İstanbul ve seyyahlar


Ayasofya Camii'nde ölümle raks



Yüklə 435,48 Kb.
səhifə2/6
tarix28.10.2017
ölçüsü435,48 Kb.
#17952
1   2   3   4   5   6

Ayasofya Camii'nde ölümle raks

"Eğer bu Türkler, birkaç gün önce bu camide resim çizip şarap içtiğimi ve domuz eti yediğimi bilselerdi..."

1630'da Fransa'da doğmuştu. Adı Grelot'tu. Bazı şeylerin kafaya dank ettiği yaştaydı.

Kırkındaydı.

Sıkı bir ressamdı. Destinatördü. Disiplinli bir entelektüeldi aynı zamanda. Seyyah ruhluydu.

Fransa'da doğmuş büyümüştü ama vatanı Avrupa'yı değil, aralıksız 1300 yıldır Kuzey Afrika'dan Ortadoğu'ya, Küçük Asya'dan Balkanlar'a başkentlik yapan, Doğu'nun payitahtı İstanbul'u görmek istiyordu.

Birkaç haftalık bir seyahat düşünmüyordu ama.  3-5 yıl mesela. Fena olmazdı hani. Belki o esnada Suriye'ye, İran'a, Lübnan'a gidebilir İstanbul seyahatini Doğu seyahatine  çevirebilirdi. Böylece 100-150 yıl sonra entelektüel alemde çok moda olacak olan Şark gezilerinin en niteliklilerinden birini yapabilir, hatta pirlerinden biri olabilirdi.

İstanbul seyahati yapmaya karar verdiğinde, bir şekilde İstanbul'a gelmiş, gezmiş ve seyahatname kaleme almış bütün seyyahları okumuştu Grelot. Bu okumalardan elde ettiği yargı seyyahların önemli bir kısmının yazdıklarının gereksiz tekrarlar olduğuydu. Seyahatnameler birbirlerine benziyorlardı. Pek çoğu kopya ya da alıntı bilgilerle doluydu. Ve yine pek çoğunda plan, aslına uygun resimler yoktu.

Seyyahlar İstanbul'a gelince gördükleri tarihi eserleri anlatıyorlardı ama resim çizme yetenekleri olmadıklarından anlattıkları tarihi yapıyı okuyucunun zihninde tam olarak şekillendiremiyorlardı. Bu, büyük bir eksiklikti. Üstelik kitaplarda resimlerin olması, kitabı her düzeyden insana seslenir hale getirecekti. Eğitim düzeyi çok yüksek olmayan biri bile bu resimler sayesinde İstanbul'u, Ayasofya Camii'yi, Sultan Ahmed Camii'yi rahatlıkla zihninde canlandırabilirdi. Resimlerle, planlarla desteklenen bir İstanbul Seyahatnamesi yazılması gerekliydi.

Ama nasıl?

İstanbul'da herhangi yerin çizimini yapmak tehlikeli işti. Kendisi hiç İstanbul'a gitmemişti ama okuduğu seyyahların başına gelenlerden biliyordu. Bu şehirde herhangi bir sütunun latince kitabesinin bir kopyasını almak, bir camiyi resmetmek hele ki Ayasofya Camii'ye dair bir çizim alabilmek çok tehlikeliydi. Aşağılama ve küfürlere maruz kalabilir, sınırdışı edilebilir, din değiştirmek zorunda kalabilir, zindanlara düşebilir hatta ajanlıktan idam bile olabilirdiniz.

Ama Grelot idealistti. Ayasofya Camii'nin içine girecek, camiyi resmedecek, planını çizecekti ama şarap içerek. Kazığa geçirilmek gibi ölümlerin en kötüsü onu beklese dahi o bu riske girecekti.

Sadece aşk değil aşka giden yolda güzeldir

Grelot'un İstanbul'a kendi başına, tipik bir seyyah olarak gelmesi hem zordu, hem tehlikeliydi hem de masraflıydı. Elçilik heyetiyle beraber İstanbul'a gitmesi daha mantıklı görünüyordu. Bu yüzden Ekim 1670'de İstanbul'da olacak olan Fransa elçisi François O. Noitel'in maiyetinde kendine destinatör olarak yer buldu. Bilenler bilirdi, Grelot kitap, dergi gibi yazılı eserleri gerçeğe uygun bir şekilde resimleyen iyi bir destinatördü.

İstanbul'a yolculuk, kuşkusuz en hoş gezilerden biridir. Bu yolculukta, Doğu imparatorluklarının görkeminin en güzel kalıntıları hayranlıkla seyredilebilir  diye başlamıştı İstanbul Seyahatnamesi'ne Grelot. Sadece İstanbul'un kendisi değil ona yolculukta güzeldi. Sadece aşkın değil, aşka giden yolun da güzel olması gibi...

Marsilya'dan gemiye bindiğinde yanına yeterince para almış, izin belgesini de almayı unutmamıştı. 1670'lerde seyyahlık zor zanaatti. Seyyahın, para ve izin belgesinin yanında, kalın bir kaput, açılır kapanır bir koltuk, bir yorgan, bir yaygı, sevenler için bir testi şarap ve likör, peksimet, taze ve tuzlanmış et, taze ve kuru meyve gibi malzeme ve yiyecekleri yanında bulundurması iyi olurdu. Peki, bulundurmasa ne olurdu? Grelot aynen şu cevap veriyordu: " Tüm bunların hepsi için gemi kaptanına ayrı bir ücret ödersiniz. Bu da yaklaşık 25-30 Ecu eder."

8-10 gün sürecek olan yolculuğunun esas süresini devamlı yön değiştiren rüzgar belirleyecekti. Buna göre yolculuk bir ayı da geçebilirdi. O dönem sıklıkla kullanılan bir gemici deyimine göre, denizde bazen bir tokatla yüz fersah aşılır, bazen yüz tokatla bir fersah aşılmazdı. Bir tokatla yüz fersahın aşıldığı bir deniz için usulca umut ediyordu Grelot. Gerçi olmasa da olurdu hani. Bir aydan fazla denizde kalmak sıradan biri için işkence kabilinden bir durum olabilirdi ama Grelot'un seyyah ruhu bu durumu rahatlıkla tolöre edebilirdi. Devlet adamları, bürokratlar, askerler, tüccarlar ve din adamları bu durumdan şikayet edebilirlerdi ama o etmezdi. Seyyahtı o. Zamanların efendisiydi.

Geminin Ege Denizi üzerinden Çanakkale'ye varması kuzeyin sert rüzgarı Poyraz'a yakalanmadıkları için tahmin edilen süre içindeydi. Marmara üzerinden Adalar ve Kadıköy sahillerine yaklaşınca İstanbul olanca güzelliğiyle karşılarında arz-ı endam etmeye başlamıştı. Grelot'un dili tutulmuştu adeta. Sanat ve doğa, güzellikle verimliliğin eşit olduğu bir yer kurmak için birleşebilselerdi, herhalde İstanbul'dan daha iyisini başaramazlardı. Roma imparatoru Büyük Konstantin'in Roma'daki keyifli yaşamını bırakıp imparatorluk tahtını neden buraya aldığını şimdi daha iyi anlamıştı Grelot. Haklıydı Büyük Konstantin. Roma'yı bırakıp İstanbul'u başkent seçmekte yerden göğe kadar haklıydı.

Dikey şehir İstanbul

Gemi, Haliç'e girip Karaköy'e  demirlediğinde gün batmak üzereydi İstanbul'da. Haliç'in karşı yakasına Büyük Efendinin Sarayı, Süleymaniye, Nuruosmaniye ve Ayasofya Camii'leri  manzaraya damgasını vurmuştu. Göğe uzanan kubbe ve minareler manzaranın esas tonunu oluşturuyor, İstanbul'u yerden alıp göğe ulaştırıyordu sanki.  İstanbul dikey bir şehirdi. Dikey olan her şey gibi inişleri çıkışları vardı. Bazen akıllara zarar bir huzura sahip olabilirken bazen binlerce insanın ölümüyle sonuçlanabilecek isyanın yatağı olabiliyordu. Belki de bu yüzden gizemliydi İstanbul.

Söz konusu gizemse bitip tükenmek bilmezdi İstanbul'da. Yılandı burada gizem. Hangi taşın altını kaldırırsanız kaldırın karşınıza hemen çıkıverirdi. Çünkü 330'da kurulan bu kent aradan geçen 1400 küsür yılda çok gün görmüş çok şey yaşamıştı. Asya, Avrupa, Afrika gibi  üç kıtanın önemli bir bölümünü yöneten bu kentin sonsuz kudretli gözüken imparatorları, padişahları, şehzadeleri bu kentin göbeğinde  kah gözlerine mil çekilip zindana sürülerek kah zehir içerek kah bir kirişin ucunda can vermişlerdi.

Grelot'un İstanbul'dan beklentisi kentin tüm gizemlerini önüne açması değildi. Ayasofya'yı açsın yeterdi. Aslına bakılırsa o buraya Ayasofya için gelmişti dense abartılmış olmazdı. Fransa'ya dönüşünde İstanbul'la ilgili izlenimlerini yazdığı  240 sayfalık İstanbul Seyahatnamesi adlı kitabının 90 sayfasını sadece Ayasofya'ya ayırmış olması başka türlü açıklanamazdı çünkü. Ayasofya Avrupa'da çokça bilinen, hakkında çokca yazı yazılan yapıydı ama çizimi yoktu. Kimse nasıl göründüğünü bilmiyordu. Bu, Avrupa için bir gizemdi ve bu gizemi uzun boylu, sakallı, kırmızı sarıklı bir Fransız çözecekti.

