71
Martin Eden
yeni bir adet çıkararak, her sabah soğuk suyla banyo yapmaya başladı. Bu işten dehşete düşen ve bu gibi fazla süslü fikirlere pek rağbet etmeyen Mr. Higginbot-ham ise Martin'den su parası kessin mi kesmesin mi diye ciddi ciddi düşünüp durdu. Martin, buruşuk pantolonları konusunda da büyük bir adım attı. Bu konuda artık uyanmış olduğu için, işçi sınıfının giydiği, dizleri çuvala dönmüş pantolonlarla, işçi sınıfından üstün erkeklerin giydikleri pantolonlardaki dizden ayağa kadar inen dümdüz çizgi arasındaki farkı çabucak fark etti. Ayrıca bunun sebebini de öğrenip ütü ve ütü tahtası aramak için kız kardeşinin mutfağının altını üstüne getirdi. Başlangıçtaki maceraları kötü oldu ve pantolonunu bir daha işe yaramayacak şekilde yakıp bir yenisini almak zorunda kaldı. Bu masraf da denize açılma gününü daha çok yakınlaştırdı.
Fakat reform, sadece dış görünüşte kalmayıp, derinlemesine olmuştu. Hala sigara içmeye devam ediyordu, ama içki içmiyordu artık. O zamana kadar Martin Eden içki içmeyi erkeklere en çok yakışan şey diye görüyor ve birlikte içtikleri çoğu kimse sızıp masanın altına yuvarlandığı halde, kendisinin ayık kalmasını sağlayan dayanıklılığı ile övünüyordu. Artık ne zaman bir denizci arkadaşıyla karşılaşsa birbirlerine eskiden olduğu gibi sesleniyor, fakat Martin kendine ya hafif bir bira ya da bir portakallı gazoz ısmarlıyor ve diğerlerinin kendisine ufak yollu takılmalarına ses etmeden katlanıyordu. Onlar sarhoş olurlarken, Martin onları inceliyor ve içlerindeki hayvanlığın nasıl kabarıp onları avucuna aldığını görerek, artık onlara benzemediği için Tanrı'ya şükrediyordu. Belirli bir miktar içtikten sonra kendilerini unutuyorlar ve bir de-
72
Jack London
fa da sarhoş oldular mı o, sönük, budala ruhları Tanrıların ruhu seviyesine ulaşıp, her biri kendi sarhoş arzular cennetinin birer yargıcı kesiliyordu. Martin için artık sert içki ihtiyacı diye bir şey kalmamıştı. Artık o, yepyeni ve daha derin sarhoş olma yollan bulmuştu. Kendisine aşkı tanıtıp, yüksek ve sonsuz yaşamı gösteren Ruth'a sarhoş oluyordu; beyninin içine, onu kemiren on binlerce ihtiras kurdu sokan kitaplarla sarhoş oluyordu; kendisine eskisinden daha üstün bir sağlık kazandırıp bütün vücudunun fiziki yaşamla dolup taşmasını sağlayan, yeni yeni kazandığı temizlik kavramıyla sarhoş oluyordu.
Bir gece, kör talih belki rast gider de onu görürüm diye tiyatroya gitti ve oturduğu ikinci balkondan gerçekten de gördü.
Ruth'un, yanında kardeşi Arthur ile saçları karmakarışık, gözlüklü, garip bir delikanlı olduğu halde salona girdiğini gördü ve Ruth'un yanındaki garip delikanlı onda hemencecik bir vesvese ve kıskançlık uyandırdı. Ruth'un, orkestraya en yakın sıradaki yerine oturduğunu gördü; o gece Martin Eden Ruth'a ait daha fazla bir şeyler de gördü bir çift beyaz zarif omuzla, uzaktan buğulu gibi duran, donuk altından bir yığın saç. Ama onu başka gören gözler de vardı, nitekim ikide bir çevresinde oturanlara bakarken, önündeki sırada, on on iki koltuk yanda oturan iki genç kızın kendisine alıcı gözlerle bakıp gülümsediklerini fark etti. Martin her zaman için yumuşak huylu bir insandı. Terslemek onun elinden gelmezdi. Eskiden olsa, bu tebessümlere tebessümle karşılık verip, daha da ileri gider, gülümsemeleri teşvik ederdi. Ama şimdi durum başkaydı. Yine de tebessümlerine karşılık verdi,
73
Martin Eden
ama hemencecik bakışlarını başka tarafa çevirip, ondan sonra bir daha da kasten hiç bakmadı. Yalnız birçok kez, kızların varlığını unuttuğu için, onların tebessümlerini ister istemez gördü. Kendisini bir günde iki ayrı işe zorlayamazdı, ama yaradılışından gelen yumuşaklığını da bozamazdı; onun için bu gibi durumlarda, kızlara insan arkadaşlığının bütün sıcaklığı ile tebessüm etti. Kızların ona dişice bir teklifte bulunduklarının farkındaydı, ama şimdi durum başkaydı. Ta uzakta, orkestranın orada, bütün dünyada tek olan kadın vardı ve bu kadın, Martin'in sınıfından olan bu iki kızdan o kadar başkaydı, aralarında o kadar korkunç bir fark vardı ki, kalbinde kızlara karşı bir acıma, bir burkulma duydu. Kalbinden, keşke onlar da onun mükemmelliğine, haşmetli görünüşüne ufak çapta da olsa sahip olsalardı diye geçirdi. Kendisine kur yapıyorlar diye bu kızları dünyada incitemezdi. Kızların kur yapışı onu gururlandırmamıştı; bu alçak gönüllülüğünden ötürü hatta azıcık utanç bile duydu. Eğer Ruth'un sınıfından olsaydı, bu kızlardan hiçbir teklif gelmeyeceğini biliyordu; kızların kendisine her bakışında da, kendi sınıfının parmaklarının yakasına yapışıp onu aşağı çektiğini hissetti.
Ruth'u geçerken görmek amacıyla, son perdede daha perde inmeden yerinden kalktı. Dışarıda tretuar-da her zaman bir sürü insan olurdu, o da şapkasını gözlerine kadar indirip, Ruth görmesin diye birinin omuzu arkasına siper alabilirdi. îlk kalabalıkla birlikte tiyatrodan çıktı; ama iki kız dışarı çıktığında kendini henüz saklayamamıştı. Kızların kendisini aradıklarını biliyordu; o an için kadınları kendisine çeken şeye lanet etti. Kızların kaldırımı geçip, dip tarafa doğru yak-
74
Jack London
laştıklarını görünce, keşfedileceğini anladı. Kalabalığın sıkışık olduğu, Martin'in durduğu yerde yavaşladılar. Kızlardan biri ona süründü ve anlaşılan ilk defa olarak fark etti onu. Bu, meydan okurcasına bakan siyah gözleri bulunan, zarif bir esmer kızdı. Martin'e gülümsediler, Martin de onlara gülümsedi.
— Merhaba, dedi.
Bu otomatik bir şekilde olmuştu. Martin bu sözü, daha önce buna benzer ilk karşılaşmalarda pek çok kez söylemişti, üstelik başka türlü de yapamazdı zaten. Yaradılışındaki büyük hoşgörürlük ve sempati başka türlü yapmasına olanak vermezdi. Siyah gözlü kız memnun bir şekilde, merhaba dercesine gülümsedi ve duraklar gibi oldu; öbür taraftan koluna girmiş olan arkadaşı kıkırdadı ve o da duraklar gibi oldu. Martin kafasını hızla çalıştırdı. Ruth'un gelip de onu orada kızlarda konuşurken görmesi hiç de doğru olmazdı. Gayet doğal bir şekilde, siyah gözlü olanın yanına geçip onunla birlikte yürüdü. Ne beceriksizlik göstermiş, ne de dili tutulmuştu. O şimdi yanındaydı. Bu gibi çabuk hareketli maceralarda, dostluğu ilerletmek için başlangıç mahiyetinde olan, iğneleyici, argo ile dolu şakalaşmalarda kendini adamakıllı gösterdi. Kalabalığın önemli kısmının ileriye doğru gittiği köşeye vardıklarında, karşı kaldırıma geçmek için kaldırımın kenarına doğru yöneldi. Ama siyah gözlü kız onun kolunu yakaladı ve bir yandan arkadaşını ardınca sürüklerken, bir yandan da bağırdı:
— Yavaş ol, Bili! Ne acelen var? Bizi bu kadar çabuk silkeleyecek değilsin ya?
Martin gülerek durdu ve onlara döndü. Kızların omuzları üzerinden lambaların altında hareket eden
75
Martin Eden
kalabalığı görebiliyordu. Kendi bulunduğu yer o kadar aydınlık değildi, onun için, kendisi görünmeden, Ruth'un geçtiğini görebilirdi. Ruth mutlaka geçecekti, zira bu yol evlerine gidiyordu.
Başıyla siyah gözlüsünü işaret ederek, kıkırdayan kıza,
— Adı ne bunun? diye sordu. Cevap şiddetli oldu:
— Kendisine sor.
Martin bütün vücuduyla söz konusu kıza dönerek:
— Neymiş bakalım? diye sordu. Kız:
— Sen daha kendi adını söylemedin ki, diye cevap verdi.
Martin gülümseyerek:
— Sen de sormadın ki, dedi. Üstelik ilk zırıltıyı da tahmin ettin. Pekala, pekala, adım Bili.
— Öf, hadi be sen de. Kız ihtiraslı, davetkâr gözlerini Martinin gözlerine dikti.
— Sahi adın ne, Allah aşkına?
Kız tekrar başını Martin'e yasladı. Cinsiyetler ortaya çıkalı beri, bütün asırlar boyunca kadınlar en iyi, gözleriyle konuşmuşlardır. Martin de kayıtsız bir tavırla kızı ölçüp biçerek, eğer ileri giderse kızın nazlanıp cilve yaparak gerileyeceğini, eğer yüreksizlik gösterirse oyunu bırakacağını anladı, üstelik Martin de insandı ve kızın çekiciliğine kapılabileceğini biliyordu. Bir yandan da benliğinin kızın yaltaklanışındaki inceliği takdirden öteye gidemeyeceğinin farkındaydı. O, bütün bunları biliyor, onları da A'dan Z'ye kadar çok
76
Jack London
iyi tanıyordu. Her ikisi de kendi sınıflarının değer ölçüsüne göre iyi idiler. Her ikisi de azıcık para alabilmek için ağır iş yapıyorlar, insanın daha kolay yollardan para kazanmak için kendini satışını hakir buluyorlardı. Hayat çölünde bir çimdik mutluluğa susamıştı her ikisi de. Her ikisini de bitmez tükenmez çilelerin, çirkinliği ile, ondan daha da müthiş bir sefaletin karanlık çukuru arasında kumar oynamaktan ibaret bir gelecek bekliyordu; bu karanlık çukura götüren yol ise, daha paralı olmasına rağmen, daha kısa bir yoldu. Martin başını sallayarak,
— Bili, diye cevap verdi. Tabii, Pete ve Bili, başka adım da yok.
Kız:
— Numara yapmıyorsun ya? diye konuştu. Diğeri:
— Bili değil, diye söze karıştı. Martin:
— Sen nerden biliyorsun? diye sordu. Daha önce beni görmedin ki.
— Yalan söylediğini anlamak için daha önce görmüş olmama gerek yok, diye cevap verdi diğeri.
Birinci kız:
— Sadece Bili, öyle mi? diye sordu. Martin:
— Bili yeter, diye onayladı.
Kız Martin'in kolunu tutup, şaka yapar gibi sarstı.
— Yalan söylediğini anlamıştım, ama yine de iyi bir insan olduğunu tahmin ediyorum.
77
Martin Eden
Martin kendisini davet eden eli yakaladı ve bu avuçtaki, kendisine yabancı olmayan izleri, bozuklukları hissetti.
— Konserve fabrikasında ne zaman çalıştın sen? diye sordu.
Kızların ikisi de bir ağızdan:
— Nerden biliyorsun? dediler. Falcı mısın sen? Onunla kızlar arasında aptal kafaların, budalaca
konuşmaları sürüp giderken, Martin Eden'in gözlerinin önünde, asırların bilgeliklerini saklayan kütüphane rafları dikildi. Bu hayalin saçmalığına acı acı gülümserken, aklına şüpheler hücum etti. Ama iç dünyasındaki hayalle, dış dünyada sürüp giden şakalar arasında, tiyatrodan akın akın çıkan kalabalığı gözlemekten de geri kalmadı. Derken ışıkların altında, kardeşiyle, o gözlüklü garip delikanlının arasında olduğu halde Ruth'u gördü ve sanki kalbi duracak gibi oldu. Bu anı çok beklemişti.
Ruth'un kraliçelerinkine benzeyen başını gördü. Bu başı saklayan, hafif, tüy gibi yumuşak bir şeyi fark etti. Vücudunun zarif hatlarını, arabasının ve eteklerini tutup kaldıran elin ihtişamını görebildi. Sonra Ruth kayboldu ve Martin, elbiselerini güzelleştirmek uğruna ucuz şeyler takıp takıştırmış, ucuz giysiler, ucuz kurdelalar içinde, parmaklarında ucuz yüzüklerle temiz ve kibar olmak için dramatik çabalar gösteren konserve fabrikası işçisi kızlara bakakaldı. Birisi kolunu çekiştirip:
— Kendine gel, Bili! Ne oluyor sana? dediğini duydu.
Martin:
78
Jack London
— Ne dedin? diye sordu. Esmer kız başını sallayarak,
— Oh, yok bir şey, dedi. Sadece dedim ki..
— Ne?
— Eğer kibar bir arkadaş bulabilsen diyordum (arkadaşını göstererek) onun için, iyi olurdu, sonra da gider bir yerde dondurmalı gazoz veya kahve ya da başka bir şey içerdik.
Aniden Martin Eden ruhsal bir gönül bulantısı hissetti. Ruth'tan bu duruma geçiş birdenbire olmuştu. Önünde duran kızın cesur, meydan okuyan gözlerinin yanında, Ruth'un, saflığın ölçülmez derinliklerinden kendisine bakan, bir azizeninki kadar duru, aydınlık, gözlerini gördü. Her nasılsa, içinde bir kuvvetin kaynadığını hissetti. Kendisi bundan daha iyiydi. Hayat, düşünceleri dondurma ile bir centilmen arkadaşın ötesine geçemeyen bu kızlara anlattığından daha fazlasını ifade ediyordu ona. Şimdiye kadar, düşünceleri içinde herkesten gizli bir hayat yaşamış olduğunu hatırladı. Bu düşüncelerini paylaşmak istemiş, fakat bunları anlamaya yeterli ne bir kadın bulabilmişti, ne de bir erkek. Ara sıra anlatmaya çalışmış, fakat düşünceleri, dinleyenleri şaşırtmaktan başka bir işe yaramamıştı. Demek ki düşünceleri onlardan ileriymiş, diye düşündü, şu halde o da onlardan ileri gitmeliydi, içindeki kuvvetin damarlarında dolaştığını hissetti ve yumruklarını sıktı. Mademki hayat kendisi için daha fazla bir şey ifade ediyordu, şu halde hayattan daha fazlasını istemek de ona düşüyordu, ama bunu böylesine bir arkadaşlıktan elde etmeyi bekleyemezdi. Bu cesur siyah gözlerin ona sunabileceği hiçbir şey yoktu.
79
Martin Eden
Bu gözlerin ardındaki düşünceleri biliyordu o dondurma, ve herhangi başka bir şey. Halbuki o siyah gözlerin yanında duran ve bir azizeninkileri andıran bu gözler ona, onun bildiği her şeyi ve tahmininden fazlasını sunuyordu. Bu gözler ona kitapları sunuyordu, tabloları sunuyordu; bu gözler ona güzelliği ve sessizliği, yüksek hayat katındaki bütün inceliği sunuyordu. Martin Eden, siyah gözlerin ardındaki her düşüncenin işleyişini biliyordu. Bir saatin işleyişi gibi her çarkın dönüşünü görebilirdi. Bu gözler insanı zorlamıyordu, ancak kasvetli bir mezar gibi dar, insanı sıkan, bir şeyler bırakıyordu ve bu bıraktıkları ucunda bir mezar bekliyordu. Halbuki azizenin gözlerinde giz vardı, akıl almaz harikalar ve sonsuz yaşam sunuyordu bunlar. Martin Eden bu gözlerdeki ruhun bir an içinde çakıp sönen aydınlıklarını gördü; aynı zamanda kendi ruhunun aydınlıklarını da.
Yüksek sesle:
— Plana uymayan bir şey var, dedi. Benim randevum vardı.
Kızın tutuşan gözlerinde hayal kırıklığı beliriverdi.
— Hasta bir arkadaşını ziyaret edeceksindir herhalde, değil mi? diye alay etti.
— Hayır, yalan değil, gerçekten randevum var, biraz durakladı, bir kızla.
Kız açık yüreklilikle sordu:
— Beni atlatmıyorsun ya?
Martin kızın gözlerinin içine baktı ve cevap verdi:
— Yalan dolan yok bende. Niçin başka bir zaman buluşmayalım senle? Daha adını bile söylemedin bana. Hem nerde oturuyorsun sen?
80
Jack London
Kız yumuşayarak:
— Lizzie, diye cevap verdi.
Vücudunu Martin'inkine yaslarken, eliyle de kolunu sıktı.
— Lizzie Connolly. Beşinci caddeyle, Market sokağı kavşağında oturuyorum.
Martin iyi geceler dilemeden önce birkaç dakika daha konuştu. Doğru evine gitmedi; her zaman nöbet beklediği ağacın altından pencereye baktı ve mırıldandı:
— O randevu seninleydi Ruth. Randevumu sana saklamıştım.
81
VII
Gözbebeklerine hapsettiği, birkaç dakika görebilmek için saatlerce evinin önünde nöbet tuttuğu güzel Ruth'unu aramaya cesaret edemiyordu. Onunla ilk tanıştığı geceden bu yana okumaktan başını kaldıramamıştı. Tanışalı bir hafta olmasına ve büyük etkiyle etkilenmesine rağmen arayamamıştı, zaman zaman aramak için kendi kendini cesaretlendirmiş, fakat zihnine hücum eden şüpheler, tereddütler yüzünden bu kararından vazgeçmişti. Araması gerekiyordu, bunu biliyordu; ancak hangi zamanın uygun olduğunu bilmiyordu, bunu kendisine söyleyecek kimse de yoktu; tamir edilemez bir hataya düşmekten korkuyordu. Eski yaşayış tarzını değiştirdiğinden eski arkadaşlarıyla da görüşmüyordu. Yeni arkadaş da edinememişti. Bu yüzden tek yapacak iş, okumaktı. O da okumaya, kuvvetli olmayan birkaç düzine gözü yok edecek kadar çok saat verdi. Ama onun gözleri birkaç düzine gözden daha kuvvetliydi ve bu gözler son derece sağlam bir vücuttan destek alıyordu, üstelik kafası da dinlenmişti. Kitaplardaki soyut düşünce göz önüne alınınca, zihni bütün hayatı boyunca dinlenmiş bir halde köşede kalmıştı ve ekime hazırdı. Çalışmayla
83
Martin Eden
hiç, yorulmamış olan bu zihin, kitaplardaki bilgiyi, sanki keskin dişlerle, bir daha bırakmacasına ısırıp yakalıyordu.
Eski yaşamı ile yeni yaşamı arasında yaşadığı fon çok uzaklarda kalmıştı. Ancak hazırlıksızdı. Bu yüzden de afallamıştı. Yıllarca süren ve hazırlık gerektiren kitapları okumaya kalkışıyordu. Bir gün antik felsefeye dair bir kitap okuyor, ertesi gün ultramodern felsefeye ait başka bir kitap, öyle ki, zihni fikirler arasındaki çatışma ve zıtlıklara karmakarışık oluyordu. Ekonomiye dair okudukları da kafasını karıştırıyordu. Kütüphanenin raflarından birinde, Karl Marks, Ricardo, Adam Smith ve Stuart Mil'i buldu. Bunların, birbirlerinin fikirlerinin artık terk edildiği hakkındaki karışık formülleri ise, ona hiçbir ipucu vermedi. Şaşkınlıktan serseme dönmüştü ama yine de öğrenmek istiyordu. Onda, ekonomi, endüstri ve politikaya karşı bir gün içinde bir ilgi belirmişti. City Hail Parkından geçerken, kalabalık bir insan grubunun ortasında, yarım düzine adamın, kızarmış yüzleriyle ve yüksek sesle ciddi ciddi tartıştıklarını gördü. Dinleyiciler arasına katıldı ve halk filozoflarının ağzından, yeni, yabancı bir dil işitti. Adamlardan biri serseri, biri tahrikçi, bir üçüncüsü hukuk talebesiydi, geri kalanlar ise, ağzı kalabalık insanlardan oluşuyordu. İlk kez sosyalizmden, anarşizmden, tek vergi yönteminden söz edildiğini duydu. Birbirine zıt sosyal felsefeler bulunduğunu öğrendi. Kendisine yeni gelen yüzlerce teknik terim işitti; bunlar, kendi cılız okuyuşları sırasında hiç dokunmadığı düşünce alanlarına ait terimlerdi. Bu yüzden de delilleri yakından takip edememiş, acayip ifadelere bürünmüş olan fikirler üzerinde sadece tahmin yürüte-
84
Jack London
bilmişti. Sonra bir de siyah gözlü bir garsonla, sendikaya bağlı bir fırıncı vardı; garson dinci bir sofistti. Bir ihtiyar ise "olan her şey doğrudur" diye acayip bir felsefe ile herkesin ağzını bir karış açık bırakırken, bir başka ihtiyar, evren ile baba atom, ana atom hakkında bitmek tükenmek bilmeyen bir nutuk çekiyordu.
Birkaç saat geçtikten sonra, oradan ayrılan Martin Eden, adeta karma karışık olmuştu. Alışık olmadığı düzinelerle kelimenin açıklamalarını arayıp bulmak için hemen kütüphaneye koştu. Kütüphaneden çıktığında, koltuğunun altında dört cilt vardı: Madam Bla-vatsky nin, "Gizli Doktrin"i, "İlerleme ve Fakirlik"i, "Sosyalizmin Özü" ve "Din Bilim Harbi" adlı eserleri. Ne yazık ki, önce "Gizli Doktrin" den başladı. Her satır, anlamadığı, birtakım çok heceli kelimelerle karıncalanıyordu. Yatağında doğrulup oturdu ve sözlüğü kitaptan daha çok eline aldı. O kadar çok yeni kelimeye bakmıştı ki, bunlar yeniden geçtiğinde, anlamlarını unuttuğu için, tekrar bakması gerekiyordu. Bir plan düşünüp, yeni kelimelerin karşılıklarını bir not defterine yazmaya başladı ve bu kelimelerle sayfalar doldurdu. Ama yine de anlayamadı onları. Sabahın üçüne kadar okudu. Kafası karmakarışık olmuş, ama metindeki esaslı bir tek düşünceyi bile kavrayamamıştı. Başını kaldırdı ve oda ona sanki denizdeki bir gemi gibi kalkıp, yana yatarak tekrar suya gömülü-yormuş gibi geldi. Sonra "Gizli Doktrin' i bir sürü küfürle birlikte odanın öbür ucuna fırlattı, gaz lambasını söndürüp, sessizce uykuya daldı. Diğer üç kitapta da şansı yardım etmedi. Yetersiz veya zayıf olan beyni değildi. Eğer düşünce eğitimi almış olsa ve düşünmek için gerekli düşünüş araçlarından yoksun olmasa, bu
85
Martin Eden
beyin o düşünceleri rahatlıkla kavrayabilirdi. O da bunu gördü. Sözlükteki bütün kelimelerin anlamlarını öğrenene kadar bir süre sözlükten başka kitap okumamayı kafasına koydu.
Bununla beraber, şiirle avunuyordu, en çok, anlaşılması daha kolay olan basit şairlerden zevk alarak, bol bol şiir okuyordu. O güzelliği severdi, şiirde de güzellik buluyordu. Şiir de müzik gibi, onu derin bir şekilde tahrik ediyordu. O, bunun farkında olmamasına rağmen, bu durum, onun zihnini ileriki daha zor çalışmalara hazırlıyordu. Zihni boş bir defter gibi, tertemiz olduğu için, okuyup hoşlandığı şiirlerin çoğu büyük çaba göstermeksizin, kıta kıta bu boş defterin sayfalarına kaydoluyor ve o okuduğu basılı kelimelerin güzellik ve müziğini içinden, ya da yüksek sesle tekrar etmekten büyük bir haz duyuyordu. Derken, bir kütüphanenin rafında, yan yana duran, Gayley'in "Klasik Mitler"iyle, Bulfinch'in, "Age of Fable" na rastladı. Bu ona, aydınlık getirdi, cehaletinin karanlıklarına büyük bir ışık tuttu ve Martin her zamankinden daha büyük bir istekle şiir okudu.
Kütüphanede, masadaki adam Martin'i o kadar çok görmüştü ki, artık iyice içten hale gelmiş ve Martin girdiği zamanlar, onu bir baş eğmesi ve tebessümle karşılar olmuştu. İşte bu yüzden ki, Martin de cesur bir şeye kalkıştı. Masanın üstüne bazı kitaplar yaymıştı; adam kartları damgalarken Martin'in ağzından:
— Şey, size sormak istediğim bir şey var, kelimeleri dökülüverdi.
Adam gülümsedi ve dikkatle ona baktı.
— Bir genç kızla tanıştığınızda, kız sizden tekrar
86
Jack London
onu aramanızı istese, ne kadar zaman sonra arayabilirsiniz?
Martin, sıkıntıdan oluşan terle gömleğinin omzuna yapıştığını hissetti.
Adam:
— Vallahi, ne zaman olsa olur derim, diye cevap verdi.
— Evet, ama bu başka, diye Martin itiraz etti. O şey, yani vaziyet şöyle: Belki orda bulamam onu. üniversiteye gidiyor.
— O zaman tekrar ararsınız.
Martin, kendini artık tamamıyla diğerinin ellerine bırakmaya karar vererek,
— Ne demek istediğimi anlatamadım ben, diye kekeleyerek itiraf etti: Ben, kaba saba herifin biriyim, sonra hiç sosyete filan görmedim. Bu kızın durumunun benim durumumla ilgisi yok; benim durumumun da onun durumuyla. Maskaralık etmiş olmuyorum ya, ne dersiniz? diye acele sordu.
Diğeri:
— Hayır, hiç de değil, emin olun, diye itiraz etti. İsteğiniz her ne kadar başvuru bürosunun görevleri içine girmiyorsa da, size yardım etmek beni memnun edecektir.
Martin, ona hayran hayran baktı.
— Bir açılabilsem, o zaman sorun kalmayacak, dedi.
— Anlayamadım?
— Yani ben de böyle rahat konuşabilsem, nazik filan olabilsem demek istedim.
87
Martin Eden
û
Diğeri anladığını belli ederek:
— Ha, dedi.
— Aramak için en iyi vakit hangisi? Öğleden sonra mı? Yemek vaktine çok yakın olmayan bir zaman? Yoksa akşamleyin, ya da pazar günü mü?
Kütüphane memuru aydınlık bir yüzle:
— Söyleyeyim, dedi. Telefonla arayın onu ve müsait zamanı öğrenin.
Martin, kitaplarını toparlayıp gitmeye hazırlanırken:
— Böyle yaparım, dedi. Geri döndü ve sordu:
— Bir genç kızla konuşurken örneğin, Miss Lizzie Smith diyelim 'Mis Lizzie' mi dersiniz, yoksa 'Miss Smith' mi?
Kütüphane memuru yetkili bir ağızla:
— Miss Smith, deyin, dedi. Onu daha iyi tanıyın-caya kadar hep, Mis Smith deyin.
Martin Eden bu sorununu da böylece çözdü. Mar-tin'in ödünç aldığı kitapları ne zaman getirebileceği hakkında, kekeleyerek sorduğu soruya, Ruth'un telefonun diğer ucundan verdiği cevap:
— Ne zaman isterseniz, gelin, öğleden sonraları hep evdeyim, şeklinde oldu.
Ruth, Martin'i kapıda bizzat karşıladı, ve bir kadın gözüyle, ütülü pantolonu ve ondaki iyiliğe doğru hafif, fakat gözden kaçmayan değişikliği hemen fark etti. Aynı zamanda Martin'in yüzü de Ruth da bir şok etkisi yaratmıştı. Şu Martin'in sağlığı da inanılmaz bir şeydi ve sanki kuvvet dalgaları halinde ondan dışarı çı-
88
Jack London
kıp, Ruth'a doğru yayılıyordu bu sağlık. Ruth, Martin'in sıcaklığını hissetmek için ona yaslanmak arzusunun içinde yeniden kendini zorladığını hissetti ve onun varlığının kendi üzerinde yaptığı bu etkiye hayret etti. Buna karşılık Martin, tokalaşma anında, Ruth'un elinin dokunuşuyla birlikte, içini mutlulukla dolu bir heyecanın kapladığını hissetti. Aralarında şu fark vardı: Martin, saçlarının dibine kadar kızardığı halde, Ruth serinkanlı ve kendine hakimdi. Martin, Ruth'un arkasından, o eski beceriksiz yürüyüşüyle Setfideh'ye tökezleyerek giderken, omuzları tehlikeli bir şekilde yalpa vuruyordu.
Oturma odasında kıyıda bir yere oturduktan sonra, artık rahatça konuşmaya başladı kendi umduğundan çok daha rahat bir şekilde. Ruth da onun işini kolaylaştırdı; bunu ona yaptıran ruh ise Martin'in onu eskisinden daha çılgınca sevmesine sebep oldu.
Önce ödünç alınan kitaplardan, Martin'in bağlandığı Swinburne'den, anlayamadığı Browning'den konuştular. Konuşmayı konudan konuya sürükleyen, Martin'e nasıl faydalı olabileceği konusunda derin derin düşünense Ruth oldu. Bunu daha ilk karşılaşmalarından beri sık sık düşünmüştü. Ona yardım etmek istiyordu. Martin onda, şimdiye kadar hiç kimsenin uyandırmadığı bir acıma ve şefkat duygusu uyandırmıştı ve bu acıma duygusu Ruth'da analık duygusuyla bağlı olduğu oranda da, Martin için küçültücü olmaktan uzaktı. Acıma duygusunu uyandıran adam, kendisini kızlık korkularıyla sarsarak, zihnini garip düşünce ve duygularla doldurup, heyecan verecek kadar erkek olunca, Ruth'un bu duygusu da alelade olmazdı. İşte Martin'in boynu kendisini yine eskisi gibi
Dostları ilə paylaş: |