OSMANLILAR ZAMANINDA DİYAR-I BEKİR
Evliya Çelebi 1655 yılında Diyarbakır’ı gezmiş, şehir ve eyalet hakkında değerli bilgiler vermiştir. Diyarbakır uzun bir dönem boyunca Ermenistan’ın bir parçası olmuştu, dolayısıyla Evliya Çelebi’nin köylülerin çoğunun Ermeni olduğunu belirtmesi şaşırtıcı değildir. Benzer şekilde, şehirdeki zanaatkarların çoğunun değilse de, önemlice bir kısmının Ermeni olduğu anlaşılıyor. Ne var ki Ermeniler artık kesinlikle eyalet nüfusunun çoğunluğunu oluşturmuyordu. O tarihlerde Diyar-ı Bekir eyalet nüfusunun yalnızca %14’ü hristiyandı. Gerek kır gerekse kent nüfusu çok heterojendi; farklı dinlerden, çeşitli dilleri konuşan kesimler vardı; hem göçerler hem de yerleşik hayatı sürdürenler bulunuyordu. Gerek Evliya Çelebi, gerekse Katip Çelebi Diyarbakır’da Arapça, Türkçe, Farsça, Kürtçe ve Ermenice konuşulduğunu belirtir. Bunlara Süryanilerin ve Nasturilerin konuştukları çeşitli Arami lehçelerini, bir de Zazaca’yı ekleyebiliriz. Zazaca, daha çok Murat nehri kıyılarında yaşayan bir kesimin konuştuğu arkaik İran dilidir.
Eyalet Müslüman nüfusunun çoğunluğu 1655 yılında Kürt’tü ama Diyarbakır merkez (Amid) ve başka şehirlerde ana dili Türkçe olan kalabalık bir kitle vardı. Diyarbakır’da konuşulan Türkçe, Azerbaycan Türkçe’sine yakın bir ağızdı. Evliya Çelebi’nin Diyarbakır ağzına örnek olarak aktardığı pasajda yer alan pek çok kelime bugünde kullanılmaktadır ve bu kelimelere başka yerlerde rastlanmamıştır. Bu bölgede Türkler Hanefi, Kürtler Şafii’ydi, Kürtlerin küçük bir bölümü de Yezidi idi. 18. yüzyılda bölgeyi gezen İran’lı seyyah Zeynelabidin Şirvani ise şunları yazmıştır: ‘’ Şehir (Diyarbakır) civarındaki köy ve kasabalarda yaşayanlar Şafii Kürtler ve Aliallahiler (yani Aleviler’dir); ayrıca Hristiyanlar, Yezidiler ve Şiiler vardır. Aleviler ve Yezidiler devletin tutumundan dolayı inançlarını saklıyorlar.’’ Bugün Tunceli’de genellikle Zazaca ve Kürtçe konuşan Aleviler yaşamaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi mezhebi olan Hanefllik, tabiiki bu taşra merkezinde de üstünlük sağlamaktaydı. Üstelik şehrin (ama eyaletin değil) Müslümanları içinde Hanefiler çoğunluk oluşturuyordu. O tarihteki camilerin büyük çoğunluğu Hanefi camisi idi. Fakat Kürtlerin çoğunun mensup olduğu Şafii mezhebi, Diyarbakır’da resmi Hanefi mezhebine yakın güçlü bir konuma sahipti.
Arapça konuşanlar arasında, ilk Müslüman fatihlerin torunları olduklarını iddia eden kesimler (bugün, uzun süre nüfusun çoğunluğunu oluşturdukları Siirt dışında, büyük ölçüde asimile olmuşlardır) vardır.
Ermenilerin yanı sıra, Diyarbakır’da önemli bir Süryani cemaati ve daha küçük bir Nasturi cemaati bulunuyordu. Hristiyanlar, şehrin ekonomik hayatında da önemli bir rol oynuyordu. Bütün fırıncılar, kasaplar, bakkallar, çorbacılar ve kebabçılar Ermeni’ydi. Ayrıca darphaneyi, gümrükleri, hanları ve şehrin başka önemli ticaret merkezlerini Ermeniler işletiyordu. Gümüş ve altın işleyen kuyumcular ise Süryani idi.
Bölgede Yezidi ve Şemsiler’de yaşamaktaydı. Yezidilik, Şiiliğe karşı Muaviye ve oğlu Yezid tarafını tutan Şeyh Adi bin Musafir tarafından ortaya atılmış; ilk zamanlarda Sünnilik ile çelişmeyen fikirler ihtiva etmesine rağmen, Şeyh Adi ölünce bu şahısa tanrılık kisvesi müritleri tarafından verilmiş ve giderek İslam ile bağı kalmayan bir yol haline gelmiştir. Yezidilere, genellikle yanlış olarak şeytana tapanlar denir. Yezidilik, muhtemelen önceleri heterodoks bir Sünni mezhebiydi, daha sonra eski İran ve Anadolu dinlerinden güneşe tapınma ve reenkarnasyon (öldükten sonra başka birinin bedeninde yeniden doğmak) inanışı da dahil bir çok unsuru bünyesinde birleştirdi. Taptıkları Melek Tavus, şeytan olarak tanımlanabilir fakat Yezidilere göre O, Müslüman ve Hıristiyan inançlarındaki kötülüklerin kaynağı değildir. Yezidiler Kurmançi lehçesini konuşurlar, ancak bazı dindar Müslümanlar inanışlarından dolayı onları Kürt olarak kabul etmeyi reddetmektedirler. 17. yüzyılda Yezidi nüfusu kalabalıktı, fakat nüfusları fiziki baskı, zorla din değiştirme ve göçle azaldı. Günümüzde dört önemli Yezidi topluluğu bulunmaktadır; Halep’in kuzeybatısındaki Kürtdağı bölgesinde, Suriye-Irak sınırındaki Sincar dağlarında, Musul’un kuzeyindeki Şeyhhan bölgesinde ve güneybatı Kafkaslarda. Türkiye’de ise Urfa, Mardin ve Siirt’te az sayıda Yezidi yaşamaktadır. Şemsiler hakkında ise pek bilgi bulunmamaktadır. Ermeni tarihçi Siemon’a göre bunlar cumartesi günleri toplanır, karanlık çökene kadar içki içer, sonra da ayrım gözetmeden cinsel ilişkiye girmektedirler. Fakat bu olay, heterodoks gruplara yöneltilen çok sık bir suçlamadır. Osmanlı valilerinden biri bu törenlere son vermiş ve Şemsileri İslam’a veya Hristiyanlığa geçmeye zorlamış, Şemsiler de Süryani Hristiyanları gibi görünmeye başlamışlardır.
Diyarbakır şehir nüfusu 1650 yılı dolaylarında 50.000 civarında idi. 1870 yılındaki kolera salgınında şehir nüfusu yarı yarıya düşmüştür.1878 yılında ise şehir nüfusu 10.655’e inmiştir. Bunun 5.010 ‘u Müslüman ve 5.645’i gayrimüslimdir. Diyarbakır eyaletinin 1880 yılındaki toplam nüfusu 471.462’dir ve bu nüfusun da %70’i Sünni Müslümandır. Eyalette Müslüman halklar içinde Kürtler en kalabalık olanıydı, fakat şehirde ise Sünni Müslüman nüfusun büyük bir bölümünü, belki de çoğunluğunu Türkler oluşturuyordu.
Diyarbakır eyaletinde önemli bir göçer nüfus yaşıyordu. 1540 yılında Boz Ulus’a (Zülkadriye aşireti ve bazı küçük gruplar dahil) mensup 7.500 Türkmen hanesi sayılmıştı, bu da eyaletin toplam nüfusunun yaklaşık %10’una eşitti. Ayrıca Suriye çölündeki büyük (Arap) Tay aşireti ile daha küçük bedevi aşiretleri vardır. Ne var ki, 17. yüzyıl ortalarına gelindiğinde (1650 yılları) Boz Ulus konfederasyonu dağılmıştı ve Boz Ulus’u oluşturan aşiretlerin çoğu Diyar-ı Bekir’i terk ederek Batı Anadolu’ya ve İran’a gitmişti. Karacadağ’da kalan Karakeçili Türkmen aşireti ise yıllar içinde zamanla Kürtleşti. Türkmenlerin göçerlerinin bölgeyi terk etme nedenlerinin en önemlisi Şii Türkmen İran Safevi devletinin bölgeye saldırılar düzenleyip, bölgenin güvenliğini sarsmasıdır. Kürtler gibi güçlü aşiret yapıları olmadığı için, Sünni olan Türkmenler Batı Anadolu’ya, Şii olanları ise İran’a göç etmiştir.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da aşiret bağlarının güçlü bir birliktelik yaratmasından ötürü, şehir merkezlerinde çoğunluğu oluşturamamalarına rağmen bölge, otonom (özerk yapıdaki) Kürt emirleri tarafından yönetildiği için, Evliya Çelebi ‘’Seyahatname’’sinde bu bölgeden Kürdistan diye bahsetmektedir. Kırsalda yaşayan Türkmen göçer gruplar bu baskın aşiret yapısı ve güvenlikleri nedeniyle Kürtleşmeye başlamıştır.
Evliya Çelebi Diyarbakır’ı ziyaret ettiği sırada, Osmanlı İmparatorluğu’nda ekonomik gerileme başlamış olmasına rağmen, Diyarbakır zengin bir kültür hayatı yaşıyordu. Bu da Osmanlılardan önce bölgede hakimiyet kuran ve bir ara başkentleri de olan Diyarbakır’a Artukoğulları ile Akkoyunlular’ın şehire mimari ve ekonomik damgasını vurmuş olmasından kaynaklanmaktaydı. Bu iki Türk hanedanı döneminde de Diyarbakır’da bilim ve sanat büyük bir gelişme göstermiştir. Bu gelişme çoğu günümüze dek ulaşan, o dönemlere ait mimari eserlerin yanı sıra, kültürlü bir şehir elitinin varlığından da anlaşılmaktadır. Kale içindeki saray Artukoğulları’na, şehirdeki bir çok camii de Akkoyunlulara aittir. 16. yüzyıl Osmanlı valileri, 11.-15. yüzyıl arasında Diyarbakır’a hakim olan Türkmen beylerinin yerini alınca mimari eserler yaptırma işin de üstlenmişlerdi. Osmanlı valilerinin yaptırdıkları eserler, şehirdeki Osmanlı damgasının kaynağını teşkil etmeye başlamıştır.
Evliya Çelebi, Diyarbakır’ı şöyle anlatır: Diyarbekir şehri Osmanoğlu ülkesinde öyle bir yerdir ki, Hz. Yunus’un hayır duasının bereketiyle yaratılmış olan her cinsle doludur. Ama halkının çoğunluğu Türkmen, Kürt, Arap ve Fars’dır. Reayası ve berayası Ermeni olduğundan dolayı Ermeni diyarı da sayılır. Kalesi Şat nehri (Dicle) kıyısında olduğundan ve Fırat ile Şat nehri arası ‘’Dicle adası’’ (Mezopotamya) kabul edildiğinden ‘’Dicle adası’’ndan sayılır. Suyunun ve havasının tatlılığından dolayı, halkı gayet zeki, çocukları gayet akıllı ve soyludur. Bütün halkı Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farsça ve Ermenice konuşur. Bütün halkı Müslüman ya da bir kitaba inanan temiz, inançlı, tevhid ehli ve dindar insanlardır. Kadınları arasında Rabia-i Adevviye düzeyinde son derece namuslu, dindar ve güzellik sahibi olanları vardır. Doğrusu Diyarbekir’in kendisi taşlık yerdedir. Ama geniş vilayeti bakımlı, ovaları güzel ve amber kokulu toprağı insanlar arasında rağbet gören, mezraları çok, hayrat ve bereketi bol bir bakımlı şehirdir. Diyarbekir’de akan çeşmelerdeki su, Karadağ’daki Hamverat pınarından gelir, bu pınarın suyunun içimi çok güzeldir. İç kale içinde de bol su kaynağı bulunmaktadır.
Evliya Çelebi’nin örnek şiirinden 17. yüzyıl Diyarbakır Türkçe’sinin bir Azerbaycan Türkçe’si ağzı olduğu anlaşılmaktadır:
Migreb çağı Kavs bağından gelmişdim
Şeyh Matar’dan men pürçihli almışdım
Kör Muharrem gimi müflis olmışdım
Monla Mahmud gıçım derem mahkul mı?
Zeyni der Haci gel gel böyle etme
Kara körpide neyleyipsen gel gitme
O hürmeyi isidipdir isitme
Yandırıpdır içim derem mahkul mı?
Sekiz nügü miskineyi almışdım
Dam üstinde sittareyi görmişdim
Hazekile hatırına degmişdim
Heze bildim suçum derem mahkul mı?
Diyarbekrün bagla ile çakılı
Şatar gezengevi butum tut balı
Zeyni oğlanun o mirçite şakalı
Biter biter kırkam derem mahkul mı?
Kaynak: Martin Van BRUINESSEN. Evliya Çelebi Diyarbekir’de. İletişim Yayınları.
Dostları ilə paylaş: |