Seyyahlar ve mahya
Mahyalara dair ilginç, anlamlı şeyler söyleyen 18 seyyah belirledim. Bir bir not alıp cebime attım. Bazıları şunlardı:
1700’lü yılların başında İstanbul’da olan seyyah La Montraye minareler arasına asılan küçük lambalardan dolayı camileri uzaktan görmenin daha güzel olduğunu söylüyordu.
“Kırım Savaşı sırasında İstanbul” adlı seyahatnamenin yazarı Lady Hornby ise mahyaların, gümüş bir şeride dolanmış ateşböcekleri gibi ışıldadığından bahsetmişti.
1850'li li yıllarda İstanbul'a gelen Fransız edebiyatçı ve seyyah Theophile Gautier’e göre, cami minareleri birer fener gibi yanıyordu; Kuran ayetleri gecenin koyu mavisine ateşli harflerle kazınmış gibiydi.
Ağustos 1907'de İstanbul'a gelen İspanyol edebiyatçı ve seyyah Vicente Blasco Ibanez, ışıklarla taçlanan İstanbul gölgeler içinde parıldıyor. Müslüman imanı minarelerin şerefelerini, camilerin kemerlerini ateşten çelenklerle kaplıyor diyordu.
Amacım yukarıda 4 seyyahtan örnek olarak gösterdiğim ama gerçekte 18 olan bakış açısını en iyi temsil eden en iyi fotoğrafı çekmeye çalışmaktı. Zor işti. Çekememe ihtimalim yüksekti. Epitopu bir akşamım vardı çünkü. İkincisi yoktu. Gerçi işin şu tarafı da vardı. Seyyahların düşüncelerini yansıtan en iyi fotoğrafı çekemesem bile birkaç iyi fotoğraf çekerdim. O da o akşamı kurtarırdı.
Akşam zamanı, mahyaları fotoğraflama zamanıydı.Heyecanlıydım.
Ve fotoğraf zamanı
İftardan yarım saat kadar önce ekipmanımı sırtlanmış, tarihi yarımadaya gitmiş Sultan Ahmet Cemii’nin mahyasının karşısına geçmiş, tripodumu yerleştirmiştim. Mahyada “Merhaba Ya Şehri Ramazan” yazıyordu. Adımın da Ramazan olmasından mütevellit “Merhaba” dedim. Ne de olsa bir merhabayı hak etmiştim. 50-60 seyahatname karıştırmış bunlardan 18’ini not almış, Üsküdar’dan yaklaşık 1 saat 15 dakika süren trafiğe katlanmıştım.
Makinanın düğmesini çevirdim. Çalışmadı. Allahalla dedim. Ne iş. Makinayı elime aldığımda bir hafiflik hissettim. Korktuğum başıma gelmişti.Pilini evde unutmuştum. Sonuçta fotoğraf çekemedim.
Koca Ramazan boyunca hiç mahya fotoğrafı çekemedim. İçimde bir uhde olarak kaldı.
Peki ertesi gün ya da sonraki günler çekseydin dediğinizi duyar gibiyim. Ertesi gün Bodrum’a gittim. Ukraynalı hatunlar beni bekliyorlardı çünkü.
Ramazan İstanbul’a döndüğünde Ramazan çoktan bitmişti. Ağustos’un yarısını geçmişti. Bir mahya fotoğrafı çekemedim ama Salomon Schweiger’in çizdiği mahya resminin fotoğrafını çektim. Alttadır.
Tam da bittiği yerde başlayan bir hikaye
Büyük kilise projeleri tasarlayan bir mimar, yetenekli bir ressam ve içi doğuyu görme tutkusuyla dolu bir seyyahtır Thomas Allom.
Mimarlık üzerine eğitim alan daha 20-21 yaşındayken tasarladığı büyük kilise projeleriyle adını duyuran biridir. Ama içindeki uzakları görme tutkusuna yenilen, bu yüzden de o büyük projeleri yapamayan biridir.
Gezme tutkusuna önce memleketi İngiltere'den başlar Allom. İskoçya, Fransa ve Belçika'yla devam eder. İlgisini çeken ne varsa da resmeder. Tabii bir ressam değil de bir mimar gözüyle.
Sonra soluğu dünyanın öbür ucunda, taa Çin'de alır. Bir ara da ülkesine geri döner. Ama içindeki tutku onu rahat bırakmadığından fazla kalamaz ülkesinde. Çünkü, kayıtlar Allom'un 1834'te İstanbul'da olduğunu göstermektedir.
1836 yılına kadar İstanbul'da kalan Allom, kâh Sultanahmet'i kâh Boğaziçi'ni kâh Ayasofya'yı kâh Kapalıçarşı'yı güzel ve canlı bir şekilde, ayrıntılara önem vererek çizer. Öyle ki çizimleri İstanbul'un tarihini aydınlatan birer belge niteliğindedir. İşte bu belge niteliğinde olan çizimlerinden birinde de Gülhane'de bulunan Alay Köşkü ile beraber Yüksek Kapı'yı resmeder.
Aslında hikaye tam da yazının bittiği yerde başlıyor.
Allom'un 1834'de kalemini tuttuğu yerde, ben 2013'te objektifimi tutmuşum. Ve bu durum Allom açısından derin bir talihsizliği ortaya çıkarmış.
Çünkü ben daha şanslıymışım. Allom'un çiziminde sırtı dönük bir adam köpekleri acımasızca döverken, benimkinde hoş bir hatun varmış.
Bir İstanbul aşığı olarak Seyyah-ı Alem Evliya Çelebi
Seyyah-ı Alem Evliya Çelebi evvela seyyahlığa memleketi olan İstanbul'dan başlar. Daha benim yaşımda bile değildir. 20'li yaşlarında içi gezme tutkusuyla dolu tıfıl bir delikanlıdır.
Sokak sokak dolaşır İstanbul'u bu tıfıl delikanlı. Surların çevresini adım adım, camilerin kapılarını pencerelerini bir bir sayar. Hiç üşenmez.
O, camilerin kubbelerini incelerken bir mimardır. Surları incelerken bir tarihçi. Yer adlarının kökenine inerken bir filolog gibidir. Kimi zaman düş gücü arşa uzanan bir hayalperesttir.
O, bu kentin seyyar ansiklopedisidir. Şehri tılsımlarla kuşatandır.
Rakamları kimi zaman fütursuzca kullanarak abarttıkça abartandır. Kimi zamanda ayak ayak saydığı caminin uzunluğunu günümüzdeki metre ölçümüne birebir uydurandır.
Ve 18 hükümdarın ülkesinden geçerek kırk yıl dolaştığını, 147 lisan duyduğunu ancak seyahatlarında İstanbul'un güzelliğiyle kıyaslanabilecek hiç bir şey görmediğini anlatandır.
O, İstanbul'dan çok uzaklarda, Kahire'de 1680'lerde hayata gözlerini yuman bir İstanbul aşığıdır.
Mimariye yansıyan bir rekabet: İstanbul Düğünçiçeği ve Fasulye
Osmanlı mimarları, mimari süslemelerinin örneklerini pek uzak yerlerde aramayıp, kendi evlerinin bahçelerinde bulunan bitkilerden ve çiçeklerden almışlardı. Çünkü, görebilen için estetik, uzak diyarlarda değil yanıbaşındaydı, bahçesindeydi insanın. Bu yüzden Osmanlı mimarları çiçek süslemesi olarak en fazla fasulyeyi sevdi, fasulyeyi tercih etti. Uzun zaman taht sahibiydi fasulye, ta ki İstanbul Düğünçiçeği arz-ı endam edene dek.
Düğünçiçeği'nin yaklaşık 400 çeşidi var. Bu 400 çeşitten yaklaşık 75'i ülkemizi mekan eylemiş. Bir tanesi de İstanbul'u. Bu yüzden İstanbul'un adını taşıyor. Latincesi Ranunculus Constantinopolitanus. Bizcesi İstanbul Düğünçiçeği.
İstanbul Düğünçiçeği, nemli ve gölgeli yerleri sever. Özellikle meşe altlarına bayılır. Parlak sarı renkli çiçekleri daha açmadan, tomurcukken bile çok güzeldir. Güzel derken bizce güzel tabi. İnsanca.
İnsanca diyorum çünkü hayvanlar öyle düşünmez. Ağuludur düğünçiçeği. Tatsız tuzsuzdur. Çiğnendiği ilk anda ağzı tahriş eder. İlkbaharda bir hayvan zehirlenmişse eğer, fail çoğu zaman bellidir. Düğünçiçeğidir.
İstanbul Düğünçiçeği tek tük çiçeklenmeye Mart ayı itibari ile başlarlar. Nisan itibariyle parkları, koruları kaplarlar. İstanbul'u gelin eylemişlerdir artık. Süslerler, süslerler, süslerler ...
Ama sadece tarlaları, bahçeleri süslemezler. Çeşmeleri de süslerler. Hatta, değil İstanbul’un Osmanlının en güzel çeşmesi olan 3. Ahmet Çeşmesi’ni de bolca süslemişlerdir.
Osmanlı kendi mimarisini anlatıyor
Yıl 1873.
Osmanlı Devleti, Viyana’da düzenlenen ve tüm Avrupa ülkelerinin katıldığı Viyana sergisine katılacaktır. Bu sergide devlet, Osmanlı mimarisini Avrupa ülkelerine tanıtmak için bir kitapçık hazırlamaya karar verir. Bayındırlık Bakanı İbrahim Edhem Paşa’nın başkanlığında bir komisyon kurulur ve komisyon üç dilde Usul-ı Mimari-i Osmani adlı bir kitapçık hazırlar.
Bu kitapçıkta Osmanlı kendi mimari tarihini, Süleymaniye Camii, Selimiye Camii gibi anıtsal yapılarını, mimarlık usüllerini ve mimarlık usüllerinde kullanılan süsleme motiflerini tek tek anlatır.
Estetiği kendi bahçesinde arayan Osmanlı mimarları
Kitapçığın "Osmanlı mimarlık usüllerinde kullanılan süsleme motifleri ve çiçekler" bölümü oldukça çarpıcı bir şekilde başlar. Aynen aktarıyorum: “Osmanlı mimarları, süslemelerinin örneklerini pek uzak yerlerde aramayıp, kendi evlerinin bahçelerinde bulunan bitkilerden ve çiçeklerden almışlardır.”
İşte bu kadardır! Noktadır! Uzağa gitmeye gerek yoktur. Görebilen için estetik, uzak diyarlarda değil yanıbaşındadır, bahçesindedir.
Fasulye ve düğünçiçeğinin rekabeti
Kitapçık bu kısa girizgahtan sonra mimari süslemelerde yoğun olarak kullanılan fasulyeyi anlatarak devam eder: “Osmanlıların mimari süslemelerinde fasulye yaprakları çok fazla kullanılmıştır. Bu yapraklar ile sırıklara ve duvarlara sarılmakta olan fasulye dalları fazlasıyla uygulanmıştır.”
Anlaşılan uzun zamanlar fasulye Osmanlı mimarlarının çiçek süslemelerinde taht sahibiymiş. Ama bir zaman sonra düğünçiçeğinin bir darbesiyle tahtından indirilmiş:
“ Fakat Sultan 3. Ahmed’in zamanında düğünçiçeğinin mimari süslemelerde önemi en üst düzeye çıkmıştır. Tamamen fasulyenin yerini almıştır. O zaman düğünçiçeği fasulyeden üstün tutulmuş ve yapının başlıca bölümleri çiçekle süslenmiştir. İstanbul’daki Bab-ı Hümayun önündeki çeşmede ( 3. Ahmet Çeşmesi) en güzel örnekleri görülebilir.”
İstanbul’a gelen seyyahlardan biri tam da bu rekabetin ortasında düğünçiçeğini gözlemlemiş, notlarını almıştı. Bahsi geçen seyyah ünlü botanik profesörü Tournefort’tu.
Joseph de Tournefort Fransa krallık bahçelerinin bitkibilimcisiydi. Dışişleri bakanı Pontchartrain’in tavsiyesi ve 14. Louis’in buyruğuyla bitki, maden ve mineral araştırması yapmak, bu ülkelerdeki hastalıklar ve kullanılan ilaçlar hakkında, ayrıca tıbba ve doğa tarihine ilişkin her konuda bilgi toplamak üzere Yunanistan, İstanbul, Arabistan, Mısır ve Kuzey Afrika kıyılarına seyahate gönderilmişti.
1701’de İstanbul’da olan Tournefort padişahın saray ve köşk bahçelerine özellikle dikkat etmişti.
Tournefort’un İstanbul’da bulunduğu zamanlar tam da düğünçiçeğinin yavaş yavaş popülerlik kazanmaya başladığı deyim yerindeyse moda haline gelmeye başladığı bir dönemdi.
Türkler bir süredir düğünçiçeğini büyük bir titizlikle yetiştirmeye başlamışlardı ve işittiğine göre düğünçiçeğini bu derece popülerleştiren, moda haline getiren Viyana önlerinde başarısızlığa uğrayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ydı. Paşa, avlanmayı, sakinliği ve yalnızlığı çok seven efendisi 4. Mehmed’i eğlendirmek için ona çiçek zevki aşılamış; padişahın en çok hoşuna giden çiçeklerin düğünçiçekleri olduğunu anlayınca da, imparatorluktaki bütün paşalara bölgelerinde bulunan en güzel türlerin köklerini kendisine göndermelerini istemişti. Girit, Kıbrıs, Rodos, Halep ve Şam paşaları saraya karşı görevlerini diğerlerine nazaran daha iyi yapmışlardı. Çünkü İstanbul’un ve Paris’in güzel bahçelerinde görülen bu hayranlık verici düğünçiçekleri hep buralardan gitmişlerdi.
Yeri gelmişken belirtmekte yarar var. Tournefort birkaç cümle sonra aynen şunu yazar: “Karanfilleri bir yana bırakacak olursak, Doğu’dan gelmeyen tek güzel çiçeğimiz bile yok.”
Yani Tournefort sadece düğünçiçeğinin Osmanlı’da moda haline gelmesine tanık değil aynı zamanda bu asil çiçeğin Batı’ya taşınmasına da tanık. Dahası da var. Söylediğine göre M. Bachelier adlı Parisli bir meraklı, 1615’te İstanbul’dan ilk atkestanesini ve manisalalesini getiren kişiymiş. Daha bitmedi yumrulular, birçok güzel sümbül, nergis, zambak türü de İstanbul’dan Avrupa’ya getirilmiş.
Batı’nın bahçelerinde Doğu’yu görmek, Doğu’nun izini sürmek olası. Seyyahlar ve sefirler sağolsun!
Boğaziçi Köprüsü'nün meş'um ışıkları ve terbiye edilmemiş gözler
Fotoğraf çekmekten keyif alan ve özellikle İstanbul’u fotoğraflamayı keyiften de öte bir görev addeden biri olarak Boğaziçi Köprüsü’nü kırmızısıyla, lilasıyla, moruyla, pembesiyle ve daha onlarca rengiyle ışıklandırılmış halini hiç çekmedim. Köprünün böyle palyaçolar gibi rengarenk olması iticiydi çünkü. İtici olmasından da öte çirkindi. Ama gözleri terbiye edilmemiş olanlar için göze çarpıcı gelen her şey her zaman güzeldir. İki kıtayı birbirine bağlayan köprü diskoteği andırsa da fark etmez bu terbiye edilmemiş gözler için. Terbiye edilmemiş gözler derken, kimleri mi kastediyorum? Bu işin esas sürümünü sağlayanlardan, Boğaziçi Köprüsü'nün bu çirkin halini sosyal medyada habire bıkıp usanmadan paylaşanlardan bahsediyorum. Yani, köprünün bu palyaço halini fotoğraflayıp, bilumum paylaşım ortamlarında paylaşan fotoğrafçı familyasından, popüler ifadeyle adının sonunda photographer ifadesi olanlardan bahsediyorum.
Sivilay Abla’dan köprünün ışıklarına ilk itiraz
Köprünün bu meş'um ışıklarına ilk itiraz Taraf Gazetesi’nin yazarı Sivilay Abla’dan geldi. Sivilay Abla her zamanki gibi alaycı üslubuyla “Boğaziçi Köprüsü’nün ışıklarını habire yakıp söndüren arkadaşa açık mektup” gönderdi. “Boğaziçi Köprüsü’nün ışıklarını yakıp söndüren arkadaş!” diye hitap ederek başlayan açık mektubu şöyle devam ediyordu.
"Az biraz parmakların rahat dursun da beni dinle. Boğaziçi Köprüsü’nün her tarafını lambalarla döşemişler. Kumandasını da senin önüne koymuşlar. Sen de keyfine göre açıp kapatıyorsun. Kumanda aleti üzerinde neler yapabileceğini onbeş milyonluk İstanbulluya pervasızca sergiliyorsun.
Senin coşkun, hayat dolu olduğun günler biz İstanbullular olarak ruhsal bozukluk yaşıyoruz biliyor musun? Sen, “Hayat bayram olsa” şarkıları eşliğinde köprüyü renkten renge sokarken olan bizim psikolojimize oluyor. Köprünün aheste aheste renk değiştirdiği gecelerde depresyona girdiğini, canının köprü ışıklarını kıpraştırmak da dahil hiçbir şey yapmak istemediğini anlıyor ve rahat bir uyku çekiyoruz.”
Rengi bile belli olmayan şehrin kültürü olur mu?
Muhafazakarların güçlü kalemi Dücane Cündioğlu Felsefe ve Mimarlık adlı kitabındaki bir yazısında “Boğaziçi Köprüsü’nün renklerinden belli! Rengi bile olmayan şehrin kültürü mü olurmuş” diyerek Boğaziçi Köprüsü’nün ışıklandırılması için seçilmiş renklere veryansın ediyor ve renk işinin basit bir mesele olmadığının bir tarih bir uygarlık meselesi olduğunun altını çiziyor, “Güzelim Boğaziçi’ni sirk meydanına çeviren irade kimin iradesi?” diye soruyordu.
İstanbul’un tarihsel renkleri
Bizans’ın erguvani rengi varken lila nereye denk düşer? Peki İslam’ın yeşili varken sarı neyin nesidir? İstanbul’un kah camilerini kah türbelerini kah çeşmelerini mesken eyleyip onları güzelleştiren çinilerin mavisi varken yavruağzı da nedir? Renk midir?
Kuşkusuz her renk güzel. Ama her yerde değil. Sözü yine Sivilay Abla’ya bırakalım.
“Kuzum! Lila rengi bir köprünün güzel olmayabileceği konusunu hiç düşündün mü? Her rengin her şey için uygun olmayabileceği ihtimalini aklından hiç geçirmedin mi? Düğününde müstakbel eşin eflatun bir gelinlik giymek isteseydi, senin de sarı takım elbise giymen için diretseydi hoşuna gider miydi? Kahverengi bir karpuz iştah açar mıydı? Mavi bir limon görsen ağzın sulanır mıydı? Sana iki seçenek sunsalar yavruağzı mersedes mi metalik gri mersedes mi? Ne dersin? Evet, eflatun güzel bir renktir, kahverengi mobilyalara da bayılırım, yavruağzı bir vazo da eve ne güzel yakışır ama söz konusu olan iki kıtayı birbirine bağlayan devasa bir köprü olunca iş değişir.”
Bir göç hikayesi: İstanbul Kertenkelesi
Hani siz kâh parklarda, kâh bahçelerde, kâh bostan kenarlarında, kâh mezarlıklarda yürürken yanı başınızdan yeşilimsi-gri kahverengi renkte sıyır sıyır geçen bir kertenkele var ya işte o! Aman basmayın. Öldürmeye çalışmayın. Zararsız ve zehirsizdir çünkü. İstanbul'un biricik kertenkelesidir.
Nasıl bir çok seyyah ve elçi Doğu’nun atkestanesi, lale, sümbül, nergis gibi birçok çiçeğini Batı’ya götürmüş o da Batı’dan buraya gelmiş. Ama birileri istediği, sipariş ettiği için değil tesadüfen.
Ülkemizde 57 çeşit kertenkele yaşıyor. Bu kertenkelelerin bir kısmı Çizgili Kertenkele, Yeşil Kertenkele, Cüce Kertenkele gibi adlarını vücut yapılarından alırken bir kısmı da Van Kertenkelesi, Ağrı Kertenkelesi, İskenderun Kertenkelesi, Kayseri Kertenkelesi gibi adlarını yaşadıkları yerlerden alıyorlar. İstanbul Kertenkelesi'de adını yaşadığı yerden alan bu gruba dahildir.
İstanbul Kertenkelesi bu kertenkeleler içinde en iri cüsseli olanlarındandır. Mesela Van Kertenkelesi’in en boylu poslu olanı 16 cm, Ağrı Kertenkelesi 2o cm, Artvin Kertenkelesi 16 santimetreyken İstanbul Kertenkelesi 24 santimetredir!
İstanbul Kertenkelesi mekan olarak tıpkı İstanbul’un kedileri gibi tarihi mekanları severler. 300-500 yıllık tarihi mezarlıkları mesken edinmeleri bu yüzdendir. Bahçelik, bostanlık alanlarda da görüldüğü olur ama onun esas mekanı tarihi mezarlıklardır.
İstanbul Kertenkelesi'nin 24 santimetrelik vücudu yeşilimsi veya gri kahverengi renkli küçük pullarla kaplıdır. Üst tarafı lekeliyken karın tarafı lekesiz olup beyazımsı veya kırmızımsı renktedir.
Böcek türleriyle beslendiğinden zararsız ve zehirsizdir. Bu haliyle korkusuzca ele alıp sevilebilir. Deniz seviyesinden 1800 metre yukarılara çıkıp yaşayabilir. Bir dişisi 3 ile 12 yumurta arası bırakabilir ve İstanbul’un içinde olduğu kadar Adalar’da da yaşar.
İstanbul Kertenkelesi, sadece İstanbul ve civarında yaşayan bir kertenkele türü değildir aslında. Esas yayılış alanı Güneybatı Avrupa ülkeleridir. Portekiz, İspanya, Fransa ve İtalya'da bolca bulunan bu kertenkele ne hikmetse İtalya'dan itibaren İstanbul'a kadar hiçbir yerde gözükmez. Ne Adriyatik kıyılarında, ne Yunanistan'da ne Bulgaristan'da ne de Trakya'nın büyük bölümünde. . Ama İstanbul'da vardır. Peki niye?
Bir göç yolculuğu
Geçenlerde National Geographic'te bir belgesel izlemiştim. Belgesel Tuna Nehri'ni konu alıyordu. Belgeselin bir bölümünde Tuna Nehri'nde yaşayan kaya balıklarından bahsediyordu. Bu balıkların doğal yaşama ve üreme alanları Karadeniz kıyılarıydı. Ama son zamanlarda Tuna Nehri'nde de görülmeye başlamışlardı. Ne işleri vardı burada? Ve nasıl gelmişlerdi?
Sorunun yanıtı, Karadeniz'den Tuna Nehri yoluyla Balkanlar'a yük taşıyan gemilerde gizliydi. Bu gemilerin içine bir şekilde giren balıklar Tuna'ya doğru yolculuk etmişler, nehir yatağında da kendilerine uygun bir yaşam alanı bulunca çoğalmaya başlamışlardı. Sonuçta Karadeniz'de yaşayan kaya balıkları artık Tuna Nehri'nde de yaşıyorlardı.
İstanbul Kertenkelesi'nin hikayesi de böyle bir göç hikayesi işte. Çünkü uzmanlar İstanbul Kertenkelesi'nin Batı Avrupa’dan İstanbul’a gemiler yoluyla geldiğini, üreme ve yaşama alanı bulunca da çoğaldığını düşünüyorlar.
