İstanbul ve seyyahlar


yıllık bir hikaye: Seyyah Admondo Amıcıs'tan İbaneze ve Sarai Sierra'ya İstanbul'un kadim surları



Yüklə 435,48 Kb.
səhifə3/6
tarix28.10.2017
ölçüsü435,48 Kb.
#17952
1   2   3   4   5   6

200 yıllık bir hikaye: Seyyah Admondo Amıcıs'tan İbaneze ve Sarai Sierra'ya İstanbul'un kadim surları

İstanbul demek biraz da sur demek. Çünkü İstanbul demek 20. yüzyıla kadar suriçi demek?

22 kilometrelik uzunluğuyla İstanbul'u çepeçevre kuşatan surlar  400'lü yıllarda imparator 2. Thedosis tarafından yaptırıldı. Thedosis surları öyle yaptırmıştı ki surları geçip de kenti ele geçirmek imkansız kabilinden bir şeydi. 1000 yıl 28 kuşatmaya bana mısın demedi bu surlar. Ta ki Fatih Sultan Mehmet'in zamanına kadar.

Surlar İstanbul'un fethinden sonrada önemini korudu ve Osmanlı  surların duvarlarını, kapılarını, kulelerini defalarca onarttı. Bu, şehrin güvenliği açısından gerekliydi. Çünkü surların kapısı kapatıldığında şehre ne giren olabiliyordu ne de çıkan.

Surlar 1500 yıla yakın tarihiyle ve tarihi atmosfere yakışan harabe görüntüsüyle seyyahların da dikkatini çekmişti. Öyle ki gelen bir çok seyyahın seyahat mönüsünde surları gezmek bir şekilde yer alıyordu.

İşte bu seyyahlardan biri olan ve 1874 yılında İstanbul'a gelen İtalyan edebiyatçı Admondo Amıcıs İstanbul'un kadim surlarının çevresinde tek başına dolaşmak istedi. Çünkü ıssız büyük harabelerin  manzarasını tümüyle algılamak, derinliğine ve kalıcılığına dair hakiki bir duyguya sahip olmak, ancak fikirlerin sessiz akışına izin vermekle mümkündü?

Amıcıs kendine bir güzergah belirledi ve yola koyuldu. Şu an Ayvansaray olarak bildiğimiz Blakhernai Kapısı'ndan başlayıp Yedikule'de gezisini sonladıracaktı. Ama ilk önce cüzdanını yokladı. Parasının büyük kısmını yanına almadı. Çünkü hırsızların çalmasından korkmaktaydı.

Yine, 1907 yılında İstanbul'a gelen ünlü İspanyol edebiyatçı İbanez'de  İstanbul'un kadim surlarını dolaşmak isteyenlerdendi. Surları gezmeden önce verilen tavsiyeyi hayretle dinledi. Çünkü kendisine, böyle bir gezi yapacaksa eğer silahlı gitmesi tavsiye edilmişti. Nihayetinde İbanez surları gezdi ama  Amıcıs gibi yalnız değil, bir gezi grubuyla beraber.

İbanez , surlarını tenhalığını "...mutlak bir yalnızlık, ne bir insan izi, ne bir kuş cıvıltısı, ne ürperen otlar, ne vızıldayan böcekler; Avrupa'da hiçbir doğal görünümde asla rastlanmayacak bir kısırlık ve ölüm sessizliği" olarak özetlemişti. Ona göre surların civarında tenhalıktan daha  korkunç bir şey varsa o da bir canlıya rastlamaktı. Başınıza binbir türlü musibet yağdırabilecek beklide canınızı alabilecek bir canlıya?

2013 yılında 33 yaşında iki çocuk annesi olan Sarai Sierra fotoğraf çekmek için İstanbul'a geldiğinde, gerek harabe görüntüsü, gerekse dokusu ve dehlizlerindeki ışık oyunlarıyla rahatlıkla her fotoğrafçıyı büyüleyebilecek olan surları fotoğraflamak istedi. Özellikle Sarayburnu civarındaki surlar dehlizler açısından oldukça zengindi ve Sarai muhtemelen bu eskiliği ve ışık oyunlarını çekmek için içeri girdi.

Ve orada can verdi. Tarih hiç değişmedi. Basit bir tekerleme gibi hep tekerrür etti?

İstanbullu mütevazi bir öğretmen seyyah olabilir mi?

Bu satırların yazarı da bir öğretmen hatta gayetiyle de mütevazi sayılır ama kendinden bahsetmiyor. Adı Sarkis Sarraf Hovhannesyan olan mütevazi bir öğretmenden bahsediyor. Çünkü Sarkis Sarraf  Hovhannnesyan İstanbul'un tarihi yapılarını ve topoğrafyasını anlattığı Payitaht İstanbul'un Tarihçesi adlı kitabının giriş bölümünde kendini aynen böyle tanımlıyor: "...ben, İstanbullu mütevazi öğretmen tıbir Sarkis Sarraf Hovennesyan..."

Kim bu Sarkis Sarraf Hovhannesyan ?

Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan Osmanlılar Ansiklopedisi'nin Sarkis Sarraf  Hovhannesyan adlı maddesi, Hovhannesyan'ın tarihçi ve eğitimci olduğunu yazıyor. Saro Dadyan'nın Osmanlıda Ermeni Aristokrasisi adlı geniş hacimli kitabındaysa Hovhannesyan'dan minicik bir cümle dahi olsa bahsedilmemiş. Neden acep? Saro Dadyan'ın  bildiği ama bizim bilmediğimiz bir şey mi var yoksa? Ya da bizim gördüğümüz ama onun göremediği? Payitaht İstanbul'un Tarihçesi'ni basan Tarih Vakfı'da Hovannesyan için tarihçi ve eğitimci demiş.

Hovhannesyan'ın tarihiçi ve eğitimci olduğuna şüphe yok.  Mevzu bu değil zaten. Hovannesyan için aynı zamanda seyyahta diyebilir miyiz? Mesele bu! Mesela, İstanbul seyyahlarıyla ilgili bir çalışma yapılsa Hovhannesyan'nın adını seyyahların içinde zikredebilir miyiz? Neden bu soruyu soruyorum?  Çünkü İstanbul seyyahlarıyla ilgili yapılan çalışmaların hiçbirinde Sarkis Sarraf Hovennesyanın adı yok.

Garabet bir kelime: Gezmen

İlk önce netleştirilmesi gereken nokta seyyahın anlamı. Seyyah kimdir? Seyahatname nedir?

Bu konularda ilk başvurulacak kaynak olan Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde seyyahın kelime anlamı olarak gezgin, turist yazıyor. Bu kadar yani. Türk Dil Kurumuna göre seyyahı turistten ayıran hiç bir fark yok! Sözlüklerimiz kimlere emanet!

Neyse. Sözlükteki yolculuğuma devam edip gezgin maddesine baktığımızda, anlam olarak gezmenin yazdığını görüyoruz. Gezmende ne? Siz hiç hayatınızda böyle bir kelime duydunuz  mu? Süpermenin ikiz kardeşi varda biz mi bilmiyoruz. Bu küçük maceranın sonucunda seyyahın ne demek olduğunu öğrenemiyoruz ama çevir-men, yaz-man kelimelerinde olduğu gibi, -men -man yapım ekleri kullanılarak türetilen garabet bir kelimenin varolduğunu öğreniyoruz. Öz Türkçe'ci  olan arkadaşlara bu kelimeyi şiddetle tavsiye edip konumuza devam edelim.

Seyahatnameler

İstanbul'un yazınsal dünyasında şöyle bir huy vardır. İstanbulla ilgili yazılmış her türlü hatırat seyahatname kategorisine konulur. Adam elçi, birkaç yıl İstanbul'da kalmış birkaç sayfa bir şey karalamış, bir kitap yazmış gel gör ki kitabı bir anı-hatırat olarak değil de seyahatname olarak değerlendiriliyor.Hovhannesyan'ın aynı zamanda bir seyyah olduğunu düşünen ben de bu düşünceye aynen katılıyorum. Yani Hovhannesyan tarihçi ve eğitimci olmasının yanında aynı zamanda seyyahtır. Tıpkı Avrupa'dan elçilik göreviyle gelen birinin İstanbul'a dair tuttuğu notların seyahatname olarak değerlendirmesi gibi. Geniş olmakta yarar var.

Ve Payitaht İstanbul'un Tarihçesi

Hovhannesyan'ın kendini  "İstanbullu mütevazi bir öğretmen" olarak tanımladığı Payitaht İstanbul'un Tarihçesi adlı kitabı hakkında uzun uzadıya bahsetmenin vakt-i şahanesi geldi sanırım.

1740 İstanbul doğumlu Ermeni bir eğitimci, tarihçi ve seyyah olan Sarkis Sarraf  Hovhannesyan , ileri derecede Türkçe ve Rumca biliyor. Neredeyse tüm ömrünü, kaleme aldığı eserleri için harcamış. Bu eserlerden bir tanesi de 1800 yılında bitirdiği, hem tarihçiliğini hemde seyyahlığını konuşturduğu bir kitap: Payitaht İstanbul'un Tarihçesi.

Bu kitap alanında özel bir kitap olarak kabul edilebilir. Çünkü Hovennasyan bu kitabında İstanbul'u anlatmak için farklı bir metot kullanıyor. Genelde İstanbul semt semt anlatılır. Bu gerek seyahatnamelerde gerekse günümüzde yazılan kitaplarda da böyledir. Ama Hovhannesyan kitabında  İstanbul'u semt semt anlatmıyor. İki merkez belirliyor ve İstanbul'u bu merkezler çevresinde açıklıyor. Merkezlerden biri surlar  diğeri de oldukça kafiyeli bir şekilde, burunlar.

Sur demek İstanbul demek. Çünkü İstanbul demek sur içi demek. Burunsa Boğaziçi demek.  Surlar nasıl İstanbul'u kuşatıyorsa, burunlar da Boğaziçi'ni kuşatıyor. Aslında Hovhannesyan kulağa usulca şunu fısıldıyor: "Ey okur! İstanbul surlardır  ve Boğaziçi'dir aslında."

Hovhannesyan surların 26 kapısını çevresine sinen yaşamla ve yapılarla beraber anlatıyor. Kapıdan giriyor ve yavaş yavaş kentin içlerine doğru ilerliyor. Böylece kentin merkezine kadar uzanan yapıları da anlatıyor. Anlattığı bölgede eğer Hristiyan geçmişe dair dikkat çekici bir iz varsa özellikle es geçmiyor. Mesela Çubuklu'da kalıntıları dahi olmayan  Akimitis  adlı bir Bizans Manastırı'ndan bahsediyor. Bu manastırın keşişlerine  uykusuz keşişler derlermiş. Bu keşişler nöbetleşe gece-gündüz hiç uyumadan dua ettikleri için bu adı almışlarmış.