Tam 1000 yıl hayalleri süsleyen Ayasofya

Ayasofya  bir amblemdi. İlk önce, sınırları Balkanlardan Ortadoğu'ya, Kuzey Afrika'ya uzanan Doğu Roma İmparatorluğu'nun amblemiydi. Sonra, camiye dönüştürülerek sınırları Balkanlar'dan Ortadoğu'ya, Kuzey Afrika'ya uzanan  Osmanlı İmparatorluğu'nun amblemi oldu. Öyle ki tüm Osmanlı tarihi boyunca Osmanlının en prestijli camisi olma ünvanına erişmişti. Bu yüzden yapıldığı yıl olan 537'den bu yazının yazıldığı tarih olan 16 Eylül 2013'e dek hem Müslümanlarca hem de Hristiyanlarca her zaman çekiciydi. Üzerinde oynanan siyasi dolaplar hiçbir zaman tükenmemişti. Tükenmeyecektide.

Yapıldığında Bizans imparatorluğunun gücünü, görkemini yansıtması için yapılmıştı. Amacına ulaşmıştıda. Tam 1000 yıl rakipsizdi Ayasofya. Dillere destandı. Dindar Ortodoksların hayallerini süsleyen eşsiz tapınaktı. Kubbesi altında ellerini bir kez göğe açabilmek için binlerce kilometre öteden gelinen ulvi mekandı. Zihni meşgul eden hiç bir şeyin olmadığı, çapı 32 metre yerden yüksekliğiyse 55 metre olan kubbesiyle insanı yerden alıp göğün sonsuzluk katına ulaştıran yerdi burası.

Osmanlı, İstanbul'u fethedince Ayasofya Kilisesi'nin adını değiştirmemiş, içine minber ve mihrap, yanlarına da minareler ekleyerek camiye çevirmişti. Kilisenin içindeki mozaiklerin üzerine de ince bir sıva çekmişti. Yaklaşık 916 yıl kilise olarak Hristiyanlığın ışığını yayan Ayasofya, 217 yıldır da sadeliğiyle, minareleriyle, hat levhalarıyla İslam'ın o kendine has  ışığını yayıyordu.

Ortaçağda egemen ideoloji din olduğu için o zamanki adı Konstantinapolis olan İstanbul'u ziyaret eden seyyahlar dindar insanlardı. İçlerinde hacı seyyahlar da vardı. Bu seyyahlara göre Ayasofya muhteşemdi. Avrupa'da hiçbir bina Ayasofya'nın görkemine, güzelliğine ulaşamazdı. Ama bu düşüncelere katılmıyordu Grelot. Ona göre abartı şairlerin işiydi. Üstelik bu kişiler tek bir çizim bile yapmamışlar, abartmışta abartmışlar birbilerinin söylediklerini sürekli tekrar etmişlerdi. Çizim yapmamışlardı çünkü o derece cesaretleri yoktu. Ayasofya'da çizim yapmak cesaret isterdi çünkü. Bırakın siz çizim yapmayı bir Hristiyanın Ayasofyaya girmesi bile tehlikeliydi.

Grelot İstanbul gezileri  sırasında Fransa kralı 14. Louis'in emriyle İstanbul'da ilgi çekici buldukları planları, resimler ve aslına uygun olan yolculuk anılarını aktarmak üzere tüm doğuyu gezmekle görevlendirilmiş iki seyyahla karşılaşmıştı. Seyyahlar Grelot'a  gezilerinde tuttukları notları gösterince Grelot'un  bir şey dikkatini çekmişti. Seyyahlardan tüm doğuyu, İstanbul'u gezmesi talep ediliyor, anılarını gerçekçi bir şekilde kaleme almaları bekleniyor ama aynı zamanda Ayasofya'nın planı ile iç ve dış görünüşüne dair resim çizmeleri de isteniyordu. Ama bu seyyahlar Aysofya'da çizim yapabilmenin tehlikesini göze alamamışlardı. Korkmuşlardı. İstanbul'dan bu görevi yapmadan ayrılmışlardı. Grelot'un Ayasofya'nın planını iç ve dış görünüşünü çizmesi doğrultusunda kraldan almış olduğu bir emir yoktu. Bir şeyi ilk yapacak olabilmenin haklı gururu ve cesareti vardı sadece. Kararını vermişti bir kere. Çok ağır bir bedel ödemek zorunda kalsa da Ayasofya'nın planını çizecekti.

Ama Ayasofya Camii'ye nasıl girecekti? Can alıcı soru buydu. Ayasofya Camii'ye öyle her canı isteyen Hristiyan giremezdi. Saraydan izin almak gerekiyor belki de camide önemli görevde bulunan birine rüşvet vermek gerekiyordu. Zaten kendinden önce Ayasofya'ya giren hemen bütün seyyahlar bu yolu takip etmişti. Ayasofya'ya girmek için seyyahların verdiği rüşvetler ayrı bir yazı konusuydu gerçi ama şimdilik bu kadarın bilinmesi yeterliydi.

Grelot uzun sakallı ve uzun elbiseliydi. Başında da kırmızı bir sarık vardı. Bu haliyle tam bir şarklı gibi görünüyordu ama bunlar Ayasofya'ya girmek için yeterli neden sayılmazlardı. Bizans entrikalarını aratmayacak bir entrika planlaması gerekiyordu. Çünkü Ayasofya Camii'ye birkaç saatliğine girmek istemiyordu. İstediği çizimleri elde edebilmek için  3-4 güne ihtiyacı vardı. Sabah namazından önce camiye girecek akşam namazından sonra çıkacaktı.

Her yerde bazı tanışmalara aracılık eden ve kendilerinden istenilen şeylerin üstesinden gelen insanlar vardı. Sordu soruşturdu bu niteliklere sahip bir Rum buldu. Rum, kuyumcuydu ve işi fazla zamanını almıyordu; dostlarına hizmet için de büyük bir çaba harcıyordu. Evi Ayasofya'ya oldukça yakın olduğundan birçok cami görevlisini komşu olarak tanıyabilmesi yüksek ihtimaldi. Grelot amacını Rum'a açtı. Rum, komşularından biriyle bu konuyu görüşeceğini söyledi ama karşılığında karısı için mücevher istedi. Cebinden çıkardığı yedi Venedik altınını verdi Rum'a, eğer istediği gibi ölçüp çizim yapabilirse daha fazla vereceğine de söz verdi.

Grelot İstanbul'da kaldığı iki yıl boyunca Galata'da bir evde kalıyordu. Kararaştırdıkları günde Rum kuyumcu Grelot'u Galata'daki evinden aldı ve beraber Ayasofya Camii'nin ihtiyar kandilcibaşısının evine gittiler

Ayasofya gibi büyük ve prestijli bir camiyi aydınlatabilmek için binlerce kandile ihtiyaç duyuluyordu. Ramazan gecelerinde ikibinden fazla kandilin aynı anda yandığı oluyordu. Bu kandillerin kendi yağlarıyla kirlenmemesi için her gün temizlenmesi, doldurulması ve yanık tutulması zor ve meşakkatli bir iş olduğundan onlarca kandilciye ihtiyaç duyuluyordu. İşte şimdi evinde bulundukları adam bu kandilcilerin başıydı. Hem zaten Ayasofya gibi Osmanlının en büyük ve en prestijli bir camisinde herhangi bir görevin "başı" olabilmek başlı başına önemliydi. Aradığını bulmuştu Grelot.

Peki onu nasıl ikna edecekti?

Şarap


 Bir şarap müptelası olduğu apaçık belli olan Grelot neredeyse her şeyi şarapla kıyaslıyordu. Seyahatnamesinde bir seyyahın ihtiyacı olanlar listesine bir testi şarabı koymayı ihmal etmemiş, daha yolculuğun başındayken uzaktan gördüğü Bozcaada'ya bakıp buranın nefis misket şarabının bir fıçısının oldukça uygun bir fiyat olan 1 ecu'ya Çanakkale'den alınabileceğini itinayla not etmişti.

Şimdi de ihtiyar kandilcibaşının karşısına geçmiş içten içe "bu adam boşalttığı yağ kadar şarap içseydi onunla rahatlıkla anlaşabilirdim" diye söyleniyordu. Yine şarapla kıyaslıyor ve yine şaraba dair seyahatnamesine bir not düşüyordu. Öyle ya o bu notları düşmese bu satırların yazarı nereden bilecekti?  Kafadan atmıyordu ya. Demek ki yazar yazdığına göre Grelot'ta yazmıştı bir yerlere.

Grelot seyahatnamesinde ben kafayı çekip de öyle geldim kandilcibaşının evine dememişti ama nedense öyle davranıyordu. Anlaşılır gibi değildi. Bu aksakallı ihtiyarın ömrü boyunca şarap içmediği her halinden belliydi, bırakın içmesini adını duysa paldır küldür kovardı herhalde Grelot'u evinden. Ama Grelot hala ısrarla seyahatnamesine "... bu saf adamı birkaç yudum şarapla kazanmak imkansızdı" diye bir cümle çiziktirebiliyordu. İmkansız olduğu baştan belliydi zaten, neden diretiyordu?

İhtiyar kandilcibaşı, Grelot'un yanına yaklaştığında, bre kafir sen ne yapmaya Ayasofya gibi İslam'ın  en büyük mabetlerinden birinin planını çizmeye çalışırsın, canına mı susadın pis frenk dememiş usulca, nezaketi de elden bırakmadan kendisinin Ayasofya'daki her şeyi çizmek ve ölçmek istediğine çok şaşırdığını söyleyerek Grelot'u da şaşırtmıştı. Grelot bu şaşkınlıkta şarka özgü kurnaz bir kıvılcımı garpa özgü bir keskinlikle yakalamıştı.

Her zamanki anahtarlar

Ak sakallı ihtiyar yola gelecekti. Yalnız bu iş biraz pahalıya patlayacak gibiydi. Çünkü Grelot gün boyu Ayasofya'da kalacağından cami beş vakit müslümanlarca dolunca, o sırada  galerilerdeki küçük odalardan birine saklanacaktı. İşte tam bu sırada  galerilerin anahtarlarını taşıyan diğer görevliler tarafından yakalanırsa hem kendisinin hem de ihtiyarın zavallı kellesi cellatlara yem oluverirdi.

İhtiyar haklı olarak mırın kırın ediyordu. Ne yapsaydı yani mırın kırın etmeseydi de hiç tanımadığı bir yabancı için kellesini tehlikeye mi atsaydı? Bu tür aşırı verişken senaryolar ancak efsanelerde olurdu. İhtiyar haklıydı. Haklı olduğu içinde kapısı kapalıydı.  Grelot o kapıyı açacak anahtarın ne olduğunu çok iyi biliyordu. O anahtarlar her zamanki anahtarlardı. Bütün kapıları açan her zamanki anahtarlar. O her zamanki anahtarlardan uzattı bir tane Grelot.

Cebindeki saatini sanki gözleri pek görmüyormuşcasına yükseğe kaldırarak baktı. Amacı ne kadar güzel bir saatinin olduğunu ihtiyara göstermekti. Tongaya düştü hemen ihtiyar. Saate bakmak istedi. Sonrasında Grelot'a saati satıp satmayacağını sordu. Grelot'ta bu saatin on Venedik altını değerinde olduğunu ama kendisinin yardımıyla Ayasofya'nın içini görebilirse, galerilerinde üç-dört gün geçirebilirse bu saati hediye edebileceğini söyledi. İhtiyar kandilcibaşı saati sevmişti, bırakmakta istemiyordu. Grelot'a saati hangi şartlar altında hediye edersin diye sorduğunda Grelot isteklerini tek tek sıralamış sonunda "Bre gidi kafir çok istersin bir saat için" demişti ama demek ki saati çok sevmişti. Anlaşmışlardı çünkü. Anlaşmaya göre Grelot, sabah namazı öncesi Ayasofya'ya girecek akşam namazından sonra dışarı çıkacaktı. Grelot için çok karlı bir anlaşma olmuştu. Çünkü saati 10 Venedik altınına değil 3 Venedik altınına almıştı. İhtiyarı kandırmıştı. Hilekarlık yapmıştı. Yaptığı hilekarlığı da tarihsel kayıt altına almış, seyahatnamesine bir bir yazmıştı. 

Grelot Ayasofya'ya girmek için Rum kuyumcuya birkaç mücevher, ihtiyar kandilcibaşısına da on Venedik altını değerindeki! cep saatini vermişti ama bu kadarla bitmiyordu. Bu rüşvet meselesi biteceğe de benzemiyordu. Çünkü Grelot'un Ayasofya'da kalacağı galerilerin anahtarı ihtiyar kandilcibaşısından başka iki kişide daha vardı. Onlara da rüşvet vermek gerekiyordu. Rüşvet için istenilen rakam dört sikkeydi. 10 Ecu'ydu yani. Grelot Çanakkale'de 1 Ecu'ya bir fıçı Bozcaada misket şarabı alınabildiğini belirttiğine göre bu iki kişiye 10 fıçı şarap parası ödemişti.

Birkaç mücevher, bir saat, dört sikke açmıştı bir kafire Ayasofya Camii'nin kapılarını. Hem de üç-dört gün boyunca, ardına kadar.

Yemek bohçası

Anlaşma yapıldıktan bir kaç gün sonra Rum kuyumcu Grelot'a haber edecekti. Nihayet bir kaç gün sonra Rum kuyumcudan haber geldi: " Pazartesi işin var." Mesajı almıştı Grelot. Ayasofya'nın kapıları ardına kadar açılacaktı kendisine.

Pazartesi sabah namazından bir saat kadar önce, gecenin kör vaktinde kandilcibaşıyla Grelot  Ayasofya'nın arka kapılarından birine doğru gidiyorlardı. Grelot'un elinde bir bohça vardı. Gün boyu  Ayasofya'da kalacağı için onun hayatta kalmasını sağlayacak yiyecek ve içeçekten oluşan bir bohça. İçinde domuz etinden ve yağından yapılma Boulogne sosisinin, ekmeğin ve bir şişe şarabın bulunuğu bir bohça.

Bu bohça evet Grelot'un hayattta kalmasını sağlayacaktı ama onu kaybettirebilirdi de. Ayasofya Camii'nde domuz etli sosisle beraber şarap içmekte neyin nesiydi. Deli cesaretinden de öteydi. Ölüm bazı insanları nasıl da çağırırdı.

Ayasofya'da kubbenin altında

İçerideydi artık. Ayasofya'da ölüm sessizliği vardı. Sabah namazına birazcık daha kalmıştı. Efsanelere konu olan, kubbesine methiyeler düzülen, uğruna binlerce kilometre öteden gelinen bir zamanların bu en ünlü en büyük kilisesine uzun uzun baktı Grelot. O ilk an ne yaşadı, ne düşündü, aklından neler geçirdi bilmiyoruz. Yazmamıştı çünkü.

Ama şunu biliyoruz. İkinci katta bulan odasına çekildiğinde Müslümanlar ezan sonrası camiyi doldurmaya başlarken o da kadehini dolduruyordu. Yazmıştı çünkü. Camide "Müslümanlar başlarını yere koyup Allahuekber diye bağırdığı sırada ben de başımı müslümanların sağlığına içmek için kaldırıyorum" demişti. Aynen böyle söylemişti.

Müslümanlar çıkıp cami sessizliğe gark olunca usulca dışarı çıktı Grelot. Etrafına bakındı. Kimsecikler yoktu.

Ayasofyanın kubbesinden sütunlarına, galerilerinden koridorlarına, hat yazılarından mozaiklerine, sütun başlarından kapı kanatlarına  kadar en ince detaylarına kadar inceleyerek gezdi.  Binyıllardan gelen bir merağın susamışlığı vardı üzerinde.

Ayasofya'nın dışından daha çok içi görkemliydi. Büyüleyici olan içiydi. İlkönce kubbesiydi. Sonra İsa'nın, Meryem'in, azizlerin, Bizans imparator ve imparatoriçelerinin mozaikleriydi. Bir çok seyyahta söylemişti zaten. Dışına değil içine bakın Ayasofya'nın.

Baktı Grelot. Ayasofya'nın duvarlarına baktı. Sıvalarının altlarına baktı.Çünkü  Osmanlı Ayasofya'yı camiye çevirince Hristiyanlığa ait betimlemeri ifade eden mozaiklerin üzerine hafif bir sıva çekmişti. O sıvaların altından mozaikleri görebilir miydi? Yoksa bu Türkler ne var ne yok her şeyi kazımışlar mıydı? Öyle ya Türkler barbardı.

Kapıların yukarısına kadar uzanan mermer kaplamanın üstünde, mozaikten çeşitli figürler ve haçları gördüğünde ne kadar şaşırdı bilinmez ama üst kapının ortasında üstte içinde Meryem ananın vaftizci Yahyanın bulunduğu ortada kurtarıcının olduğu ve ayaklarına kapanan bir Bizans imparatorunu görebiliyordu. Şu an da hala görülebilen imparator kapısının üzerindeki mozaiği tarif edebilmişti. Bu figürler bu kadar net olarak görülebildiğine göre Osmanlı bu figürlerin altında namaz kılmakta pek bir sakınca görmemişti anlaşılan.

Kubbenin doğu bölümünün altında iki büyük serafim, doğu kemerinin altında ortada Meryem Ana olmak üzere dört aziz, yarım kubbenin ortasında çocuk İsayı kolarında tutan meryem Ana mozağini ve birçok yerdeki mozaikten figürleri ve haçları tarif edebiliyordu. Tarif edebildiğine göre demek ki apaçık görebiliyordu. Belki de Türkler o kadar barbar değildiler. Ama hayır. O bu mozaiklerin görünmesini hala kazınmamış olmasını, Osmanlının hala bu mozaikler altında namaz kılmasını Tanrının böyle istemiş olmasına bağladı. Tanrı, Hristiyanların imanlarını coşturmak istediği için  bırakmıştı bu mozaikleri. Birazcık olsun Osmanlının bir dünya imparatorluğu olduğu, bütün inançlarla beraber birarada yaşadığı bir kez olsun aklına gelmedi Grelot'un. Türkler barbardı hepsi bu kadardı. Eğer Ayasofya'da birtakım mozaikler kalmışsa bunun nedeni bir imparatorluk olan Türklerde değildi, Tanrıdaydı. Tanrı Hristiyanları seviyordu çünkü ve Hristiyanlara kıyak geçmişti. 

İlk gün Ayasofya'yı gezmekle, mozaikleri incelemekle, ölçü almakla ve çizimle meşgul olan Grelot'un başına hiçbirşey gelmedi. Malumunuz camide şarap içiyordu. En büyük suçlardan birini  işliyordu. Eceli gelince cami duvarına işeyen köpek neydi ki Grelot'un yanında. Bu atasözünü bile geçmişti Grelot.

İkinci gün işler hiçte umduğu gibi gitmedi. Hatta buradan " Eceli gelen seyyah camide şarap içer" gibi yeni bir atasözü üretilebilirdi.

Grelot ertesi gün yine sabah namazından önce gelmiş, bohçasına domuzetli sosisini, ekmeğini ve şarabını almayı ihmal etmemişti.

Öğleleyindi. Müslümanlar namazlarını kılarken Grelot'ta öğle yemeğini yemişti. Bulunduğu yere doğru gelen bir adam görmüştü. Bu adam Grelot'u her zaman karşılayan camiye alan ve camiden çıkaran adama benzemiyordu, daha uzun boyluydu. Paniklemişti. Tam öğle yemeği vaktinde geldiğine göre şarap içtiğini biliyordu mu yoksa. Eyvahtı. Aman Tanrımdı. Ne olacaktı şimdi?

Salomon Schweigger'in yazıklarını hatırladı. Ateş bastı. Salomon Schweigger, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nun İstanbul'a gönderdiği elçinin maiyetinde din adamı göreviyle 1578'de İstanbul'a gelmiş üç yıl kalmıştı. İstanbul'da edindiği izlenimleri "Sultanlar Kentine Yolculuk" adıyla kitaplaştırmıştı. İşte o kitabın bir bölümünde Salomon, Türklerde uygulanan ceza usüllerinden bahsediyordu. Eğer diyordu Salomon birisi "Türklerin dinine hakaret edecek olursa onu ya yakarlar ya da taşlarlar."

Şimdi bu yaptığı Türklerin dinine hakaret değil miydi? Hakaretlerin en büyüğüydü hem de. Ateş bastı bir an. Canlı canlı yakılmak. Ölümün soğuk nefesine olanca hararetiyle teninde hissetti.  Ateşte bundan biraz fazla yakardı herhalde.

Sonra Alman elçi Stephan Gerlach'ın söyledikleri aklına geldi. Ürperdi.

Stephan Gerlach kendisinden 100 yıl önce Avusturya elçisinin maiyetinde Protestan vaizi olarak 1573'te İstanbul'a gelmişti. 5 yıl boyunca İstanbul'da kalmış, izlenimlerini gün gün not almıştı.Gerlach'ın 26 Mart 1576 tarihli notu dehşet vericiydi. İdamın tanığı Gerlach'ın hizmetçisi olan çocuktu. Gerlach'a o anlatmış, Gerlach'ta not almıştı.

Kazığa geçirilen iki Hristiyan hikayesi

26 Mart 1576'da,  bir soyguncu çetesine mensup iki Rum için  idam kararı verilmişti. Bu iki Rum, soymak için insanlara saldırmışlar daha sonra da öldürmüşlerdi. Kafa kesmekten yakmaya, çengele asmaktan darağacında sallandırmaya kadar Osmanlıda epeyce bir  idam şekli vardı. Mahkumlar cezalarını en acımasız idam tarzlarından biri olan kazığa geçirilerek ödeyeceklerdi.

İdam heyeti, başkanlık eden bir çavuştan birkaç yeniçeriden ve birkaç cellattan oluşuyordu. İdam, Edirnekapı'nın dışında gerçekleşecek mahkumlar idam edildikleri yerlere gömülecek, etraftan insanlarda bu sahneyi seyredeceklerdi.

Cellat, idamda kullanılacak olan kazıkların uçlarını Hristiyanlara yağlatmış, saraydan Edirnekapı dışına kadar bu kazıkları Hristiyanlara taşıtmış yolda gördüğü başka Hristiyanları da yardımlarına çağırmıştı. Yardım yapmayanları da yeniçeriler feci şekilde dövmüşlerdi.

İdam iki mahkumun idamını aşmış, Hristiyanlara eziyet haline gelmişti adeta.

Heyettekiler, Edirnekapı'nın dışına çıkınca önlerine çıkan Hristiyanları çağırmışlar  mahkumların gömüleceği çukurları kazdırmışlardı. Bazı Hristiyanları da, kazığa geçirmekte yardımcı olarak kullanmışlardı.

Kazığa geçirilecek olan mahkumun ayaklarına ipler bağlarlar, sonra kazığı makatına saplarlardı. Kazık, zavallı mahkumun tüm vücudundan geçip boynunun kenarından çıkardı. Bu esnada da yardımcı olarak seçilen Hristiyanlar ipleri çekerlerdi.

Mahkumlardan biri sonanda kendisine çakılacak kazığı ve gömüleceği çukuru görünce bağışlanabileceği umuduyla Müslüman olmak istemişti. İdama başkanlık eden çavuş ilk önce bunu kabul etmek istememiş ama sonra nedense razı olmuştu. Bir yeniçeri mahkumun parmağını yukarı kaldırarak Müslüman olması için söylemesi gereken Kelime-i Tevhidi söyletmişti. Etraftaki kalabalıkta "Allah, Allah" diye bağırarak Allah'ın ona acımasını ve yardım etmesini dilemişlerdi. Ama sonuç mahkum açısından değişmemişti. Kazığa geçirilmişti.

İdam öncesinde diğer mahkuma eğer çetenin kalan diğer 15 üyesini ihbar ederse hayatının bağışlanacağını söylenmişti. Mahkum kabul etmemişti.  Ama arkadaşının acı acı bağırarak kazığa geçirildiğini gördüğünde kararından vazgeçmişti. Bildiği on çete üyesini tek tek ihbar etti mahkum. Ama gene de kazığa geçirilmişti.

Şimdi bunları düşünüyordu Grelot. Bu hikayeler öylesine dehşet vericiydi ki alnından terler boşalmaya başlamıştı. Yoksa vücudundan şu an ateşle çıkan şey ter değildi de öğle yemeğinde içtiği yarım şişe şarap mıydı?

Yakılmak, taşlanmak ya da kazığa geçirilmek gibi ölüm çeşitlerinden biri o kadar yakınına sokuldu ki yutkunmakta güçlük çekti. Hepsi birbirinden kötüydü.  O gün yaşadıklarını daha sonra şöyle yazmıştı Grelot: " Hayatımda hiç o günkü kadar korkmadığımı, ölüm fikrinin hiç o güne kadar yanıma sokulmadığını itiraf etmem gerekir."

Bu itirafı yaptığına göre yakalanmamıştı Grelot.

Adamı görünce alelacele şarabını, domuz etli sosisini ve çizim kağıtlarını halının bir köşesine sakladı, tespihini çıkardı. Bağdaş kurup duasını yeni bitirmiş bir adam pozu takındı.

 Türk ağır adımlarla yavaş yavaş yaklaşıyordu. Tespihini çekmeye başlamıştı Grelot. Türk yaklaştığında " Bre gidi gavur ne işlersin burada" diye sordu. Grelot tespihinden birkaç tane çektikten sonra duamı bitireyim bayım lütfen biraz bekleyin dedi. Bir haç çıkartıp diz çöktükten sonra Ayasofya'nın galerilerinde tek başına bir Hristiyan görmenin kendisini şaşırtmamasını, bilindiği gibi bu ibadethanenin Hristiyanlar tarafından inşa edildiğini onların her zaman burada büyük bir imanla ibadet ettiklerini, pek çoğunun bu kiliseye karşı saygısını koruduğunu söyledi. İçeride birkaç saat dua etme iznini çok zor elde ettiğini, kendisine izin veren kişinin biraz sonra gelip kendisini alacağından bahsettti.

Türk gülmeye başlamıştı. Grelot'un söylediklerinin koca bir yalan olduğunu biliyordu çünkü. Sonra halının kenarındaki çizimleri göstererek "kurnaz adam korkma biliyorum"  dedi.

Grelot, Ayasofya Camii'ye giriş için iki görevliye rüşvet vermişti. Kendisini her sabah camiye götürüp akşam alan görevliyi tanıyordu ama diğerini tanımıyordu. İşte bu kişi tanımadığıydı. Artık tanımıştı ama alnından ecel terleri de boşalmıştı. Türk ağır adımlarla arkasını dönüp giderken Grelot kalan yarım şişe şarabına bakıyordu. Öyle ya, içini allak bullak eden dehşetten kendini sıyırması ve kendine gelebilmesi için şaraba ihtiyacı vardı.

İçmese miydi acaba? Yarım şişesini de eve gidince içerdi. Şart mıydı yani Ayasofya'da içmesi. Hem kelleyi kaptırma ihtimali vardı.

Ama anlaşılan yediği şok aklını başına getirmemişti Grelot'un.  Tekrar demlenmeye başladı. Keyfi yerindeydi. Kalemini eline aldı, tekrar çizmeye başladı. Bir taraftan da şarabını yudumluyordu.

Ölüm bazı insanları çağırır

Gerçekten de böyleydi. Ölüm bazı insanları çağırırdı. Hatta bazı insanlara yürü git kardeşim ben seni şu an çağırmıyorum dese de bazı insanlar kaşınırdı.

Bu satırların yazarı Grelot'un İstanbul Seyahatnamesi adlı eserini okuduktan sonra tüm içtenliğiyle Grelot'un kaşındığı kanısına vardı. Şöyle ki:

Grelot Aysofya'nın üst ve yan bölümlerini çizmişti. Geriye alt bölümü, kapıları ve iç holü kalmıştı. Ama entrika ya da parayla bunu başaramazdı. Kesinlikle tehlikeyi göze alması ve kurnazlık yapması gerekiyordu. Sakalı, uzun giysisi ve başındaki kırmızı sarık ona çok yardımcı oluyordu. Bu donanım sayesinde Ayasofya'ya  kolayca girip çıkabiliyordu.

Ama bir gün kılığına kıyafetine, kurnazlığına, bahanelerine fazlaca güvendiğinden olacak yanına bir Venedikli dostunu da aldı. İşte ölüm böyle çağırıyordu insanları. Kendi başına aldığı risk yetmiyormuş gibi bir de Venedikli'nin tekini alıyordu yanına. Riski ikiye katlıyordu.

Bu Venedikli bir  yıldan beri İstanbul'da bulunmasına rağmen Ayasofya Camii'ye girme cesareti gösterememişti. Tıpkı Grelot gibi uzun giysili ve uzun saçlıydı ama kafasında Yunan kalpağı vardı.

Birlikte caminin içinden geçmek için ilk hole gittiler. Büyük kapıdan içerinin tamamen göründüğünü farkedince Venedikli içeri girmemişti. Grelot caminin ortalarına kadar gelmişti. Bu sırada ibadete gelen iki Türk Venedikli'yi kapının girişinde bulmuşlar, Venedikli'ye buraya Müslüman olmak için mi geldiğini sormuşlardı. Venedikli de olumsuz cevap vermiş, tam bir saf gibi  camiye giren bir arkadışını beklediğini söyleyerek arkadaşını ihbar etmişti. Türkten biri hemen ite kaka Venedikli'yi kapı dışarı etti diğeri de Grelot'un üzerine yürümeye başlamıştı. Grelot o ünlü bahane bulma yeteneğini bu sefer kullanmadı. Direk tabanları yağladı. Ayasofya'nın saray kapısından çıktı. Korkudan ilk sokağın sonuna kadar koşmuştu. İşte o zaman söylemişti " Eğer bu Türkler bir kaç gün önce bu camide resim çizip şarap içtiğimi ve domuz eti yediğimi bilselerdi, ellerinden o kadar kolay kurtulamazdım"



ayasofya.jpg

Grelot’un çizdiği Ayasofya



Yüklə 435,48 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin