DİYARBAKIR’IN KÜRTLEŞMESİ
Tarih kitapları Diyarbakır’ın Eylül 1515’de Osmanlı İmparatorluğu’na katıldığını yazıyor. Yani Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in Çaldıran’da karşılaşmasından hemen önce oluyor. Ondan önce Diyarbakır valisi Safevi Devleti tarafından atanırmış. Yani Diyarbakır Türkmen Safevi Devleti’ne idare olarak bağlı imiş. Erzincan valisi gibi Diyarbakır valisi de Erdebil’den atanırmış.
Diyarbakır’ın Kürtleşmesi Osmanlı ile birlikte olmuştur. Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi(1) Adlı kitabında Çaldıran Savaşı’nı Şah İsmail yani Türkmenler kaybettiği için Doğu Anadolu Kürtleşti. Şah İsmail yani Safeviler kazansaydı Doğu Anadolu ve dolayısiyle Diyarbakır Türkleşirdi. Çünkü İdrisi Bitlisi aracılığı ile Kürt Ağaları, aşiret reisleri ve Kürt şeyhleri Osmanlı-Safevi Savaşı’nda Osmanlı’nın yanında yer aldılar. karşılığında da Doğu Anadolu’yu adeta aldılar demektedir.
Sosyolog Ziya Gökalp Kürt aşiretleri üstüne yaptığı araştırmasında Diyarbakır’ın Kürtleşmesi üstünde de duruyor. Diyor ki; “Diyarbakır şehrinde oturan ahali ta Selçukiler, İnaloğulları ve Artukoğulları zamanından beri Türk’tür. Sonradan Harzem Türkleri, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri de gelerek bu Türklüğü artırmıştır.”(2)
Gökalp bu yazdıklarının ardından şehirdeki tarihi eserler, camiler, kitabeler, şairlerin divanları, halkbilime ait masallar, şarkılar, darbımeseller ve şehrin tarihi ile ilgili tüm veriler Diyarbakır’ın Türk kimliğini ele veriyor diyor. Arkasından da; Diyarbakır’daki hars en zengin Türk harsıdır, diyor. Diyarbakır’ın lisanı, ahlakı ve adeti de Türklüğünü gösterdiğini iddia ediyor.
Ziya Gökalp; “Bütün Karadeniz ahalisine Laz, bütün Suriyeliler’e ve Iraklılar’a Arap, bütün Rumeli halkına Arnavut dedikleri gibi, bizim gibi Vilayeti Şarkiye ahalisinden bulunanlara da Kürt milliyetini izafe ettiklerini gördüm” diye bir ön tesbit yaptıktan sonra; “ o zamana kadar kendimi hissen Türk sanıyordum.” Ama gerçeği görmek için Türklüğü de Kürtlüğü de inceledim. Diyarbakır’da ana dil Türkçe olduğu halde her fert biraz Kürtçe de bilir. Dildeki bu ikili yapı nereden ileri gelebilir. Ya Diyarbakır’ın Türkçesi bir Kürt Türkçesiydi, veya Diyarbakır’ın Kürtçesi bir Türk Kürtçesiydi. Dil üstüne yaptığım araştırmalar Diyarbakır’ın Türkçesi’nin Akkoyunlu, Karakoyunlu Türkleri’ne özgü Azeri lehçesi olduğunu gördüm diyor. Bu dilde hiçbir yapaylık yok diyor. Bu Türkçe Kürtler’in bozduğu bir Türkçe değildir, sonucuna varınca Diyarbakırlılar’ın konuştuğu Kürtçe’nin suni olduğunu söylüyor. Bu şivenin Türk Kürtçesi olduğu tesbitini yapıyor. Diyarbakırlılar’ın Türk olduğuna ilişkin en önemli delil dildir diyor.(3)
Ayrıca Diyarbakırlılar’ın bu dili Kürtlerle konuştuğunda kullandıklarını, kendi aralarında sadece Türkçe konuştuklarını yazıyor. Diyarbakır’lı konuştuğu bu Kürtçe’deki boşlukları ise Türkçe ile doldurur diyor. Gökalp, Diyarbakırlılar’ın Türk olduğuna ilişkin önemli bir bulgu olarak da mezhep meselesini görüyor. Diyor ki Diyarbakır’ın hakiki yerli halkı Hanefi’dir. Kürtler ise Şafiidir. Kürtlerden başka Şafii yoktur. Türkler’in ise çoğunluğu Hanefidir. Sosyolog Gökalp bu tesbitlerinden sonra şu sonuca varıyor:“Bu alametler bana Diyarbakır’ın Türk olduğunu gösterdiği gibi, babamın iki dedesinin bir kaç batın evvel Çermik’ten yani bir Türk muhitinden geldiklerine nazaren ırken de Türk neslinden olduğumu anladım” diyor. Ama ardından milliyetin esas olarak alınan terbiyeye ilişkin olduğunu da sosyolojik incelemelerimle öğrendim diye ekliyor.