Tıpkı son zamanlarda Gülhane Parkı, Emirgan Parkı, Belgrat Ormanları gibi koruluk, parklık alanlarda birden peyda olan İskenderiye Papağanları gibi…
Yılanlı Sütun ve taş atan çocuklar
Ortaçağ Avrupa’da aklın yerini imanın aldığı, büyülere taparcasına inanıldığı bir çağdı. İlkçağda elde edilen pozitif bilginin yerini dogmalar almıştı artık. Kilise ve din adamları yegane otorite olmuştu.
Dinsel törenler ve büyülerle gereğinden fazla zaman geçiren bu dönemin insanları iki ilahi dinlediklerinde hüngür hüngür ağlıyorlardı. İnanca karşı o derece incelmişler, duygusallaşmışlardı yani. İsa’nın kutsal emanetleri bir insanın görebileceği en değerli şeylerdi.Dinsel dogmalar, hayatın en temel belirleyeniydi.
Ortaçağda İstanbul’a gelen bir seyyah ya da kutsal Kudüs’e giderken yolu İstanbul’a düşen bir hacı seyyah İstanbul’a baktığında ilk görmek istediği şey de bunlardan biriydi işte. Ya kutsal emanetleri ya kiliseleri, manastırları ya da büyülü, tılsımlı yapıları görmek istiyordu. Görmek istemese bile algıda seçicilik denen mefhum bir şekilde onu tılsımlı olanın kenarına doğru itiyordu.
1403 yılında İstanbul’da bulunan İspanyol elçi Clavıjo Hippodrom’u gezmiş, Hippodrom’un ortasında bulunan onlarca sütundan en fazla dikkatini çeken sütun Yılanlı Sütun olmuştu.Tılsımlıydı çünkü. Birbirine dolanan üç yılandan oluşan bu sütun ip gibi kıvrılmıştı, ağızları açıktı ve üç başı bulunuyordu. Söylentiye göre bir büyü için buraya konmuştu. Şehir, insanları zehirleyip öldüren birçok yılan ve hayvanın istilasına uğrayınca imparator bu Yılanlı Sütunu yaptırarak bir büyü yapmış, o zamandan beri de yılanlar şehrin insanlarına zarar vermemişti.
Kimse Clavıjo’ya Yılanlı Sütun’un Yunanlılar tarafından yapıldığından ve İstanbul başkent olarak kurulurken İstanbul’a getirilip buraya dikildiğinden bahsetmemişti. Tılsımlıydıya yeterdi. Ne de olsa Ortaçağ’da yaşıyorlardı. Akıl, insanı biraz geriden takip ediyordu.
Olay kısaca şöyle gelişmişti.
Tarihin tanık olduğu ilk büyük imparatorluktu Pers İmparatorluğu. Şu an Amerika, geçmişte Osmanlı ne ise bir zamanlar Persler de öyleydi. Sınırları bir başlardı İran’dan dünyanın yarısını içine alırdı. Anadolu'dan Suriye'ye, Mısır'dan Mezopotamya'ya, Hindistan'dan Kafkasya'ya, Orta Asya'ya kadar uzanır da uzanırdı.
Ama yetmedi bu topraklar Pers İmparatorluğu'na. Kudret ve emperyallik çıldırtır Persleri. Gözlerini Yunanistan'a diktiler. Dünyayı titreten ordularıyla saldırdılar Yunanistan'a.
Tek başlarına Perslerle mücadele etmeleri imkansız olduğundan tam 31 Yunan kent devleti Pers'lere karşı birleşti. Kıran kırana bir savaş oldu aralarında. Savaş sonlandığındaysa geriye kalan ölmüş yüzbinlerce Pers askeri ve askerlerin okları, kılıçları, kalkanları ve mızraklarıydı.
Yunanlılar bu zaferlerini ölümsüzleştirerek, Perslerin ağır hezimetini binlerce yıl unutturmayacak bir anıt yapmak istediler. Yaptılarda. Hem de öyle bir anıt yaptılar ki Persler’in bu hezimetini bronz bir çivi gibi tarihin belleğine çaktılar.
Nasıl mı?
Pers askerlerinin oklarını, kılıçlarını ve mızraklarını erittiler. Birbirine dolanmış üç yılan kıvamında burdular erittikleri demiri. Üzerine de zafer kazanan 31 Yunan kent devletinin adı tek tek kazıdılar. Böylece insan, yüzyıllarca sonra birbirine sarılmış bu üç yılana bakınca bir sütun değil de o şaşalı, yenilmez, kudret manyağı Pers ordusunun zavallı oklarını, mağlup kılıçlarını, kendi bedenlerine saplanan kanlı mızraklarını ve Yunanlıların muhteşem zaferlerini göreceklerdi.
Clavıjo hiçbir zaman bilemedi, göremedi.
Clavijodan yaklaşık 11 yıl sonra bir tarih ve coğrafya atlası hazırlamak için Floransa’dan yola çıkan Boundelmonti Yunan adalarını gezdikten sonra 1422’de İstanbul’a ulaşmış birbirine dolanan üç yılandan oluşan bu sütunu görmüş duyduğu bir rivayeti aktarmıştı. Rivayete göre büyük müsabakaların yapıldığı günlerde yılanların açık ağızlarından su, süt ve şarap fışkırıyordu. Yılanlı Sütunun tılsımlı olduğu görüşünü seyahatnamesinde değinmemişti bile. Rönesans eğitimi almıştı çünkü. Antikite nedir ne değildir iyi biliyordu.
1540’lı yıllarda İstanbul’a gelen ve tam bir Rönesans aydını, hümanisti olan Pierre Gilles Yılanlı Sütunu anlatırken sözlerine bu sütunun dikiliş nedeni üzerine İstanbullular çok şey uydururlar diye başlıyordu. Fakat bunların hepsi tarih bilmeyenlerin uydurduğu boş şeylerdir demiş kestirip atmıştı. Antik dönemin tarihçileri olan Zosimos, Salamisli Sozomenos, Eusebios, Heredots gibi antik dönem tarihçilerinin verdiği bilgiler ışığında sütunun tam bir tarihini çıkarmıştı.
Pierre Gilles haklıydı. Yılanlı Sütun üzerine İstanbullular epeyce şey uydurmuşlardı.
Bu ne biçim bir put!
Döneminin iyi eczacılarından biri sayılan, ancak gönlü bütün yerküreyi karış karış gezmekle dolu olan Reinhold Lubenau Avusturya’nın Osmanlıya göndereceği elçi heyetinde eczacı olarak görev yapma imkanı bulunca bu fırsatı kaçırmadı. 1587’de İstanbul’a geldive 2 yıl kaldı. Bol bol İstanbul’u gezme fırsatı buldu. Birçok zaman İstanbul patriğiyle oturup sohbet ettiler. Patriğe bir gün Atmeydanı’nın ortasındaki Yılanlı Sütunu sordu. Patriğin söylediklerini duyunca hayretler içinde kaldı.
Patriğin anlattığına göre, Türk hükümdarı Mehmed İstanbul’u fethettikten 3 gün sonra şöyle bir şehri gezeyim demiş.Geze geze Atmeydanı’na kadar gelmiş, Yılanlı Sütun’un karşısına dikilmiş. Şöyel uzunca bir baktıktan sonra “Bu ne biçim bir put” diyerek Yılanlı Sütunu sevmediğini herkese belli etmiş. Sonra almış eline gürzünü yılanların başına doğru savurmuş ve yılanlardan birinin alt çenesini koparmış. O sırada bu heykelin yılanları ve başka haşeratı kentten uzak tutmak amacıyla bir büyücü tarafından buraya dikildiğini kendisine anlatmışlar. Bunun üzerine hükümdar heykelin kalan kısmına dokunmamış. Ama o günden sonra yılanlar şehrin içine doluşmuşlar fakat kopartılmayan diğer çenelerin hatırına hiç kimseyi sokmamışlar. Eğer yılanların bütün başları koparılırsa yılanlar galeyana gelip şehri işgal etmekle kalmazlar intikam için padişahı bile sokabilirlermiş.
Dostları ilə paylaş: |