İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə5/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   169

97- «İşte sair Enbiyanın mu’cizeleri, birer hususi hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Haz­ret-i Âdem Aleyhisselâm’ın mu’cizesi, umum kemâlat ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarahata yakın işaret ediyor. Cenab-ı Hakk Celle Celalühü), manen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, melai­kelere karşı hilafet davasında rüçhan-iyetine hüccet olarak, bütün Esmayı talim etti­ğimden, siz dahi, ma­dem onun evladı ve varis-i istidadısınız. Bütün Esmayı taallüm edip, mer­tebe-i emanet-i kübrâda, bütün mahlukata karşı rüçhaniyyetinize liyakatınızı göstermek ge­rektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yük­sek makamata git­mek ve zemin gibi büyük mahlukatlar size müsahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi ileri atılınız ve birer ismime ya­pışınız, çıkı­nız... Fakat sizin pede­riniz, bir def’a şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan ruy-i zemine muvak­katen sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalâ­letine sukuta vasıta yap­mayınız. Vakit be-vakit başı­nızı kaldırıp Esma-i Hüsnama dikkat ederek, o semavata uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemâlatınızın menbaları ve hakikatları olan Esma-i Rabbanîyeme çıkasınız ve o Esmanın dür­bü­nüyle, kalbinizle Rabbinize ba­kasınız.» (S.262)

«Elhasıl: Sair Enbiya Aleyhimüsselâm’ın mu’cizatları, birer havarık-ı sa­nata işa­ret ediyor ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın mucizesi ise; esasat-ı sanat ile beraber, ulum ve fünunun, havarık ve kemâlatının fihristesini bir suret-i icmalîde işaret edi­yor ve teşvik ediyor.» (S.264) (Bak: Terakkiyat)



Birkaç atıf notu:

-Âdem’e (A.S.) nefh-i ruh, bak: 3140.p.

-Âdem’e (A.S.) verilen ilim mu’cizesi, bak: 3756.p.

-Âdem’e (A.S.) secde, bak: 1095.p.

98- Hz. Âdemin A.S., ezdadın cem’iyle ve mürur-u zamanla hayat şartla­rının geliştirildiği ve tekâmül kanunlarının kesafetlendiği dünyaya indirilmesi hakkında bir Sual:

“Hz. Âdem’in (A.S.) Cennet’ten ihracı ve bir kısım benî Âdemin Ce­hen­nem’e idhali ne hikmete mebnidir?

Elcevab: Hikmeti, tavziftir... Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderil­miştir ki, bütün terakkiyat-ı maneviye-i beşeriyenin ve bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün Esma-i İlahiyeye bir ayine-i camia ol­ması, o vazifenin netayicindendir. Eğer Hz. Âdem Cennet’te kalsaydı; melek gibi makamı sabit kalırdı, istidadat-ı beşe­riye inkişaf etmezdi. Halbuki yeknesak makam sahibi olan melaikeler çoktur, o tarz ubudi­yet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlahiye, nihayetsiz makamatı kat’edecek olan insanın istidadına muvafık bir dar-ı teklifi iktiza ettiği için, melaikelerin aksine olarak mukteza-yı fıtratları olan malum gü­nahla Cennet’ten ihrac edildi. Demek Hazret-i Âdem’in Cennet’ten ihracı, ayn-ı hikmet ve mahzı rahmet olduğu gibi; küffarın da Cehennem’e idhalleri haktır ve adalettir.” (M.42)

99- Âdem (A.S.) hakkında Kur’andan birkaç not:

-Âdem (A.S.) kıssası: (2:31 ilâ 38) (7:11 ilâ 27) (17:61 ilâ 65) (18:50) (20:115 ilâ 123) (Bak: 3547.p.daki birinci âyet notu)

-Allah, insanları nefs-i vâhidden (Âdem’den) ve zevcesini de ondan halketti: (4:1) (6:98) (23:12) (Bak: 1689.p. ve Havva)

-İnsan tîn’den (topraktan) halk edildi: (6:2)

-İnsanın bir nutfeden yaratılışı: (76:2)

-Âdem, Nuh ve Al-i İbrahim (A.S.) ve Al-i İmran’ın ıstıfaları: (3:33)

-Âdem’in (A.S.) Habil ile Kabil ismindeki iki oğlunun kıssası: (5:27 ilâ 31)

100-qqADEM •f2 : Yokluk, olmama, bulunmama. Vücudun zıddı. (Bak: Beka) (Adem-i sırftan vücud, bak: 236, 1476. p.lar)

Hakikat nokta-i nazarında adem-i mutlak yoktur. Ancak adem-i haricî var­dır. Evet “Cenab-ı Hak öyle bir Kadir-i Mutlak’tır ki; adem ve vücud, kudretine ve ira­desine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İs­terse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir. Hem adem-i mutlak za­ten yoktur; çünki bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İla­hînin harici yok ki birşey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde ol­muş bir ünvandır. Hatta bu mev­cudat-ı ilmiyeye bazı ehl-i tahkik “Ayan-ı Sabite” tabir etmişler. Öyle ise, fe­naya gitmek, muvakka­ten haricî libasını çıkarıp, vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u ma­nevi giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme gi­rer.” (M.59) (Bak: Ayan-ı Sa­bite) (İlm-i İlahî herşeyi ihata eder, bak: 1553.p.)



101- Hem «eşya, zeval ve ademe gitmiyor; belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor, âlem-i şehadetten âlem-i gayba gidiyor, âlem-i tagayyür ve fena­dan âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor. Hakikat nokta-i nazarından eşya­daki cemâl ve ke­mâl; Esma-i İlahiyyeye aittir ve onların nukuş ve cilvele­ridir. Madem o esma baki­dirler ve cilveleri daimidir; elbette nakışları teceddüd eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenaya gitmiyor; belki, yalnız itibarî taayyünleri değişir; ve medar-ı hüsün ve cemâl ve mazhar-ı feyz ve kemâl olan hakikatları ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bakidirler. Ziruh olmayanlar; doğrudan doğruya onlardaki hüsün ve cemâl, esma-i İlahiyeye aittir; şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onla­rındır, muhabbet onlara gider, o âyinelerin değişmesiyle onlara bir zarar iras etmez. Eğer ziruh ise, zevil-ukulden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem ve fena değil; belki vücud-u cismanî­den ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semere­lerini, baki olan ervahlarına devrede­rek; onların o er­vah-ı bakiyeleri dahi birer esma-i İlahiyeye istinad ederek devam eder; belki kendine lâyık bir saadete gi­der. Eğer o ziruhlar zevi-l-ukuldan ise, zaten saadet-i ebediyeye ve maddi ve manevi kemâlata medar olan âlem-i bekaya ve o Sâni-i Hakim’in dün­yadan daha güzel, daha nurani olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi di­ğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ü adem ve zeval ü firak değil, belki kemâlata kavuşmaktır.» (M.287)

Bir atıf notu:

-Ahval ve mahiyetlerin imkândan vücuda çıkması, bak: 892.p.

102- «Eşyada esas bekadır, adem değildir. Hatta ademe gittiklerini zan­netti­ği­miz kelimat, elfaz, tasavvurat gibi seri-üz-zeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyor­lar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek zevalden ma­sun kalıp bazı yerlerde tahassunla adem-i mutlaka gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i ce­dide, bu sırra vâkıf olmuş ise de, vuzuhuyla vâkıf olamamıştır. Ve aynı za­manda “Âlemde adem-i mut­lak yoktur. Ancak terekküb ve inhilal vardır” diye ifrat ve hata etmiştir. Çünki, âlemde Cenab-ı Hakk’ın sun’uyla terkib vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle icad ve idam var­dır. (14:27) ­f<¬h­< _«8 ­v­U²E«<«— ­š_«L«< «_8 ­yÁV7~ ­u«Q²S«< » (M.N.128)

103- İnsan fıtraten ebediyet ister. Ve ebedî yokluktan bütün şiddetiyle kor­kar ve istemez. Bunun için çok kere kendini unutmak ve oyalamak için eğlen­celerle gaflete kaçar. Halbuki bunlar, o endişeye hakiki çare olamazlar. Ademe düşme en­dişesinin hakiki çaresi, şuurlu iman sahibi olmaktır. İşte bu iman hale­tini kendi ha­yatında yaşayarak imanın yüksek kıymetini (3:173) âyeti olan âyet-i hasbiyenin nu­ruyla hisseden Bediüzzaman bu haletini şöyle ifade ediyor:

104- «Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sar­san ârı­zalar, bir gaflet zamanıma rastgelip şiddetle alâkadar ve meftun oldu­ğum vücu­dumu, belki mahlukatın vücudlarını, “ademe gidiyor” diye elîm bir endişe verirken, yine bu âyet-i hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Manama dikkat et ve iman dürbü­nüyle bak! Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum, her mü’minin vücudu gibi, hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile had­siz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymetdar baki, müteaddid vücudları meyve veren bir ke­lime-i hikmet bulundu­ğunu ve bu mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması, ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-u iman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud’un eseri ve sanatı ve cilvesi ol­du­ğunu anlamakla, vahşi evham­dan ve hadsiz firaklardan ve hadsiz müfarakat ve fi­rakların elemlerinden kurtu­lup; mevcudata, hususan zihayatlara taalluk eden ef’al ve Esma-i İlahiye ade­dince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda eylediğim bütün sevdiğim mevcu­data muvakkat bir firak içinde daimî bir vi­sal var olduğunu, bildim. İşte iman ile ve imandaki intisab ile, her mü’min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudların fi­raksız envarını kazanır; kendi gitse de onlar arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur.

Hülasa: Ölüm firak değil, visaldir, tebdil-i mekândır, baki bir meyveyi sünbül vermektir...» (L.256) (Bediüzzaman Hazretlerinin ademe karşı duyduğu bazı teessür haletleri ve devaları, bak: 3071-3074. ve 3974.p.lar)



104/1- Risale-i Nur eserlerindeki teselli-i imaniyenin ehemmiyetini anla­tan Bediüzzaman, bir mektubunda şöyle diyor:

«Evet kardeşlerim, Hazret-i İsa Aleyhisselâm İncil-i Şerif’te demiş ki: “Ben gi­diyorum.. tâ size tesellici gelsin.” Yâni Ahmed Aleyhissalatü Vesse­lâm gel­sin, de­mesiyle Kur’an’ın beşere gayet büyük bir neticesi, bir gayesi, bir hedi­yesi; tesellisi­dir. Evet, bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zeval ve tah­ribatları içinde ve bu boşluk nihayetsiz fezada herşey ile alâkadar olan insan için hakiki teselliyi ve istinad ve istimdad noktalarını yalnız Kur’an veriyor. En ziyade o te­selliye muhtaç bu za­manda, bu asırda en ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi isbat eden, gösteren Ri­sale-i Nur’dur. Çünki zulümat ve evhamın menbaı olan tabiatı, o delmiş geçmiş, hakikat nuruna girmiş. Onaltıncı Söz gibi ekser parça­larında, hakaik-ı imaniyenin yüzer tılsımlarının keşf ve izah edip, aklı inkârdan ve tereddüdlerden kurtarmış.» (K.L.215)



105- «Hayat, Zât-ı Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, beka bulur hem baki meyveler verir, hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır, daha ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz.» (L.242)

Evet «madem Allah var ve ilmi ihata eder. Elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasında ehl-i imanın dünyasında yoktur. Ve kâfirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fanilikle doludur. İşte bu hakikatı, umu­mun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der: “Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve ki­min için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir.”



Elhasıl: Nasılki, iman ölüm vaktinde insanı idam-ı ebedîden kurtarıyor. Öyle de; herkesin hususi dünyasını dahi idamdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor. Ve küfür ise, hususan küfr-ü mutlak olsa; hem o insanı, hem hu­susi dünyasını ölümle idam edip manevi cehennem zulmetlerine atar. Haya­tının lez­zetlerini acı ze­hirlere çevirir. Hayat-ı dünyeviyeyi âhiretine tercih edenlerin ku­lakları çınlasın.» (Ş.254) (Bak: 618.p.)

Bir atıf notu:

-Adem Cehennem’den daha dehşetlidir, bak: 2161.p.

106- «Bir zaman küçüklüğümde hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düş­me­sini mi is­tersin? Yoksa, baki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu ister­sin?” dedim. Baktım ikincisini arzulayıp birincisinden “ah” çekti. “Cehen­nem de olsa beka isterim” dedi.» (Ş.222) (Bak: 187, 504.p.lar)

Bir atıf notu:

-Ademin dehşetine karşı kâfirin beka ihtimaliyle tesellisi, bak: 2154.p.

107-qqADEM-İ KABUL ÄYA5 ¬•f2 : İman hükümlerini lakaydlıkla karşı­lamak, kabul etmemek, göz kapamak gibi cahilane bir hükümsüzlüktür.

Evet «kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabul, bir lakaydlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz. Amma inkâr ise: O adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hüküm­dür. Onun aklı, hareket etmeye mecburdur.» (M.314)

«Adem-i kabul, kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul; adem-i de­lil-i sü­but, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri in­kardır.» (H.Ş.124) (Bak: İsbat, Kabul-ü Adem, 2168.p. sonu)

108-qqADEM-İ MERKEZİYET } : Bir idarî taksimattaki parçaların (vilayet, belediye ve köy) muayyen hu­sus­larda kendi kendilerini idare etmek salâhiyetidir. Bir yere bağlı olmaksızın veya bir yerden idare edilmeksizin olan mu­amele. Bütün kısım ve şubelerin kendi kendilerini idare tarzı.

1908 senesi içinde Sultan II. Abdülhamid’in yeğeni Prens Mehmed Sabahaddin Bey, ileri sürdüğü adem-i merkeziyet ve teşebbüs-ü şahsî fikrin­den dolayı, İttihad ve Terakki mensubları tarafından şiddetli tenkide uğra­mıştı. Bediüzzaman Hazret­leri de bir mektubla Sabahaddin Bey’e cevab vermişti. Çok noktalara temas eden bu mektubda; adem-i merkeziyetin, im­paratorluğu ve İs­lâm birliğini böleceği endişesini izhar ediyor. Sonradan Bediüzzaman’ın “Nu­tuk” isimli eserinde neşredilen bu mektubu aynen aşa­ğıya alıyoruz:



109- «Prens Sabahaddin Bey’in su-i telakki olunan güzel fikrine cevab:

Hayat ittihaddadır. Benim gibi bir bedevinin fikri, fıtrat-ı asliyeye daha ya­kın olduğu için muhakemesi de tabii olduğundan, sun’iden daha mükem­mel olacaktır. Şöyle ki:

Efrad mabeyninde muhabbet-i millî, zerrat mabeynindeki cazibe-i cüz’iyeleri gibi, bir muhassal teşkiliyle.. cihet-ül vahdetimiz olan usul-ü merkeziyeyi intac ede­ceğinden, ittihad ve muhabbet-i millî revabıtını tahkim eylemekle zülal-i medeniyet o mecrada seyelan ederek şu anasır-ı muhtelifeyi bir seviyeye getirdiğinden aheng-i terakki hoş bir nağme ile ecnebilerin sımah-ı hassasında tanin-endaz edecektir.

110- Hem de her kavmin ma-bih-il bekası olan âdât-ı milliye ve lisan-ı kavmiyeye ve istidad-ı efkâra muvafık, hükümet teşebbüsata başlamalı.. tâ ki ma­kine-i terakkiyat-ı medeniyetin buharı hükmünde olan müsabakayı intac ede­cek bir hiss-i rekabet peyda olabilsin. Yoksa bu revabıt ve mecariyi fekkedecek adem-i merkeziyet fikri, veyahut onun ammizadesi unsura mah­sus siyasi kulübler- zaten merkezden nefret var- istibdad ciheti ile ve şiddet-i ihtilaf-ı un­sur ve mezheb sebe­biyle birden bire kuvve-i anilmerkeziyeye inkılab edeceğin­den, tevsi-i me’zuniyet kabına vahşetin galeyaniyle sığmaya­cağından Osmanlı­lık ve meşrutiyet perdesini birden feveran ile yırta­cak; bir muhtariyete ve sonra istiklaliyete ve sonra tevaif-i mülûk suretini giydiğinden hiss-i rekabet daiyesiyle vahşetin ve adem-i müsavatın mahsulü olan fikr-i istila yardımıyla bir mücadele-i keşmekeş intac edeceğinden öyle bir zenb-i azîm olur ki, hürri­yetteki hasene-i uzmaya menafi-i umumi mizaniyle tar­tılsa müvazi, belki ağır gelecektir. Seviye-i irfanı bir mütemeddin devlet, -Alman gibi- libas-ı siyaseti kâmet-i istidadımıza ya kısa veya uzun olacaktır. Zira se­viyemiz bir değildir. Tıbbın eski bir düsturudur ki; her illet, zıdd-ı tabiatiyle tedavi olunur. Binaena­leyh mizac-ı ittihad-ı mil­lete ârız sümun-u istibdad ile istidad ve meyl-i iftirak marazı izale veya tevkif lâzım iken, adem-i merkezi­yet veyahut onun kardeşioğlu gayr-ı mahlut siyasi kulübler sirayetine yardım ve önüne menfezler, ka­pılar açmak, muhalif-i ka­ide-i hikmet ve tıb olduğun­dan bir deha-yı müces­semin ki, fatiha-i zaferi is­tihsal, hasene-i uzma-yı hür­riyet ve ittihad-ı millî iken.. böyle bir iftirakın zenb-i azîmiyle hatime çek­mek, onüç asır evvel ölmüş asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitneyi ikaz etmek ve Asya’nın mahall-i saadetimiz olan sema-i müs­takbel­deki cinanı, cehenneme döndürmek, hamiyet ve ulüvv-ü cenablarına yakıştıramıyo­rum. Onun te’vili güzel, fikren taakkul edebiliyoruz. Amma is­tidadımızla amelen tatbik edeme­yiz. Tatbikine çok zaman lâzım... Biz ki ek­seriz, muvahhidiz. Tevhidle mü­kellef olduğumuz gibi, ittihadı te’sis edecek muhabbet-i milliye ile de muvaz­za­fız. Eğer unsur lâzım ise, unsur için bize İslâmiyet kâfidir.» (A.B.450)

Bir atıf notu:

-Prens Sabahaddin hakkında bir telakki, bak: 1861.p.

111-qqÂDET ?…_2 : Usul, görenek, alışılmış davranış, huy, tabiat. Cemi­yet hayatında nesiller boyunca uyulan ve umumi efkârda saygı ve müeyyi­deye sahib hare­ket kaide­leri.

İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmi olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle bozulmamasına gay­ret gösterir. (Bak: Şeair)



112-qqÂDETULLAH yV7~ ?…_2 : (Sünnetullah da denir.) Âlemde canlı cansız bütün varlıkların yaradılışlarını ve nasıl hareket ede­ceklerini tanzim eden Al­lah’ın emirleri, O’nun koyduğu değişmez nizam. Me­selâ: Âdetullah ile oksi­jen ve hidrojen birleşir, su olur. Işık geldiği açıya eşit bir açıyla akse­der ki, bunlar birer âdetullahtır. “Âdetullah” yerine “Tabiat kanunu” demek yanlış­tır.

113- Esasen âdetullah denilen kanunların vücud-u haricîleri yoktur. An­cak iti­barî emirlerdir. Çünki “esbab-ı tabiiyyenin üssül-esası hükmünde olan cüz-ü layetecezzadaki kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafianın içtimalarının hor­tumu üze­rinde bir muhaliyet damgası var. Fakat caizdir ki, herbir şeyin esası zannettik­leri olan cezb, def’, hareket, kuva gibi emirler, âdetullah’ın kanunla­rına birer isim olsun. La­kin kanun, kâidelikten tabiiliğe ve zihnilikten harici­liğe ve itiba­riden hakikata ve âletiyetten müessiriyete geçmemek şartıyla ka­bul ederiz.” (M.N.248) (Bak: Âdiyat, Esbab, İcabiye, Sünnetullah, Tabiat, Ülfet)

İki atıf notu:

-Şuunat-ı Rububiyetin cüz’de ve küllde aynı kanunla tasarrufu, bak: 3748.p.

-Âdetullah kanunlarında şüzuzat, bak: 1727.p

114- Beşerin acib bir gafleti şudur ki, âdetullahın mahiyetini bilmekten âciz ol­masına rağmen “bazı derin ve ehemmiyetli hakikatlara bir isim takıp, güya o hakikat anlaşılmış gibi âdileştiriyorlar. Meselâ:

Bu elektrik kuvveti imiş deyip, o ince ve derin hakikatı ehemmiyetsiz ya­pıp âdi gösteriyorlar. Halbuki, kudretin o mucizesinin hikmetleri iki sahife ile ancak ifade edildiği halde; bir tek isim takmakla, o hakikatı ve o külli hikmeti gizle­yip, gayet kü­çük ve basit bir perdesini yerine ikame ederek; o mucizeli eseri, kör kuvvete ve ser­seri tesadüfe ve mevhum tabiata isnad edip, Ebu Cehilden daha echel bir dereceye düşüyorlar.



115- İşte, İrade-i İlahiyenin namuslarının ünvanları olan âdetullah ka­nunla­rının birisine beşer, aczinden mahiyetini bilemediği o kanunun mahi­yetine elektrik na­mını verip, tenvirdeki hârika mucize-i kudreti âdileştirmekle ve ma­lum birşey imiş gibi elektirik kuvveti diye bir isim takmakla, bunun gibi cok hâ­rikulâde mucizat-ı Kudret-i İlahiyeyi cahilane âdileştiriyorlar.” (N.A.14)

116- Tabiiyyunun âdetullah hakkındaki yanlış ve acib anlayışlarını tasvir eden iki misalden birincisi:

«Bütün âsar-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hâli bir sahrada kurul­muş, yapılmış bir saraya gayet vahşi bir adam girmiş, içine bakmış... Binlerle muntazam sanatlı eşyayı görmüş... Vahşetinden, ahmaklığından, “Hariçden kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi, o sarayı müştemilatiyle beraber yapmıştır” diye taharriye başlıyor. Hangi şeye bakı­yor.. o vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki, o şey bunları yapsın. Sonra o sa­rayın teşkilat progra­mını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri gö­rür. Çendan elsiz ve gözsüz ve çekiç­siz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki o sarayı teşkil ve tez­yin etsin. Fakat muztar kala­rak, bilmecburiye, eşya-yı âhere nisbeten, kavanin-i ilmiyenin bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu def­teri münasebetdar gördüğünden, “İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş” diyerek.. vahşetini ah­makların, sarhoş­ların hezeyanına çevirmiş.

İşte aynen bu misal gibi; hadsiz derecede misaldeki saraydan daha munta­zam, daha mükemmel ve bütün etrafı mu’cizane hikmetle dolu şu sa­ray-ı âle­min içine, inkâr-ı Uluhiyete giden “tabiiyyun” fikrini taşıyan vahşi bir insan gi­rer. Daire-i mümkinat haricinde olan Zat-ı Vacib-ül Vücud’un eser-i sanatı ol­du­ğunu düşünmi-yerek ve ondan i’raz ederek, daire-i mümkinat içinde kader-i İla­hînin yazar bozar bir levhası hükmünde ve kudret-i İlahiyenin kavanin-i icra­a­tına tebeddül ve tagay-yür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hata olarak “tabiat” namı verilen bir mecmua-i kavanin-i âdât-ı İlahiye ve bir fihriste-i sa­nat-ı Rabbaniyeyi görür. Ve der ki: “Madem bu eşya bir sebeb ister, hiçbir şeyin bu defter gibi münasebeti görünmü-yor. Çendan hiçbir cihetle akıl kabul et­mez ki; gözsüz, şuursuz, kudretsiz bu defter, rububiyet-i mutlakanın işi olan ve had­siz bir kudreti iktiza eden icadı yapamaz. Fa-kat madem Sani-i Kadim’i kabul etmiyorum; öyle ise en müna­sibi, bu defter bunu yapmış ve yapar diyeceğim” der. Biz de deriz:

Ey ahmak-ul humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat ba­taklı­ğından çıkar, arkana bak. Zerrattan seyyarata kadar bütün mevcudat, ayrı ayrı lisan­larla şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sani-i Zülcelal’i gör.. ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın programını yazan Nak­kaş-ı Ezelî’nin cilvesini gör, fermanına bak, Kur’anını dinle.. o hezeyan­lardan kurtul!..



117- İkinci Misal: Gayet vahşi bir adam, muhteşem bir kışla dairesine gi­rer. Ga­yet muntazam bir ordunun umumi beraber talimlerini, muntazam ha­reketle­rini gö­rür. Bir neferin hareketiyle; bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gi­der; bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşi aklı bir kumandanın, dev­letin nizamatıyla ve kanun-u padişahî ile ku­mandasını anlama­yıp inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı ol­duklarını tahayyül eder. O hayalî ip, ne kadar hâ­rikalı bir ip olduğunu düşü­nür; hayrette kalır. Sonra gider Ayasofya gibi gayet mu­azzam bir camiye, Cuma gününde dahil olur. O cemaat-i müslimîn, bir adamın se­siyle kalkar, eğilir, secde ederek, otur­duklarını müşahede eder. Manevi ve semavi kanun­ların mecmuundan ibaret olan şeriatı ve şeriat sahibinin emirlerinden gelen manevi düsturlarını almadı­ğından, o cemaatın maddi iplerle bağlandığını ve o acip ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek en vahşi insan sure­tindeki cana­var hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çı­kar, gider...

İşte aynı bu misal gibi: Sultan-ı Ezel ve Ebed’in hadsiz cünudunun muhte­şem bir kışlası olan şu âleme ve o Mabud-u Ezelî’nin muntazam bir mescidi olan şu kâi­nata; mahz-ı vahşet olan inkarlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir giri­yor. O Sultan-ı Ezelî’nin hikmetinden gelen nizamat-ı kâinatın manevi kanunla­rını, birer maddi madde tasavvur ederek ve saltanat-ı Rububiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mabud-u Ezelî’nin şeriat-ı fıtriye-i kübrâsının, manevi ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan ah­kâmlarını ve düstur­larını, birer mevcud-u harici ve maddi birer madde tahayyül ede­rek kudret-i ilahiyyenin yerine, o ilim ve ke­lamdan gelen ve yalnız vücudu ilmîsi bulunan o kanunları ikame etmek ve elle­rine icad vermek, sonra da onlara “tabiat” namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvveti, kudret ve müstakil bir kâdir telakki etmek; mi­saldeki vahşiden bin defa aşağı bir vahşettir!..

Elhasıl: Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsız tabiat dedikleri şey olsa olsa ve hakikat-ı hariciye sahibi ise; ancak bir sanat olabilir. Sâni olamaz. Bir nakış­tır, Nak­kaş olamaz. Ahkâmdır, Hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri’ ola­maz. Mahluk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir fâil olamaz. Kanun­dur, kudret değildir, kadir olmaz. Mistardır, masdar olamaz.» (L.184)

118- Evet «Sani-i Zülcelal, Kadir-i Külli Şey’ esbabı halketmiş; müsebbebatı da halkediyor. Hikmetiyle, müsebbebatı esbaba bağlıyor. Kâi­natın harekâtının tanzi­mine dair kavanin-i âdetullahtan ibaret olan şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı İlahiyenin bir cilvesini ve eşyadaki o cilvesine, yalnız bir âyine ve bir ma’kes olan tabiat-ı eşyayı, iradesiyle tayin etmiştir. Ve o tabiatın vücud-u haricîye mazhar olan vechini kudre­tiyle icad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerinde halketmiş, birbirine mezcetmiş. Acaba gayet derecede makul ve hadsiz bürhanların neticesi olan bu hakikatın kabulü mü daha kolaydır.. -Acaba vücub derecesinde lâzım değil midir?- Yoksa camid, şuur­suz, mahluk, masnu, basit olan o sebeb ve tabiat dediğiniz maddelere, herbir şey’in vücu­duna lâzım hadsiz cihazat ve âlatı verip hakîmane, basirane olan işleri kendi kendilerine yaptırmak mı daha kolaydır? Acaba imtina’ derecesinde, imkân hari­cinde değil midir?» (L.187)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin