106
Jack London
yası da müziğe karşı öyle açıldı ve onun işçi sınıfının gürültülü patırtılı eğlencelerinden, Ruth'un çoğunu ezbere bildiği klasik parçalara geçişi çabuk oldu. Martin, Wagner'e ve bilhassa Tannhauser uvertürüne derin bir ilgi göstermiş ve Ruth'un bu eseri anlayabilmesi için verdiği ipucundan sonra da ona sanki Ruth bundan başka hiçbir şey çalmamış gibi gelmişti. Bir an içinde, bu eserde kendi hayatını bulmuştu. Bütün geçmişi, 'Venusburg' motifindeydi sanki; Ruth'u da 'Hacıların Korosu' ile bir tutmuştu. Bu hal ise onu bulunduğu yüceliklerden daha da ileriye ve yükseklere, iyi ile kötünün sonsuza kadar savaş halinde olduğu, ruhların gezindiği engin bir gölgeler dünyasına çıkarmıştı.
Ruth'un kafasında, Martin'in yaptığı eleştirilerle ara sıra, kendi müzik anlayışı ile onun yorumlarının doğru olup olmadığı hakkında geçici şüpheler uyanıyordu. Ancak hiçbir zaman Ruth'un şarkı söyleyişini eleştirmedi. Ruth'un sesi, tamamıyla Ruth'a özgü bir şeydi. Martin de daima oturup onun saf soprano sesinden çıkan ilahi melodiyi hayran hayran dinler, bu sesi, fabrikalarda çalışan kızların zayıf, terbiye görmemiş tiz, titrek sesleriyle ve liman şehirlerindeki kadınların içkiden harap olmuş gırtlaklarından çıkan kısık feryatlarıyla karşılaştırmaktan kendini alamazdı. Ruth da Martin için çalıp onun için şarkı söylemekten hoşlanıyordu. Aslında, hayatında ilk defa, eline oynayabileceği bir insan ruhu geçmişti ve Martin'in kolayca şekil alabilen hamuruna bir biçim vermek çok zevkliydi; zira Ruth bu hamuru yoğurduğunu sanıyordu ve bu konuda da iyi niyetliydi, üstelik Martin'le beraber olmak hoştu da. Martin artık eskisi gibi itmiyordu onu.
107
Martin Eden
İlk itiş, kendi kendinden bir korkma şeklinde olmuştu ve bu korku şimdilik uykudaydı. Neden olduğunu bilmeksizin, içinde, Martin Eden'in kendi malı olduğu şeklinde bir his vardı. Ayrıca, Martin, onun üzerinde iyileştirici bir etki de yaratıyordu. Ruth üniversitede çok çalışıyordu ve bu iyileştirici etki ona, başını tozlu kitaplardan kaldırıp, Martin'den kendisine doğru esen taptaze, deniz kokulu meltemi içine çekmek için bir güç veriyordu. Güç! Ruth'un güce ihtiyacı vardı, Martin de bunu ona cömertçe veriyordu. Martin'le aynı odaya girmek, ya da onu kapıda karşılamak, hayattan güç almaktı. Martin gittiği zaman da, kitaplarına daha büyük bir heves ve daha büyük bir enerjiyle sarılıyordu.
Ruth, Browning'i iyi biliyordu, ama ruhlarla oynamanın münasebetsizlik olduğunu hiç düşünmemişti hayatında. Martin'e duyduğu ilgi arttıkça, onun hayatına yeni bir şekil verme arzusu da bir ihtiras halini aldı.
Bir gün, matematiği ve şiiri bir kenara bıraktıkları sırada, Ruth:
— Mr. Butler diye biri var, dedi. Başlangıçta hiçbir olumlu duruma sahip değildi bu adam. Babası bir bankada veznedardı, ama uzun zaman verem çektikten sonra Arizona'da öldü, öyle ki, o öldüğü zaman, Mr. Butler, adı Charles Butler'di, kendini dünyada yapayalnız kalmış buldu. Babası Avustralya'dan gelmişti, onun için Mr. Butler'in Kaliforniya'da hiçbir akrabası yoktu. Bir matbaada işe girdi birçok defa bundan bahsettiğini işitmişimdir ve başlangıçta, haftada üç dolar aldı. Bugünkü senelik geliri aşağı yukarı otuz bin dolardır. Nasıl yaptı bunu? Dürüsttü, sadık, çok
108
Jack London
çalışkan ve tutumluydu. Birçok çocuğun, düşkün olduğu eğlencelerden kendini esirgedi. Ne olursa olsun, her hafta daha fazla para biriktirmeyi kafasına koymuştu; kenara koyacağı paraların geçinmesi için lazım olduğunu kafasından çıkarmıştı.
— Kısa bir süre sonra, haftada üç dolardan fazla kazanmaya başladı, kazandığı para arttıkça da daha fazla para biriktirdi.
— Gündüzleri çalışıp akşamları da akşam okuluna devam etti. Gözlerini hep geleceğe dikmişti. Daha sonra akşam lisesine gitti. Daha on yedi yaşındayken, yazı koymaktan oldukça iyi para kazanır hale gelmişti, ama o açtı. Onun istediği geçimini kazanmak değil, bir meslek sahibi olmaktı, bu yüzden de geleceği için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadı. Hukuk eğitimi yapmaya karar verdi ve hizmetçi olarak babamın yanına, inanır mısın, sadece dört dolar haftalıkla girdi. Ama o tutumlu olmasını öğrenmişti, bu yüzden de dört dolarlık haftalığından para biriktirmeye yine devam etti.
Ruth, biraz nefes almak ve Martin'in ne diyeceğine bakmak için bir an sustu. Mr. Butler'in gençliğinde yaptığı mücadelelere duyduğu ilgi, Martin'in yüzünü aydınlatmıştı; ama yine de kaşları hafifçe çatılmıştı.
— Genç bir insan için çok zor bir hayat tarzı, dedi. Haftada dört dolar! Dört dolarla nasıl yaşayabilmiş? Hiç boşa para harcamadığını söyleyeceksin. Ama ben bugün sırf kira için haftada beş dolar ödüyorum, hem de hiçbir özelliği olmayan bir yere. Herhalde bir köpek gibi yaşamıştır. Yediği yemek de..
Ruth onun sözünü keserek:
109
Martin Eden
— Yemeğini kendi pişirirdi, dedi, küçük bir gaz sobasının üstünde.
— Yediği yemeğin herhalde, uzak yerlere giden gemilerde verilen en kötü gıdalardan hiç farkı yoktu; bu gibi gemilerdeki gıdalardan daha kötüsü yoktur.
Ruth heyecanla bağırdı:
— Ama bir de şimdiki halini düşün! Şimdiki gelirinin ona sağladığı şeyleri bir düşün. Vaktiyle yaptığı fedakarlıkların bin kat karşılığını gördü.
Martin ona delici bir bakışla baktı.
— Seninle bahse girerim ki, dedi. Mr. Butler şimdiki bu şişman zamanında, hiç de neşeli bir insan değildir. Yıllarca, bir çocuk kadar yemek yemeye alışmış; şimdi midesi daha fazlasını alamaz.
Ruth, Martin'in araştıran bakışları karşısında gözlerini indirdi.
Martin:
— Bu adamın şimdi hazımsızlık çektiğine bahse girerim! diye meydan okurcasına atıldı.
Ruth,
— Evet, öyle, diye itiraf etti, ama... Martin sözünü kesti:
— Bahse girerim ki, şimdi o, ihtiyar bir baykuş gibi ağır başlı ve ciddidir. Senelik otuz bin dolar kazancına rağmen eğlenmeye filan aldırdığı yoktur, üstelik başkalarının eğlenmesini de hoş karşılamaz. Haklı mıyım, değil miyim?
Ruth başını onaylar yollu salladı ve açıklamak için aceleyle:
— Ama o, zaten öyle bir insan değil. Yaradılıştan
110
Jack London
ağırbaşlı ve ciddi bir adamdır. Martin,
— Elbette, diye düşüncesini açıkladı. Haftada üç dolarla, kendi kendine bir gaz sobasının üstünde yemek pişiren, gece gündüz çalışıp, hiç oyun oynamadan, eğlenmek nedir bilmeden para biriktiren küçük bir çocuk o otuz bin dolar geldiği zaman tabii iş işten geçmiş olur.
Martin o sempatik hayal kuruşu ile bir küçük çocuğun hayatındaki bin bir ayrıntıların içyüzünü ve bu çocuğun yılda otuz bin dolar kazanan bir adam oluncaya kadar geçirdiği dar ruhsal gelişme üzerine ışık tutuyordu. Hızlı ve isabetli düşünüşüyle, Mr. Butler'in bütün hayatını hayalinde canlandırıyordu.
— Biliyor musun, diye ekledi, Mr. Butler adına üzülüyorum, Böyle ağır bir sınav geçirmek için çok gençti bu Mr. Butler; senelik otuz bin dolar için kendini yaşamaktan mahrum etmiş; otuz bin dolar uğruna bütün hayatını ziyan etmiş. Şimdi onun bu otuz bin doları, bu bir yığın para, onun henüz şeker isteyen, fıstık isteyen, lunaparkta eğlenmek isteyen bir çocukken bir kenara ayırdığı on sentle elde edebilecek olduğu şeyi satın alamaz ona artık.
İşte Ruth'u, Martin'in fikirlerinin bu eşsizliği heyecanlandırıyordu. Bu fikirler Ruth için yeni olmaktan başka, onun kendi inançlarına da aykırıydı, ama yine de Ruth bu fikirlerde daima kendi inançlarını sarsmak ya da değiştirmek gücünde olan bir gerçek payı bulunduğunu hissediyordu. Eğer yirmi dört yaşında olacağına, on dört yaşında olsaydı, bu fikirler onu değiştirebilirdi; ama o yirmi dört yaşındaydı, yaradılışı ve gördüğü terbiye bakımından muhafazakardı ve içinde
111
Martin Eden
doğup büyüdüğü, birçok çatlakları bulunan hayatının şeklini almıştı. Martin'in o acayip hükümlerinin onu rahatsız ettiği doğruydu, ama sadece söylenildikleri anda kendisini rahatsız eden hükümlerin bu tesirini o, Martin'in alışık olmadığı, kendisine yabancı gelen tipine yüklüyor ve onları çabucak unutuveriyordu. Bununla beraber bu sözlerin söylenişindeki kuvvetle buna eklenen, Martin'in çakmak çakmak gözleri ve yüzündeki içten ifade, onu daima heyecanlandırıp, Mar-tin'e doğru çekiyordu. Kendi ufuklarının ötesinden gelen bu adamın bu gibi anlarda, kendininkilerden daha geniş, daha derin kavramlarla, kendi ufkunu aydınlatmakta olduğunu tahmin ve düşünemezdi. Ruth, kendi ufku içinde sınırlıydı; ne var ki sınırlı kafalar sadece başkalarının sınırlı olabileceğini kabul eder. Bu yüzden de Ruth içinden, Martin'in cidden geniş görüşleri bulunduğunu ama bu görüşlerin kendininkilerle çatıştığı yerde Martin'in hudutlarının sona erdiğini düşünüyor ve Martin'in de kendisi gibi görebilmesini, o da kendisi gibi görebilinceye kadar onun ufkunu genişletmek için ona yardımda bulunmayı hayal ediyordu.
Ruth:
— Ama ben daha öykümü bitirmedim, dedi. Babam, Mr. Butler'in şimdiye kadar yanında çalışan hiçbir memurun çalışmadığı şekilde çalıştığını söyler, Mr. Butler, daima istekle çalışırmış. Hiç geç kalmaz, hep vaktinden bir iki dakika evvel işe gelirmiş. Ama yine de zaman ayırıp, bütün boş vakitlerini ders çalışmaya ayırabilmiş. Muhasebe ve daktilo öğrenmiş, geceleri de staj yapan bir mahkeme katibinin yazılarını yazarak, karşılığında steno dersleri almış. Çok geçmeden katipliğe yükselmiş ve bir değer haline gelmiş. Ba-
112
Jack London
bam onu takdir etmiş ve yükseleceğini anlamış. Mr. Butler babamın tavsiyesiyle hukuka gitmiş, avukat olmuş. Babam onu yanına ortak olarak aldığı zaman hiç de ikinci planda kalmamış Mr. Butler. Çok büyük adam. Senatörlüğü birçok defalar reddetti. Eğer istese, yer açılır açılmaz Yüksek Mahkemeye seçilir. Böyle bir hayat, herkes için ulaşılması gereken bir noktadır. Ayrıca esin kaynağıdır. Bu bize insanın irade ve çalışma sayesinde nasıl çevresi içinde yükseldiğini gösteriyor.
Martin içtenlikle:
— Büyük bir adam, dedi.
Ama bu öyküde, Martin'in güzellik ve hayat anlayışına aykırı gelen bir taraf var gibiydi. Mr. Butler'in, hayatını sıkıntı ve mahrumiyet içinde geçirmesine yeter bir sebep bulamamıştı. Eğer bütün bunları bir kadının aşkı için ya da bir güzelliğe ulaşmak için yapmış olsaydı, Martin bunu kabul ederdi, Tann'nın çılgın aşığı bir öpücük için her şeyi yapardı, ama senede otuz bin dolar kazanmak için, asla. Mr. Butler'in yıllarca bir iş için çalışması onu tatmin etmemişti; bunda bir bayağılık vardı yine de. Senede otuz bin dolar kazanca diyecek bir şey yoktu, ama hazımsızlık ve insanca bir mutluluk duymaktan yoksun olmak bu paranın değerini sıfıra indiriyordu.
Bu düşüncelerini Ruth'a anlatmayı denedi; Ruth'ta uyandırdığı etki sadece sarsıntı oldu. Martin'i yeni baştan bir kalıba dökmenin gerektiğine iyice inandı. Ruth, insan denen yaratığı, kendi derisinin renginin, kendi inanışlarının, kendi siyasetinin en iyi olduğuna ve dünyanın dört bucağındaki diğer insanların kendilerinden daha az şanslı bulunduğuna inanmaya iten o
113
Martin Eden
her zaman rastlanan dar kafaya sahipti. Bu kafanın, kadın olarak dünyaya gelmedikleri için Tanrı'ya şükredip, dünyanın ta öbür ucuna, Tanrı değiştirtmek için modern misyonerler yollayan eski Yahudiler'in dar kafasıyla hiçbir farkı yoktu; bu kafayla Ruth, bu adamı hayatın diğer çatlakları arasından alıp ona, kendi hayatının çatlakları içinde yaşayan erkeklerin biçimini vermek istiyordu.
IX
Martin Eden bu okuma ve öğrenme çalışmaları sırasında bütün parasını tüketmiş, üç kuruşa muhtaç hale gelmişti; işte bu yüzden define avına çıkan bir yelkenliye tayfa yazılıp denize açıldı. Gemi seferi sekiz ay sonra hazine bulunamadan Salamen adalarında sona ermiş, tayfaların ücretleri ise ancak Avustralya'da ödenebilmişti. Martin de hemen bir uzak yol gemisine atlayıp San Francisco'ya doğru yola çıkmıştı. Bu sekiz aylık sefer ona, sadece karada haftalarca kalmasına yetecek para kazandırmamış, aynı zamanda bol bol çalışıp okumasına da olanak vermişti.
İşte bu koşullar altında kalbinde özlem ve mutluluk hayaliyle geldi Martin. İyi ve çalışkan bir öğrenci kafasına sahipti; bunun dışında, hiçbir şeyden yılma-yan bir tabiatı ve Ruth'a olan aşkı vardı. Yanına aldığı gramer kitabını, hiç yorulmadan baştan aşağı iyice öğrenene kadar, tekrar tekrar okumuştu. Gemi arkadaşlarının kullandığı bozuk gramere dikkat edip bunların konuşmalarındaki yanlışları aklından düzelterek, cümleleri yeni baştan doğru olarak kurmaya önem vermişti. Kulağının yavaş yavaş hassaslaştığını ve
114
115
Martin Eden
gramerinin kuvvetlendiğini sevinçle fark etmişti. Bir çifte olumsuz kelime ya da ek artık onun kulağını tırmalıyor ve bu kulak tırmalayıcı kelime de çoğunlukla, deneyim eksikliğinden oluyordu. Beyni bütün yenilikleri kabullense de dili, yeni oyunları bir gün içinde öğrenmeyi kabul etmiyor, ısrarla pratik yapmasını istiyordu.
Defalarca tekrardan sonra grameri tamamlayınca, eline sözlüğü alıp kelime dağarcığına her gün yirmi kelime katmaya başladı. Bu işin pek de kolay olmadığını gördü. Kelime anlamlan gittikçe uzuyor, söyleyiş şekilleri üzerine yaptığı denemeler ise beyni yoru-luncaya değin sürüyordu. Kelime ve anlamlarını içeren listeyi dümen dolabı başına asmış, sık sık buraya bakarak unutmadan aklında tutmanın yollarını arıyordu. Vardiya tuttuğu zamanlarda da kelimelere hakimiyetini tekrarlar yaparak kurmaya çalışıyordu. En son, akşamları yatarken kelimelerin anlamlarını tekrarlayarak uyumayı adet edindi.
Dilini, Ruth'un konuştuğu dile yatkın hale getirmek için hafif sesle kendi kendine tekrar ettiği çeşitli cümleler arasında, "hiçbir şey yapmadı", "ben olsaydım" gibi kelime grupları yer alıyordu, "ve" ve "yor" lan, "d" ile "g" yi kuvvetle söyleyerek binlerce defa tekrarladı ve gemi subaylarıyla, gezmek için para yatırmış olan centilmen maceraperestlerin çoğundan daha doğru ve daha anlaşılır bir İngilizce'yle konuşmaya başladığını hayretle gördü.
Kaptan balıkgözlü bir Morveçli'ydi. Nasıl olduysa eline bir Shakespeare kitaplığı geçirmişti. Kitapları okuduğu falan yoktu. Martin de kaptanın elbiselerini yıkayıp, buna karşılık, değerli ciltleri okumak iznini
116
Jack London
aldı. Bir zaman sonra içi dışı tiyatro doldu. En sevdiği pasajlar kafasının içine kazınmıştı sanki. Hatta kendini öylesine kaptırdı ki bütün dünya Elizabeth devri trajedisi ya da komedisinde yer alan havaya büründü. Kendi düşünceleri ise bu trajedinin yanında kafiyesiz birer şiirdi. Bu eserler onun kulağını terbiye edip asıl İngilizce'yi gereği gibi değerlendirebilmesini sağlamıştı; bununla beraber, bu yüzden kafasının içi, artık kullanılmayan bir sürü eski kelime ile de dolmuştu.
Bu sekiz ay boyunca o, doğru konuşmayı öğrenmiş, yüksek düşünüş hakkında edindiği bilgilere ek olarak, kendini de daha iyi tanımıştı. Bilgisinin azlığından doğan bir alçakgönüllülüğün yanı sıra, kendi gücüne de bir iman belirmişti içinde. Tayfa arkadaşlarıyla kendisi arasında keskin bir ayrılık bulunduğunu hissetmiş ve akıllı olduğu için bu ayrılığın kazanılan başarıdan çok, olanaklardan doğduğunu da anlamıştı. Kendi yapabildiği şeyi, onlar da yapabilirdi; ama Martin içinde, kendisine yaptıklarından, çok daha fazlasını yapabileceğini anlatan karmaşık bir hissin gittikçe mayalanıp, koyulaştığını fark etmişti. Dünyanın çok güzel oluşu ona azap veriyordu; Ruth'un da orda olup, onunla bu güzelliği paylaşmasını istiyordu. Ruth'a, Güney denizlerinin güzelliklerini anlatmaya karar verdi. Bu düşünceyle birlikte içindeki yaratıcı ruh alevlenip, onu bu güzelliği sadece Ruth'un değil, fakat başkalarının da gözleri önünde canlandırmak kararını vermeye itti. Bu kararın arkasından da kafasına muhteşem bir fikir geldi. Yazacaktı. O da dünyanın gören gözlerinden, duyan kulaklarından, hisseden, yüreklerinden biri olacaktı. Her şey yazacaktı; şiir, düzyazı, öykü, betimleme ve Shakespeare'inki gibi piyesler,
117
Martin Eden
işte karşısına bir meslek, Ruth'u kazanmak için bir yol çıkmıştı. Edebiyat dünyasının insanları birer devdi ve Martin Eden için onlar, senede otuz bin dolar kazanıp, isterlerse yüksek mahkemede hakimlik yapabilecek olan Mr Butler'lerden çok daha mükemmel insanlardı. Bu fikir kafasında filizlenir filizlenmez, Martin'i iyice sardı ve San Francisco'ya dönüş yolculuğu bir rüya halinde geçti. Gizli kalmış kudretiyle sarhoş olan Martin, her şeyi başarabileceğini hissediyordu. Martin, büyük, ıssız denizin ortasında bir perspektif kazandı. Ruth'u, dünyayı sanki ilk defa ve apaçık bir şekilde gördü. Bütün bunları hayalinde, iki eliyle tutup, evirip çevirerek inceleyebileceği gözle görülür bir şey gibi canlandırdı. O dünyada hala, belli belirsiz, bulutlu olan daha birçok şey vardı, ama Martin dünyayı küçük ayrıntıları ile değil, bir bütün olarak görüyordu; hem bu dünyaya hakim olmanın yolunu da görmüştü Martin. Yazmak! Bu düşünce içini bir ateş gibi sardı. Geri döner dönmez başlayacaktı; ilk işi, hazine arayıcılarının gezisini anlatmak olacaktı. Bunu San Fran-cisco'daki gazetelerden birine satardı. Ruth'a hiçbir şey söylemez, adı gazetede çıkınca ona bir sürpriz yapardı. Yazarken, bir yandan da çalışmalarına devam ederdi. Bir günde yirmi dört saat vardı. Martin hiçbir şeyden yılmazdı. O, nasıl çalışılacağını biliyordu ve kaleler bile onun önünde dize gelirdi. Bir tayfa olarak bir daha denize çıkmak zorunda kalmayacaktı. Hemen o anda Martin'in gözleri önünde motorla giden bir yat hayali beliriverdi. Motorlu yatları olan başka yazarlar da vardı. Tabii başarının önceleri ağır adımlarla ilerleyeceği şeklinde kendi kendine sakin olmasını anlattı. Başlangıçta yazılarından sadece çalışma-
118
Jack London
larına devam etmesini sağlayacak kadar para kazanmakla yetinecekti. Bir süre sonra hiç belli olmayan bir süre sonra artık öğreneceğini öğrenip kendini hazırlamayı bitirdiği zaman, büyük eserler verecek ve adı herkesin dudaklarında dolaşacaktı. Fakat daha da önemlisi, hepsinden de mükemmeli, Ruth'a layık olduğunu ispat etmesi olacaktı. Şöhret güzel şeydi, ama kafasındaki bu şahane rüya Ruth için doğmuştu. Martin bir şöhret tüccarı değildi, sadece Tanrı'nın çılgın aşıklarından biriydi o.
Parasını cebine koyup, Oakland'a ulaşınca, Bernard Higginbotham'lardaki eski odasına kapanıp çalışmaya koyuldu. Ruth'a bile döndüğünü bildirmemişti. Define arayıcıları hakkındaki makalesini bitirince gidip görecekti onu. Yaratıcılık ateşinin, içini yakan kızgın sıcaklığı yüzünden, Ruth'u görmeden durmak ona o kadar güç gelmiyordu, üstelik yazmakta olduğu makale Ruth'u ona daha da fazla yaklaştıracaktı. Makaleyi ne uzunlukta yazması gerektiğini bile bilmiyordu. SanFransisco Examiner'in pazar ekinde iki sayfa üzerine basılmış bir makalenin kelimelerini sayarak, ölçüsünü ona göre ayarladı. İçinde kor halinde yanan ateşle odasına kapanıp öyküsünü üç günde tamamladı. Öyküsünü daha okunaklı olması için kargacık burgacık iri yazısıyla temize çektiği sırada kütüphaneden aldığı bir hitabet kitabından paragraf diye bir şeylerin olduğunu öğrendi. Ayrıca noktalama işaretleri diye bir şeyler de vardı. O, bunları daha önce hiç düşünmemişti; bunun üzerine devamlı olarak hitabet kitabına başvurup, aynı zamanda kompozisyon hakkında bir günde, ortalama bir öğrencinin bir yılda öğreneceğinden daha fazlasını öğrenerek, öyküsünü hemen yeni
119
Martin Eden
baştan yazmaya koyuldu. Yazısını ikinci kere temize çekip tomar yaptığında gazetelerden birinde yeni yazı yazmaya başlayanlarla ilgili bir yazı gördü. Bu yazıdan el yazılarını taşıyan kağıtların asla tomar haline getiril-memeleri ve yazıların, kağıdın yalnız bir yüzüne yazılması gerektiğine dair olan kesin kanunu öğrendi. O ise bu kanunu her iki bakımdan da çiğnemişti. Yine bu yazıdan, birinci sınıf gazetelerin, sütun başına on dolar ödediklerini de öğrendi. Böylece, yazısını üçüncü defa temize çekerken, on sütunu, on dolarla çarpmak suretiyle kendi kendine bir teselli buldu. Çarpım sonucu hep aynı çıkmıştı; yüz dolar. Martin, doğrusu tayfalık-tan kazanılan paradan daha iyi bu, diye düşündü. Eğer o hataları yapmasaydı, makalesini üç günde bitirebilirdi, üç günde yüz dolar! Bu parayı kazanması için denizde üç ay veya daha fazla kalması gerekiyordu. Gerçi para tek başına bir şey ifade etmiyordu. İnsan yazabilecek olduktan sonra denize çıkmanın aptallık olduğuna karar verdi. Paranın değeri, Martin'in bu para sayesinde tamamen kendine ait zamana kavuşabilmesinde, başkasının karşısına çıkabileceği elbiseler satın alabilmesindeydi; bütün bunlar kendini bulmasını sağlayan, ona esin veren soluk benizli, narin kıza hızla yaklaştıracaktı onu.
Yazdıklarını bir zarfa koyarak zarfın üzerine San Fransisco Examiner editörünün adresini yazarak postaladı. Gazetelerin, kabul edilen yazıları hemen bastıklarını zannediyor, yazılarını cuma günü gönderdiğine göre, hemen o pazar basılacağını umuyordu. Ruth'un, onun dönüşünü bu olayla öğrenmesinin harika olacağına inanıyordu. Sonra, pazar akşamı uğrayıp, onu görürdü. Bu arada aklına başka bir fikir gel-
120
Jack London
misti; bu fikrinin çok uygun, tedbirli ve alçakgönüllü oluşuyla övünüyordu. Erkekler için bir macera öyküsü yazacak ve bunu The Youth's Companion'a satacaktı. Hemen bir genel okuma salonuna gidip, "The Youths Companion" koleksiyonlarını gözden geçirdi. Bu haftalık dergideki yazıların, genellikle beş sayıda tamamlandığını ve her birinin ortalama üç bin kelime olduğunu gördü. Birçok öykünün yedi sayı kadar devam ettiğini de keşfetti ve bu uzunlukta bir öykü yazmaya karar verdi.
Bir zamanlar Kuzey Kutbunda, üç yıl sürmesi gerekirken geminin kazaya uğraması yüzünden altı ayda biten bir balina avı seferinde bulunmuştu. Hayalperest, hatta biraz fantastik bir hayal gücüne sahip olmasına rağmen, onu gördüklerini yazmaya zorlayan esaslı bir gerçekçilik aşkı vardı onda. Balina avcılığını biliyordu ve Martin, kahraman olarak kullanmayı tasarladığı iki çocuğun birlikte başlarından geçen sanal maceraları, bu bilginin ona sağladığı gerçek malzemeyle kafasında işlemeye başladı. Cumartesi akşamı, bunun hiç de zor bir iş olmadığına karar verdi. O gün öyküsünü üç bin kelimelik kısmını bitirmişti. Jim pek hoşlanmış, Mr. Higginbotham ise bütün yemek boyunca ailede keşfettikleri bu "yazara" dudak bükerek onunla açıkça alay etmişti.
Pazar sabahı gelip Martin gazetesini açınca define avcıları hakkındaki makaleyi görünce, kayın biraderinin ne kadar hayret edeceğini gözünün önüne getirerek keyiflenmişti. O saban erkenden sokak kapısının önüne çıkıp, çok sayfalı gazeteyi gözden geçirdi. Gazeteyi baştan aşağı bir ikinci defa dikkatle tetkik etti, sonra katladı ve bulduğu yere bıraktı. Makalesinden
121
Martin Eden
hiç kimseye bahsetmemiş olduğuna sevindi. Aklına gelen ikinci düşünce de, yazıların gazete sütunlarına geçebilmesi için gerekli zaman hususunda yanılmış olduğu idi. Ayrıca, makalesi bir haber değeri de taşımıyordu ve herhalde editör ona önce bunu bildirecekti.
Kahvaltısını ettikten sonra öyküsünü yazmaya devam etti. Her ne kadar sık sık durup, sözlükte kelimelerin karşılıklarına bakıyor, ya da hitabet kitabına başvuruyor idiyse de, kelimeler kaleminden yine de rahat dökülüyordu. Bu gibi aralarda herhangi bir bölümü tekrar tekrar okuyup, bir yandan da, içinde hissettiği büyük şeyleri yazmadığı şu sıralarda, herhalde, yazı yazmayı, düşüncelerine bir şekil verip, onları ifade etmeyi öğrendiğini düşünerek kendi kendini teselli etti. Hava kararıncaya kadar başını kaldırmadan çalıştı, karanlık olunca da okuma salonuna giderek, salon saat onda kapanıncaya kadar haftalık dergileri karıştırdı. Bir hafta süreyle takip edeceği program buydu. Her gün üç bin kelime yazdı, her akşam da magazinlerde, editörlerin yayınlamaya layık gördükleri öyküler, makaleler ve şiirlerle ilgili notlar alarak, takip etmesi gereken yol üzerinde kafa yordu. Bir şeyi kesin olarak anladı: Şu bir sürü yazarın yapabildiklerini o da yapabilirdi, hele biraz zamanı olsa, onların yapamadıklarını da yapardı. "Book News"da, dergilere yazı yazanlara ödenen ücretlere dair bir yazının bir paragrafında, Rudyard Kipling'in kelime başına aldığı ücretin iki sent olduğunu okuyunca neşelendi. "The Youth's Companion" şüphesiz birinci sınıf bir dergiydi ve o gün yazdığı üç bin kelime ona altmış dolar getirecekti. Denizde, iki ayda kazanacağı parayı!
122
Jack London
Dostları ilə paylaş: |