Jack London Martin Eden



Yüklə 1,69 Mb.
səhifə9/36
tarix24.12.2017
ölçüsü1,69 Mb.
#35856
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   36


Duygular, hayatın kendi boşluğu içinde dolaşan hislerdir. Bu duygu denen hisleri şiir haline getirip belirli kalıplar içinde anlatabilmek ise her babayiğidin harcı değildir. Bu yüzden de öyle bir çırpıda öğrenilebilecek şeylerden değildir. Martin için de aynı durum söz konusuydu. Başıboş dolaşan duygularını şiirle zaptetmek büyük bir sorundu. Çünkü şiirde vezin, kafiye, kelime yapısı başlı başına gerçek birer sorun teşkil eder. Martin'in bunların da ötesinde bütün büyük şairlerde varlığını fark ettiği, fakat bir türlü yakalayıp kendi şiirleri içine yediremediği, ele avuca sığmayan, kesin olarak kavranamayan bir şey vardı. Martin'in

141


Martin Eden

hissedip peşine düştüğü, ama bir türlü yakalayamadığı şey, şiirin parmaklar arasından kayan, ele avuca sığmayan ruhuydu. Bu ruh sıcak hava akımı gibiydi. Isınıp havaya yükseliyor, sonra buhar olup uçuyordu. Bazen bu buharın, bu sıcaklığın ince şeritlerinden birkaçını eline geçirip onlarla, beyninde aralıksız sesler halinde yankılanan ya da gözle görünmeyen güzelliğin buğulu bir dalgalanışı halinde hayalinde sürüklenen cümlecikler örmeyi başararak çabalamalarının karşılığını görmesine rağmen, bu titrek, bu ele avuca sığmaz sıcaklık hep onun elinin eremeyeceği bir yerde kaldı. Durmadan değişen bir rüzgar gibi aldatıcıydı bu. Anlatabilmek için duyduğu arzunun sancısı Martin'i kıvrandırdı, ama herkesinkine benzeyen, hiç de şairane olmayan birtakım sözler söylemekten, başka bir şey yapamadı. Tamamlanmamış, parçalar halindeki şiirlerini yüksek sesle okudu. Vezin sağlam adımlarla yürüyor, kafiye de en aşağı adımlar kadar kusursuz ve adımlardan daha sürekli bir ritmi yürütüyordu, ama Martin'in kendi içinde hissettiği o sıcaklık, o yüceliş eksikti. Bir türlü, anlayamadı ve yeniden ümitsizliğe kapılarak, tekrar tekrar yenilmiş ve perişan, makalesine döndü. Şüphesiz ki, düzyazı daha kolaydı. Kelimelerin ruhunu yakalamak zorunluluğu yoktu. Bu yüzden rahattı.

Şiirin senfonik ve kırılgan yapısını anladıktan sonra tamamen düzyazıya döndü. "İnci Avcılığı"nın arkasından, denizcilik mesleği hakkında bir makale, deniz kaplumbağası avı hakkında bir başka makale, bir üçüncü makale de kuzeydoğu rüzgarları hakkında yazdı. Sonra deneme kabilinden, bir kısa öykü yazdı ve daha bu konuda emeklerken, altı tane öykü bitirip,

142


Jack London

çeşitli magazin dergilerine yolladı. Sabahtan akşama kadar, hem de geç vakitlere kadar, verimli bir şekilde yazıp, sadece kütüphaneye gidip kitap aldığı, ya da Ruth'a uğradığı sıralarda yazılarına ara verdi. Son derece mutluydu, Şimdi hayattan daha büyük bir zevk alıyordu. Hiç eksilmeyen bir çalışma içindeydi. Tanrılara özgü olduğu sanılan yaratma zevkini duyuyordu. Çevresindeki bütün hayat çürük sebze, sabunlu su kokuları, kız kardeşinin pasaklı hali ve Mr. Higginbot-ham'ın alaycı suratı, bir rüyadan ibaretti. Gerçek dünya, onun kafasında, yazdığı öykülerde onun kafasındaki gerçeğin parçalarıydı.

Onun için günler çok çabuk bitiyordu. Çalışmak istediği o kadar çok şey vardı ki. uykusunu beş saate indirdi ve bu kadar uykuyla yetinebileceğini anladı. Dört buçuk saatle yetinmeyi denedi, ama üzülerek beş saate döndü. Bütün uyanık saatlerini zevkle çalışmalarından herhangi birine verebiliyordu. Çalışmalarına geçmek için yazılarını bıraktığı zaman üzülüyor, kütüphaneye gitmek için çalışmalarını bırakmak zorunda kalınca, üzülüyor, bilgilerle dolu o harita odasından ya da okuma odasındaki mallarını satmayı başaran yazarların sırlarıyla dolu magazin dergilerinden ayrılınca, hep üzülüyordu. Ruth'la birlikte olduğu zamanlar ise, onun yanından ayrılmak vakti geldiğinde, yüreğini bağlayan adale lifleri kopuyormuş gibi oluyor ve Martin, karanlık sokakları, eve bir an önce varıp, kitaplarına bir an önce kavuşmak için yıldırım gibi geçiyordu. Ona en güç geleni de, matematik, ya da fizik kitabını kapatıp defteri, kalemi bir kenara bırakarak, uyumak için yorgun gözlerini kapamaktı. Kısa bir zaman için dahi olsa, yaşamaya ara vermekten nefret

143


1

Martin Eden

ediyordu. Bütün tesellisi ise, çalar saatin beş saat sonrası için ayarlanmış olmasıydı. Bütün kaybedeceği beş saatti nihayet; sonra çalan zil, onu bilinçsizlik halinden hızla ayağa fırlatacak ve Martin, önünde yine on dokuz saatlik koca bir gün bulacaktı.

Haftalar büyük bir hızla geçiyor, parası her geçen gün azalıyordu; başka yerden de para geldiği yoktu. Erkek çocuklar için yazdığı macera öyküsünü gönderdikten bir ay sonra, "The Youth's Companion" bu yazı serisini ona geri gönderdi. Ret cevabı o kadar ustalıkla kaleme alınmıştı ki, Martin, editöre hiç kızamadı. Ama "San Francisco Examnier"in editörüne de aynı derecede sıcak bir duygu besleyemedi. Martin iki hafta bekledikten sonra ona mektup yazmıştı. Bir hafta sonra bir tane daha yazdı. Ay sonunda editörü bizzat görmek için San Francisco'ya gitti. Ama süslü kapıları bekleyen genç, kırmızı saçlı, zebani kılıklı bir hizmetçi yüzünden editörle görüşemedi. Beşinci haftanın sonunda yazısı, hiçbir yorum yapılmaksızın, postayla kendisine geri gönderildi. Ne ret mektubu vardı, ne bir açıklama; hiçbir şey yoktu. Diğer makaleleri de aynı şekilde, San Francisco'nun önde gelen öbür gazetelerinde bekletildi. Bu yazılarını alınca, onları Doğudaki dergilere yolladı. Hepsi de, birer basılı ret mektubu ilişiğinde, daha da çabuk olmak üzere geri geldi.

Gönderdiği kısa öyküler de aynı şekilde geri gönderildi. Martin, bunları tekrar tekrar okudu ve öyle beğendi ki, reddediliş sebeplerini bir türlü çıkaramadı. Derken bir gün, gazetelerden, birinde, yazıların daima daktiloda yazılmaları gerektiğini okuyunca, meseleyi anladı. Gayet tabii, editörler o kadar meşgul insanlar-

144


Jack London

di ki, el yazısını okumak için o kadar zamanı ve zahmeti göze alamazlardı. Martin bir daktilo makinesi kiraladı ve kullanılışını öğrenmek için bir gününü harcadı. Her gün, yazdıklarını daktiloya çekti, eski yazdıklarını da, geri gönderilişlerinden kısa bir süre sonra daktiloyla yeniden yazdı. Daktiloyla yazdıkları da geri gelmeye başlayınca şaşırdı. Çene kemikleri atmaya başladı, çenesinin ucu daha saldırıcı bir görünüş aldı.

Kendi yapıtı hakkında kendisinin doğru hüküm verememiş olabileceği aklına geldi. Bir kere de, yapıtlarının Gertrude üzerinde yaratacağı etkiyi denemeye karar verdi. Öykülerini ona yüksek sesle okudu. Gert-rude'un gözleri parıldadı ve Martin'e:

— Ne kadar güzel şeyler yazıyorsun, derken, ona gururla baktı.

Martin sabırsızlıkla:

— Evet, evet, dedi. Asıl önemli olan şey öykü, nasıl, beğendin mi?

Gertrude:

— Mükemmel, diye cevap verdi. Harika, hem de heyecan verici. Müthiş duygulandım.

Martin anladı ki, Gertrude'un zihni bulanıktı. Kadının saf suratında, şaşkınlık apaçık okunuyordu. Onun için, Martin biraz bekledi.

uzunca bir sessizlikten sonra Gertrude:

— Peki ama, Mart, dedi, öykü nasıl bitiyor? Hani şu, o kadar yüksekten atan genç, kızı elde ediyor mu?

Martin, sanatkarca açıkladığını sandığı bitişi ona anlattıktan sonra Gertrude:

— Ben de bunu öğrenmek istiyordum, dedi. Bunu

145


Martin Eden

öyküde neden böylece yazmadın?

Martin, kız kardeşine birçok öyküsünü okuduktan sonra bir şey öğrenmiş oldu: Gertrude mutlu sonuçlanan öykülerden hoşlanıyordu.

Gertrude, yorgun bir iç çekişle, çamaşır teknesinden doğrulup, alnındaki terleri beyaz bir süngere dönmüş kırmızı eliyle silerken:

— Öykü çok güzeldi, diye fikrini belirtti. Ama bana üzüntü verdi, içimden ağlamak geliyor. Dünyada zaten üzüntü verici bir sürü şey var. Mutluluk veren şeyleri düşünmek beni mutlu ediyor. Eğer adam kızla evlenseydi, sonra, gücenmiyorsun ya, Mart? diye endişeli bir tavırla Martin'e sordu.

Ben böyle olsun isterdim, yorgunum da ondan herhalde. Ama yine de öykü fevkaladeydi, fevkaladeydi doğrusu. Nereye satacaksın onu?

Martin:

— Bu bambaşka bir sorun, diye güldü.



— Peki, satabilirsen ne kadar kazanabileceğini düşünüyorsun?

— Oh, yüz dolar. En aşağısı bu, fiyatlar böyle.

— İnşallah satarsın! Martin:

— Kolay kazanılan bir para, ha? dedi ve gururla ekledi, Onu iki günde yazdım. Günü elli dolara gelir.

Öykülerini Ruth'a okumak için büyük bir istek duymasına rağmen, Martin buna cesaret edemedi. Öykülerinin bir kısmı yayımlanıncaya kadar beklemeye karar verdi. Ruth o zaman, Martin'in hangi amaçla çalışmış olduğunu anlayacaktı. Bu arada Martin di-

146


i

Jack London

dinmesine devam etti. İçindeki macera ruhu, onu hiçbir zaman, zihin ülkesinde yapmakta olduğu bu hayret verici keşifler kadar kuvvetle çekmemişti. Fizik ve kimya ile ilgili ders kitapları satın aldı, matematik problemleri çözdü, ispatları çalıştı. Laboratuar deneyleriyle yapılan ispatlara inandı ve engin hayal gücü sayesinde, kimyasal reaksiyonları bunları laboratuarda gören orta bir öğrencininkinden çok daha büyük bir anlayışla öğrendi. Martin, eşyanın içeriği hakkında elde etmeye başladığı delillere gömülerek, yüklü sayfaları yutmaya devam etti. Şimdiye kadar dünyayı, dünya olarak kabul etmişti, ama şimdi bu dünyanın kuruluşunu, madde ve kuvvetin hareket ve karşılıklı etkilerini anlamaya başlıyordu. Eskiden, karşısına çıkmış olan sorunların çözümleri, şimdi kendiliğinden, devam ederek, kafasında beliriyordu. Kaldıraçlar ve makaralar Martin'i büyülemişti, zihni, denizde dolaştığı eski günlere, levyelere, makaralara, palangalara gitti. Yollan olmayan okyanusta, gemilerin rotalarını yanılmadan takip etmelerini sağlayan gezinti teorisinin artık Martin için karanlık bir noktası kalmamıştı. Mevsim rüzgarlarının neden var olduğunu öğrenince de, acaba "kuzeydoğu rüzgarları hakkındaki makaleyi pek mi erken yazdım," diye şüpheye düştü. Bu makaleyi şimdi herhalde daha iyi yazabilirdi. Bir akşamüstü, Arthur'la birlikte California üniversitesi'ne gitti, dinsel bir huşu içinde, nefesini tutarak laboratuarlara girip, deneyleri gördü ve öğrencilerine ders veren bir fizik profesörünü dinledi.

Bunları yaparken yazılarını da ihmal etmiyordu. Kısa öyküler, kaleminden bir sel gibi akmaya devam etti ve Martin daha kolay magazin dergilerinde gördükleri cinsten, şiir şekillerine el attı. Lakin, bu arada

147

Martin Eden



kafiyesiz şiirle bir trajedi yazmaya kalkışmak aptallığını gösterip, iki haftasını boşuna harcadı ve trajedi, yolladığı yarım düzine kadar magazin dergisi tarafından her seferinde çabucak reddedilince de donup kaldı. Sonra Henley'i keşfetti ve "Hospital Sketchea"i örnek alarak bir seri deniz şiiri yazdı. Bunlar ışık, renk, aşk ve macera ile dolu basit şiirlerdi. Martin onlara "Deniz Lirikleri" adını verdi ve şimdiye kadar yazdığı eserlerin en mükemmeli olduklarına hükmetti. Şiirler otuz taneydi ve Martin, onları, öyküleri üzerindeki alışılmış günlük çalışmalarını tamamladıktan sonra, her gün bir şiir meydana çıkarmak üzere, bir ayda yazmıştı; onun günlük çalışması ise, orta derecedeki başarılı bir yazarın bir haftalık çalışmasına denkti. Harcadığı emek, ona vız geliyordu. Hem bu zahmette sayılmazdı. Martin, kendini ifade ediyor, konuşmasını bilmeyen dudakları ardında yıllarca hapsedilmiş olan bütün güzellikler ve harikalar şimdi vahşi bir sel halinde dökülüyordu.

"Deniz Lirikleri"ni kimseye göstermedi, hatta editörlere bile. Editörlere güvenmiyordu. Ama onu "Li-rik"lerini göndermekten alıkoyan editörlere olan güvensizliği değildi. Bu şiirler, onun için öylesine bir güzellik taşıyordu ki, yazdıklarını Ruth'a okumak cesaretini bulacağı çok uzak bir güne, muhteşem bir güne saklayıp, onları Ruth'la paylaşmak istiyordu. O gün gelinceye kadar, Martin, onları kendine sakladı, ez-berleyinceye kadar, tekrar tekrar yüksek sesle okudu.

Martin Eden uyumadığı zamanın her dakikasını yaşıyordu, hatta uykusunda da yaşıyordu; çalışmalarının devam etmediği bu beş saat içinde hayaller yaratan beyni, atılışlarla, o günün olaylarını, o günün

148


Jack London

düşüncelerini işleyerek bunlardan, acayip, olmadık harikalar çıkarıyordu. Aslında hiç dinlendiği yoktu ve onunkinden daha zayıf bir bünye, onunkinden daha az dengeli bir beyin:, genel bir sinir bozukluğu sonucunda mutlaka yere serilirdi. Akşam üstleri de artık Ruth'a eskisi kadar sık uğramaz olmuştu, zira Ruth'un üniversite bitirme sınavlarını vereceği haziran ayı yaklaşıyordu. Sanat tarihi mezunu! Martin, Ruth'un bu unvanını düşününce, Ruth sanki ondan hızla, peşinden yetişemeyeceği kadar hızla uzaklaşmış gibi geldi. Martin haftada bir akşamını kendisine ayırmış olan Ruth'la buluşacakları akşam, geç vakitlerde gelirdi. Genellikle akşam yemeğine kalır, biraz hoşbeşten sonra müzik dinlerlerdi. Bu akşamlar Martin'in hayatındaki en önemli akşamlardı. Bu evin, kendi yaşadığı evinkiyle bu derece büyük bir zıtlık oluşturan havası ve sırf burada Ruth'a yakın bulunuşu yüzünden Martin her seferinde, oradan, yükseklere tırmanmak için daha çok bilenmiş bir azimle ayrıldı, içinde bulunan güzelliklere ve kendisine bir sancı gibi ıstırap veren yaratma arzusuna rağmen, Martin, bu savaşı sırf Ruth için yapıyordu. O her şeyden önce bir aşıktı. Diğer her şeyi aşka bağlı kılıyordu Martin. Onun aşk macerası, dünya yüzündeki macerasından daha büyüktü. Dünyanın hayret ve hayranlık uyandıran yönü, karşı konulmaz kuvvetin zoruyla onu meydana getiren moleküllerden ve atomlardan ileri gelmiyordu; dünyanın hayranlık uyandıran tarafı, Ruth'un bu dünyada yaşıyor olmasıydı. Ruth, Martin'in bütün ömrünce rastladığı, tahmin ya da düşündüğü en hayran olunacak şeydi.

Ruth'tan uzak oluşu ona sürekli bir iç sıkıntısı veriyordu. Ruth, ondan öylesine uzaktı ki; üstelik Martin

149


Martin Eden

ona nasıl yaklaşacağını da bilmiyordu. Kendi sınıfından kadınlar ve kızlar arasında başarı kazanmış olan bir erkekti. Ama onlardan hiçbirine aşık olmadığı halde, Ruth'a aşık olmuştu; Ruth'a olan aşkı bir yana, o sadece Martin'in sınıfından başka bir sınıfa ait olmakla kalmıyordu. Martin'in kendi aşkı Ruth'u bütün sınıfların üzerine çıkarmıştı. Ruth, ayrı bir varlıktı, o kadar ayrı bir varlık ki, Martin, her aşığın yapması gerektiği şekilde, ona nasıl yaklaşacağım bilmiyordu, Martin'in bilgi kazanıp dili öğrendikçe Ruth'a daha fazla yaklaşmakta olduğu, onun konuştuğu sözlerle konuştuğu, ortak fikirleri ve zevkleri keşfettiği bir gerçekti; ama bu, Martin'in içindeki aşk özlemini tatmin etmiyordu. Onun aşık hayal gücü, Ruth'u kutsal bir duruma, onunla bedensel bir yakınlık kurmasına olanak vermeyecek kadar kutsal ve ilahi bir hale getirmişti. Ruth'u kendisinden böyle uzaklaştıran ve onun için erişilmez hale getiren, Martin'in kendi aşkıydı. Aşkın arzuladığı biricik şeyi Martin'den esirgeyen, aşkın ta kendisiydi.

Günler böyle geçerken bir gün, hiç umulmadık bir anda aralarındaki uçurumun üzerine bir an için bir köprü kurulur gibi oldu.

Bundan sonra da artık, uçurum hala var olmaya devam etmesine rağmen, önceki kadar derin olmadı.

Bir gün kiraz yiyorlardı; iri, lezzetli, siyah şarap renginde suyu olan kara kara kirazlar... Sonra Ruth, Martin'e "The Frincess' ten parçalar okurken, dudak-lanndaki kiraz lekesi Martin'in gözüne ilişti. O anda Ruth'un tanrısallığı param parça oldu. Nihayet o da topraktan ibaretti; bütün killerin bağlı oldukları kanuna bağlı olan kendi toprağı, ya da herhangi bir kimse-

150


Jack London

nin toprağı gibi bir topraktı. Ruth'un dudakları da ken-disininki gibi ettendi ve kirazlar kendi dudaklarını nasıl boyamışsa, onun dudaklarını da öylece boyamıştı. Şu halde, onun dudakları için gerçek olan bu durum, her tarafı için de aynıydı. O bir kadındı, her şeyi ile bir kadın herhangi bir kadından hiç farkı olmayan bir kadın. Bu fikir Martin'in kafasında aniden beliriverdi. Bu, onu sersemleten bir keşif olmuştu. Sanki güneşin gökten yuvarlandığını ya da tapınılan bir güzelliğin kirletildiğini görmüş gibi oldu.

Daha sonra bunun ne anlama geldiğini anladığında kalbi kuvvetli darbelerle çarparak, onu, başka dünyalardan olmayan sadece, dudaklarını bir kirazın lekeleyebileceği bir kadın olan Ruth'a bir aşık gibi davranmaya zorlamaya başladı. Düşüncesi bu cesaretinden ötürü titredi, ama bütün ruhu çağlıyor ve aklı bir zafer şarkısıyla ona haklı olduğunu ısrarla söylüyordu. Martin'in içindeki bu değişiklikten bir şeyler Ruth'a kadar ulaşmış olmalıydı, zira okumasına ara verip başını kaldırarak Martin'e baktı ve gülümsedi. Martin'in gözleri, Ruth'un mavi gözlerinden, dudaklarına kaydı ve bu dudaklardaki leke onu çılgına çevirdi. Kollan az daha, tıpkı kayıtsız hayatını yaşadığı zamanlardaki gibi ani bir hareketle uzanıp Ruth'u saracaktı. Ruth sanki ona doğru eğilmiş, bekliyor gibiydi; Martin kendini alıkoymak için bütün iradesini kullanarak karşı koydu.

Ruth suratını asarak:

— Okuduklarımın bir kelimesini bile dinlemiyordun, dedi.

Sonra Martin'in şaşkınlığı hoşuna giderek güldü ve Martin, Ruth'un içten gözlerine bakıp da onun,

151

Martin Eden



hissettiklerinden hiçbir şeyin farkına varmadığını anlayınca, mahcup oldu. Gerçekten de, düşüncelerinde çok ileri gitmişti. Tanımış olduğu bütün kadınlar içinde, kendi içinden geçenleri bu şekilde tahmin edemeyecek olan bir tane bile yoktu. Tabii Ruth hariç._ Gerçekten o da tahmin edememişti, işte fark buradaydı. Ruth, farklıydı. Martin kabalığından ötürü şaşaladı, Ruth'un bu saf masumiyetinden dolayı sevinç duydu ve ona tekrar aralarındaki uçurumun öte yanından bakmaya başladı. Köprü yıkılmıştı.

Yine de bu olayla Martin Ruth'a eskisinden daha çok yaklaşmıştı. Bu olayın anısı aklından çıkmıyordu; canı en çok sıkıldığı zamanlar ise bu anı üzerinde ihtirasla duruyordu, uçurum artık hiçbir zaman eskisi kadar genişlemedi. Martin, sanat tarihi mezuniyetinden, ya da bir düzine mezuniyetten çok daha büyük bir arayı aşmıştı. Ruth saftı, evet bu bir gerçekti; hem de Martin'in şimdiye kadar hayal edemediği kadar saftı; ama kirazlar, onun dudaklarını lekelemişti. Kendisi evrenin amansız kanunlarına nasıl uyuyorsa, Ruth da öylece uyuyordu. Ruth da yaşamak için yemek zorundaydı ve ayaklarını üşüttüğü zaman nezle oluyordu. Ama sorun bu değildi. Eğer o, açlığı, susuzluğu, sıcağı, soğuğu hissedebiliyorsa, demek ki, aşkı da hissedebilirdi; bir erkeğe olan aşkı. Eh, kendisi de erkekti işte. Niçin Ruth'un seveceği erkek kendisi olma-sındı? Ateşli ateşli:

— Başarıp, başaramamak bana kalmış, diye mırıldandı. O erkek ben olacağım. Kendimi o erkek yapacağım. Başaracağım.

152


XII

Günlerce, aylarca süren, durmak dinlenmek nedir bilmeden süren çabanın ardından ciddiye bile alınmayan yazıları Martin'in azmini yıkmak yerine kamçılamıştı. Bu öylesine bir kamçıydı ki yüreğini eline almış, zamanı dondurmuş ve bütün benliğiyle bu işe sımsıkı sarılmıştı. Bir gün Ruth'a kendini ispat edecekti. Sadece Ruth'a mı? Hayır, herkese ispat edecekti. Öncelikle kendine. Durmadan söz veriyordu. Zaman bütün sarmalıyla kendini kuşatsa da başaracaktı. Bir sabah, beynini bir sıcaklık ve buhar dalgası gibi yalayan, bütün güzellik ve düşünceleri karmakarışık eden bir yazıyla didişirken, telefona çağrıldı.

Mr. Higginbotham dalga geçerek, bozuk diliyle:

— Hoş bir bayan, hanım sesi, dedi. Bir hanımefendi sesi.

Martin, son hızla odanın köşesinde duran telefona koştu ve Ruth'unun, sevgilisinin sesini duyunca içine dalga dalga bir sıcaklığın dolduğunu, bu sıcaklığın azmini körüklediğini hissetti. Yazıyla yaptığı savaş sırasında Ruth'un varlığını tamamen unutmuştu; ansızın sesini duyunca ona olan aşkı yüreğine bir darbe gibi

153


Martin Eden

çarptı. İşte o ses! Buğulu, anlamlı bir ses, bir müzik nağmesi kadar yumuşak, tatlı, hatta gümüş bir cam gibi kristal saflığında, mükemmel bir ton. Yeryüzünde hiçbir ses böylesine güzel ve etkileyici değildi. Bu seste göksel bir hal vardı, sanki başka dünyalardan geliyordu. Martin öylesine heyecanlanmış, öylesine kendinden geçmişti ki, Ruth'un ne dediğini duymadı bile; bununla beraber, Mr. Higginbotham'ın, sansar gözlerini kendi üzerinden ayırmadığını bildiği için, yüz ifadesine hakim oldu.

Ruth'da zaten önemli bir şey söylemiyordu; sadece, o gece Norman, onu konferansa götürecekmiş, ama baş ağrısı tutmuş da Ruth fena halde hayal kırıklığına uğramış, biletler de kendisindeymiş, eğer başka bir işi yoksa, onu götürmek nezaketinde bulunur muymuş?

Nezakette bulunmak! Martin sevincini sesine yansıtmamak için kendini zorladı. Şaşılacak şeydi. Ruth'u evinde her zaman gördüğü halde, şimdiye kadar cesaret edip de ona birlikte bir yere gitme teklifinde bulunamamıştı. Telefonda, onunla konuşurken, hiç ilgisi olmadığı halde içini, onun uğruna ölme arzusunun kapladığını hissetti ve bir fırıldak gibi dönen beyninde bir anda kahramanca ölme hayalleri şekillenip dağıldı.

Ruth'u müthiş derecede, deli gibi, ümitsizce seviyordu. Onun kendisiyle, Martin Eden'le, konferansa gitmeyi düşündüğü bu çılgınca mutluluk anında Ruth, o derece yükseklere çıkmıştı ki, Martin'e, onun için ölmekten başka yapılacak şey yokmuş gibi geldi. Ona olan şiddetli ve yüce hissi ifade edebileceği biricik uygun yol buydu. Bu, bütün aşıkların karşılaştığı

154


Jack London

ve gerçek aşkın doğurduğu yücelmiş bir haldi ve şimdi de işte, telefon başındayken bir ateşten çıkmış ve parıltı içinde aynı halle karşılaşmıştı. Martin o anda öyle hissetti ki, Ruth için ölmek, iyi yaşamış ve adamakıllı sevmiş olmak demekti. Martin, henüz yirmi bir yaşındaydı; daha önce de aşkı tatmamıştı.

Martin'i heyecanlandıran durum, aynı zamanda takatsiz de bıraktığından ahizeyi yerine asarken, eli titriyordu. Gözleri bir meleğin gözleri gibi parlıyordu, yüzüne de bir başka güzellik gelmiş, bütün dünyasal kirlerinden temizlenip, saf ve tanrısal bir hal almıştı.

Eniştesi:

— Dışarıda mı buluşacaksın? diye alay etti. Bu ne demektir bilirsin. Karakolu boylayacaksın sonunda.

Ama Martin, çıktığı yücelerden aşağı inmedi. Hatta bu hayvanca ima bile onu yeryüzüne indiremedi. Öfke ve kırılma aşağıda, onun altında kalmıştı. Martin, büyük bir hayal görmüş, kendini bir Tanrı gibi hissetmişti; bu insan şeklindeki sinek kurduna, içinde sadece müthiş bir acıma duyabilirdi. Eniştesine bakmadı bile; gözleri adamın üzerinden geçtiği halde, onu görmedi ve sanki bir rüyadaymış gibi, giyinmek için odadan çıktı. Kendi odasına gelip de kravatını bağlamaya başladığı zamana kadar, tatsız bir sesin kulaklarını rahatsız etmiş olduğunu fark etmedi. Neyin nesi olduğunu araştırınca, bu sesin daha önce her nasılsa beynine işlemeyen Mr. Higginbotham'ın en son çıkardığı homurtu olduğunu anladı.

Ruth'un evinin kapısı arkalarından kapanıp da Martin, Ruth'la birlikte merdivenleri inince, içinde büyük bir sıkıntı duydu. Ruth'u konferansa götürmek bir

155


Martin Eden

mutluluktu, ama bu mutluluğu bozan bir şey de yok değildi. Martin nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. Sokaklarda, Ruth'un sınıfından kadınların, yine aynı sınıftan erkeklerin koluna girdiğini görmüştü; ama yine bunlar arasında erkeklerin koluna girmeyenler de vardı. Martin bu yüzden, acaba yalnız akşamları mı kola girilir, ya da kola girmek adeti yalnız karı kocalar veya akrabalar arasında mı vardır diye kendi kendine düşündü.

Tam kaldırıma çıkacakları sırada aklına Minnie geldi. Minine. Martin'le ikinci çıkışında Martin kaldırımın iç tarafında yürüyor diye onu azarlamıştı ve centilmenler bir hanımla oldukları zaman daima dış tarafta yürürler diye bir kanun bulunduğunu belirtmişti. Sonra, ne zaman bir caddede karşıdan karşıya geçecek olsalar, Minnie, Martin'e dış tarafta yürümesini hatırlatmak için onun topuklarını tekmelemeyi adet edinmişti. Martin, acaba Minnie bu etiketli davranışı nereden öğrendi diye hayret etti; bu, yukarı tabakalardan kapma bir şey miydi; acaba doğru muydu?

Kaldırıma ulaştıkları zaman, denemekten bir zarar çıkmaz diye karar verdi; Ruth'un arkasından dolandı ve dış tarafta yerini aldı. Bu sefer de öbür problem kendini gösterdi. Ruth'a kolunu vermesi gerekli miydi? Kolunu hayatında hiç kimseye uzatmamıştı. Onun tanıdığı kızlar arkadaşlarının kollarına girmezlerdi. Başlangıçta birçok kere yan yana yürünür, sonra da sokakların aydınlatılmamış olduğu yerlerde kollar bellere dolanır, başlar erkek arkadaşların omuzlarına dayanırdı. Ama bu seferki başkaydı. Ruth o çeşit kızlardan değildi. Martin'in bir şeyler yapması lazımdı.


Yüklə 1,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin