İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə6/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   169

119-qqÂDİYAT €_<…_2 : Gerek cemiyet ve beşer hayatında, gerek fıt­rat âleminde her vakit devam edip alışılan şeyler. Her zaman meydana gelen hârikulade ve birer mucize-i kudret olmakla beraber, insanlarca alışılmış ol­duğundan ülfetle kıy­meti bilin­meyen hâdiseler. Kıymetsiz şeylere de âdiyat denir. (Bak: Âdetullah)

Âdiyat ve ülfet perdesini daha iyi anlıyabilmek için mucize hakikatının na­zara alınması lâzımdır. Mucize, insanlarca yapılması mümkün olmıyan, an­cak Kudret-i İlahiye ile vücuda gelen şey, demektir. Buna göre bir ağacın manevi proğramını ta­zammun eden çekirdek, iktidar-ı beşerle yapılamaz; o halde çekir­dek bir mucizedir. Bir âlemi içine alan hurdebinî (mikroskobik) bir canlı, bir mikroorganizma yapıla­maz. O halde bunlar da birer mucizedir, ilâahir... Fakat bunlar âdet perdelerine sa­rılı olduklarından zahiren mestur­durlar. Yani hakikatta ve ulü-l ebsar nazarında açık; gözleri perde-i ülfetle muhtecibler için örtülü mu’cizelerdir. Amma lisan-ı Şe­riatta mu’cize: Esbab ve kavanin-i kevniyenin üstünde bizzat Kudret-i İlahiyenin eseridir. Bir mi­sal olarak nazara alalım ki: tavuklar, tavuk ağacı denen ve dallarından tomur­cuklaşıp kabaran ve sonra da çatlayıp civciv çıkaran bir ağaçtan olsalardı; in­sanlar için bu tarz, âdiyattan ola­caktır. Bu esnada kazara bir civciv, yumurta­dan çı­kıverse bütün gazeteler, radyo ve televizyonlar âdiyat harici olan bu hâdise için istiğrab vaveylasını basacak­lardı. Amma bugün bunca yumurta ve civciv dünyası için böyle bir taaccüb yok. Bütün enva’ bu kıyasla düşünülsün ki, aslında herşey bi­rer mu’cize olduğu an­laşılsın.

İşte sebebli ve sebebsiz bütün âsâr-ı İlahiye umumi mânâda mu’cizedirler. Fa­kat sebebsiz yani bizzat Kudret-i İlahiye ile olan mu’cizelerle, avam imana davet edildi. Bu da merhamet-i İlahiyenin iktiza­sıydı. Diğer taraftan da Kur’an bütün in­sanlara kâinattaki bütün masnuat mucizelerini tekraren nazara arzetmekte ve âdiyat perdesini yırtmak ve hakikatı göstermek için tefekküre da­vet etmektedir. (Bak: Te­fekkür)

Atıf notları:

-Hakikatta her mahluk mu’cizedir, bak: 2493/1.p.

-Üzüm ve arı gibi mu’cizat-ı kudret olan eserlere ülfetten dolayı ehemmiyet vermeyip, şaz hâdiseleri merak etmek gafleti, bak: 2346.p.

120- qqAFAKÎ |5_4³~ : Kâinat ve içindeki hâdiselere ait. Nefsin hari­cindeki âleme dair. *Kıymetsiz sözler ve meseleler. (Enfüsînin zıddı, Fr. Objektif) (Bak: Te­fekkür)

121- Maddi ve tecrübî ilimler; mevzularını tahkikde, âfakî usulü tercih ederler. İmanda tahkik hem âfakî hem de enfüsîdir.

«Nasılki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve âfakî ile marifet-i İlahiyede iki yol ile git­mişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itmi’nanlı yolunu enfüsîde, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar; aynen öyle de: Yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok âlî ve kıymetli olan iman ve tasdikde, iki cadde ile hareket etmişler:

Biri: Kitab-ı kâinatı mütalaa ile, “Âyet-ül-Kübra” ve “Hizb-ün-Nuriye” ve “Hülasat-ül-Hülasa” gibi âfaka bakmaktır. Diğeri: Ve en kuvvetli ve hakkalyakîn derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece şuhudî olan hakikat-ı in­sa­niye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mü­ta­laa ile, imanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır.» (E.L.I.146) (Bak: Tefekkür) (Tarikatta âfakî ve enfüsî meşrebi, bak: 3672.p.)