Sur kapılarıyla devam edecek olursak Kumkapı'da saray katırlarının bulunduğu Katırhan'dan bahsetmiş, şuan yok tabi. 17. yy'da Kumkapı'ya demircilikle geçinen çingenelerden bahseden Hovennesyan, Köprülü Mehmet Paşa'nın çingeneleri buradan kovduğundan ve oturdukları evleri yıktırdığından bahsediyor. Sarayburnu Surları civarında o kadara köşk varmış ki o civarı iyi bilmeme rağmen zihnimde canlandırmayı bir türlü beceremedim. O kadar köşkten şimdi sadece iki tane kalmış; biri Sepetçiler Kasrı diğeri de sadece kalıntısı kalan İncili Köşk.

İstanbul'da geceleri bu 26 kapı kapanırmış. Böylece şehrin güvenliği sağlanırmış. Geç kalanlar ancak tek bir kapıdan girebilirlermiş; Eminönü Yeni Cami civarında bulunan Bahçekapı'dan.

Eğrikapı'dan bahsederken Aya Panayia Kilisesi için özel bir parantez açıyor Hovennesyan. Çünkü bu kilisede Rumların azgın delileri uslanana kadar zincirle bağlı şekilde kapalı tutulurlarmış. Açlık ve susuzlukla cezalandırırırlar hatta bazen dövüldükleri bile olurmuş.

Hovhannesyan, İstanbul Surları'nın bu 26 kapısını anlattıktan sonra Eyüp'e geçiyor, Eyüp Cami'nden ve Eyüp'teki Ermeni mahallerinden bahsettikten sonra Kağıthane ve Sütlüce'ye geçiyor. Sütlüce adını kadınların sütünü çoğaltan bir ayazmadan alırmış. Kasımpaşa'da mollanın birinin, bir Yahudi mezarlığını bir gecede nasıl camiye çevirdiğini anlatıp Galata'ya geçiyor. Tahmin edebileceğiniz gibi Galata'yı anlatmaya, Galata Surları'nın kapılarından başlıyor. Buradaki dokuz kapıyı etrafına yerleşen esnaflarla beraber anlatıyor. Malum orası Galata. Ticaretin, esnafın merkezi.

Tophane'yi, adını Salı günü kurulan pazardan alan Salı Pazarı'nı, Beşiktaş'ı, Ortaköy'ü anlattıktan sonra Boğaziçi'ni anlatmaya başlıyor. Boğaziçi'ni anlatırkende merkez olarak burunları alıyor ve saymaya başlıyor burunları: Defterdar Burnu, Sarraf  Burnu,  Akıntı Burnu, Bebek Burnu, Kayalar Burnu, Tokmak Burnu, Yeniköy Burnu, Kireçburnu vs. Boğaziçi'nin önemli burunlarını yine çevresine sinen yaşamları, olan ve olmayan yapılarıyla beraber anlatıyor.

Beykoz'dan, Çengelköy'den, Beylerbeyi Bahçesi'nden, İstavroz Köyü'nden, Kuzguncuktan bahsediyor. Kuzguncuktan bahsederken burada yaşayan ölülerin yaşayanlardan fazla olduğunu söylüyor. Çünkü Yahudiler Kuzguncuk'u Kudüs toprağına bitişik kabul ediyorlarmış. Bu yüzden ölen bir çok Yahudi buraya gömülmeyi tercih ediyormuş.

Buradan Üsküdara geçiyor derken Kadıköy, Moda, Maltepe  Kartal oradan Adalar'a geçip kitabını bitiriyor.


Tüm bu yolculuk 76 sayfacık sürüyor. Son 10 sayfa ise liste şeklinde düzenlenmiş. Listede 1800 yılında mevcut olup sur içinde bulunan Rum Kiliseleri, iskeleler ve şehrin kapılarının tam listesi var.

Gelgelelim Sarkis Sarraf Hovhannesyan'ın seyyah olup olmamasının neden benim için bu kadar önemli olduğu sorusuna. Ben de öğretmenim.Gayetiyle de mütevazi sayılırım. İstanbullu değilim ama İstanbul'da yaşıyorum. Sahi, İstanbul'da yaşayan  Samsun'lu olan ama İstanbul'u yazan mütevazi bir öğretmen seyyah olabilir mi?



Bir yabancının gözüyle 3. Ahmet Çeşmesi

3-ahmet-çeşmesi-resim.jpg

Topkapı Sarayı girişinde Ayasofya Meydanı’nda bulunan 3. Ahmet Çeşmesi’ne hiç, bir yabancının gözüyle bakmayı denediniz mi?

Bir çoğumuz yanından geçip gideriz ya da birkaç internet sayfasından derlediğimiz bilgilerle bu çeşmeyi öğrendiğimizi, anladığımızı sanırız. Şu kişi tarafından şu dönemde yapılmıştır. Tarihi şudur. Mimari özellikleri budur. Üzerinde şunlar şunlar yazar.

Bu kadar mı? Türk mimarisinin bu en nadide en zarif çeşmesi için her şey bu kadar mı?

İstanbul’a gelen binlerce seyyahtan biriydi Edmondo de Amıcıs. İtalyan bir edebiyatçıydı. Dünyaca ünlü olan Çocuk Kalbi adlı kitabını yazmadan sadece birkaç yıl önce 1870'lerde İstanbul'a gelmişti. İstanbul'un Bizans'ından Osmanlı'sına uzanan anıtlarını incelemiş, çarşılarını gezmiş, köpeğinden dilencisine kadar İstanbul'un yaşantısını  izlemiş ve izlenimlerini "İstanbul" adlı seyahatnamesinde toplamıştı. Güçlü bir edebiyatçının kaleminin ağırlığını taşıyan seyahatnamesi İstanbul'la ilgili yazılmış seyahatnameler içinde bir baş yapıt, bir klasik olarak kabul edilir.

Edmondo de Amıcıs işte bu seyahatnamesinde Topkapı Sarayı girişinde bulunan 3. Ahmet Çeşmesi için “… İstanbul’un bütün küçük harikaları arasında ilk sırayı alır” der. Çünkü bu çeşmede “Oyulmamış, süslenmemiş, emek verilmemiş bir karış yer yoktur. Bu çeşme cam fanus içinde saklanması gereken bir güzellik, ihtişam ve sabır eseridir; bu sadece göz zevki için yapılmışa benzemez, sanki lezzeti de vardır, insanın ağzına bir lokma atıp içinde ne var diye bakası gelir; ille de açıp, içinde bir çocuk tanrıça mı, devasa bir inci mi, yoksa sihirli bir yüzük mü var diye bakma isteği uyandıran bir mücevher kutusudur.”

Çeşmenin güzelliği karşısında büyülenen Amıcıs, heyecandan aşka gelmiş, milyonlarca cümleciği bir anda söylemeye çalışan bir şairden farksızdır. “ Bu çeşme, Türk sanatının en özgün, en gösterişli anıtlarından biridir. Bir anıttan ziyade, romantik bir sultanın aşka geldiği an, insanın alnına kondurduğu mermerden bir mücevherdir. Bana öyle geliyor ki, bu çeşmeyi ancak bir kadın tasvir edebilir. Kalemim bu görüntüyü tasvir edecek kadar ince değil.”

1728-29 yıllarında yapılan 3. Ahmet Çeşmesi  hem bol çiçekli dış  bezemeleriyle hem de barok etkisiyle Lale Devri’nin en güzel simgesi. Çünkü Lale Devri Osmanlı’da ciddi anlamda ilk Batı etkilerinin görüldüğü bir devir ve bu  devir uygarlığımızın incelikle, zerafetle donanmış bir sayfası.

Saf beyaz ve damarsız mermerden yapılmış çeşmenin dört bir yanında dört sebil var ve her sebilin üstünde de altın yaldızlı alemle sonlanan birer kubbe bulunuyor. Çeşme bu sebillerin merkezinde ve dört  kubbenin ortasındaki büyük kubbe de çeşmenin kubbesi. Çatısı ahşap ve kurşunla kaplı. Ahşap çatının saçakları üzüm, armut, nar gibi meyvelerin ahşap kabartmalarıyla bezeli.

Çeşmenin her bir cephesi  farklı bir şekilde bezenmiş. En güzel  bezenmiş cephesiyse Topkapı Sarayı’na giden yola bakan cephesi. Öyle ki bu cephede birbirinden güzel vazoların içinden birbirinden güzel çiçek demetleri fışkırıyor. Laleler, düğünçiçekleri, sarmaşıklar, Maşallah yazılı madolyon hep bu cephede. 3. Ahmed’in “ Aç besmeleyle iç suyu Han Ahmed'e eyle dua” adlı efsane kitabesi de  yine bu cephede.

Kubbeleriyle, taş ve bronz işçiliğiyle, ahşap kabartmalarıyla, hat yazılarıyla, işlenmiş mukarnaslarıyla  bir Osmanlı başyapıtı olan bu çeşme için Amıcıs, emek verilmemiş bir karış yeri yoktur derken hiç abartmamış. Kubbeli mücevher kutusu gibi bir şey bu çeşme.

"Öküz Geçidi"nden "Domuz Geçidi"ne Boğaziçi

mmm.jpeg

10 Ekim akşamı yaklaşık 8-10 kadar domuz Rumelikavağı’ndan denize atlayarak akıntı ve uzun mesafeye rağmen yüzerek Anadolu Kavağı'ndan karaya çıkınca belki de tarihte ilk defa bir domuz sürüsü bir kıtadan başka bir kıtaya yüzerek geçiyordu.

Ne orada uzun zamandır yaşayan halk böyle bir olaya tanıklık etmişti ne de 1500 yıl boyunca İstanbul'a gelen yüzlerce seyyah, metinlerinde böyle bir olaydan bahsetmişti. Halk şaşkındı, seyyahlar dilsiz.

Yaşanan bu "ilk" övgüyü hakedebilecek bir nedenden çıkmasada "ilk" olduğu için, farklı olduğu için, duyunca insanı heyecanlandırdığı için önemli. Öyle ya 21. yüzyılda bir domuz sürüsü İstanbul Boğazı'nı yüzerek katediyor. Bir domuz sürüsü tarafından kıtalararası yapılan bu yolculuk  Boğaziçi'nin adını, geçmişini, tarihini hatırlattığı içinde ayrıca önemli.

Galata'dan Üsküdar'a yüzen mandalar

1587'de Avusturya elçisinin eczacısı olarak İstanbul'a gelen Reinhold Lubenau  2 yıl İstanbul'da kalmış, kaldığı sürecede İstanbul'u bol bol gezmiş, izlenimlerini 800 küsur sayfa tutan " Reinhold Lubenau Seyahatnamesi " adı altında kitaplaştırmıştı.

Reinold Lubenau İstanbul'da kaldığı süre içinde birçok sabah Galata'dan Üsküdar'a yüzerek geçirilen mandalar görmüştü. Yaklaşık 100 kadar manda sabahları Galata'dan Üsküdar'a yüzerek geçiriliyor, tarla işlerinde kullanıldıktan sonra akşamları gene yüzerek geri getiriliyordu. Anlaşıldığı kadarıyla Osmanlı, Boğaziçi'ni sadece ulaşım, ticaret ve yalılarına mekan olarak değil aynı zamanda öküzlerine bir geçit olarak kullanıyordu.

Lubenau'ya göre Boğaziçi'ne "Bosphorus" yani "Öküz Geçidi" denmesinin nedeni tam da buydu. Boğaz'da yüzerek karşı kıyıya geçen öküzlerdi. Lunebau, kuşkusuz bu iddiayı kendi ortaya atmadı. Bilinen, dillendirilen bir şeyi yazdı. İstanbul'a gelen birçok seyyah da böyle yazmıştı zaten ama olay bir tesadüften ibaret.

Çünkü " Öküz Geçidi "nde bahsedilen öküz Lubenau'nun bahsettiği Boğaz'ı yüzerek kateden Osmanlının öküzleri değil, mitolojideki uydurma bir Yunan öküzü.

Boğaziçi'nin adında saklanan çapkınlık hikayesi

Boğaziçi, Batı dillerinde ve litaratürde Bosphorus olarak bilinir. Sözcük, "bous" (inek) ve "phoros" (geçit) kelimelerinden türetilmiştir. Boğaziçi'ne İnek Geçidi demeyip de Öküz Geçidi diyenlerde vardı. Seyyahlar ekseriyetle Öküz Geçidi diyordu.

Mitolojiye göre Boğaziçi adını bir çapkınlık hikayesinden alır.

Tanrıların tanrısı olan  Zeus bilindiği gibi oldukça çapkındır. Yüzlerce güzel kızı baştan çıkarmıştır, yüzlerce belki de binlerce metresi vardır. Ama Zeus'un bir de Hera diye bir karısı vardır. Tanrıça Hera seven her kadın gibi kıskançtır ver kısknaçlık krizi tutunca çok zalim olabilmektedir.

İşte kıskançlık krizi tutunca çok zalim olabilen bu kadın, kocası Zeus'un İo adında güzeller güzeli bir sevgilisinin olduğunu öğrenir. Öldürme planları yapar. Bunun üzerine Zeus, sevgilisi İo'yu Hera'dan koruyabilmek için inek biçimine sokar. Artık bir inek olan İo, Hera'nın zalimliğinden kurtulduğunu sanar ama Hera her kıskanç kadın gibi durmaz tabi. Ebediyen eziyet etmesi için İo'nun üzerine bir at sineği gönderir. İo'da bu sinekten kaça kaça sonunda kendini Boğaz'a atar ve yüzerek Avrupa'dan Asya'ya geçer. Ama Asya yakasında bir süpriz bekler onu. At sineği karşı kıyıya ondan önce geçmiştir. Ve İo'nun denizden çıkmasını beklemektedir. Tıpkı 10 Ekim domuzları gibi.

Çünkü İo'yu karşı kıyıda tam da kaçtığı şey beklerken, 3. köprünün ayağından kaçan domuzları da köprünün diğer ayağı bekliyordu. Birisi uydurma biri de  kanlı canlı bir gerçekti ama ikisi de son kertede kader ortağıydılar. Biri aşk mazlumuydu biri de bir hilkat garibesi olan 3. köprünün mazlumu.

3. Köprü ve domuzlar

Rumelikavağı'nda domuz her zaman olur. Dolayısıyla Rumelikavağı'nda yaşayan biri için bir domuz haberi hiç de şaşırtıcı değil. Hatta kimi zaman kıyıya kadar da indikleride bilinir. Şaşırtıcı olan domuzların bu sefer karşı kıyıya geçmiş olmaları. Belliki barındıkları bölgeden umutlarını kesmişler ve yeni bir yaşama alanı arayışına girmişler. 3. köprünün çirkin ayakları yaşadıkları yerin bağrına bir hançer gibi saplandı çünkü.

Bu konuda Yaban Hayatı Uzmanı Doç. Dr. Zeynel Arslangündoğdu’nun verdiği bilgilere kulak kesilmek özellikle önemli. Gündoğdu'ya göre, Rumelikavağı’nda yaban domuzlarının çok sayıda ini bulunuyor ve muhtemelen 3. köprü inşaatından dolayı domuzlar orada barınamadı. 3. köprü inşaatının başlama zamanı Mayıs sonu- Haziran başı. Bu zamanlar hayvanların üreme zamanı. Yer değiştirebilen değiştirdi, değiştiremeyen kaldı. İleride zaten bulundukları noktalardan çıkmak zorunda kalacaklar. Köprü yolu ile zaten habitat parçalanıyor. 3. köprünün doğrudan ve dolaylı zararları var. Yol çalışmalarından dolayı yaşam alanlarının zarar görmesi direkt zarar. Habitat parçalandığı için de hayatlarında dolaylı bir parçalanma oluyor. Otoyol, iki habitatı parçalamak demek. Bağlantı yolları ise habitatları daha da küçültmek demek. Bir şahin en az 15 kilometrekarelik bir alanda ürüyor. Her alanın büyüklüğü oradaki hayvanların yaşam olanaklarını belirliyor. Bir kartal için en az 50 kilometrekarelik alan gerekiyor. Şehir yaşantısına uyum sağlamış martılar, sicaplar var. Ama adapte olamayan türler de var. Asıl onlar korunmalı.

Choírosphorus

Mitoloji ve gerçek az rastlanır bir şeklide Boğaziçi'nde buluştu. Tesadüf o kertedeydi ki mitolojik bir hikayeden adını alan Bosphorus, bir gerçekle karıştırıldı. Ve bizim çılgın projelerimiz karıştırılan bu gerçeği daha da değiştirecek bir potansiyel barındırıyor.

Çünkü 3. köprünün ayakları, otoyollar, bağlantı yolları domuzların habitat alanlarını sürekli parçalayıp küçültüyor. Farklı habitat alanlarının birbiriyle ilişkisini kesiyor. Yaşadıkları habitattan umudunu kesen domuzların can havliyle yeni yaşama alanları bulmaya çalışması, ararken de iyi yüzücü oldukları için Boğaziçi'ni bir geçit gibi kullanarak karşı kıyıya geçmesi olası. Kimbilir belkide 10 Ekim akşamı yaşanan göç bir işaret fişeğiydi.

Olmaz olmaz demeyin çünkü olmaz olmaz. Bir de bakmışsınız "Bosphorus", "Choírosphorus" oluvermiş. Yani "Domuz Geçidi"



Bir avcı seyyah ve Boğaziçi'nin Yelkovan Kuşları

yelkovan kuşları.jpg

Boğaziçi'nde kısa bir vapur yolculuğu yaptığınızda gruplar halinde, denize paralel, son sürat uçarken görürsünüz onları. Bir, üç, beş derken merak edersiniz sonra: Bu kuşlar hiç mi konmazlar?

Hızları yaklaşık saatte yetmiş-seksen kilometreye ulaşan Yelkovan kuşları, sadece uçtuklarından, Boğaziçi'nde hiçbir yere konmadıklarından bilinmez bir yerden gelip bilinmez bir yere doğru gittikleri hissi uyandırmışlar, bu yüzden de her daim gizemli olmuşlardı. Hatta sırf bu yüzden haklarında üretilen basit bir efsane bile vardı.

Çok değil 150 yıl önce Türkler bu kuşların, bir Yelkovan'nın sürekli kendi çevresinde dönmesi gibi Marmara'dan Karadeniz'e, Karadeniz'den Marmara'ya sürekli uçtuklarını, hiç durup dinlenmediklerini söylüyorlardı. Bunların bütün hayatı gökyüzüyle suyun arasında geçerdi. Hep tekrar tekrar gidip gelirlerdi. Aynı rivayete göre insanın aklının alamadığı gök ve denizin arasındaki sonsuzlukta ürüyorlardı. Perdeli ayakları sayesinde havada yumurtlar, kuluçkaya yatar, yavrularını büyütürlerdi ve bu yavrularda günü gelip yeterince güçlenince hiç durmamak üzere salarlardı kendilerini.

Şair ve yazar Murathan Mungan'ın  "...renklerin, çiçeklerin, kuşların kendilerini bilmesem de, adlarını severim. Çünkü bir şair ve yazar olarak, kelimeleri severim. Yelkovan kuşunu görsem tanımam ama adını severim" diyerek güzel özetlemişti, Yelkovan kuşunun adının ne kadar güzel olduğunu.

Yelkovan kuşları, adlarının bu güzelliğinden ve gizemliliğinden mütevellit çokça yazıya, şiire konu oldu. Bir seyyahın namlusunun ucuna da...

Minik  seyyah Rene Du Parguet

Rene Du Parquet 1833'te Paris'te  doğdu. Babası Achille Parguet, bir yandan Danıştay'da dilekçe dairesi başyardımcılığı yaparken bir yandan da Emniyet Sandığı yönetim kurulu üyeliği yapan bir devlet memuruydu. Annesi Camille Collier, bir İngiliz sanayicinin kızıydı. Bu yüzden Parquet, ana dili Fransızca'nın yanında İngilizce'yi de çok iyi biliyordu. Sırf bu anne tarafından konuşulan dili iyi biliyor olmanın bir zaman sonra Parquet'e İstanbul'un kapılarını aralayacağını herhalde kimse tahmin etmiyordu.

Parquet ailesi arasıra ailecek pikniğe giderler, ormanda yürüyüş yaparlar, gezerlerdi. 1838'in Haziran ayında ailecek Normandiya'ya gitmişlerdi. Parquet daha o zamanlar 6 yaşında bile değildi. Babası ona her akşam gün boyunca yaptıklarını, gezip gördüklerini anlattırıyor bu da yetmezmiş gibi küçük bir deftere not ettiriyordu. Ağaç yaşken eğilirmiş diyorlar ya, doğru. Parquet hem geziyor hem görüyor hem de sıkı bir eğitim alıyordu. Mesela 22 Haziran 1838 gününü defterine şöyle not etmişti." 22 Haziran günü arabayla yola koyulduk ve büyük bir dağa yaya olarak tırmandık. Küçük bir patika boyunca vahşi sardunyalarla yavşan otu topladık... Sazlığın yanından yürüyerek geçtik ve suyun üzerinde dans eden böceklerle aynı zamanda konser veren kurbağalar gördük"

Fazla söze ne hacet, Parquet doğaya, ava, bitkilere, hayvanlara  özellikle kuşlara meraklıydı. Merakınının peşinden  giderek arazi gezileri yapıp, bitki ve böcek toplamıştı. Bilimsel incelemeler ve okumalar yaptı. Seyyah olup alemleri dolandı. Gerçek bir doğa bilimcisi oldu. Ama hayatını bir doğa bilimcisi olarak kazanamadı. Bankacıydı.

Parquet Osmanlı Bankası'nda iş buluyor

Osmanlı Bankası, 1856'da Londra'da, İngiliz sermayesiyle kuruldu. Bir İngiliz bankası olan bu kurum özellikle 1862'de Osmanlı Devleti'ne borç para sağlarken sergilediği başarılı performans nedeniyle Osmanlı hükümet yetkililerinin dikkatini çekmişti. Osmanlı'da uzun zamandır bir devlet bankası oluşturma fikri vardı ve Osmanlı Bankası'da bu tür bir banka için biçilmiş bir kaftandı. Ama banka fazla İngiliz'di. Bu durum, ekonomideki İngiliz ağırlığını artıracağı endişesini taşıdığı için Osmanlı hükümet yetkililerince tehlikeli olarak görülüyordu.  Banka sermayesinde İngilizlerle Fransızlara eşit pay verilince sorun çözülmüş daha doğrusu dengelenmiş oldu. Böylece Osmanlı, İngiliz ve Fransız sermayesiyle üç ortaklı olarak yeniden oluşturulan banka 1863 yılında Bank-ı Osman-i Şahane adı altında yeniden açıldı. Banka, Osmanlı'ya borç kaynağı yaratacak, borçlanmalarda aracı rolü üstlenecek ve devlet bankalarının en önemli imtiyazlarından biri olan para basma hakkını kullanacaktı. Tıpkı günümüzdeki Merkez Bankası gibi.

Osmanlı Bankası'na Fransız sermayesi ortak olunca bankanın çalışan profili de değişmeye başladı. Önceden İngilizleri çalıştıran banka, yavaş yavaş Fransızları da işe almaya  başladı. Tesadüfe bakın ki bu iş için biçilmiş kaftan kıvamında olan Parquet, tam da bu sıralarda iş arıyordu. Baba tarafından Fransız anne tarafından İngiliz olması ve her iki dili de iyi derece de bilmesi sebebiyle işe hemen alınmış olabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Parquet İstanbul'da

Haziran 1863'te Osmanlı Bankası'nda işe başlayan Parquet, aynı ay Fransa'dan ayrılıp İstanbul'a yerleşti.

Kaldığı ev o zamanlar Pera olarak adlandırılan Beyoğlu'nda, müzik delisi İtalyanların ve İspanyolların oturduğu bir sokaktaydı. Balkonları çiçeklerle süslü, beyaz, pembe ve mavi evlerin sıralandığı bu sokakta akşamları, her verendadan her açık pencereden buram buram harmoniler, şarkılar, piyano, arp sesleri yükseliyordu.

Parquet, Pera'da kaldığı evi kadar ev sahiplerini de çok seviyordu. Ama ev sahiplerinin kızını daha çok seviyordu. Adı Angela'ydı. 22 yaşında, iyi bir müzisyen olan bir İspanyol'du. Evlendiler. Çocukları oldu.

Parquet'in Haziran 1863'te başlayan İstanbul serüveni yine bir başka Haziran'da, Haziran 1865'te son buldu. Bu süre zarfında işten arta kalan zamanlarında bazen İstanbul'u gezdi, bazen de omzuna tüfeğini asıp ava gitti. Seyahati boyunca da küçük küçük notlar tutmayı ihmal etmedi. Fransa'ya gittiğinde bu notlarını temize çekmişti ama 43 gibi oldukça genç bir yaşta hayata gözlerini yumduğundan olacak bu notlarını kitap olarak basma fırsatı bulamadı. Bir seyahatname olan kitabı "İstanbul'da bir yıl" adı altında öldükten sonra yayınlandı

Parquet'in İstanbul'a dair gözlemleri özgündür. Birçok seyyahın yaptığı gibi, basmakalıp konuları papağan gibi tekrarlamadı. Onu özgün kılan doğaya olan merakı özellikle de av tutkusuydu.  Kah sandalla Boğaziçi'nde  göçmen kuş avına kah Belgrad Ormanı’na domuz avına gitti. Avladığı hayvanları tadına bakmayı da ihmal etmedi. Pera’daki evinde aşçısına pişirttiri. Tıpkı 1864 Temmuz'unun bir gününde Kız Kulesi civarına Yelkovan Kuşu avlamaya gittiğinde olduğu gibi. Keşke birileri seyyahımız avlanmaya gitmeden önce şu atasözümüzü kulağına fısıldasaydı: Her kuşun eti yenmez.

1864 Temmuz'undan bir av hikayesi

"Temmuz güneşi Pera'yı kavuruyordu.Yabancılar hamamdaymış gibi terliyorladı. Paraquet Oomzunda tüfek Yeniçarşı'dan Tophane'ye olan uzun yokuşu indi.

İskelede yirmi kadar kayıkçı hizmet için etrafına doluşmuştu. Sandalları az ileride, Boğaziçi'nin mavi dalgaları üzerinde sallanıyordu. Altın boynuzun adını borçlu olduğu sarımsı suyu tam da orada karışıyordu Boğaziçi'ne.

Esmer tenli onlarca  kayıkçıyla kuşatılmışken, kayıkçısı Mehmet'in onu uzaktan görmesiyle kendisine doğru kürek çekmesi bir olmuştu. Sular, kayyıkçı Mehmet'in küreklerinden gümüş iplikçikler misali süzülüyordu.

Kayıkçı Mehmet nereye diye sorduğunda Paraquet omzundaki tüfeği gösterip Üsküdar'a dedi.

Sandal, uzun kanatlarını su üstünde dalgalara vuran martılar gibi denizin yüzeyinde hızla kayıyordu.  Az sonra Tophane önünde demirlemiş olan gemileri geçtiler. Sağlarında sık korulukları ve tuhaf görünümüyle Sarayburnu yükseliyordu. Avrupa yakasının tepeleri arkalarında kalmıştı ve birbiriyle mücadeleye giren hızlı akıntılara rağmen Asya kıyılarına doğru çabuk çabuk yol alıyorlardı.

Bir kayalığa hakim duran, Türklerin Genç Kızın Kulesi dedikleri bir şatonun yanına kadar gelmişlerdi. Sürükleyici bir efsaneye sahip olan şatoyla ilgilenmedi hiç. Çünkü onun avcı dikkati başka bir noktaya yönelmişti.

Kayığın sağından ve solundan, beş ile yirmi taneden oluşan siyah kuş sürüleri yıldırım hızıyla geçiyordu. Hızlarını saatte seksen kilometre olarak tahmin etmek mümkündü. Bunlar doğa bilimcilerin İngiliz Yelkovanı dedikleri, fırtına kuşları ve fulmarlar arasında yer alan bir tür karanlıklar martısıydı. Marmara Denizi girişinde bulunan adalarla Boğazın Karadeniz'e açıldığı yer arasındaki bu alanda uçuşup dururlardı.  Bu civarda bu kuşları dinlenirken hiç görmediği  gibi eğer buralarda yuvaları varsa bunları da görmemişti. Türkler bunların hiç durup dinlenmediklerini söylüyorlardı. Diyorlardı ki bunların bütün hayatı gökyüzüyle suyun arasında geçermiş. Hep tekrar tekrar gidip gelirlermiş. Aynı rivayete göre insanın aklının alamadığı gök ve denizin arasındaki sonsuzlukta ürüyorlarmış. Perdeli ayakları sayesinde havada yumurtlar, kuluçkaya yatar, yavrularını büyütürlermiş  ve bu yavrularda günü gelip yeterince güçlenince hiç durmamak üzere salarlarmış kendilerini. Pek kolay tatmin olmayan araştırmalarını genişlettiler ve bu kuşların yuvalarının sarp kayalıklar olduğunu keşfettiler. Mükemmelen oval biçiminde iri bir yumurtayı ya toprakta kendi kazdıkları bir yuvaya ya da bir kayanın oyuğuna bırakıyorlardı.

Yelkovan sürüsü tüfek menziline girdiğinde, teknenin ateş etmeyi zorlaştıran hareketine rağmen ateş edip, iki tanesini düşürmüştü Paraquet. Patlama diğer kuşları da panikletmiş, kargaşaya neden olmuştu. Kuşlar şapşallaşmışlardı. Güneyden kayığa doğru uçanlar, dalgaların üzerinde çırpınan zavallı yaralı kuşları görünce duruyorlar, çığlığı basıyorlardı. Kayığı geçenlerde diğer kuşların çığlıklarına eşlik etmek için gerisin geri geliyorlardı. Bir karmaşa halinde dönüyorlar, önce dikine epeyce göğe çıkıp sonra birden kendilerini bırakıyorlar, daireler çizerek suya kadar iniyorlardı. Kayıkçı Mehmet, gökten kuş yağıyor sanki demiş gayri insiyaki olarak tebrik ederim manasında Paraquet'in eli sıkıp, tebrik etmişti. Boğaziçi uzun zamandır böyle bir kuş avcısı görmemişti herhalde.

Akşam üzeri Pera’ya dönerken, adeti üzere, avının tadına bakmayı istiyordu.

İskoçya yalıyarlarının cesur kuş toplayıcılarının Yelkovan Kuşu'nun etini çok beğendiklerini, bunu hakikaten genimet sayıp kışın azık olarak saklamak için lahanayla pişirdiklerini duymuştu. Yalnız ilginçtir, genç deniz kuşlarının eti fazla yağlı olmasına rağmen yaşlandıklarındaki o kötü tatta eser yoktu ve İngiliz Yelkovan Kuşu'nun eti kralların ağzına layık diye tabir edilirdi. Ne üzücü ki onun avladıkları yetişkindi.

Yaşlı aşçısı Triandaphylliada ısrarla daha önce böyle bir kuş eti kızartmadığını söylüyor, bu kuşun etinin yenmeyeceğini ima ediyordu. Ama itirazları Paraquet'i  fikrinden caydıramamıştı. Paraquet binbir zahmetle avladığı etin tadına bakmak istiyordu.

Et sertti ve öyle yoğun bir balık kokusu yayıyordu ki, bir lokmasını bile yutamadı, vazgeçmek zorunda kaldı. Bari dedi kedim  Mavrokordato’ya bir ziyafet çekeyim. Mavrokordato yemeği şöyle bir kokladıktan sonra kaçtı ve iki gün ortalıklarda görünmedi. Bundan sonraki beslenmesinin de böyle olacağını sanmıştı.

Denizde gizemli, şiirsel gözüken bu kuş sofrada berbattı.


Yüklə 435,48 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin