53) dediği halde, nasıl nefse itimad edebilir. Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden istiğfar eder, istiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, afva müstehak olur.» (L.88) (Sahabelerin mağfiret olunması, bak: 3203.p.)
129- «İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler. Habuki: Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehak-tır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzım-dır. Halbuki: İnsan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zatın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahla-ra girer. Nasıl, bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de: İnsan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur, mü’min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.» (L.88)
Halbuki mezkûr ölçüler çerçevesinde ve şahsî haklarda afv edici olmak gerektir. Ve müteaddid âyetlerde afv edicilik tavsiye edilir. Ezcümle (3:134,159) (7:199) (42:40) âyetleri örnek verilebilir. (T.T.5.cilt 97. sahifede sabır ve afv hakkında bölüm vardır.)
Atıf notları:
-Afv-ı İlahînin şükrünü arttırmak için kişiye Cehennem’deki yeri gösterilmesi, bak: 507.p.
-Allah’ın afvı fazldır, bak: 2255/1.p.
-Günahtan nedametle afva lâyık olmak, bak: 509/4, 509/5.p.lar.
-İslâmlar içinde çıkan deccalı tekzib edenlerin günahları afv olunacağı rivayeti. Bak:651.p. sonu
-Deccalı tekzib edenlerin günahları afv olunur. (Bak: 651.p.sonu)
-Peygamberimiz’in şefaatinden istifade edenler, bak: 3503.p.
-Bediüzzaman’ın zulmedenlere dahi beddua etmeyip şahsî hakkını feda etmesi, bak: 3264-3266.p.lar.
-Afv edicilik vasfının kuvveden fiile çıkması, bak: 3182.p.
130- Bir Hadis-i Şerifte şöyle buyuruluyor: _«S«2 «‡«f«5 ~«†¬~ v<¬h«U²7«~
Yani, “Kerim olan zat, kadir olunca affeder, intikama kalkışmaz.”(6)
Seyyiatın örtülüp afvedilmesi hakkında âyetlerden birkaç not:
-Sadaka verenlerin bir kısım seyyiatları örtülür: (2:271)
-Din uğrunda hicret eden, eziyet çeken ve şehid olanların seyyiatları örtülür ve afvedilir: (3:195)
-Kebairden içtinab edenin seyyiatı örtülür: (4:31)
-Namazı ikame, zekatı vermek, resullere iman ve onları düşmanlara karşı müdafaa etmek ve Allah’a karz-ı hasen (din yolunda harcama) vesilesiyle seyyiatın örtülmesi: (5:12)
-Ehl-i kitab iman edip Allah’tan ittika etseler, seyyiatları örtülür: (5:65)
-Takva ehline bir feraset-i maneviye verilir ve seyyiatı örtülür: (8:29)
-İman edip amel-i salih işleyenlerin seyyiatı örtülür: (29:7) (47:2) (64:9)
-Doğruyu getiren ve onu tasdik edenlerin en kötü amelleri örtülür: (39:33,35)
-Müttakilerin seyyiatı örtülür: (65:5)
-Tevbe-i nasuh edenin seyyiatı örtülür: (66:8)
-Haktan i’raz edenlere karşı (müsbet hareket makamında) afv ve müsamaha tavrı: (5:13)
-İhlaslı kulların afvedilmesi, bak: 1522. p. da âyet notu
-Günah ve Kısas maddelerinin sonundaki âyet notlarına da bakınız.
131-qqÂHİRET ?h'´~ : Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedî âlem. Âhiret, kıyamet koptuktan sonra, bütün varlıkların ve insanların devamlı kalacakları yerdir. Orada ölüm yoktur, hayat sonsuzdur, dinin emirlerine bağlı olanlar için Cennet; dine bağlı olmayanlar için de Cehennem vardır. Âhirete inanmayan insan müslüman olamaz; Kur’an ve Peygamber’i inkâr etmiş olur. İnsan ölüp toprak olduktan sonra onu kim diriltecek, diyenlere Kur’anın pek çok cevablarından biri mealen şudur: “Onu bidayeten kim yarattı ise, öldükten sonra da yine O diriltecek.” (36:79) (Bak: Âlem-i Berzah, Cehennem, Cennet, Haşr, Kıyamet, Sırat Köprüsü) (Âhirette herkesin hayat safahatını göreceği meselesi için bak: 1123.p.)
132- Âhiretin esbab-ı tagayyürü olmayan bir istikrar âlemi yani dar-ül karar olduğunu beyan ve işaret eden âyetlerden birkaçı:
-Âhirette Cehennem’in kötü bir karargâh olduğu: (14:29) (25:66) (38:60)
-Âhirette Cennet’in güzel ve istikrarlı bir karargâh olduğu: (25:24,76) (40:39)
-Karargâh ve istikrariyet ancak kayyumiyet-i İlahiye ile olur ve ona iltica edilir: (75:12) (Selâmet-i tamme ancak Cennet’tedir, bak: 3326.p.)
133-qqÂHİRZAMAN –_8ˆh'´~ : Dünyanın son zamanı ve son devresi. Dünya hayatının kıyamete yakın son devresi ki, çeşit çeşit kötülüklerin ve fitnelerin çoğaldığı zamandır. (Bak: Fitne)
134-qqAHLÂK »Ÿ'~ : (Hulk. c.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tutum ve tavrı. İnsanın doğuştan olan veya sonradan kazandığı zihnî veya ruhî halleri ve bu hallerinden doğan iyi veya kötü tavır ve hareketleri.
Filozoflar hangi hareketlerin iyi, hangilerinin kötü olduğu ve insanın neden ahlâk kaidelerine uyması gerektiği mevzuunda ortak bir fikre varamadılar. Kimi menfaatı, kimi hazzı, kimi saadeti, kimi de vazifeyi ahlâkın temeli saydı. İslâm âhlakı ise âhlakın temeli olarak, Allah’ın emrine uygunluğu şart koşmuş ve gaye olarak da Allah rızasını kazanmayı esas almıştır. Böylece insanı şahsî veya içtimaî bencillikten kurtarmıştır. Ahlâkı da, cemiyetten cemiyete ve zamanla değişen keyfî ve tesadüfî kaideler yığını olmaktan çıkarıp, Allah’ın emirlerine uygunluğu esas almakla birlik ve beraberliği ve devamlılığı sağlamıştır. (Bak: Âdab, Afv, Enaniyet, Kemalat, Lisan-ı Hal, Münakaşa, Nefs-i Emmare, Riya, Sıdk, Vicdaniyat) (Ahlâkta nisbî durumlar, bak: 241.p.)
135- İslâmiyet nazarında iman ve amel, nazariyat ve tatbikat bir bütün teşkil eder. Ahlâkta da durum aynıdır. Yani ahlâk-ı İslâmiye fiilen yaşanmalıdır. Bunun en bariz örneği, Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.)’dır.
«Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Hakîm’de (68:4) ¯v[¬P«2 ¯sV' |«V«Q«7 «tÅ9¬~«— ferman eder. Rivayat-ı sahiha ile Hazret-i Aişe-i Sıddîka (R.A.) gibi sahabe-i güzin, Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâmı tarif ettikleri zaman “Hulukuhu-l-Kur’an” diye tarif ediyorlardı. Yani, “Kur’anın beyan ettiği mehasin-i ahlâkın misali, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dır. Ve o mehasini en ziyade imtisal eden ve fıtraten o mehasin üstünde yaratılan odur.» (L.59)
Bir rivayette “Kişide iyi hal; libas güzelliği değil, vakar ve ciddiyettir.” buyurulur. (R.E. sh.362)
136- «Malumdur ki, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi; hasis, alçak şeylere tenezzül etmeğe müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet melaike, uluvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliye; kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet yalnız şecaatla iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem’eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?
137- Hülasa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm kendi kendine güneş gibi bir bürhandır. Ve keza, o zatın (A.S.M.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o zatın yaradılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı; behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemâl-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza yaş kırka baliğ olduğunda iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, (Bak:1591. p) daha terki mümkün olmaz. Bu zatın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezbettiren, o zatın (A.S.M.) evvel ve âhir herkesçe malum olan sıdk ve emaneti idi. Demek o zatın (A.S.M.) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur.» (İ.İ. 107)
Bir atıf notu:
(Seciyeleşen) ahlâkın değişmeyeceği, bak: R.E. Ci:1 sh:50/12
138- «İşte böyle bir zatın ef’al, ahval, akval ve harekâtının her birisi, nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman eden ve ümmetinden olan gafillerin (sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.» (L.60)
139- «Hadsiz salat ve selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa (A.S.M.) üzerine olsun ki, demiş: ¬»«Ÿ²'«²~ «•¬‡_«U«8 «v¬±W«#¬ a²\¬% (7) Yani; benim insanlara Cenab-ı Hak tarafından bi’setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır.» (H.Ş.18)
Bir atıf notu:
-Peygamberimiz’de A.S.M ahlâk-ı âliyenin hepsi derece-i kemâlde cem olmuştur, bak: 2579.p.
140- Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) ‘ın yüksek ahlâkının en yüksek in’ikası, sahabelerde görülmüştür. Çünki:
«Asr-ı Saadet’te hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekavet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süfli maskaraları tevlid ettiğinden, secaya-yı âliye ve hubb-u maaliye meftun olan sahabelerin, zehr-i katilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihidir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm gibi nurani meyveler gösteren; sıdk ve hakka ve imana en nafi’ bir tiryak, en kıymetdar bir elmas gibi, o fıtratları safiye ve seciyeleri samiye olan sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letaifleriyle, onlara müşteri ve müştak olması zaruridir. Halbuki o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala omuz omuza geldi. Bir dükkânda ikisi beraber satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müdhiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, sahabenin adalet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine, takvalarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin.» (S.490) (Bak: Asr-ı Saadet)
141- İnsanların ahlâkı üzerinde Resulullah’ın (A.S.M.) yaptığı inkılab, nübüvvetine bir delildir. Zira ahlâkın hakikatı, vicdanî ve ihtiyarî kabullenmeye dayanır. Yoksa «tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı ammeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat te’siri cüz’idir, sathidir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadiyle kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi te’sis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-i hakikattan muktebes hârikulâde bir mu’cizedir.
Evet, Asr-ı Saadet’ten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Asr-ı Saadet’te İslâmiyet’in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılab hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?» (İ.İ.109)
142- «Tarih bize gösteriyor ki; en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı âliyeyi, Ceziret-ül Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim için inkişaf ettirmek hârikulâde değil midir? Evet, şems-i hakikatın ziyasındandır. Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziret-ül Arab’ı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziret-ül Arab’a git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihab et, beraber götür. Onlar da orada ahlâkın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî’nin o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilayı, senin o feylesofların şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o zatın yaptığı o cila; İlahî, sabit, layetegayyer bir ciladır ve onun büyük mu’cizelerinden biridir.» (İ.İ.110)
Dostları ilə paylaş: |