122- Bu mevzuda Kur’an âfakî ve enfüsî delillere beraber baktırır. Her iki tarafa dikkatleri celbeder. Ve tahkik ve tefekküre davet eder. Ezcümle, Kur’an

«Mabudun vücuduna dair olan delilleri iki kısma ayırmıştır:

Birisi: Hariçten alınan delillerdir ki, buna âfakî denilir.

İkincisi: İnsanların nefislerinden alınan bürhanlardır. Buna enfüsî tes­miye edilir. Enfüsî olan kısmını da, biri nefsî diğeri usulî olmak üzere iki kısma tak­sim etmiştir. Demek, Mabudun vücuduna üç türlü delil vardır: âfakî, nefsî, usulî.

Evvela, en zahir ve en yakın olan nefsî delile (2:21) ²v­U«T«V«' >¬gÅ7«~ cümle­siyle, usulî delile de ²v­U¬V²A«5 ²w¬8 «w<¬gÅ7~«— cümlesiyle işaret edilmiştir.» (İ.İ.94)

« ®š_«X¬" «š_«WÅK7~«— (2:23) cümlesiyle, Sani’in vücuduna olan âfakî delillerden en ba­sit ve en yükseğine işaret edilmiştir.» (İ.İ.95)



123- Kur’an (41:53) âyetinde geçen (âfâk) kelimesi, mevzumuzla da alâ­kalı olup çok manidardır. Bu âyetin mânâ-yı küllîsinden bir cüz’ü olarak ve “Zaman ilerle­dikçe Kur’an gençleşir” hakikatine binaen anlaşılıyor ki; hakiki ilimlerin ve bilhassa tahkikî iman ilminin inkişafiyle âfakî ve enfüsî deliller tam tebeyyün etmekle hak ve hakikat vuzuhuyla ortaya çıkacaktır. (Bak: 1898.p.)

124- Âfakîliğin izah edilen müsbet mânâsından ayrı olarak, bir de menfi mânâsı vardır ki o da, insanlara gaflet veren içtimaî boğuşmalar ve mes’eleler ve kâinatta kesret âlemidir. İnsan şu kısa ömrünü kıymetsiz şeylerle meşgul et­memesi için isa­betli tercihler yapmak mecburiyetindedir. Şöyle ki:

125- «Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dai­resinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dai­resinden ve Küre-i Arz ve nev-i beşer dairesinden tut.. tâ zihayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulu­nabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dai­rede en küçük ve muvakkat, arasıra va­zife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve bü­yüklük makûsen mütenasib- va­zifeler bulunabilir. Fakat bü­yük dairenin cazibedar­lığı cihetiyle küçük daire­deki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfakî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.» (Ş.202) (Bak: Merak) (3239.p. aynı mevzuyla alâkalıdır.)

«Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i cam-ı aşk olan Mevlana Cami, kes­retten vahdete yüzleri çevirmek için bak ne güzel söylemiş:

²>Y­6|¬U«< ²–~«…|¬U«< ²w[¬"|¬U«< ²>Y­%|¬U«< ²–~Y«'|¬U«< ²˜~Y«'|¬U«< de­miştir. (*)

1- Yani: Yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor.

2- Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.

3- Biri taleb et; başkaları lâyık değiller.

4- Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanı­yorlar.

5- Biri bil; marifetine yardım etmiyen başka bilmekler faidesizdir.

6- Biri söyle; Ona ait olmıyan sözler, mâlayani sayılabilir.

²(x­A²Q«W²7!«x­; ²(x­M²T«W²7!«x­; ²²Æx­A²E«W²7!«x­; ²Æx­V²O«W²7!«x­;öÞ]¬8@«%ö²›«!ö«a²5«G«.ö²v«Q«9

Evet Cami pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki maksud, hakiki mabud yalnız O’dur..» (S.217)

126-qqAVF YS2 : Bağışlamak, kusur ve günahı affetmek. (Bak: Fetret, İs­tiğfar, Tevbe)

Afv ve müsamaha, şahsî ve umumî haklara göre değerlendirilir. Şahsî hak­larda afv ve müsamaha güzel karşılanırken; umumî haklarda afv, zalime yardım mânâ­sında vasıflanır. Ezcümle: «Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderun­luğu ve deh­şetli cânileri de âlicenabane affetmesi ve birtek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevi ve maddi hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i am­menin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. (Bak: 4074.p.)

Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde yalnız zaruret-i kat’iye su­re­tinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var; yoksa kü­çük bir ihti­yaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse, eblehane bir ce­halet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlicenabane afvetmek ise yalnız kendine karşı cinayetini afv edebilir. Kendi hakkından vaz­geçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cani­lere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur...» (K.L.25)

İki atıf notu:

-Şerrin lehinde fiilî dua meselesi, bak: 704-707.p.lar.

-Dünyada idlal eden ve edilenlerin mes’uliyetleri, bak: 2368.p.

«Ferd mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; müte­kellim-i maal-gayr olsa hıyanettir, amel-i talihtir.» (M.477)

Demek ki hukuk-u âmmeye ve ahkâm-ı diniyeye taalluk eden suç veya haklarda müsamaha ve afv olamaz.

Dünyayı âhirete tercih edenlerin, Berat gecesindeki mağfiret liyakatını kay­bet­meleri, bak: 3591.p.



127- Zalimlerin zulmü hukukta affedilmediği gibi, itikadiyatta da küfür ci­naye­tinin affedilmiyeceği şöyle izah ediliyor: «Nasıl bin masumların huku­kunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçala­yan bir ca­navarı öldür­mek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o za­limi afvetmek ve canavarı ser­best bırakmak bir tek yolsuz merhamete mu­kabil yüzer biçarelere yüzer merhamet­sizliktir. Aynen öyle de: Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küf­rüyle hem esma-i İlahiyenin hu­kukuna inkâr ile tecavüz; hem o esmaya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzib ile hukuklarına tecavüz ve mahlukatın o es­maya karşı tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz ve kâi­natın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zu­lümdür ki afva kabili­yeti kalmaz.» (Ş.230)

İki atıf notu:

-Fâsık-ı mütecahirin affolunmaması, bak: 907.p.sonu

-Kâfirlerin tahfif-i azabı ve affolunmamaları, bak: p.500, 2161, 2167, 2716.

128- Mü’minin afv-ı İlahiyeye liyakatı meselesine gelince: Bu hususta gü­nahlar­dan vicdanen nedamet ve manevi istiğfara erişmek en önemli nokta­dır. Halbuki insî ve cinnî şeytanların dehşetli desiseleri vardır. Ezcümle:

«Şeytanın mühim bir desisesi; insana kusurunu itiraf ettirmemektir. Ta ki istiğ­far ve istiaze yolunu kapasın Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, ta ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin. Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez, görse de yüz tevil ile tevil ettirir. °}«V[¬V«6 ¯`²[«2 ¬±u­6 ²w«2 _«/¬±h7~ ­w²[«2«— sırrıyla nefsine na­zar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için, itiraf et­mez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hz. Yusuf Aleyhisselam gibi bir pey­gamber-i âlişan, |¬±«"«‡ «v¬&«‡¶_«8 ެ~ ¬šYÇK7_¬" ­?«‡Å_8«ž «j²SÅX7~ Å–¬~ |¬K²S«9 ­š¬±h«"­~ _«8«— (12:53) dediği halde, nasıl nefse itimad edebilir. Nefsini ittiham eden, kusu­runu görür. Kusurunu iti­raf eden istiğfar eder, istiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şer­rinden kurtu­lur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusu­runu itiraf etmemek, büyük bir noksanlık­tır. Ve kusurunu görse, o kusur kusur­luktan çı­kar. İtiraf etse, afva müstehak olur.» (L.88) (Sa­habelerin mağfiret olunması, bak: 3203.p.)



129- «İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desi­se­sini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler. Habuki: Cenab-ı Hak ha­şirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı za­man, hase­natı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın es­babı çok ve vücudları kolay ol­duğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o ada­let-i İlahiye noktasında mua­mele ge­rektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten zi­yade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehak-tır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bak­mak lâzım-dır. Halbuki: İnsan, fıtra­tındaki zu­lüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zatın yüz hasenatını bir tek seyyie yü­zünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahla-ra girer. Nasıl, bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, gös­termez. Öyle de: İn­san garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur, mü’min kardeşine adavet eder, in­sanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.» (L.88)

Halbuki mezkûr ölçüler çerçevesinde ve şahsî haklarda afv edici olmak ge­rektir. Ve müteaddid âyetlerde afv edicilik tavsiye edilir. Ezcümle (3:134,159) (7:199) (42:40) âyetleri örnek verilebilir. (T.T.5.cilt 97. sahifede sabır ve afv hakkında bö­lüm vardır.)



Atıf notları:

-Afv-ı İlahînin şükrünü arttırmak için kişiye Cehennem’deki yeri gösteril­mesi, bak: 507.p.

-Allah’ın afvı fazldır, bak: 2255/1.p.

-Günahtan nedametle afva lâyık olmak, bak: 509/4, 509/5.p.lar.

-İslâmlar içinde çıkan deccalı tekzib edenlerin günahları afv olunacağı rivayeti. Bak:651.p. sonu

-Deccalı tekzib edenlerin günahları afv olunur. (Bak: 651.p.sonu)

-Peygamberimiz’in şefaatinden istifade edenler, bak: 3503.p.

-Bediüzzaman’ın zulmedenlere dahi beddua etmeyip şahsî hakkını feda et­mesi, bak: 3264-3266.p.lar.

-Afv edicilik vasfının kuvveden fiile çıkması, bak: 3182.p.

130- Bir Hadis-i Şerifte şöyle buyuruluyor: _«S«2 «‡«f«5 ~«†¬~ ­v<¬h«U²7«~

Yani, “Kerim olan zat, kadir olunca affeder, intikama kalkış­maz.”(6)

Seyyiatın örtülüp afvedilmesi hakkında âyetlerden birkaç not:

-Sadaka verenlerin bir kısım seyyiatları örtülür: (2:271)

-Din uğrunda hicret eden, eziyet çeken ve şehid olanların seyyiatları örtülür ve afvedilir: (3:195)

-Kebairden içtinab edenin seyyiatı örtülür: (4:31)

-Namazı ikame, zekatı vermek, resullere iman ve onları düşmanlara karşı müda­faa etmek ve Allah’a karz-ı hasen (din yolunda harcama) vesilesiyle seyyiatın örtül­mesi: (5:12)

-Ehl-i kitab iman edip Allah’tan ittika etseler, seyyiatları örtülür: (5:65)

-Takva ehline bir feraset-i maneviye verilir ve seyyiatı örtülür: (8:29)

-İman edip amel-i salih işleyenlerin seyyiatı örtülür: (29:7) (47:2) (64:9)

-Doğruyu getiren ve onu tasdik edenlerin en kötü amelleri örtülür: (39:33,35)

-Müttakilerin seyyiatı örtülür: (65:5)

-Tevbe-i nasuh edenin seyyiatı örtülür: (66:8)

-Haktan i’raz edenlere karşı (müsbet hareket makamında) afv ve müsa­maha tavrı: (5:13)

-İhlaslı kulların afvedilmesi, bak: 1522. p. da âyet notu

-Günah ve Kısas maddelerinin sonundaki âyet notlarına da bakınız.

131-qqÂHİRET ?h'´~ : Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedî âlem. Âhiret, kı­yamet koptuktan sonra, bütün varlıkların ve insanların devamlı ka­lacakları yerdir. Orada ölüm yoktur, hayat sonsuzdur, dinin emirlerine bağlı olanlar için Cennet; dine bağlı olmayanlar için de Cehennem vardır. Âhirete inanmayan insan müslüman ola­maz; Kur’an ve Peygamber’i inkâr etmiş olur. İnsan ölüp toprak ol­duktan sonra onu kim diriltecek, diyenlere Kur’anın pek çok cevablarından biri me­alen şudur: “Onu bidayeten kim ya­rattı ise, öldükten sonra da yine O diriltecek.” (36:79) (Bak: Âlem-i Berzah, Cehennem, Cennet, Haşr, Kıyamet, Sırat Köprüsü) (Âhirette herkesin hayat safahatını göreceği meselesi için bak: 1123.p.)

