: Cenab-ı Hakk’ın kâinatta vaz’ettiği fıtrî kanunlar. Âlemin hareket ve sükûnetini tanzim eden ve Allah’ın irade sıfatından gelen kanunlardır.
Evet «Şeriat ikidir. Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef’al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı Kelâm’dan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı İrade’den gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki, bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir.» (H.Ş. 131) (Bak: Âdetullah)
3530- qqŞERİF r: (c. eşraf, şürefa) Kelimenin aslı, yüksek mekân ve yücelik manasında olan şeref kökünden gelip şanlı ve şöhretli olan ecdada mensub olmakla mümtaziyet hakkına sahiblik manasına kullanılır. Şeriflikte temel şart, ecdadın asalet, şerafet ve üstün vasıflarının ahfada da geçmiş olmasıdır. Nitekim Kur’an (52:21) âyeti salih ecdada nesebî mensubiyetle beraber, fazilet ve amelce de ittiba etmenin gerekliliğini şart koşar.
Evet neseb insanlık âleminde lüzumlu ve fıtrî bir bağ olup, pekçok manevi ve ahlâkî değerlerin tahakkukuna sebebdir. Kur’an (25:54) âyetinde, insanlar arasında fıtrî bir bağ olan neseb ve sıhriyetin vaz’ olunduğunu bildirir. (Bak: 2863.p.)
3531- Asil ve şerif bir neseb sahibi, salih ve müttaki değilse hakiki şerafet sahibi olamaz. Fakat şerif bir nesebe mensub olmayan, salih ve müttaki ise, Allah indinde mükerrem ve müşerreftir. Kur’an (49:13) âyeti bu hakikatı te’yid eder. Takva ile şerif nesebi birleştiren silsile-i Âl-i Beyt, (Âl-i Beyt maddesinde izah edildiği gibi) âlem-i İslâm nazarında itimad merkezi olup ahseniyet kazanmıştır ve kazanır.
Seyyid ve şerif, Peygamberimiz (A.S.M.) neslinden gelen bir silsileye has bir isim olmuştur. Âl-i Beyt, Ehl-i Beyt ve Âl-i Muhammed de denir ki daha çok Hz. Ali ve Hz.Fatıma’dan başladığı nazar-ı itibara alınmıştır. (Bak: Âl-i Beyt, Seyyid)
Atıf notu:
- İslâm nazarında üstünlük ırkta değil, takvadadır, bak: 2446,2447.p.lar.
3532- qqŞERR ±h- : Kötü iş, Kötülük, fenalık. *Kavga. *Allah’a isyan,emirlerine uymama, muhalif hareket etme. *Fena adam, fenalık yapan adam, kötü adam. *Daha kötü, en kötü. (Bak: Ehven-üş Şer, Ezdad, Hüsn, İmtihan, Musibet, Şeytan)
Atıf notları:
- Kesb-i şer, şerdir. Halk-ı şer, şer değildir, bak: 1900.p.
- Şerre dua mes’elesi, bak: 704.p.
qqŞEYH e[- : Yaşlı adam. *Bir kabilenin ileri geleni. Kabile reisi. *Tarikatta müridlerin reisi. (Bak: Müteşeyyih, Tarikat)
3533- qqŞEYHAN –_F[-) : (Şeyheyn) Esasen iki şeyh demek olup; bazı eserlerde, Buhari ve Müslim yerinde kullanılır. Her iki Hadis Kitablarına birden Sahihan denir. *Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i Ömer’in (R.A.) beraberce bazı mühim kitablarda geçen isimleri. *Bazı fıkıh kitablarında, İmam-ı A’zam ile İmam-ı Ebu Yusuf’un ikisine birden verilen isim.
3534- qqŞEYHÜLİSLÂM •Ÿ,É~ e[- : Osmanlı Devleti zamanında din işlerine bakan ve sadrazamdan sonra gelen en yüksek vazifeli şahıs. Âlimlerin reisi.
Bir atıf notu:
- Şeyhülislâm, büyük bir İslâm şurasına istinad etmelidir, bak: 3576-3582.p.lar. (Bak: Meşihat-ı İslâmiye)
Şeyhülislâm, bugünkü manada hem Diyanet İşleri Başkanı hem de Adalet, Vakıflar, Maarif Bakanı olup Sadrazam’a bağlı idi. Bu durum, 1826 tarihine kadar devam etmiştir. Bu tarihte II. Mahmud tarafından yapılan değişiklikle yani Adliye, Maarif ve Vakıflar, Şeyhülislâm’ın salahiyetinden çıkarılmış ve bu vazifeler, mülkiyeden üç ayrı bakana verilmiştir. Padişahın halifelik sıfatı namına, medreseler (dinî mektebler), şeriat mahkemeleri ve diyanet işleri Şeylülisâm uhdesine verilmiş ve bakanlar kuruluna dahil edilmiştir.
3535- Şeyhülislâmlık (Meşihat) 1425 tarihinde Bursa’da II. Murad tarafından başlatılmış ve ilk şeyhülislâm Şemseddin Fenari Efendi olmuştur. 16. asrın sonlarına kadar kayd-ı hayat şartlarıyla (ölünceye kadar) tayin edilirken, bu tarihten sonra azledilebilir devlet me’muru durumuna getirilmiştir.
1425-1922 tarihleri arasında 131 şeyhülislâm vazife almıştir. En son şeyhülislâm 1920’de vazife alan Medeni Mehmet Nuri Efendi, 1922’ye kadar devam etmiştir. Daha sonra, şeyhülislâmlık yerine 1924’de Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.
3536- qqŞEYTAN –_O[- : “Şeytan” kelimesini, Elmalılı Hamdi Yazır lügavî ve ıstılahî manada şöyle açıklar:
«Şeytan herhangi bir mütemerrid, yani azgınlıkta, şerr ü habasette fevakalâde bir temayüzle sınıf ve eşbahinin haricine çıkmış, şirrir, anud manasında bir ism-i cinsdir ki gerek insandan, hayvandan, yılan gibi mahlukat-ı zâhireden ve gerek sair mahlukat-ı hafiyeden alâka-i ruhiyesi bulunan habislere ıtlak olunur. İnsan şeytanı, hayvan şeytanı, cin şeytanı denilir. Nitekim Kur’anda şeyatin-i ins ve şeyatin-i cin tabirleri çok geçmektedir. İnsan görünür, fakat esas-ı habaset ve şeytanatı görünmez, âsâriyle belli olur. Binaenaleyh insan şeytanında bile şeytanlık bir emr-i hafîdir. Bunun için şeytan ismi, gizli bir kuvvet-i habise, bir ruh-ı habis mülahazasına raci’ olur. Ve şeytan-ı ins, şeytan-ı cinne merbut demektir. Melek mukabili olan şeytan-ı cin, yani gizli şeytan, bazı felasifece yalnız mücerredat-ı maneviye olarak izah edilmiş ise de bunun maddi haysiyetini de inkâr etmek doğru olamıyacağından buna habis olan maddi kuvvetleri dahi ilave etmek zaruridir. Ve ehl-i sünnetin izahı böyledir. Bu suretle şeytan ism-i cins bilhassa gayr-ı mer’î olan ervah ve kuva-yı habisiye isim olmuştur ki, hilkatte her cins bir ferd-i evvel ile başlamış olduğundan, şeytan denilince bu cinsin babası olan o ferd-i evvel yani İblis hatıra gelir ve o zaman ism-i has gibi olur... Eimme-i lügatın beyanına göre şeytan kelimesi mefhum nokta-i nazarından bir mana-yı vasfîyi haizdir. Ve bunun iştikakında iki kavl vardır. Birisi Sibeveyh’in dediği gibi uzaklık manasına wO- maddesinden «Ä_Q[«4 veznindedir ki baid, uzak demektir. Filvaki şeytan da haktan uzaktır. Ondan da uzaklaşmak lâzım gelir. Diğeri ihtirak veya butlan manasına n[- maddesinden –ŸQ4 vezninde olmasıdır ki, yanmış ve batıl demektir. Filvaki şeytan da böyledir. Bu surette kelime alem olmadığı için münsarif olmuştur.» (E.T. 238) (Bak: Cinn, Hizbüşşeytan, İblis, Vesvese)
3536/1- Ebu Davud 466. hadîsinde geçen şeytan kelimesi şöyle izah ediliyor: «Şeytan, tercih edilen görüşe göre “Hak’tan uzak oldu” manasına gelen wO- fiilinden türemiştir. İbn-i Abbas’ın dediğine göre, “insan, cin ve hayvandan, azgın olanlara şeytan denilir. Hususî manası ile: Hz. Âdem’e tazim secdesi yapmaktan imtina’ ederek Allah’ın emrine isyan eden ve Allah’ın huzurundan kovulan varlıktır. Aslının cin mi, melek mi olduğu ihtilaflıdır. Nesefî’nin beyanına göre, Hz. Ali İbn-i Abbas ve İbn-i Mesud şeytanın melek olduğunu söylemişlerdir. Hasan-el Basrî ve Katâde cin olduğunu söyleyenlerdendir. Câhız’dan meleklerin ve cinlerin aynı cinsten oldukları görüşü nakledilmiştir. Her görüş sahibinin kendilerine göre delilleri vardır. Ancak (18:50) âyette şeytanın cinlerden olduğu açıkça belirtilmiştir. (Ebu Davud tercemesi Şamil yayınları, ci:2, sh:231)
3537- İblisin türlü desiseleri vardır. Fakat «İblisin en mühim bir desisesi; kendini, kendine tabi’ olanlara inkâr ettirmektir. Şu zamanda hususan maddiyunların felsefeleriyle zihni bulananlar, bu bedihi mes’elede tereddüd gösterdikleri için, şeytanın bu desisesine karşı bir-iki söz söyliyeceğiz. Şöyle ki:
İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesedli ervah-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesedsiz ervah-ı habise dahi bulunduğu, o kat’iyettedir. Eğer onlar maddi cesed giyseydiler, bu şerir insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki însî şeytanlar cesedlerini çıkarabilse idiler, o cinnî iblisler olacaktılar.
Hatta bu şiddetli münasebete binaendir ki, bir mezheb-i batıl hüketmiş ki: “İnsan suretindeki gayet şerir ervah-ı habise öldükten sonra şeytan olur.” Malumdur ki: A’la birşey bozulsa, edna bir şeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur. Meselâ: Nasılki süt ve yoğurt bozulsalar,yine yenilebilir; yağ bozulsa yenilmez, bazan zehir gibi olur. Öyle de: Mahlukatın en mükerremi, belki en a’lası olan insan eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin maddelerin kokusuyla telezzüz eden haşarat gibi ve ısırmakla zehirlendirmekten lezzet alan yılanlar gibi, dalalet bataklığındaki şerler ve habis ahlâklar ile telezzüz ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar; adeta şeytanın mahiyetine girerler. Evet cinnî şeytanın vücuduna kat’i bir delil, insî şeytanın vücududur.
Saniyen: Yirmidokuzuncu Söz’de yüzer delil-i kat’i ile ruhanî ve meleklerin vücudunu isbat eden umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu isbat ederler. Bu ciheti o Söze havale ediyoruz.
3538- Salisen: Kâinattaki umur-u hayriyedeki kanunların mümessili, nazırı hükmünde olan meleklerin vücudu, ittifak-ı edyan ile sabit olduğu gibi, umur-u şerriyenin mümessilleri ve mübaşirleri ve o umurdaki kavaninin medarları olan ervah-ı habise ve şeytaniye bulunması, hikmet ve hakikat noktasında kat’idir. Belki umur-u şerriyede zişuur bir perdenin bulunması daha ziyade lâzımdır. Çünki Yirmiikinci Söz’ün başında denildiği gibi: Herkes herşeyin hüsn-ü hakikisini göremediği için, zahirî şerriyet ve noksaniyet cihetinde Hâlik-ı Zülcelal’e karşı itiraz etmemek ve rahmetini ittiham etmemek ve hikmetini tenkid etmemek ve haksız şekva etmemek için,zahirî bir vasıtayı perde ederek, ta itiraz ve tenkid ve şekva, o perdelere gidip, Hâlik-ı Kerim ve Hakîm-i Mutlaka teveccüh etmesin. Nasılki vefat eden ibadın küsmesinden Hazret-i Azrail’i kurtarmak için, hastalıkları ecele perde etmiş. Öyle de: Hz. Azrail’i (A.S) kabz-ı ervaha perde edip, ta merhametsiz tevehhüm edilen o haletlerden gelen şekvalar, Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmesin. Öyle de: Daha ziyade bir kat’iyetle şerlerden ve fenalıklardan gelen itiraz ve tenkid, Hâlik-ı Zülcelal’e teveccüh etmemek için, hikmet-i Rabbaniye şeytanın vücudunu iktiza etmiştir.
3539- Rabian: İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hülasasıdır. İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ: Nasılki insanda kuvve-i hafızanın vücudu, âlemde Levh-i Mahfuz’un vücuduna kat’i delildir. Öyle de: İnsanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vahimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime, küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiblerinin ihtiyarına zıd ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat’i bir delildir.
Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üflüyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler.» (L.82)
3540- «Sual: Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehennem’e girmeleri, gayet müdhiş ve çirkin görünüyor. Acaba, Cemil-i Alel’ıtlak ve Rahim-i Mutlak ve Rahman-ı Bil’hakk’ın rahmet ve cemali, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?
Şu mes’eleyi çoklar sormuşlar ve çokların hatırına geliyor.
Elcevab: Şeytanın vücudunda cüz’î şerler ile beraber, birçok makasıd-ı hayriye-i külliye ve kemalât-ı insaniye vardır. Evet bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var; mahiyet-i insaniyedeki istidadda dahi ondan daha ziyade meratib var. Belki zerreden Şemse kadar dereceleri var. Bu istidatatın inkişafatı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zenbereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur. Yoksa melaikeler gibi insanların da makamı sabit kalırdı. O halde insan nev’inde,binler enva hükmünde sınıflar bulunmayacak. Bir şerr-i cüz’î gelmemek için bin hayrı terketmek, hikmet ve adalete münafidir.
Çendan şeytan yüzünden ekser insanlar dalalete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet ekseriyetle keyfiyete bakar. kemiyete az bakar veya bakmaz. Nasılki: Bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i kimyeviyeye mazhar etse.. ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bozulmuş. O on ağaç olmuş çekirdeklerin o adama verdiği menfaat, elbette bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indirir. Öyle de: Nefs ve şeytanlara karşı mücahede ile, yıldızlar gibi nev-i insanı şereflendiren ve tenvir eden on insan-ı kâmil yüzünden o nev’e gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette haşarat nev’inden sayılacak derecede süflî ehl-i dalaletin küfre girmesiyle insan nev’ine vereceği zararı hiçe indirip göze göstermediği için, rahmet ve hikmet ve adalet-i İlahiye, şeytanın vücuduna müsaade edip tasallutlarına meydan vermiş.
Ey ehl-i iman! Bu müdhiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur’an tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesidir. Ve silahınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlahiyeye ilticadır.» (L.71)
3541- «Şeytanlar ve şeytanlara uyanlar, dalalete sülûk ettikleri için, küçük bir hareketle çok tahribat yapabilirler. Ve çok mahlukatın hukukuna, az bir fiil ile çok hasaret veriyorlar. Nasılki bir sultanın büyük bir ticaret gemisinde bir adam az bir hareketle, belki küçük bir vazifeyi terketmekle, o gemi ile alâkadar bütün vazifedarların semere-i sa’ylerinin ve netice-i amellerinin mahvına ve ibtaline sebebiyet verdiği için, o geminin sahib-i zişanı, o asiden, o gemi ile alâkadar olan bütün raiyetinin hesabına azîm şikayetler edip dehşetli tehdid ediyor ve onun cüz’î hareketini değil, belki o hareketin müdhiş neticelerini nazara alarak ve o sahib-i zişanın zatına değil, belki raiyetinin hukuku namına dehşetli bir cezaya çarpar. Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed dahi, Küre-i Arz gemisinde ehl-i hidayetle beraber bulunan ehl-i dalalet olan hizb-üş şeytanın zahiren cüz’î hatiatlarıyla ve isyanlarıyla pek çok mahlukatın hukukuna tecavüz ettikleri ve mevcudatın vezaif-i âliyelerinin neticelerin îbtal etmesine sebebiyet verdikleri için, onlardan azîm şikayet ve dehşetli tehdidat ve tahribatlarına karşı mühim tahşidat etmek, ayn-ı belagat içinde mahz-ı hikmettir ve gayet münasib ve muvafıktır. Ve mutabık-ı mukteza-yı haldir ki; belagatın tarifidir ve esasıdır ve israf-ı kelâm olan mübalağadan münezzehtir. Malumdur ki: Böyle az bir hareketle çok tahribat yapan dehşetli düşmanlara karşı, gayet metin bir kal’aya iltica etmiyen, çok perişan olur. İşte ey ehl-i iman! O çelik ve semavî kal’a: Kur’andır. İçine gir, kurtul.» (L.72)
3542- «Şeytan-ı ins ve cinnin kâinattaki müdhiş âsâr -ı tahribkâraneleri ve enva-ı küfür ve dalalet ve şer ve mehaliki yaptıkları halde zerre mikdar icada ve hilkate müdahaleleri olmadığı gibi, mülk-ü İlahîde bir hisse-i iştirakleri olamıyor. Ve bir iktidar ve bir kudretle o işleri yapmıyorlar. Belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil, belki terk ve atalettir. Hayrı yaptırmamakla, şerleri yapıyorlar. Yani şerler oluyorlar. Çünki mehalik ve şer, tahribat nevinden olduğu için, illetleri, mevcud bir iktidar ve fail bir icad olmak lâzım değildir. Belki bir emr-i ademî ile ve bir şartın bozulmasıyla, koca bir tahribat olur.
İşte bu sır, Mecusilerde inkişaf etmediği içindir ki, kâinatta “Yezdan” namıyla bir hâlik-ı hayır, diğeri “Ehriman” namıyla bir hâlik-ı şer itikad etmişlerdir. Halbuki onların Ehriman dedikleri mevhum ilah-ı şer, bir cüz’-i ihtiyariyle ve icadsız bir kesble şerlere sebebiyet veren malum şeytandır.
İşte ey ehl-i iman! Şeytanların bu müdhiş tahribatına karşı en mühim silahınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve “Euzübillah” demekle Cenab-ı Hakk’a ilticadır. Ve kal’anız Sünnet-i Seniyyedir.» (L.73)
3543- «Sual: Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?
Cevab: Yoktur. Çünkü san’at-ı fıtriyesi iktizasınca, kalbi daima idlal ile telkin için, fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.» (İ.İ.67)
3544- Kur’anda şeytanların şer ve zararları bildirilirken aynı âyetlerin ekserisinde insî şeytanlar da murad edilmiştir. Çünki şeytan, müslümanlara bizzat tasallut etmekle beraber, çok kerre de şeytana uymuş insanlar vasıtasıyla tasallut eder. Kur’an (6:121) âyetindeki bir manayı, Elmalılı Hamdi Yazır bu mealde açıklamıştır. Nitekim şeytan ilk ifsadını Hz. Âdem’e (A.S.), Hz. Havva vasıtasıyla yapmıştır. Yani fıtraten zaif ve insana müessir olan taife-i nisayı çok kere iğvasına vesile eder. Böylece insanları ifsad ve idlal eden mutasallıt münafıklarla şeytanlar, şerde işbirliği durumundadırlar.
3545- Ezcümle Elmalılı, bu mes’ele hakkında şu malumatı veriyor:
«Bu münafıkların mü’min olmadıklarını ve ahlâkan ne kadar düşkün olduklarını şununla daha iyi anlarsınız:
(2:14) _ÅX«8³~ ~Y7_«5 ~YX«8³~ «w<¬gÅ7~ s«7 ~«†¬~«— Bir de bunlar mü’minlere rast geldikleri zaman, alelıtlak (amenna) derler; budala zannettikleri mü’minlere yaltaklanır, yüzden hulûskârlık, mürailik ederler.
²v¬Z¬X[¬0_«[«-|«7¬~²Y«V«'~«†¬~«— Kendi şeytanlarına, gizli mukavelelerle gizli meclislerde, kendilerine gizli gizli fitne ve fesad dersi veren mütemerrid, çıfıt, şeytanat üstadlarına tenhaca varıp halvete çekildikleri zaman da ²vU«Q«8_Å9¬~~Y7_«5 biz her halde sizinle beraberiz, bundan emin olunuz” derler.» (E.T.236)
3546- Hem « «–Y¶<¬i²Z«B²K8 w²E«9 _«WÅ9¬~ ²vU«Q«8 _Å9¬~ fıkralarının suret-i sevki, bu şeytanların gürûh-u münafıkînin arkasında ve onlardan hariç ve fakat onlarla gizli bir alâkayı haiz hafî bir teşkilata delalet ettiği âşikardır. Âyet-i Kerime hâdisesinin daha derin, daha gizli menbalarda cereyan ettiğini göstererek Resulullah’ı ve ehl-i imanı tenvir etmiştir... Bu âyette ise insan şeytanları olduğunda müfessirînin ihtilafı görülmüyor.» (E.T. 238)
Şeytan, insanların nefsindeki kötü meyilleri tahrik yoluyla insana nüfuz etmeye çalışır.
3547- Kur’anda şeytan ve şeytan-ı insînin şerlerini beyan eden âyetlerden meâlen birkaç not:
-Şeytanın (İblis’in) Âdem’e(A.S) secde etmemesi ve aldatıp Cennet’ten çıkarılmasına sebeb olması ve kıyamete kadar fesad unsuru olacakları mes’eleleri: (2:34,36) (7:11-25 ve 27) (17:61-63) (18:50,51) (20:115-123)
-Şeytanın Peygamberlere ümniye cihetinden vesvesesi ve buna karşı vahyin muhkem kılınması hikmeti: (22:52,53)
-İns ve cin şeytanlarının enbiyaya düşmanlıkları: (6:112)
-Eyyüb’un (A.S.) şeytandan teellümü: (38:41)
-Şeytan ve Yahudilerin Hz. Süleyman ‘ın (A.S.) saltanatı aleyhinde sihir yoluyla yaptıkları düşmanlıklar: (2:102)
-Amel-i salihten men’ ve isyana sevk etmek için şeytanın ilkaatı ve iğvası: (2:268) (4:117-120) (7:200-202) (17:64) (47:25)
-Şeytanın insan üzerindeki hâkimiyeti zayıf olup insanın nefsin arzusuyla onun davetine koşması: (14:22) (15:42) (16:99,100) (17:65)
-Şeytan’ın insana kötü işlerini güzel göstermekle aldatması: (6:43) (16:63) (27:24) (29:38) (43:37) Not: Dinden gelen hükümlere, sadakatla bağlılık yerine akıl ve maslahatla hareket etmek, şeytanın bu cihetten iğvasına kapı açabilir. Zira ahkâm-ı diniyeye tam teslim olmayan, ölçüsünü nefsin ve menfaatın icablarına dayandırmaya mecburdur. Başka şık yoktur. Halbuki nefis ve menfaat ölçüsü çok kere diyanetle mütezaddırlar. İşte o zaman şeytan lezzet ve menfaat-ı hayat gözlüğü ile insana, yaptıklarını güzel gösterir. (Bak: 2776.p.)
3548- qqŞIKK ±s- : (Şikk) İslâmiyetin zuhurundan biraz önce yaşamış iki kâhinin adıdır. Bunlardan eskisi Arablarda ilk kâhindir. Acaib bir mahluk olup, alnının ortasında yalnız bir gözü (veya alnını ikiye ayıran bir alev) vardı. El-Yaşkarî adındaki ikinci Şıkk, Satih ile birlikte devrinin en meşhur kahiniydi. Satih’ten sonra o da Yemen’de bulunan Lahmi meliklerinden birisinin rüyasını tabir ile Habeşilerin Yemen’i zabt edeceklerini, bu memleketin İbn-i Ziyezen tarafından kurtarılacağını, ayrıca Peygamber’in (A.S.M.) geleceğini beşaret vermişti. Bunların vücudları yalnız bir bacak ve bir kolu olan yarım insan şeklinde idi. (İslâm Ansiklopedisi’nden)
3549- qqŞİA }Q[- : Kelime manasıyla taraf, fırka, grup. Bir fikir ve maksad etrafında toplanmış grup. Bir şahsın tarafdar ve yardımcıları.
Istılahta: Peygamberimiz’in (A.S.M.) vefatından sonra onun yerine halifelik hakkının kıyamete kadar Hz. Ali ve nesline ait olduğunu iddia ederek dine uygun düşmeyen bazı fikir ve telakkilere sahib olan ve çeşitli gruplara ayrılan mezheb mensubalarının umumi adıdır. Hz. Ali’ye bağlılık manasında “Alevilik” de denir. Çok aşırı ve hurafelere girmiş olan kısmı olduğu gibi, o derece aşırı olmayıp mu’tedil olanları da vardır. Meselâ, Şia’nın bir kolu sayılan Zeydîlerin İmamı hakkında sorulan suale Bediüzzaman şu izahatı veriyor:
3550- «Meşhur “İmam-ı Zeyd” sadat-ı azîmeden ve eimme-i Âl-i Beyt’tendir. Ve müfrit Şiaları reddeden ve m¬4~«—Åh7~ ²vB²9«~ ~YA«;²†¬~ deyip Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer’den teberriyi kabul etmeyen ve o iki Halife-i Zişanı hürmet edip kabul eden bir zattır. Onun etba’ları, Şiaların en mu’tedil ve en sünnisidir. Bunlar hem ehl-i insaf ve hem çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşallah Vehhabîlerin tahribatını tamire sebeb oldukları gibi Ehl-i Sünnet ve Cemaattan, Zeydîlerin inhirafları dahi istikamet kesb edip, Ehl-i Sünnete iltihak edip imtizaç edecekler.» (B.L. 338) (Bak: Âl-i Aba, Âl-i Beyt, Aliyy-ül Murtaza (R.A.), Hasan (R.A.), Hilafet, Rafizîler)
3551- qqŞİİR hQ- : (Şi’r) (c. Eş’ar) Aslı Arabça olan bu kelime sezmek, şuur ile hissedip anlamak manasında olup hQ- kökünden alınmıştır. Güzel tertipli manzume, tahayyül ve tasavvurları ve bazı hakikatları hoşa gidecek şekilde ifade eden ölçülü söz. *Man: Muhayyelattan terekküb eden kıyas.
Bediüzzaman Hazretleri, şiir hakkında şöyle der: «Şiir ise çendan kıymetdar, şirin bir vasıta-yı ifadedir. Fakat şiirde hayal hükmettiği için hakikata karışır, hakikatların suretini değiştirir. Bazan hakikat birbirine geçer. Halis hak ve mahz-ı hakikat olan Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde istikbalde bulunacağımız mukadder olduğundan, Kader-i İlahî bir inayet olarak bize şiir kapısını açmadı. (36:69) «h²Q¬±L7~ ˜_«X²WÅV«2 _«8«— sırrı buna bakar.» (B.L. 334)
3552- Hadislerde şiirden bahsedilir. Ezcümle bir hadis-i şerifte:
« °d[¬A«5 yE[¬A«5 «— °w«K«& yX«K«E«4 °•«Ÿ«6 h²Q¬±L7~ buyuruluyor. Yani: “Şiir bir sözdür. Bunun güzeli güzeldir, çirkini de çirkindir.” Evet şiir, esasen ince bir bilgi manasınadır. Meselâ Arabça olarak (Leyte şi’rî) denilir ki, keşki tam bir bilgim olsaydı, demektir. Fakat şiir ıstılahatta, kasden mevzun olarak söylenilen sözdür. Buna manzum da denir. Binaenaleyh bir zat, bir maksadını mevzun olarak söylemek kasdetmediği halde o maksada ait sözü vezinli, kafiyeli düşse bununla o zat şair, sözü şiir sayılmaz.
Kezalik: Resul-i Ekrem Efendimiz:
`¬VÅOW²7~ w²"~ _«9«~ «¬g«6« Ç|¬AÅX7~ _Å9«~ buyurmuştur. Bu mübarek ifadesi mevzun düşmüştür. Fakat kendisi bunu kasden böyle mevzun ve mukaffa olarak söylemek istemiş olmadığı için kendisine şair denilemiz. Şiirlerde hakikattan ziyade hayal caridir. Kur’an-ı Kerim’in âyetleri ve Resul-i Ekrem’in beyanatı ise mahz-ı hakikattır, her türlü şaibelerden münezzehtir. O halde Kur’an-ı Mübin’e şiir, Resul-i Ekrem’e şair denilmesi asla caiz olmaz. Maamafih şiir ile daima meşgul olmak doğru değildir. Bunda külfet vardır, hakikata muhalefet vardır. Vakitlerimizi daha faideli şeylere tahsis etmeliyiz. Şunu da arzedelim ki şiirler, manzumeler hakkında muhtelif hükümler vardır. Şöyleki: Zühd ü takvaya, hikemiyyata, niam-ı İlahiyeyi tezkire, salih zatların evsafını tasvire, dünyevî heveslerden tahzire dair olan şiirler şer’an memduhtur. Çünkü bunlar insanları uyandırır; ibadet ve itaate sevk eder, ma’siyetlerden uzaklaştırmaya vesile olur.
Güzel manzaraları, meselâ dağları, sahraları, semavi ecramı, geçmiş günleri, tarihî milletlerin hallerini tasvir eden şiirler de mübahtır. Bunlar da bu husustaki mensur sözler gibidir. Güzel insanların gözlerini, yanaklarını, çehrelerini, cilvelerini tasvir eder şiirler ise birçok kimselerde şehvanî duyguları arttıracağı cihetle mekruhtur.» (H.G. Hadis no: 209)