Gökalp’in bu satırlarını okuyunca Abdullah Öcalan’ın Ziya Gökalp’in tesbitlerine çok benzeyen ifadelerini anımsadım. Onları sizlerle paylaşmak isterim. Halbuki; Ziya Gökalp bizde Türkçülük tezinin önemli bir ismi hatta babası sayılır. Türk deyince “öcü” görmüş olanlar Ziya Gökalp’e pek itibar etmezler. O’nun sosyologluğunu da yok sayarlar. Kürt Meselesi, Kürt Tezi v.s. denilince de bu kavram adeta Abdullah Öcalan ile özdeşleşmiştir. Ama Abdullah Öcalan’ın 1988-1989 yıllarında yazdıkları ile Ziya Gökalp’in 1920’li yıllarda bu kitaba yaptığım aktarmalara ne kadar benzediği görülebilinir. İşte Abdullah Öcalan’ın konu ile ilgili yazdıkları:(4)
“Benim meselem bir Kürtçülük icat etmek değildir. Benim ana tarafım Türk. Benim anam Türk’ten çok, Türkmen’e benzer. Dikkatli bir değerlendirmeci bunu anlar. Ama ben şunu tesbit ettim ki; ben çocuk yaşta diyordum; “Keşke Türk filan doğsaydım. Anam-babam Kürt değil de Türk olsaydı diyordum kendi kendime. Böyle anılarımı hatırlıyorum.” Burada Öcalan da Türk olma özlemi olduğunu öğreniyoruz. Gökalp’te kendi kimliğini nasıl keşfettiğini anlattıktan sonra; “Mamafih dedelerimin bir Kürt yahut Arap muhitinden geldiğini anlasaydım yine Türk olduğuma hüküm vermekte tereddüt etmeyecektim. Çünkü, milliyet yalnız terbiyeye istinat ettiğini de içtimai tetkiklerimden anlamıştım” diyor.(5)
Ziya Gökalp’in Diyarbakır ve yöresi ile ilişkin aşiretlerin Türk vurgusu bazı okuyucuları kaygılandırdığını düşünerek şimdi aynı konu ile ilgili olarak Abdullah Öcalan’dan yakalanmadan önce yazdığı kitaptan yaptığı saptamaları okumak istiyorum: “Selçuklu tarihini inceleyin Kürt ve Türk beylikleri iç içedir. Daha başka örnekler de verebilirim. Karakoyunlular, Akkoyunlular, Artukoğulları Kürt coğrafyası içerisindedir ve çoğu Kürt onu kendi beyi sanır ve bazı Kürt beylikleri de Türkmen boylarının beyidir. Bu kadar iç içelik vardır.” (6). Abdullah Öcalan’ın bu yazdıklarının Ziya Gökalp’ın yazdıklarından bir farkı var mı? Örnek verilen beylik isimleri bile aynı. Okumaya devam edelim. “Bir çok Türk beyinin Mardin’de, Diyarbakır’da, Ahlat’da, Erzurum’da kurduğu beylikler var. Hepsinin içinde Kürt-Türk karışmıştır ve işin ilginç yanı, bir çok Türk boyu Kürtleşmiştir. Örneğin Karakeçililer, bugün Karacadağ eteklerinde yaşıyorlar, hepsi de benden daha fazla Kürt ve hiç Türkçe bilmezler. Karakeçililer aslında bir Türkmen boyudur, buna benzer bir çok boy var.”(7)
Abdullah Öcalan’ın bu yazdıklarının daha önce okuduğunuz Ziya Gökalp’in yazdıklarından bir farkı yoktur. Üstelik örnek verilen aşiret isimleri bile aynı. Yani Abdullah Öcalan da bu konuda Ziya Gökalp’in saptamalarını tekrarlamaktan başka bir şey yapmamış.
Kürtler konusunda araştırma denilince ilk akla gelen isimlerden Dr. İsmail Beşikçi de Ziya Gökalp’i doğruluyor. Diyor ki; “Uzun asırlar içerisinde Kürtler tarafından asimile edilmiş Türkler’in de varlığından” söz etmek gerekir.(8)
1. Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, c. s. 2401.
2. Ziya Gökalp, Kürt Aşiretleri Üzerine Sosyolojik Tetkikler, s. 124.
3. Ziya Gökalp, a.g.e, s. 124.
4. Abdullah Öcalan, Kürt-Türk İlişkileri Üzerine Barış ve Demokrasi Konuşmaları (1988-1999) İstanbul, 1999, Aram Yayınları, s. 102, 105, 128 v.s.
5. Ziya Gökalp, a.g.e, s. 124.
6. Abdullah Öcalan, a.g.e.
7. Abdullah Öcalan, a.g.e.
8.İsmail Beşikçi, Kürtlerin Mecburi İskanı, sh. 143, İstanbul, 1977.
Yazan: Cemal ŞENER. Aleviler'in Etnik Kimliği. Etik Yayınları.
KÜRTLER ANADOLU İÇİN TÜRKLERİ BEKLEDİ
Türkiye Balkanlardan Yemen’e, Cezayir’den Kırım’a uzanan bir imparatorluğun parçalanmasıyla ortaya çıkmış bir ülkedir. Bu hanedanı ve hâkim zümresi Türk olan bir imparatorluktu; fakat uzun süre hâkim zümre imparatorluğu Dar-ül İslâm, kendisini de Müslüman olarak tanımladı. Bu sebeple bir Türkmen beyliğinden doğan bu imparatorlukta zaman içinde Türk olmayan Müslümanlar da hâkim zümreye dahil oldular. Hatta Hanedan nezdinde çoğu zaman Boşnak, Arnavut, Çerkez, Abaza, Kürt gibi gayritürk Müslüman anâsır Türklerden daha üstün tutuldu. Bu kökenlerden gelip yönetici sınıfa dahil olanlar kendilerini Müslüman ve Osmanlı olarak görürken, halk arasında da gayritürk Müslüman gruplar kendilerini Türk’le bir ve eşit olarak imparatorluğun hâkim zümresine dahil hissettiler. Bununla beraber tarihî gelişim, kültürel, askerî üstünlük ve nüfus dengesi sonucunda imparatorluk her zaman Türk kaldı. Resmî dil ve imparatorluk içindeki lingua franca hep Türkçe oldu, bürokrasinin üst katmanının hemen tümüyle devşirmelerin elinde olduğu 15. asrın ikinci yarısı da dahil olmak üzere bürokrasinin ve ordunun ezici çoğunluğu hep Türk oldu. Ayrıca bazı fanatik Osmanlı düşmanlarının iddia ettiği gibi Osmanlı hâkim sınıfının Türk olduğunu unutması, hatta Türklüğü aşağılaması da söz konusu değildi. Osmanlılar Türk olduklarının bilincindeydiler; zaten imparatorluktaki bütün diğer etnik gruplar dahil olmak üzere bütün dünya onlara Türk, devletlerine Türk İmparatorluğu derken bunu bilmemeleri veya Türklüğü hakaret kabul etmeleri mümkün olamazdı. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bazı aydınların tepkisel Osmanlı karşıtlığı sonucunda sürekli olarak bazı Osmanlı tarihçilerine ait “Etrak-ı bîidrak” gibi Türkleri aşağılayan ifadelerini zikredip Osmanlı ideolojisinin Türk düşmanı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Halbuki bu ifadelerin bağlamına bakılırsa bunların daima Safevî taraftarı Türkmen ayaklanmalarına, Celâli isyanlarına katılanlar için kullanıldığı görülecektir. Birçok Osmanlı kroniğinde çok daha fazla sayıda Türkleri öven ifadeler de vardır. Olayısıyla “Etrak-ı bîidrak” edebiyatı çarpıtmadan başka bir şey değildir. Ancak Osmanlının klasik devrinde bilinçli, siyasî bir Türkçülük de elbette yoktu. Milliyetçilik ideolojisinin olmadığı bu dönemde Osmanlı kendisini ancak Müslüman olarak tanımlayabilirdi.
19. yüzyılda din birliğinin de önemli katkısıyla Batı’dan gelen milliyetçilik düşüncesi gayrimüslim Osmanlı uyrukları arasında hızla yayıldı. Bu düşüncenin etkisinde başlayan ayrılıkçı hareketlerin çoğu Avrupa devletlerinin ve Rusya’nın çok önemli desteğiyle başarıya ulaştı, ve 19. yüzyıl içinde İmparatorluktan kopan geniş topraklarda birçok yeni Hıristiyan devleti kuruldu. Ancak Batılı emperyalistlerin derdi birilerini özgürleştirmek değil, Osmanlı coğrafyasına hâkim olmaktı; bu yüzden kışkırtmalar bu noktada durmadı. Önce Ermeniler gibi yaşadıkları yerlerde nüfusça azınlıkta kalan Hıristiyanları kışkırttılar, daha sonra Araplar, Kürtler gibi Müslüman kavimlere yöneldiler. Bu tablo karşısında İmparatorluğun ağırlıkla Türk olan yönetici zümresi de Türk milliyetçiliğini keşfetti. Yönetici elit içindeki diğer kökenlerden gelen Müslümanlar da derhal Türk oldular. 20 yüzyıl başında artık bu zümrenin hedefi İmparatorluğun ağırlıklı olarak Türk nüfusla meskûn toprakları üzerinde bir millî Türk devleti kurmaya dönüştü.
Bu uzun ve kanlı süreçte bu hedefe karşı çıkan Hıristiyan azınlıkların çoğu ülkeden tasfiye ve tard edildi. Anadolu’nun güneyinde Türklerle oldukça net bir etnik sınırla ayrılan, çok köklü bir kültüre ve tarihe sahip, ve Atlas Okyanusuna kadar uzanan geniş bir dünyanın parçası olduklarının bilincinde olan Arapların bu millî devlete katılması söz konusu olamazdı. Emperyalizmin dahli olmasa da onlarla el sıkışılacak, yollar ayrılacaktı. Arnavutlar Balkan Savaşıyla İmparatorluktan coğrafî olarak kopunca zaten bağımsızlık bir zorunluluğa dönüşmüş, Türklerin Arnavutlarla bir hesabı kalmamıştı. İmparatorluktan millî devlete geçişte yeni devletin sınırları içinde kayda değer nüfusa ve coğrafî dağılıma sahip Türk olmayan tek bir etnik grup kalmıştı: Kürtler. 1927 nüfus sayımına göre Türkiye'nin nüfusu 13.648.270, anadili Kürtçe olanların sayısı ise 1.350.347'dir. Bu etnik grubun bazı unsurlarının 1925-1937 arasında bir dizi isyana kalkıştığını, yaklaşık 40 yıllık bir sükûnet devresinden sonra yine bazı kesimlerinin 1970’lerden günümüze kadar süren bir ayrılıkçı terör hareketine destek verdiğini, buna karşılık bu etnik grubun ana kitlesinin Türkiye toplumuyla entegrasyonunun derinleşerek devam ettiğini biliyoruz.
Osmanlı yönetici zümresi millî devlet kurmaya yönelirken neden büyük bedeller ödemeyi göze alarak Kürtlerin bu devletin içinde yer almasında ısrarcı olmuş, daha doğrusu bunun aksini bir an bile düşünmemiştir? Öte yandan, Mütareke yıllarında Binbaşı Noel’lerden başlayan, son dönemde bütün Avrupa Devletleri, ABD ve Rusya’ya, bir dönem Suriye gibi komşu ülkelere kadar yayılan çok geniş uluslararası desteğe ve kışkırtmaya rağmen, 34 bin kişinin hayatına mal olan kanlı bir mücadeleye rağmen neden hiç bir zaman halk arasında etnik bir nefret ve çatışma ortaya çıkmamış ve entegrasyon hep derinleşerek sürmüştür? Yukarıdaki kısa tarihî değinmelerden anlaşılacağı üzere Kürtlerin Türklerle ilişkisi başlangıcından beri çok özel olmuştur. Kürtler, Arnavutlar ve Boşnaklar gibi Osmanlı fetihleri sonucunda Müslümanlaşmış bir halk değildir. Öte yandan Kürtlerin topraklarının Arap toprakları gibi Türkler tarafından fethedildiği de söylenemez. Ayrılıkçı tarihin sloganı olan “Kürdistan’ın Türklerce işgali, sömürgeleştirlmesi” diye bir olay tarihte vuku bulmamıştır. Bu iddialar hayal ürünüdür. Anavatanı İran’ın batı sınırı boyunca uzanan Zağros Dağları olan Kürtler İslâm fetihleriyle Güneydoğu Anadolu’nun doğusuna kadar ilerlemişlerdi. Fakat Arap-Kürt karışımı Müslüman ordularının gücü Anadolu’da daha fazla ilerlemeye yetmedi. Alp Arslan Malazgirt’te Bizans ordusuyla karşılaştığında ordusunda yer alan 10 bin kişilik Mervanî askerinin bir kısmı Arap, çoğu Kürttü. Göçebe hayvancı hayat tarzları Türklerinkine çok benzeyen, fakat Türklere göre daha az örgütlü ve daha düşük bir kültür düzeyinde bulunan Kürtler bu tarihten sonra Anadolu’da hep Türklerle beraber hareket ettiler. Anadolu’nun fethine Türklerle beraber katıldılar ve bu fetihler sayesinde Anadolu’daki coğrafî dağılımlarını çok büyük oranda genişlettiler. Kürt aşiretleri Selçukluların Moğol istilâsıyla yıkılmasının ardından Doğu Anadolu’da kurulan Karakoyunlu devleti içinde yer aldı. Karakoyunlular göçer Kürt aşiretlerini Kara Ulus adı altında, kendilerine tâbi bir boy olarak örgütlediler. Kara Ulus daha sonra Karakoyunluların yerini alan Akkoyunlu devletinde de yerini korudu. Erzurum’un Hınıs, Bingül’ün Karlıova ve Muş’un Varto ilçeleri arasında yer alan Bingöl Dağı Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yaylasıydı. Kendisine bağlı Kürtleri güneyden bu yaylalara Uzun Hasan getirdi. Otlukbeli savaşıyla Akkoyunlular Doğu Anadolu’dan silinince Osmanlı bu devletten geriye kalan Türkmen oymaklarını Boz Ulus adıyla örgütlerken Kara Ulusu da olduğu gibi devraldı. Rumeli’de ve Anadolu’da boş kalan toprakları şenlendirmek veya Hıristiyan nüfusa karşı denge sağlamak için Türkmenlerle beraber Kürtleri de iskân etti. 18. asırda tarım alanlarını genişletip vergi gelirlerini arttırmak amacıyla başlatılan geniş kapsamlı göçebe iskânı hareketinde de birçok Kürt aşireti yerleştirildi. Böylece Türkler Anadolu’ya geldiklerinde Diyarbakır’ın doğu ve güneyine kadar ilerleyebilmiş olan Kürtler kuzeyde Ardahan’a, batıda Sivas’ın doğusuna kadar uzanan bir coğrafyaya yayılma imkânı buldular. Ardahan Kürtleri, Uzunyayla Avşarlarıyla beraber 1828 Rus savaşından sonra bölgeye iskân edildiler ve kaynaştılar. Bugün Ardahan’daki Kürtçe konuşan fakat “Biz Avşarız” diyen, Avşar soyadı taşıyan ahali bunların torunlarıdır. Konya’da İnevi adlı bir köy olan Cihanbeyli, Sultan Abdülaziz’in doğudan getirdiği Cihanbeyli aşiretini iskân etmesiyle gelişerek bir kasaba oldu. Bu tür örnekler sayısızdır. Alevî Kürt ve Zazaların cemlerinde aynen Türk Alevîler gibi Türkçe deyiş ve gülbanklar okumaları da bu gruplardaki Alevîliğin Türk kökenli olduğunu, ayrıca çoğunun Türkmenlerle karışmış, iç içe geçmiş olduklarının göstergesidir. Bu örnekleri sonsuz sayıda çoğaltmak mümkündür. Anadolu’da Türklerle Kürtler ve Zazalar tarihte örneğine az rastlanacak ölçüde iç içe geçmişlerdir. Bu coğrafî olarak da böyledir. Türkiye’de etnik olarak homojen geniş bir Kürt coğrafyası da yoktur. Doğunun en doğusunda Ahlat, Âdilcevaz ve Erciş Selçuklulardan bugüne kadar kesintisiz olarak gelen Türk şehirleridir. Son göç hareketleri başlayana kadar Van da öyleydi. Ya Diyarbakır? Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Cahit Sıtkı Tarancı... Bunların hepsi Türk olmaya çalışan Kürtler miydi? 1950’lere kadar suriçi Diyarbakır’da nüfusun çoğunun Türkçe konuşuyordu. Bu kadar Diyarbakır türküsünü TRT uydurmadı ya... “Kürdistan’ın başkenti” ilân edilmek istenen Diyarbakır’ın Çüngüş ilçesi de Türkmen. Haydi Çüngüş kuzeybatıya doğru kalıyor; ya Diyarbakır’ın güneydoğusundaki Bismil ve Çınar ilçelerinin Alevî Türkmen köyleri? Doğuda güneydoğunun en ucu dışında Türklerin asırlardır yaşamadığı hiç bir il yok. Etnik Türk bulunmayan en uç bölgede de Kürtler dışında Süryanîler ve Araplar var. Birbirlerinin dillerini anlayamayan, Türkçe anlaşmak zorunda olan, fakat bölücülerin nedense Kürt saydığı Zazaları da Kürt kabul etsek bile tablo böyle. Bu tablo içinde Türkiye’yi kuranlar hiç bir zaman Kürtlerin Türklerden ayrılabileceğini düşünmedi ve bunu istemedi. Kürt her zaman Anadolu Türk’ünün kardeşi ve ayrılmaz parçası olarak görüldü. Bu 1000 yıllık beraberlik ve kaynaşmanın doğal sonucuydu.
Unutmayalım ki Türkler Anadolu’ya Göktürk Yazıtlarıyla, Divan-ı Lûgat-it Türk’le, Ahmet Yesevî ile gelirken modern döneme kadar Kürtçenin başlıca yazılı edebiyat eseri ancak 17. asırda yazılmış olan Mem u Zin’di. Türk Ötüken’den, Yenisey, Orhun kıyılarından devlet kura kura 300 içinde Anadolu’ya ulaşıp Bizans’ın yerini alırken, Kürt Fırat’ın ötesine geçebilmek için 300 yıl Türk’ün Anadolu’ya gelmesini beklemiştir. Millî devletler çağında elbette bu iki farklı tarihin sonucu farklı olacaktır, olmalıdır. Marx ve Engels de her kavmin millet olamayacağını iyi bilirlerdi. Bu yüzden Avusturya ve Rusya otokratizmini güçlendireceği için küçük Balkan kavimlerinin ayrılıkçı hareketlerine karşı çıkmışlar, Balkanlarda Osmanlı egemenliğini desteklemişlerdir. Engels’in bu konuda Doğu Avrupa bağlamında yazılmış “Tarihsiz Halklar Sorunu” diye bir makalesi de vardır. Bolşeviklerin “Bütün halklara özgürlük” ilkesi ise teorik temeli sağlam olmayan, Çarlığa karşı Rus olmayan kavimleri yanlarına çekmek için ortaya attıkları bir slogandı. İktidara geldikten sonra bunu kendilerinin ne kadar uyguladıklarını da Sovyetler Birliği dağılınca herkes gördü.
Kaynak: Selim SOMÇAĞ. www.selimsomcag.org
KÜRTLER HAKKINDA
KÜRLERDE DİL
Büyük doğubilimci ve Kürt uzmanı Vladimir Minorsky, özellikle Pamirler gibi diğer bir dağlık bölgenin yerlileri tarafından konuşulan birbirlerinden çok farklı İran dillerinin zengin çeşitliliğiyle kıyaslandığında, (Zaza ve Gurani dilleri hariç tutulmak kaydıyla) çeşitli Kürtçe diyalektlerinin birbirlerinden belirgin farklılıklarının altında kayda değer bir birlik olduğunu iddia eder. Buradan yola çıkarak Kürt dilinin temeldeki birliğinin, büyük ve önemli bir topluluk tarafından konuşulan tek bir dilden geldiği sonucuna varır ve bu topluluğun da (aslında Kürt milliyetçilerinin de ataları olarak gördükleri) Medler olabileceğini söyler.
David N. MacKenzie Kürtçe diyalektlerinin az sayıda da olsa ortak kimi özelliklerinin olduğunu kabul eder, ancak diğer İrani dillerle de ortak kimi özelliklerinin bulunduğunu belirterek Minorsky’nin görüşünü eleştirir. MacKenzie’ye göre Kürtçe’nin temel özellikleriyle diğer İrani dillerle arasında sistematik bir karşılaştırma, Kürtçe’nin bir dizi önemli farkından dolayı Med dilinden ayrıldığını göstermektedir. Kürtçe’de güçlü bir güneybatı İrani dil etkisi görülmektedir, oysa Med dili özellikle bir kuzeybatı İrani dilidir. Kürtlerin yaşadığı bölgenin kuzeybatı ve güneydoğu uçlarında konuşulan iki akraba İrani dil olan Zazaca ve Gurani kesin bir şekilde kuzeybatı İrani dil ailesindendir ve Kürtçe’nin kuzey (Kurmanci) ve güney (Sorani) diyalektleri arasındaki farklılıklarının çoğu Gurani’nin Sorani diyalekti üzerindeki kayda değer etkisine bağlıdır. MacKenzie’nin, Minorsky’i olduğu kadar Kürt milliyetçi ideologlarını da hedef alan mesajı, Kürtlerin ortak kökenlere ve temel kültür birliğine sahip olmadıklarıdır.
Milliyetçilerin Kürt ulusu olarak adlandırdıkları nüfusun içinde büyük kültürel farklılıklara rastlamak zor olmayacaktır. Bazı milliyetçiler, akraba diller konuşan Lur ve Bahtiyari’leri de bu nüfusun içine dahil etmektedirler. Bu gruplar geçmişte zaman zaman Kürt olarak tanımlanmış olsalar bile, şu anda kendilerini Kürt kabul etmemektedirler. Diğer tarafta Gurani ve Zazaca konuşanlar, uzun yıllar boyunca kendilerini Kürt saymış ve Kürtçe konuşan komşuları ve Türk, Arap ve yabancı otoriteler tarafından, Kürt olarak kabul edilmişlerdir. Hem de dillerinin (Zazaca’yı öğrenmek için kayda değer bir çaba sarfetmiş olanlar dışında) ana dili Kürtçe olan komşuları tarafından anlaşılamamasına rağmen.
Kürtçe’nin ana diyalekt grupları olan Kurmanci ve Sorani diyalektlerini konuşanlar, bir diyalekti konuşanın diğerini kolaylıkla öğrenebilmesine rağmen, karşılıklı olarak birbirlerini anlayamazlar. Gerçekte bu ana diyalektlerde de büyük farklılıklar vardır, öyle ki farklı bölgelerden gelenler, diğerlerinin Kürtçe’sini eksiksiz bir biçimde anlayamadıkları için birbirleriyle Türkçe, Farsça veya Arapça konuşmayı tercih edebilmektedirler.
Irak Kürdistan’ın Kurmanci lehçesi konuşulan kuzeyiyle (Bahdinan), Sorani lehçesi konuşulan güneyi arasındaki derin ekonomik ve kültürel farklılıkları görülür. Bahdinan bölgesi ekonomik olarak geri kalmıştır ve aşiretlerin güçlü egemenliği altındadır, güneydeki bölgeler ise daha şehirleşmiştir, eğitim düzeyi ve ekonomik gelişmesi daha yüksektir ve bu durum aşiretlerin rolünü daha az önemli kılmaktadır. Irak’ta, Sorani Kürt Lehçesi resmi statüye sahiptir ve bir edebiyat ve eğitim dili olarak desteklenmektedir. Oysa Kurmanci lehçesi ihmal edilmiştir ve Bahdinan’da eğitim dili Arapça ya da Sorani lehçesidir. Kuzey Irak’daki Kurmanci lehçesi konuşan aşiret lideri Barzani ile Sorani lehçesi konuşan entellektüel Süleymaniye’li Talabani arasındaki çekişmenin de ana kaynağı budur.
KÜRTLERDE DİN
Kültürün bir başka temel unsuru olan din de Kürtleri birleştirmekten ziyade ayırıyor gibi görünmektedir. Dini yükümlülüklerin detayları hususunda Şafii mezhebine bağlı olan Sünni Müslümanlar çoğunluktadır. Fakat (İran ve Irak’ın bir kısmını içeren) güney ve güneydoğu Kürdistan’da da büyük miktarda Oniki imam Şiiliğini benimsemiş Müslüman (Caferi) yaşamaktadır. Bu Şii Kürtler , kuzeybatı Kürdistan’ın Alevi Kürtleri ile karıştırılmamalıdır. Aleviler de Ali’ye ve diğer onbir imama saygı gösterseler de, genel olarak Ortodoks İslam’daki dini esaslara ait yükümlülükleri kabul etmezler. Aleviler, Sünnilerinki kadar Şiilerinkine de uzak, kendilerine özgü dini ritüellere sahiptirler. Türkiye’deki Alevilerin içinde Alevi Kürtler sadece bir azınlıktır ve kendilerini Sünni Kürtlere değil Türkçe konuşan dindaşlarına daha yakın hissederler. Aleviliğe benzer bir başka din de Ehl-i Hak dini veya (Irak’da adlandırıldığı şekilde) Kakai’dir. Ehl-i Hak inancına sahip olanların çoğunluğu bu inancı, Şii İslam’ı içinde ezoterik bir mezhep olarak olarak görmektedir, fakat bu inanışa sahip olanların bir kısmına göre de bu inanç apayrı bir dindir. Ayrıca Ortodoks İslam’dan daha da uzak olan Yezidi dini vardır; bu din bir zamanlar orta ve kuzeybatı Kürdistan’da hayli yayılmış ancak, şu anda Irak ve Ermenistan Cumhuriyeti’ndeki küçük alanlarda ve Suriye ve Türkiye’de daha küçük bölgelerde sıkışmış durumdadır. Bölgenin sayıları gün geçtikçe azalan Hıristiyan ve Yahudi cemaatleri, bazıları ilk dil olarak Kürtçe’yi kullansalar da, Kürt olarak kabul edilmemektedirler.
TÜRK-KÜRT AYRILIK BAŞLANGICI
Sultan II. Mahmut zamanına kadar, Kürt aşiretleri, Kürt emirleri tarafından devletten yarı özerk bir biçimde yönetiliyordu. Genellikle emirler bölgelerindeki aşiretler arasında bir denge sağlayabiliyorlardı. II. Mahmut söz konusu Kürt bölgelerini merkezin denetimi altına aldı. Emirliklerin feshedilmesinden sonra aşiretler arası çatışmalar çoğaldı, hırsızlık, eşkiyalık ve yağma gibi olaylar arttı. Önceleri Kürt emirleri tarafından idare edilen bölgelere yerleşen şeyhler, aşiretler arası aracılık işlevlerini üstlendiler. Aşiretler üzerinde siyasi etkinliği olan şeyhler vardı, fakat bir emirin bulunduğu yerde onun otoritesi şeyhin gücünü aşmaktaydı. Emirlerin ortadan kalkması, şeyhlerin artan etkinliklerin nedenlerinden biri olmuştur. Bununla beraber, belki de bundan önemli bir sebeb daha vardı: Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında giderek artan gerginlik. Bugünkü Kuzey Irak’ta ve Doğu Türkiye’de Kürtler arasında büyük Hıristiyan azınlıklar yaşıyordu: Ermeniler, Nasturiler ve Süryaniler. Bunlar genellikle kendilerini Kürtlerle aynı safta görmezlerdi ama ilişkileri barışçıydı. Osmanlı toplumsal reformları, Avrupalı ve Amerikalı misyonerlerin Hıristiyan toplulukları içerisinde daha özgürce çalışabilmelerine imkan vermişti. Hem Kürtler, hem de Hıristiyanlar bu misyonerlere Hıristiyan güçlerin yerleşik Hıristiyanları kollamaya, Müslüman üstünlüğünü tehdit etmeye yönelik daha çok siyasi ve muhtemel askeri müdahalelerinin öncüleri gözüyle bakıyorlardı. Avrupalıların bu desteğinden cesaret alan Hıristiyan çiftçiler (özellikle Ermeniler) Kürt toprak sahiplerine geleneksel toprak vergisini vermeyi reddetince ilk çatışmalar çıktı. Kürtler ve Hıristiyan komşuları arasındaki ilişkiler gitgide daha düşmanca bir hal alıyordu. Ermeni milliyetçiliğinin ortaya çıkması ve bağımsız bir Ermenistan hakkındaki söylentiler gerginliğin artmasına katkıda bulundu. Gerginlik ve çatışmalar farklı dinlere mensup topluluklar arasında meydana geldiğinden, Kürtlerin dini önderlerin arkasında toplanması çok doğal bir gelişme sayılmalıdır. Bazı şeyhler İslam’ın güç kaybetmesi karşısında endişeye kapılıyor, bazı dini çatışmaları siyasi etkinlik ve güç kazanmak için akıllıca kullanıyorlardı.
Böylece, Kürt emirlerinin 1800’lü yılların başlarında ortadan kaldırılması sonucu, aşiretleri birleştirici unsur olarak şeyhler devreye girmiş, ayrıca bölge Hıristiyanlarının Avrupalı ve Amerikalı misyonerlerce desteklenmesi sonucunda da, Müslümanların komşularını İslam’a tehdit olarak algılaması ve bunun neticesi olarak, Kürtlerin İslam dinine daha fazla sarılmasına yol açmıştır.
İlk olarak bağımsız bir Kürt devleti kurmak isteyen Cizre’nin son emiri Bedirhan ile Şeyh Ubeydullah bu emellerini gerçekleştirmek isterken bile, padişah-halifeye bağlılıklarını bildirip, kuracakları devletin merkezinin İran’daki Kürt toprakları olacağını söylüyorlardı. Ayaklanmanın en ateşli günlerinin olduğu 1880 yılında bile Bedirhan, padişahın hükümranlığını kabul ediyordu. Aşiret Kürtlerinin çoğu bu tutumlarını Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına dek sürdürmüşlerdir. Vilayet yönetimleri ile olan sorunlarına, hükümete karşı giriştikleri isyanlarına rağmen, padişahın meşruiyetini nerdeyse hiçbir zaman inkar etmemişleridir. Özellikle II. Abdülhamit’in panislamist düşünceleri olması ve fiiliyatada bunu uygulaması nedeniyle, padişaha karşı Kürtler arasında büyük bir saygı ve sevgi vardı. II. Abdülhamit, halifeliği bir güç merkezi olarak çok iyi kullandı. Kürtler, halife-padişah II. Abdülhamit’e ‘’Kürtlerin babası’’ adını vermişlerdi. Bu nedenle halifeliğin Kürtler için çok büyük önemi vardı ve Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki artan çelişkiler, büyük bir olasılıkla halife-padişaha olan bağlılık duygularını daha da güçlendirmiştir. Ama hiçbir zaman padişah ile hükümeti özdeşleştirmemişleridir. Şeyh Ubeydullah bağımsız bir Kürt devleti kurmak istiyordu. Ruslar’dan ve İngilizler’den yardım talep etti; bununla beraber padişaha hükümranlığını kabul ettiğini bildirmeyi de ihmal etmedi. Ordularını Osmanlı toprakları yerine İran Kürdistanına yönelterek, burayı devletin çekirdek bölgesi yapmayı düşünmesi, padişaha karşı takındığı tavrın çift yönlülüğünü açıkça gösterir.
Türklerle Kürtleri 1921 yılına kadar bir arada tutan en önemli bağ, Ermeni düşmanlığı idi. Çünkü Ermeniler, bazı yerlerde Kürtlerin bazı yerlerde de Türklerin çoğunluğunu teşkil ettikleri Osmanlı Türk toprakları üzerinde, bağımsız Ermenistan kurmak istiyorlardı ve Avrupalı Hıristiyan devletler sayesinde de böyle bir devletin kurulma ihtimali vardı. Bu ancak güçlü bir Türk-Kürt Müslüman ittifakı ile önlenebilirdi. Nitekim böyle de oldu. 1921 yılında Bolşevik Ruslarla Moskova Antlaşması imzalandı, Kars ve Ardahan Türkiye’ye bırakıldı. Böylece, artık Kürt bölgelerinin Ermenilerin eline geçmesi tamamen imkansız hale geldi ve Türklerle Kürtleri bir arada tutan en önemli nedenlerden biri böylece ortadan kalktı.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türkler ve Kürtler kendilerini her zaman için Hıristiyan ve Yahudi milletlerin karşısında, aynı Sünni-Müslüman milletin bireyleri olarak görüyorlardı. Etnik milliyetçilik her iki grubun eğitim görmüş kişileri arasında 20. yüzyılın başlarında yayılmaya başladıysa da, hiçbir zaman kitleleri etkileyememiştir. İstiklal savaşı sırasında Türkler ve Kürtler her şeyden önce tehditkar Hıristiyan egemenliği karşısındaki direnişleri ve halife-padişaha ortak bağlılıkları sayesinde, birlikteliklerini koruyabilmişlerdi. Padişahın başlangıçta Kemalistlere karşı mücadele vermesi ciddiye alınmıyordu, çünkü genel olarak, galip müttefik güçlerin onu buna zorladıkları düşünülüyordu. Kürt aşiret ve dini liderlerine gönderdiği çok sayıda mektup ve telgrafında Mustafa Kemal her defasında Kürtler ve Türkler arasındaki dostluğa işaret ederek, savaşın halifeliğin korunması için yapıldığını vurguladı. Hatta Kemalistler, milliyetçi fikirlerden etkilenmiş çok sayıdaki Kürt aydınını kültürel özerklik ve merkezi idareye daha az bağımlılık sözleri vererek kendi saflarına katmışlardı.
Kemalist yönetimin rayına oturmasıyla beraber, Ermeni tehlikesi ortadan kalktı ve bağlayıcı nitelikteki ikinci olgu, yani halifelik 1923’de Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ilk darbeyi yedi. Ertesi yıl halifeliğin kaldırılması bir çok Kürt için şok oldu. Bölgesel sorunlara fazlaca karışan reformculara karşı duyulan şüpheler, Padişah Abdülhamit’in zamanınkinden az değildi. Denetimi tamamen reformcuların eline geçen devlet, bir çok Kürt’ün gözünde meşruluğunu yitirdi. Geleneksel İslami okulların kapatılması ve özellikle hükümetin başlattığı idare ve vergi reformları yeni rejime karşı olan hoşnutsuzlukları arttırdı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonunda milliyetçilik rüzgarlarına kapılmayıp Ermeni tehdidi ve halifeye bağlılıkları nedeniyle Türkleri tercih eden Kürtler için artık isyanlara kadar varacak olan yol ayrımı başlıyordu.
Kaynak: Martin Van BRUINESSEN. Kürdistan Üzerine Yazılar. İletişim Yayınları.
Dostları ilə paylaş: |