132- Âhiretin esbab-ı tagayyürü olmayan bir istikrar âlemi yani dar-ül ka­rar ol­duğunu beyan ve işaret eden âyetlerden birkaçı:

-Âhirette Cehennem’in kötü bir karargâh olduğu: (14:29) (25:66) (38:60)

-Âhirette Cennet’in güzel ve istikrarlı bir karargâh olduğu: (25:24,76) (40:39)

-Karargâh ve istikrariyet ancak kayyumiyet-i İlahiye ile olur ve ona iltica edilir: (75:12) (Selâmet-i tamme ancak Cennet’tedir, bak: 3326.p.)

133-qqÂHİRZAMAN –_8ˆh'´~ : Dünyanın son zamanı ve son devresi. Dünya hayatının kıyamete yakın son devresi ki, çeşit çeşit kötülüklerin ve fitnelerin çoğal­dığı zamandır. (Bak: Fitne)

134-qqAHLÂK »Ÿ'~ : (Hulk. c.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tu­tum ve tavrı. İnsanın do­ğuştan olan veya sonradan kazandığı zihnî veya ruhî halleri ve bu hallerinden doğan iyi veya kötü tavır ve hareketleri.

Filozoflar hangi hareketlerin iyi, hangilerinin kötü olduğu ve insanın ne­den ah­lâk kaidelerine uyması gerektiği mevzuunda ortak bir fikre varamadı­lar. Kimi menfaatı, kimi hazzı, kimi saadeti, kimi de vazifeyi ahlâkın temeli saydı. İslâm âhlakı ise âhlakın temeli olarak, Allah’ın emrine uygunluğu şart koşmuş ve gaye olarak da Allah rızasını kazanmayı esas almıştır. Böylece in­sanı şahsî veya iç­timaî bencillikten kurtarmıştır. Ahlâkı da, cemiyetten cemi­yete ve zamanla de­ğişen keyfî ve tesadüfî kaideler yığını olmaktan çıkarıp, Allah’ın emirlerine uy­gunluğu esas almakla birlik ve beraberliği ve devamlı­lığı sağlamıştır. (Bak: Âdab, Afv, Enaniyet, Kemalat, Li­san-ı Hal, Münakaşa, Nefs-i Emmare, Riya, Sıdk, Vicdaniyat) (Ahlâkta nisbî durum­lar, bak: 241.p.)



135- İslâmiyet nazarında iman ve amel, nazariyat ve tatbikat bir bütün teşkil eder. Ahlâkta da durum aynıdır. Yani ahlâk-ı İslâmiye fiilen yaşanmalı­dır. Bu­nun en bariz örneği, Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.)’dır.

«Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Hakîm’de (68:4) ¯v[¬P«2 ¯s­V­' |«V«Q«7 «tÅ9¬~«— ferman eder. Rivayat-ı sahiha ile Hazret-i Aişe-i Sıddîka (R.A.) gibi sahabe-i güzin, Hazret-i Pey­gamber Aleyhissalatü Vesselâmı tarif ettikleri zaman “Hulukuhu-l-Kur’an” diye ta­rif ediyorlardı. Yani, “Kur’anın beyan ettiği mehasin-i ahlâkın misali, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dır. Ve o mehasini en ziyade imti­sal eden ve fıtraten o mehasin üstünde yaratılan odur.» (L.59)

Bir rivayette “Kişide iyi hal; libas güzelliği değil, vakar ve ciddiyet­tir.” buyurulur. (R.E. sh.362)

136- «Malumdur ki, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından iz­zet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi; hasis, alçak şeylere tenezzül etmeğe mü­saade etme­yen yüksek haller husule gelir. Evet melaike, uluvv-ü şanların­dan, şeytanları redde­der, kabul etmezler. Kezalik, bir zatta içtima eden ah­lâk-ı âliye; kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet yalnız şecaatla iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenez­zül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem’eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?

137- Hülasa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm kendi kendine güneş gibi bir bürhandır. Ve keza, o zatın (A.S.M.) dört yaşından kırk yaşına ka­dar geçir­miş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işi­tilmemiştir. Eğer o zatın yaradılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı; behemehal gençlik saikasıyla dışa­rıya ve­recekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemâl-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza yaş kırka baliğ olduğunda iyi olsun, kötü olsun ve na­sıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, (Bak:1591. p) daha terki mümkün olmaz. Bu zatın tam kırk yaşının ba­şında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezbettiren, o za­tın (A.S.M.) evvel ve âhir herkesçe malum olan sıdk ve emaneti idi. Demek o zatın (A.S.M.) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvve­tine en büyük bir bürhan ol­muştur.» (İ.İ. 107)

Bir atıf notu:

(Seciyeleşen) ahlâkın değişmeyeceği, bak: R.E. Ci:1 sh:50/12

138- «İşte böyle bir zatın ef’al, ahval, akval ve harekâtının her birisi, nev-i be­şere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman eden ve ümme­tinden olan gafillerin (sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.» (L.60)

139- «Hadsiz salat ve selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa (A.S.M.) üzerine olsun ki, demiş: ¬»«Ÿ²'«ž²~ «•¬‡_«U«8 «v¬±W«#­ž¬ ­a²\¬% (7) Yani; be­nim insanlara Cenab-ı Hak ta­rafından bi’setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksız­lıktan kurtarmaktır.» (H.Ş.18)

Bir atıf notu:

-Peygamberimiz’de A.S.M ahlâk-ı âliyenin hepsi derece-i kemâlde cem ol­muştur, bak: 2579.p.

140- Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) ‘ın yüksek ahlâkının en yük­sek in’ikası, sahabelerde görülmüştür. Çünki:

«Asr-ı Saadet’te hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekavet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süfli maskaraları tevlid ettiğinden, secaya-yı âliye ve hubb-u maaliye mef­tun olan saha­belerin, zehr-i katilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etme­leri bedihidir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm gibi nu­rani meyveler gösteren; sıdk ve hakka ve imana en nafi’ bir tiryak, en kıymetdar bir elmas gibi, o fıtratları safiye ve se­ciyeleri samiye olan sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letaifleriyle, onlara müşteri ve müştak olması zaruridir. Halbuki o za­mandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala omuz omuza geldi. Bir dük­kânda ikisi beraber satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içti­maiye bozuldu. Propa­ganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müdhiş çir­kinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı za­manda, kimin haddi var ki, sahabenin adalet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuv­vetlerine, metanetlerine, takvalarına yetişebilsin veya dere­celerinden geçsin.» (S.490) (Bak: Asr-ı Saadet)



141- İnsanların ahlâkı üzerinde Resulullah’ın (A.S.M.) yaptığı inkılab, nü­büvve­tine bir delildir. Zira ahlâkın hakikatı, vicdanî ve ihtiyarî kabullenmeye dayanır. Yoksa «tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı ammeyi başka bir mec­raya çevirtmek mümkün olur. Fakat te’siri cüz’idir, sathidir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadiyle kalblerin de­rinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi te’sis ve alçak huy­ları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kal­dırıp hakikatı teşhir etmek, hürri­yet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-i hakikattan muktebes hârikulâde bir mu’cizedir.

Evet, Asr-ı Saadet’ten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Asr-ı Saadet’te İslâmiyet’in doğurduğu merhamet, şef­kat, insaniyet sa­yesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâ­miyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılab hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?» (İ.İ.109)



142- «Tarih bize gösteriyor ki; en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki ve­yahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanla­rın cehalet, şeka­vet, zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı âliyeyi, Ceziret-ül Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim için inki­şaf ettirmek hâri­kulâde değil midir? Evet, şems-i hakikatın ziyasındandır. Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziret-ül Arab’ı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziret-ül Arab’a git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihab et, beraber götür. On­lar da orada ahlâkın ve maneviyatın inkişafı hu­susunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî’nin o vahşetler za­manında o vahşi bedevilere verdiği cilayı, senin o feylesofların şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebi­lirler mi? Çünkü o zatın yaptığı o cila; İlahî, sabit, layetegayyer bir ciladır ve onun büyük mu’cizelerinden biridir.» (İ.İ.110)

Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin