Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası



Yüklə 2,32 Mb.
səhifə35/40
tarix17.11.2018
ölçüsü2,32 Mb.
#83161
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40
Sofi Binbaşının Evi'nden çıktığında gölün kenarındaki Disney yaratıklarını görebiliyordu hâlâ. Ama sanki o yaklaştıkça yaratıkların hatları kayboluyor gibiydi. Sonunda iyice yok oldular.
Kayıkta kürek çekerken de, kayığı kıyıya çekerken de ellerini kollarını sallayıp durdu. Amacı Binbaşının dikkatini üzerine çekip, Alberto'nun rahat rahat planını düşünmesini sağlamaktı.
Patikada koşarken hoplayıp zıpladı. Yürüyen bebek taklidi yaparak yürüdü. Binbaşının canı sıkılıp dikkati başka yöne çevrilmesin diye şarkı söylemeye de koyuldu.
Bir ara oturup Alberto'nun planını düşünmeye daldı. Sonra bunu düşündüğünün farkına varıp çok utandı ve tuttu, önüne çıkan bir ağaca tırmandı.
Tırmanabildiği kadar tırmandı ağaca. Ağacın neredeyse en tepesine ulaştığında, tekrar aşağı inmesinin olanaksız olduğunu anlamıştı. Bir süre durup sonra aşağı inmeyi denemeyi düşündü, ama bu
506
KENDİ ÇAĞIMIZ
süre içinde de hareketsiz kalmaması gerekiyordu. Yoksa Binbaşının dikkati dağılır, Alberto'yu gözetlemeye başlardı.
Sofi kollarını salladı, birkaç kez horoz gibi öttü, sonunda da yanık bir türkü tutturdu. 15 yıllık hayatında ilk kez bir türkü söylüyordu. Bu açıdan bakıldığında hiç de fena söylemiyordu hani!
Tekrar aşağı inmeyi denedi, ama olduğu yerden kımıldaması olanaksız görünüyordu. Tam o sırada kocaman bir kaz çıkageldi ve dallardan birine kondu. Gördüğü onca Disney yaratığından sonra, Sofi kazın konuşmaya başlamasına zerrece şaşırmadı.
- Benim adım Morten, dedi kaz. - Aslında evcil bir kazım ama hikayemize uysun diye buraya Lübnan'dan gelen bir yaban kaz sürüsüne takılıp geldiğim söylenebilir. Ağaçtan yere inebilmek için yardıma ihtiyacın varmış gibi görünüyor.
- Bana yardım edemeyecek kadar küçüksün, dedi Sofi.
- Çabuk karar verme küçük bayan! Belki de sensin fazla büyük olan.
-Nefarkederki!
- Evet ama benim senin yaşındaki bir çocuğu tüm İsveç üzerinden taşıyarak geçirdiğimi bilmeni isterim. Çocuğun adı Nils Holgers-son'du.
- Ben on beş yaşındayım.
- Nils de on dört yaşındaydı. Taşımacılıkta yaşın fazla önemi yoktur.
- Onu nasıl taşıyabildin?
- Küçük bir kanat darbesiyle kendinden geçirdim onu. Uyandığında bir başparmak kadardı.
- Bana da küçük bir kanat darbesi dokundurur musun lütfen? Yoksa sonsuza kadar burada kaldım gitti demektir. Üstelik cumartesi günü, felsefi bir bahçe banisinde ev sahipliği yapmam gerekiyor.
- İlginç! Öyleyse bu bir felsefe kitabı olmalı. Nils'le İsveç üzerinden uçarken Varmland'da Maarbacka diye bir yerde konaklamıştık. Nils burada, okul çocuklarına İsveç'i anlatan bir kitap yazmayı düşü-
507
SOFÎ'NİN DÜNYASI
nen bir kadınla karşılaştı. Kadın kitabının hem eğitici, hem de sonuna kadar gerçekleri anlatan bir kitap olmasını istiyordu. Nils ona kaz sırtında gördüklerini anlatınca, kadın da kitabında bunları anlatmaya karar verdi.
- Çok ilginç!
- Evet, bir açıdan son derece ironikti de. Çünkü aynı zamanda biz de kitabın içindeydik.
Bundan hemen sonra Sofi yanağında küçük bir şaplak hissetti. Ve ardından küçücük oldu. Üzerinde olduğu ağaç koca bir orman, kazsa dev bir at gibi olmuştu.
- Hadi gel bakalım, dedi kaz.
Sofi dalın üzerinde yürüyüp kazın sırtına tırmandı. Tüyleri yumuşaktı ama Sofi şimdi çok küçük olduğu için tüyler onu gıdıklamaktan çok, ona batıyordu.
Nihayet yerini aldığında kaz uçmaya başladı. Kaz ağaçların ta tepelerinden uçuyordu. Sofi aşağısında gölü ve Binbaşı'nın Evi'ni gördü. Alberto orada oturmuş planıyla uğraşıyor olmalıydı.
- Bu seferlik bu kısa gezinti yetsin, dedi kaz kanatlarını kuvvetle çırparken.
Böylelikle Sofi'nin daha çok kısa bir süre önce tepesine tırmandığı ağacın dibine iniş başladı. Kaz yere konunca Sofi kazın sırtından yere yuvarlandı. Bir iki takla attıktan sonra doğrulmayı başardı. İşin garibi yine birden büyümüş, eski boyuna kavuşmuştu.
Kaz Sofi'nin etrafında paytak paytak bir iki tur attı.
- Çok teşekkürler! dedi Sofi.
- Bu önemsiz bir ayrıntı. Sahi felsefe kitabı mı demiştin?
- Ben değil, sen demiştin bunu.
- Ha sen, ha ben, ikisi de aynı kapıya çıkar. Bana kalsa, seni de tıpkı Nils'i İsveç üzerinden uçurduğum gibi felsefe tarihinin üzerinden uçururdum. Miletos, Atina, Kudüs, İskenderiye, Roma, Floransa, Londra, Paris, Jena, Heidelberg, Berlin, Kopenhag...
- Sağol, yeter.
508
KENDİ ÇAĞIMIZ
• Ama yüzyılların içinden böyle uçarak geçmeyi benim gibi iro-nik bir kaz da olsa başaramaz. İsveç köylerini aşmak buna göre çok daha kolay...
Bunları söyledikten sonra hızlanan kaz kanatlarını çırparak havalandı.
Sofi'ye bu kadar heyecan yetmişti ama sonunda Geç it'ten içeri girebildiği an, Alberto'nun yaptığı bu küçük manevradan hoşnut kalmış olabileceğini düşündü. Binbaşı şu son bir saat içinde Alber-to'y'a uğraşacak vakit bulamamış olmalıydı. Yoksa ciddi bir kişilik bölünmesi içinde olmuş olması gerekirdi.
Sofi annesi gelmeden biraz önce eve girmeyi başarmış, böylece annesine kendisini yüksek bir ağaçtan evcil bir kazın nasıl indirdiğini anlatmak gibi bir durumda kalmaktan kurtulmuştu.
Akşam yemeğinden sonra bahçeyi parti günü için hazırlamaya giriştiler. Tavanarasından üç-dört metre uzunluğundaki masa üstünü alıp bahçeye indirdiler. Sonra tekrar yukarı çıkıp masanın bacaklarını da indirdiler.
Masayı meyve ağaçlarının altına koyup süsleyeceklerdi. Bu uzun masa en son annesiyle babasının onuncu evlilik yıldönümle-rindeki partide kullanılmıştı. Sofi o zaman daha sekiz yaşındaydı ama bunun etrafın akrabalarla aile dostlarından geçilmediği bir parti olduğunu iyi hatırlıyordu.
Hava durumu havanın iyi olacağını müjdeliyordu. Sofi'nin yaş-gününden bir önceki gün kopan fırtınadan bu yana tek bir damla yağmur düşmemişti. Ama yine de masayı kurma ve süsleme işini cumartesine bırakacaklardı. Öyle de olsa annesi masayı bugünden bahçeye yerleştirmenin yerinde olacağını düşünmüştü.
O akşam poğaçaları ve pandispanyayı pişirdiler. Yemekteyse tavukla salata olacaktı. Ve gazoz. Sofi sınıftaki çocukların yanlarında bira filan getirmesinden korkuyordu. Hiç sevmediği bir şey varsa bu da ortalıkta tatsızlık çıkmasıydı.
509
SOFİ'NİN DÜNYASI
Sofi yatmaya hazırlanırken annesi bir kez daha Alberto'nun partiye gelip gelmeyeceğinden emin olmak istedi.
- Geliyor tabii ki. Hattâ felsefi bir numara bile yapmaya söz verdi.
- Felsefi bir numara mı? Ne gibi yani?
- İşte... Hani şimdi o bir sihirbaz olsaydı, bir sihirbazlık numara-sı yapardı, değil mi? Silindir bir şapkadan beyaz bir tavşan çıkartmak gibi örneğin...
- Yine mi başlıyoruz bunlara?
- Ama o bir sihirbaz değil de bir filozof olduğu için bunun yerine felsefi bir numara yapacak. Zaten bu da felsefi bir parti değil mi ya!
- Seni laf ebesi, seni!
- Ya sen... Sen de bir şey yapacak mısın?
- Evet, benim de bir sürprizim olacak.
- Konuşma filan mı yapacaksın?
- Söylemem, sürpriz. İyi geceler Sofi! / ¦
Ertesi sabah Sofi hoşçakal demek için odasına gelen annesinin sesiyle uyandı ve annesi ona şehre gidip alması gereken şeylerin bir listesini verdi.
Annesi çıkar çıkmaz telefon çaldı. Arayan Alberto'ydu. Annesinin evde olmadığı anları kestirmekte üstüne yoktu.
- Planların nasıl gidiyor?
- Şişşt... Tek söz etmek yok! Onun tahmin etmesine bile izin vermemeliyiz.
- Dün onun dikkatini başka yöne çekmekte çok başarılı oldum
sanırım.
- Çok iyi.
- Felsefe kursunda konuşacağımız bir şey kaldı mı?
- Ben de bu yüzden arıyorum. İçinde yaşadığımız çağa başlamış bulunuyoruz. Bu yüzden bundan gerisini sen tek başına halledebilirsin artık. Önemli olan bir temel edinmendi. Ama yine de içinde bulunduğumuz çağdan kısa da olsa biraz bahsetmemiz yerinde olur.

510
KENDİ ÇAĞIMIZ


- Ama şehre gitmem gerekiyor...
- Bu daha da iyi. Kendi çağımızdan bahsedeceğimizi söylemiştim ya...
- Evet?
- İşte ben de bu yüzden demek istiyorum.
- Senin evine mi gelmemi öneriyorsun?
- Aman hayır... Evin altı üstüne gelmiş durumda. Gizli dinleme aleti olup olmadığını anlamak için bütün evi didik didik aramıştım da.
-Ya?
- Büyük Meydan'ın orada yeni açılan "Cafe Pierre" adlı cafe'yi biliyor musun?
- Evet. Ne zaman geleyim? -On iki olur mu?
- Tamam, saat on ikide, cafe'de.
- Öyleyse şimdilik hoşçakal!
- Hoşçakal!
Saat on ikiyi birkaç dakika geçe Sofi "Cafe Pierre"den içeri girdi. Bu, yuvarlak masalar ve siyah sandalyeleri, başaşağı asılı duran vermut şişeleri, baguette ve salata tabaklarıyla son zamanlarda pek moda olan türden bir cafe'ydi.
Pek büyük sayılmayacak bu mekânda Sofi'nin gözüne çarpan şey, Aiberto'nun orada olmadığıydı. Aslında bunun gözüne çarpan tek şey olduğunu söylemek de yanlış olmazdı. Masalarda oturan insanların yüzlerinde gördüğü tek şey, bunlardan hiçbirinin Alberto'nun yüzü olmadığıydı.
Cafelere tek başına gitmeye alışık değildi. Çıkıp biraz dolaştıktan sonra tekrar mı gelseydi acaba?
Bunun yerine mermer tezgâha gidip limonlu bir çay istedi. Çayını aldıktan sonra da boş duran masalardan birine oturdu ve cafe'nin girişini izlemeye koyuldu. İnsanlar girip çıkıyor, Sofi'yse yalnızca
511
SOFI'NİN DÜNYASI
bunlardan hiçbirinin Alberto olmadığını algılıyordu. Keşke bir gazetesi olsaydı!
Bir süre sonra etrafındaki şeyleri incelemekten kendini alamadı. Bakışlarına başkalarının yanıt verdiği de oluyordu üstelik. Bir an için Sofi kendisini genç bir hanım gibi gördü. Onbeş yaşındaydı ama, on yedi ya da en azından on altı buçuğunda filan gösteriyordu. Cafedeki bu insanlar varolmaları hakkında ne düşünüyorlardı acaba? Hepsinin sanki buraya öylesine gelmiş oturmuş gibi bir hali vardı. Sürekli konuşup ellerini kollarını hareket ettiriyorlardı ama sanki pek de önemli bir şey konuşmuyor gibiydiler.
Sofi'nin aklına, kitlelerin ayırt edici özelliğinin "gevezelik" olduğunu söyleyen Kierkegaard geldi. Bu insanların tümü estetik aşamada mıydılar acaba? Yoksa varoluşsal öneme sahip şeyler de var mıydı hayatlarında?
Yolladığı ilk mektuplardan birinde Alberto, çocuklarla filozoflar arasındaki benzerlikten sözetmişti. Sofi bir kez daha büyümekten korktuğunu düşündü. Ya evrenin siyah silindir şapkasından çıkarılan beyaz tavşanın tüylerinin dibine takılıp kalırsa?
Oturup düşünürken bir yandan da devamlı kapıyı gözlüyordu. Ve sonunda Alberto içeri girdi. Yaz olmasına rağmen başına siyah beresini takmıştı. Üzerine de gri, kırçıllı, orta kısalıkta bir ceket giymişti. Sofi'yi hemen görüp ona doğru gelmeye başladı. Sofi onunla böyle herkesin arasında buluşmanın yeni bir şey olduğunu düşündü.
- Saat on ikiyi çeyrek geçiyor beyefendi!
- Buna akademik çeyrek denir. Genç hanım yiyecek bir şey almayı düşünürler miydi acaba?
Alberto oturup Sofi'nin gözlerinin içine bakarak sormuştu bunu. Sofi omuzlarını silkip:
- Farketmez, dedi. - Bir sandviç olabilir mesela.
Alberto cafe'nin tezgâhına gitti ve kısa bir süre sonra elinde bir fincan kahve ve peynirli, salamlı iki baguette ile geri geldi.
512
KENDÎ ÇAĞIMIZ
- Pahalı mı?
- Bu yalnızca bir ayrıntı, Sofi!
- Geç geldiğin için bir bahane olsun uydurmayacak mısın?
- Hayır, çünkü bunu isteyerek böyle yaptım. Nedenini ise birazdan açıklayacağım.
Baguette'inden birkaç ısırık aldıktan sonra:
- Bugün içinde bulunduğumuz çağdan bahsedeceğiz, dedi.
- Bu çağda felsefe alanında kayda değer bir şey oldu mu?
- Çok, hem de pek çok yöne dağılmış bir halde! İlk olarak önemli bir akım olan Varoluşçuluktan söz edeceğiz. Bu terim, çıkış noktasını insanın varoluşsal durumundan alan pek çok felsefi akımı içinde barındırır. 20. yüzyılın Varoluşçu felsefesinden söz ederiz örneğin. Varoluş filozoflarının ya da bir başka deyişle Varoluşçuların çoğu, Kierkegaard'a ve bunun yanında Hegel ve Marx'a dayanır.
- Anlıyorum.
- 20. yüzyılın önemli filozoflarından biri, 1844 -1900 yılları arasında yaşamış olan Friedrich Nietzschefdlr. Nietzsche de Hegel'in felsefesine ve Alman "tarihçiliği"ne tepki duymuştur. Tarihe karşı duyulan ruhsuz ilginin ve Hıristiyan "köle ahlakı" dediği şeyin yerine hayatın kendisini koymuştur. Nietzsche, güçlü olanın yaşam gücünün güçsüzlerce engellenmesine son vermek, "tüm değerleri yeniden değerlendirmek" istiyordu. Nietzsche'ye göre Hıristiyanlık ve felsefe bugüne kadar gerçek dünyaya sırtını dönmüş, "cennet"e ve "fikirler dünyası"na yönelmişti. Oysa "gerçek" diye gösterilen bu fikirler dünyası, gölge bir dünyadan başka bir şey değildi. "Yeryüzüne sadık kalın" diyordu, "ve size öte dünya umutlarından söz edenlere kanmayın."
- Eh...
- Kierkegaard ve Nietzsche'den etkilenen bir başka filozof ise Al-"ttn Varoluşçu Martin Heideggefd\t. Ama biz 1905 -1980 yılları arasında yaşamış olan Fransız Varoluşçu Jean Paul Sartre üzerinde buracağız. Varoluşçular arasında sesini en çok duyurmuş, en etkili
513
SOFfNİN DÜNYASI
olmuş olanı odur. Onun Varoluşçuluğu özellikle savaş sonrası, kırklı yıllarda gelişmiştir. Daha sonra Fransa'daki Marksist harekete katılmış ancak hiçbir zaman herhangi bir partinin üyesi olmamıştır.
- Bu yüzden mi bir Fransız cafe'sinde buluştuk?
- Evet, öyle sayılır. Sartre'm hayatında cafe'lerin önemli bir yeri vardı. Hayat boyu dostu olan Simone de Beauvoir ile de böyle bir cafe'de karşılaşmıştı. Beauvoir da Varoluşçuydu.
- Kadın bir filozof ha?
- Evet.
- İnsanlığın nihayet uygarlık seviyesine ulaşmış olmasından
mutluluk duyuyorum.
- Evet ama bu uygarlık da pek çok şeye maloluyor.
- Şimdi konumuz bu değil, Varoluşçuluk.
- Sartre'a göre "Varoluşçuluk Hümanizmdir". Bununla, Varoluşçuluğun tek çıkış noktasının insan olduğunu anlatmak ister. Ancak buna eklemeliyiz ki, buradaki Hümanizmin insanın durumuna bakışı Rönesans Hümanizminden çok daha kasvetli bir bakıştır.
- Neden?
- Kierkegaard ve bu yüzyılda yaşamış Varoluşçulardan bazıları Hıristiyandılar. Oysa Sartre Tanrıtanımaz Varoluşçuluk dediğimiz akıma dahildir. Onun felsefesi, insanın "Tanrı öldüğü" zamanki durumunun acımasız bir çözümlemesidir. "Tanrı öldü" deyişiyse Nietzsche'ye aittir.
- Sonra?
- Kierkegaard1 daki gibi Sartre'ın da felsefesindeki ana düşünce "varoluş"tur. Varoluşla kastedilen yalnızca varolmak değildir. Bitkilerle hayvanlar da vardır ama onlar bunun ne anlama geldiğini sorgulamak durumunda değildirler. Varoluşunun bilincinde olan tek yaratık insandır. Sartre fiziksel şeylerin "kendinde", oysa insanın aynı zamanda "kendi için" olduğunu söyler. Yani insan olmak bir şey olmaktan başka bir şeydir.
- Bence de.
514
KENDİ ÇAĞIMIZ
- Sartre bundan sonra, insanın varoluşunun buna dair her türlü fikirden önce geldiğini söyler. Yani varoluşum, ne olduğumdan önce gelir. "Varoluş özden önce gelir," der Sartre.
- Bu oldukça zor bir cümle.
- "Öz" bir şeyi oluşturan şey, bir şeyin "doğasfdır. Sartre'a göreyse insanın doğuştan böyle bir "doğası" yoktur. İnsan bu yüzden bu doğayı kendisi oluşturmak zorundadır. Önceden varolmadığı için kendi doğasını ya da kendi "öz"ünü kendisi yaratmalıdır.
- Ne demek istediğini anlıyorum sanırım.
- Tüm felsefe tarihi boyunca filozoflar insanın ne olduğu ya da insanın doğasının ne olduğu sorlısuna yanıt bulmaya çalışmışlardır. Oysa Sartre insanların böyle mutlak bir "doğası" olmadığını söyler. Bu yüzden genel olarak hayatın "anlamı"nı sormanın da bir anlamı olamaz. Bir başka deyişle hepimiz doğaçlama yaparak yaşamak zorundayız. Bizler ne önceden belirlenmiş bir rolü, ne elinde oyun metni, ne de bize ne yapacağımızı fısıldayan suflörleri olmadan sahneye bırakılıveren oyuncular gibiyiz. Nasıl yaşayacağımızı kendimiz seçmek zorundayız.
- Bu bir bakıma doğru. İncil'i ya da bir felsefe kitabını açıp nasıl yaşayacağımızı öğrenebilsek her şey ne kolay olurdu!
- Evet, konuyu anladın. İnsanın varolduğunu ama elle tutabileceği bir anlam olmaksızın bir gün gelip öleceğini anladığı an bu, insanda kaygı yaratır, der Sartre. Varoluşsal bir durumda olan insanı anlatırken Kierkegaard'ın da kaygıyı tipik bir özellik olarak ortaya koyduğunu hatırlıyorsundur belki.
- Evet.
- Sartre ayrıca insanın kendisini anlamsız bir evrende bir yabancı gibi hissettiğini de söyler. İnsanın "yabancılaşmasını" anlatırken Hegel ve Marx'ın düşüncelerinden yararlanır. İnsanın kendini dünyada yabancı olarak hissetmesi onda umutsuzluk, sıkıntı, tiksinti ve saçmalık gibi duygular yaratır.
- İnsanın kendisini "depresif" hissetmesi ya da her şeyin "an-
515
SOFI'NİN DÜNYASI
lamsız" olduğunu düşünmesi günümüzde de yaygın bir olay...
- Evet, Sartre burda 20. yüzyılın kentli kişisini anlatmaktadır. Rönesans Hümanistlerinin insanın özgürlüğü ve bağımsızlığı konusunda zafer çığlıkları attıklarını hatırlıyorsundur. Sartre ise bunun aslında lanetli bir özgürlük olduğu kanısındadır. "İnsan özgürlüğe mahkûm edilmiştir" der. "Kendini kendisi yaratmadığı halde özgür olduğu için. Kendisi seçmeden dünyaya getirilip sonra yaptığı her şeyden sorumlu olduğu için."
- Bizi özgür bir birey olarak yaratmasını biz istemedik ki kimseden!
• İşte Sartre'in en önemli noktası da budur. Özgür bireyler olarak varoluruz ve bu özgürlük bizi tüm hayatımız boyunca seçim yapmaya mahkûm eder. Uymamız gereken evrensel hiçbir değer ya da norm yoktur. Ne seçim yaptığımız ise çok daha önemlidir. Çünkü yaptığımız her şeyden sorumluyuz. Sartre bununla insanın yaptıklarından sorumlu olmayı hiçbir zaman bırakmaması gerektiğini anlatmaktadır. Bu yüzden işe gitmemiz "gerektiği" ya da nasıl yaşayacağımızı gösteren bir takım burjuva yasalarına uymamız "gerektiği"ni ileri sürerek yaptığımız seçimlerde üzerimize düşen sorumluluğu bir kenara atamayız. Kitlelere gizlenen böyle bir insan hiçbir özelliği olmayan bir kitle insanıdır. Bu insan kendinden kaçıp hayatını bir yalan olarak yaşayan insandır. Oysa insanın özgürlüğü, insanın kendisini gerçekleştirmesini, "özgün" ya da gerçek bir hayat sürmesini zorunlu kılar.
- Anlıyorum.
- Bu, ahlaksal seçimlerimiz için de geçerlidir kuşkusuz. Suçu "insanın doğasına", "insanın zaaflarına" filan atamayız. Zaman zaman kocaman adamların eşlerini aldatıp sonra da suçu "Adem"e, onun yaşadığı ilk günaha attıkları olur. Oysa böyle bir "Adem" yoktur. Onu yalnızca yaptığımız şeyin sorumluluğundan kaçmak için bir figür olarak kullanırız.
- Bu kadarı da olmaz tabii!
516
KENDÎ ÇAĞIMIZ
- Hayatın anlamdan yoksun olduğunu söylese de bu aslında Sartre'ın bunun böyle olmasını istediği anlamına gelmez. Çünkü Sartre bir "Nihilist" değildir.
- Nihilist ne demek?
- Nihilist hiçbir şeyin bir anlamı olmadığına ve insanın istediği her şeyi yapmaya izni olduğuna inanan kimsedir. Sartre ise hayatın bir anlamı olması gerektiğine inanıyordu. Bu bir zorunluluktu. Ancak kendi hayatımızdan bir anlam yaratacak olan, yine kendimizdik. Varolmak kendini varlaştırmaktı.
- Bunu biraz açabilir misin?
- Sartre bilincin etrafındaki şeyleri algılamadan önce hiçbir değeri olmadığını göstermeye çalışır. Çünkü bilinç hep bir şeyin bilincidir. Ve bu "şey" kendimizce olduğu kadar çevremiz tarafından da belirlenir. Neyi algılayacağımıza, bizim için bir anlam oluşturan şeyleri diğerlerinin arasından seçerek Etiz karar veririz.
- Bir örnek veremez misin?
- Aynı mekânda olan iki insan bu mekânı çok farklı biçimde algılayabilirler. Çünkü çevremizi algılarken buna kendimiz de kendi fikirlerimiz ya da kendi çıkarlarımızla katkıda bulunuruz. Hamile bir kadın etrafında hep hamile kadınlar görebilir örneğin. Kuşkusuz daha önce de hamile kadınlar oluyordur etrafında ama, şimdi kendi hamileliği onun için ayrı bir önem kazanmıştır. Hasta bir insan belki de etrafında sürekli ambulanslar görür...
- Anlıyorum.
- Yani kendi varlığımız mekândaki şeyleri nasıl algıladığımızı belirler. Benim için önemi olmayan bir şeyi hiç görmeyebilirim bile. İşte şimdi de cafe'ye neden geç geldiğimi anlatmanın tam sırası...
- Bilerek geç geldim demiştin...
- Önce bana cafe'ye geldiğinde neler gördüğünü anlat.
- Gördüğüm ilk şey senin burda olmadığındı.
- Gördüğün ilk şeyin aslında burada olmayan bir şey olması garip değil mi sence de?
517
SOFİ'NÎN DÜNYASI
- Evet ama herhalde seni burada bulmayı beklediğim için.
- Sartre da bizim için önemli olmayan şeyleri nasıl "yok saydığı, mızı" göstermek için bu cafe örneğini kullanır.
- Yalnızca bu örneği göstermek için mi geç geldin?
- Sartre'ın felsefesindeki bu önemli noktayı göresin diye, evet. Bir ev ödevi de diyebilirsin buna.
- Yok ya, sahi mi!
- Aşıksan ve aşık olduğun çocuğun telefonla seni aramasını ümit ediyorsan, bütün gece "duyduğun" tek ses çalmayan telefonun sesidir. Tüm gece algıladığın tek şey tam da onun seni aramadığıdır. Onunla trene binmek üzere garda buluşacaksan ve yüzlerce insana rağmen sevdiğin orada yoksa, tüm bu insanları görmezsin bile. Yolunda engeldir bu insanlar olsa olsa, senin için hiçbir önemleri yoktur. Hattâ gözüne çirkin ya da iğrenç bile görünebilirler. Boşuboşuna ortalıkta yer tutuyorlardır. Senin algıladığın tek şey ise onun orada olmadığıdır.
- Anlıyorum.
- Simone de Beauvoir Varoluşçuluğu kadın-erkek konusuna da uygulamaya çalıştı. Sartre insanın mutlak bir "doğası" olmadığını söylüyordu. Kendimizi yaratan kendimizdik.
¦ Evet?
- Bu, cinsiyetlere karşı tutumumuz için de geçerlidir. Simone de Beauvoir'a göre mutlak bir "kadın doğası" ya da mutlak bir "erkek doğası"ndan da söz edilemezdi. Oysa eskiden beri inanılan tam da buydu. Erkeklerin "aşkın" bir doğası olduğu öne sürülürdü. Erkek bu yüzden evin dışında da bir anlam yaratmaya yönelirdi. Kadınınsa hayata karşı bunun tersi bir tutumu vardı. Kadın "içkirT'di yani olduğu yerde olmak isterdi. Ailesini, doğayı ve yakınındaki diğer şeyleri korumak isterdi. Bugünse kadınların erkeklerden daha "yumuşak değerler'^ sahip olduklarını söylüyoruz.
- Simone de Beauvoir da böyle mi düşünüyordu yani?
- Hayır, hayır. İyi dinlememişsin beni. Simone de Beauvoir böyle
518
KENDİ ÇAĞIMIZ
bir "erkek doğası" ya da "kadın doğası" olmadığına inanıyordu. Tam tersine, ona göre erkekler ve kadınlar kendilerini bu yerleşmiş önyargılardan ya da ideallerden kurtarmalıydı.
- Ben de onunla aynı fikirdeyim sanırım.
- Simone de Beauvoir'ın en önemli kitabı olan "Öteki Cins" 1949'da yayınlandı.
- Kimdi bu "öteki cins"?
- Kadındı. Kadın bizim kültürümüzde "öteki cins" yapılandı. Özne olarak görülen yalnızca erkekti. Kadınsa erkeğin nesnesi haline getirilmişti. Bu şekilde kendi hayatının sorumluluğu da elinden alınmıştı.
- Sonra?
- Kadın bu sorumluluğu tekrar eline geçirmeliydi. Kendine tekrar sahip olmalı, kendi kimliğini yalnızca erkeğinkine bağımlı olarak var etmemeliydi. Çünkü yalnızca erkek değildi kadını ezen. Kadın kendi hayatından sorumlu olmaktan vazgeçerek kendi kendini de eziyordu.
- Ancak istediğimiz oranda özgür ve bağımsız olabiliriz.
- Evet, böyle de diyebilirsin. Varoluşçuluk kırklı yıllardaki ve ta günümüze kadarki edebiyatı da etkilemiştir. Tiyatro için de geçerlidir bu. Sartre'ın kendisi de roman ve oyunlar yazdı. Diğer bazı önemli isimler Fransız Camus, İrlandalı Beckett, Romanyalı lonesco ve Polonyalı Gomfarovv/cz'dir. Bunlar ve bunlardan başka bir takım modern yazarlarda ortak olan şey saçmacılıktır. Bu sözcük özellikle "saçma tiyatro" bağlamında kullanılır.
- Demek öyle...
- "Saçma"nın ne anlama geldiğini biliyorsun, değil mi?
- Anlamsız ya da akla uymayan anlamına gelmez mi bu?
- Evet. "Saçma tiyatro", "gerçekçi tiyatro"nun karşıtı olarak ortaya çıktı. Amaç, sahnede varoluşun anlamsızlığını göstererek seyircinin buna tepki duymasını sağlamaktı. Yani amaç anlamsızı yüceltmek değil, tam tersine, örneğin her gün yaşadığımız olaylardaki
519
SOFI'NİN DÜNYASI
saçmalığı sergileyerek seyircilerin kendi yaşamlarını daha gerçek kılmalarını sağlamaktı.
- Başka?
- Saçma tiyatro genellikle sıradan olayları ele alır. Bu yüzden bu tiyatroya "aşırı gerçekçi" de denebilir. Burada insanlar tam oldukları gibi gösterilir. Sıradan bir sabahta sıradan bir evin banyosunda neler olup bittiğini olduğu gibi gösterirsen seyirci güler. Bu kahkaha, sahnede gösterilenin kendisi olma tehlikesine karşı bir savunmadır aslında.
- Anlıyorum.
- Saçma tiyatroda gerçeküstü yanlar da bulunabilir. Sahnedeki kişiler genellikle en akıl almaz, en rüyamsı durumlara sürüklenir. Bu kişiler bunu hiçbir şaşkınlık göstermeden benimsediğinden, izleyiciler onların bu şaşkınlık duymama haline şaşkınlık duyarak tepki gösterirler. Bu, Chaplin'in sessiz filmleri için de geçerlidir. Bu filmlerde çoğunlukla komik olan şey, Chaplin'in başına gelen bin türlü saçmalığa bir tepki duymamasıdır. Bu şekilde izleyici, gördüklerinden daha gerçek, daha doğru şeyleri kendisi bulmaya zorlanır.

Yüklə 2,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin