Şurası unutulmamalıdır ki, her iki ihtimal için de, Türkiye veya Rusya ile, hiç kıyas kabul etmeyecek müttefikler söz konusudur. Büyük bir dünya devleti, refah ve gelişme içinde olan milli bir devlet, bir Avrupa savaşı için Almanya'nın Dünya Savaşı'nda ittifak etmiş olduğu çürümüş devletlerin kadavralarından bütün bütün başka kaynaklar arz edecektir.
Daha önce de bu nokta üzerinde ısrar etmiştim. Böyle bir anlaşmaya mani olan birçok zorluklar vardır. Fakat ihtilâfın meydana gelmesi daha az çetin bir iş mi oldu? Kral Yedinci Edward'ın hemen hemen ve kısmen kendi çıkarlarına aykırı olarak yapabildiği bir şeyi biz de başarmalıyız ve başarılı olmalıyız. Nasıl mı? Eğer bu gelişmenin gerekliliği hakkındaki kanaat bize kendi nefsimizde üstünlük temin ettikten sonra, hareketimiz üzerinde hâkim olacak bir ilham kaynağı teşkil ederse... Ayrıca sefaletten ders alırsak ve geçen yüzyılın amaçsız politikasını terk edersek ve kalbimize yerleştireceğimiz tek hedefi bilinçli biçimde izlersek bu mümkün olacaktır. Bizim dış siyasetimizin geleceği Batı ve Doğu istikametine dönmek değildir. Alman ırkı için lâzım olan memleketleri ele geçirmek anlamında bir Doğu politikasındadır. Fakat bunu yapabilecek kuvvete sahip olabilmek için, milletimizin can düşmanı olan Fransa insafsızca boğazımıza sarıldığı ve bizi bitkin hale soktuğu için, Fransa'nın hegemonya eğilimlerini yok etmeğe yardım edebilecek bütün fedakârlıkları omuzlamalıyız. Bugün Avrupa Kıtası'nda Fransa'nın korkunç ihtiraslarına tahammül edemeyen her devlet bizim müttefikimizdir Böyle devletlerden herhangi birine karşı yapılacak bir başvuru bize çok acı gelmemelidir. Alman milletine bu kadar azgın biçimde kın besleyen düşmanı, yere sermek olanağını bize verecekse, hiçbir l c ragat bizim için olanaksız sayılmamalıdır. En büyük yaralarımızın üzerlerine kızgın demirler bastırılmak ve yaralar kapatıldıktan sonra, öteki hafif yaralarımızın iyileşmeleri zamana bırakılmalıdır.
Pek tabii olarak bugün ülke içinde, milletimizin düşmanlarının kin dolu havlamalarına hedef oluyoruz. Biz Nasyonal Sosyalistle: yolu muzu hiçbir zaman şaşırmayalım. Kanaatimize göre kesin olarak gerekli olan şeyi yapalım ve milletimize duyuralım. Bugün bizim için vatandaşlarımızın hayallere düşkün zihniyetlerini elinde alet gibi kullanan Yahudi adiliğinin devamlı bir şekilde beslediği kamuoyuna karşı dikilmek lâzımdır. Bu dalgalar etrafımızda kudurmalarla şiddet ve coşkunluklarla bir anda kırılıp parçalanacaktır. Fakat sürüklenip gidenlerden çok, akıntıya karşı yüzmeye çalışanlar dikkati çekerler.
Bugün bizler basit birer başak halindeyiz. Birkaç sene sonra kader bizi bir set yapabilir. Her dalga bunun üzerinde erir ve başka tarafa akmak zorunda kalır.
Bütün dünya şunu kafasına iyice sokmalıdır: Nasyonal Sosyalist Parti, güzelce tayin edilmiş ve saptanmış siyasal bir anlayışın şampiyonudur.
Dış politikamızı tayin eden ve gerekli kılan kesin ihtiyaçlarımızı biz kendimiz biliyoruz. Azgın düşmanlarımızın ateş saçan silâhları altında içimizden biri korkuya düştüğü zaman, sokulgan ve sırnaşık bir ses, her şeyi ve herkesi kendi aleyhine çevirmemek için bazı alanlarda fedakârlık yapmak ve kurtlarla beraber ulumak gerektiğini o kimsenin kulağına fısıldadığında; işte bizim çok kere çekinme duyacağımız direnme yeteneğine bu inanç bir kaynak oluşturacaktır.
Tarih birçok örnekle ispat ediyor ki, zorunlu olmaksızın silâhlarını teslim eden milletler ilerde geleceklerini tekrar kuvvet yoluna başvurarak değiştirmektense alçaklıklara ve zulümlere tahammülü tercih etmektedirler.
Bu seçiş insanidir. Akıllı bir galip yeniklere aşırı isteklerini olanaklar elverdiğince adım adım kabul ettirmeğe çalışacaktır. Her türlü moral kuvvetini kaybetmiş bir milletin artık zulüm ve baskı hareketlerinin her birinde silâha sarılmak için kâfi bir sebep bulamayacağını tahmin etmeğe üstün gelen tarafın hakkı vardır. Kendi isteği ile boyunduruk altına giren milletlerde bu karakter eksikliği sürekli biçimde görülür.
Sessizce kabul edilen bu biçimdeki saldırılar ne kadar çok olursa yenilmiş olan millet, bu uzun ve gitgide artan saldırıların sonunda baş kaldırdığı zaman, hele bu millet daha ağır kötülüklere evvelce sabırla tahammül etmişse bu mukavemet ve isyan diğer insanların gözünde az haklı görülür. Tıpkı Kartaca'nın yok olması gibi... Karta-ca'nın yok olması, kendi hatası yüzün den ortadan kalkmış bir milletin uzun süre can çekişmesine dehşet verici bir örnektir. Clausevvitz, "Trois actes de foi (inancın Üç Safhası)" adlı esc rinde bu fikri eşsiz biçimde açıklığa kavuşturmuş ve ona aşağıdaki biçimde bir kesinlik kazandırmıştır:
"Korkakça bir boyun eğmeyle şeref ve namusa sürülen leke anık uzun bir zaman silinmez. Bir milletin kanına giren bu zehir damlası öteki nesillere intikal ederek onların da kuvvetini felce uğratır. [ lal tâ kökünden yok eder. Aksine kahramanca bir savaş sonunda hürri yetin kaybedilmesi bile bir an için tutsaklık altına girecek milletin tekrar dirilmesine dayanak olur. Bu hürriyet canlı bir çekirdektir ve bir gün ondan sağlam köklü bir ağaç doğacaktır."
Şeref ve namus duygusunu ve karakter kuvvetini kaybeden bir millet tabiidir ki bu doktrine önem vermeyecektir. Fakat buna candan bağlı olanlar hiçbir zaman çok aşağılara düşmeyecektir. Ama bunu unutur, ya da hiç akla getirmek istemezse her türlü kuvvet ve cesareti kaybedebilir. Onun için korkakça bir boyun eğmekten sorumlu olanların hemen kendilerine gelmelerini, akıl ve içgüdülerini rehber edinip davranışlarını değiştirmelerini beklemek gereksizdir. Asıl bunlar böyle bir görüşü uzaklara atıp, reddedeceklerdir. O zaman milletin zinde unsurları iktidarı alçak ve ahlâk bozucu bir hükümetin elinden almak için ortaya çıkmazsa halk taşıdığı kölelik zincirine alışacaktır. Bu takdirde hükümetlerin kendilerini bu kadar kötü hissetmelerine pek sık rastlanmaz. Çünkü galipler, çok defa bu hükümetlere, esirlere nezaret vazifesini yükleyecek kadar kurnazdırlar. Hükümetin başında bulunan karaktersiz adamlar kendilerine verilen bu vazifeyi öyle bir şiddetle yerine getirirler ki, ülkeye gönderilen ve galipleri temsil eden vahşi bir düşman bile bu kadar gaddar olamaz.
Olayların 1918 yılından beri aldığı biçimler şunu ispat etmek tedir ki, üstün gelen devletlerin lütuflarım kazanabilme ümidi ile kendi isteğimizle boyun eğmemiz yönünde Almanya'da alınan siya sal kararlar, halk topluluklarının durumları üzerinde korkunç etki ler yapmıştır.
Halk toplulukları deyiminin önemi üzerinde ısrarla dıınıyo rum. Çünkü milletimizin bütün önderlerinin davranışlarını aynı korkunç hataya bağlamak gerekeceğine inanamıyorum.
işlerimizin yürütülmesi savaşın sonundan beri Yahudiler lata fından yapıldığı için felâketimizin sadece durumumuzu anlamak eksikliğinden ileri gelmiş olması gerçekten kabul edilemez. Tersine milletimizi bile bile yok etmeye götürdüklerini kabul etmek icap eder.
işte 1806 senesinden 1813 senesine kadar yıkılmış bir Prusya'ya tekrar dövüşmek gayretini kazandırmak için yedi yıl yettiği halde aynı milletin şimdi niçin bundan istifade etmediği düşünülürse, neden devletimizin daha ziyade zayıflatıldığı bu şekilde anlaşılmış olur.
Locamo Banşı 1918 senesi Kasım ayında, yedi yıl sonra imzalanmıştır.
Bu bölümün başlangıcı ortaya çıkmış olan her şeyi açıklar: O alçakça barış imzalandıktan sonra, artık düşmanımız saldırganlığını daha açık duruma getirmek için aldığı tedbirlere derhal bir karşı koyma enerjisi ve cesareti bulunamazdı. Düşman, bu defa da çok fazla şey istemeyecek kadar kurnaz ve akıllı idi. Saldırganlığını ve adaletsiz davranışını öyle ustaca sınırlandırdı ki, yaptığı zulümler kendisince ve Alman hükümetinin de takdirince tahammül edilebilir gibi gözükecekti. Böylece halkta başkaldırma duygularının ortaya çıkması korkusu bulunmayacaktı. Bizim boğulmamızı tamamlayan bu keyfi kararlara biz ne kadar izin verirsek, yeni bir saldırma olayı ya da adaletsizce davranma karşısında direnmeye o kadar haksız görülüyorduk.
Clausevvitz'in anlattığı zehir damlası işte budur. Artık bir defa ortaya çıkan karakter eksikliği zorunlu olarak gitgide artacak ve yavaş yavaş korkunç bir miras gibi, bütün kararların üzerinde ağırlığını belli edecektir. Bu, kurşun ağırlığına benzer ki, bir millet onu omuzları üstünden fırlatıp atmayı başaramaz. Bu, böyle bir ağırlığın altında inleyen milleti, en sonunda köleler seviyesine indirir.
işte Almanya'da silâhlarımızı elimizden almak ve bizi boyunduruk altına sokmak işini sonuçlandıran, bizi politika bakımından savunmasız duruma sokan, ekonomik yönden istismar eden kararnameler peşpeşe yayınlanıyordu. Nihayet Davves Plânı 'm, bize bir mutluluk ve Locamo Barış Anlaşması'nı da bir bâşarıymış gibi gösteren ruhi durum bu şekilde meydana geldi. Daha yüksek bir görüşle, bütün bu felâketler üzerinde de bir mutluluk elde ettiğimiz söz konusu olabilir, o da şudur: insanlara yollarını şaşırtmak kabilse de, Allah hiçbir zaman aldanmaz. Tanrı bizi lütuflarmdan mahrum bıraktı. Sıkıntı ve endişe o tarihten beri milletimizin değişmez kaderi oldu. Sefalet vatandaşlarımıza yegâne ve sadık yol arkadaşı i-di. Bu vakada bile kader bizim lehimize hususi bir muamele göstermedi. Bize ancak lâyık olduğumuz şeyi uzattı. Artık şeref ve namusa verilen mükâfatı bilmiyoruz. Bize ekmeğini kazanabilmek hürriyetini takdir ettiriyordu, insanlar ekmeklerini istemeyi artık öğrendiler ve bugün Tanrı'ya hürriyetlerim iade etmesi için dua edeceklerdir.
1918 senesini kovalayan seneler esnasında milletimizin yıkılması gayet üzücü ve bariz oldu. O günlerde kim ileride meydana gelecek neticeyi önceden kestirmek cüretini gösterse şiddetle cezalandırılır ve hırpalanır di.
1922-1923 kışı geldiği zaman Fransa'nın hakkımızda beslediği duyguların çoktan farkına varılmış olunması gerekirdi, işte bundan dolayı iki şık vardı: Ya Fransa'nın iradesi Alman milletinin dayanma kuvvetine karşı yavaş yavaş eriyecekti yahut Almanya nihayet bir gün muhakkak meydana gelecek şeyi yapacaktı. Özellikle sert bir tecavüz hareketi Almanya'yı hırslı bir değişiklik ve direniş göstermeğe yöneltecekti. Böyle bir karann kavga çıkaracağı ve bu kavgada Almanya'nın hayatının söz konusu olacağı muhakkaktı. Almanya ancak daha önce Fransa'yı tecrit etmekte başarı sağlayarak bu ikinci savaşın bütün dünyaya karşı Almanya'nın bir mücadelesi olmayıp, dünya barışına halel getiren Fransa'ya karşı bir dövüş olduğunu açıklasay-dı, bu savaştan canım kurtarmış bir halde çıkabilirdi.
Bu nokta üzerinde inatla duruyorum. Adamakıllı inanıyorum ki, bu ikinci ihtimali kuvveden fiile çıkarmak lâzımdır. Ve bu bir gün olacaktır. Ben Fransa'nın bize karşı beslediği niyetlerinde bir değişiklik husule geleceğine ise kesinlikle inanmıyorum. Çünkü bu niyet, esas itibariyle Fransa'nın içgüdüsünden başka bir şey değildir. Ben Fransız olsaydım ve dolayısıyla Fransa'nın büyüklüğü bugün Almanya'nın büyüklüğünün kutsal olması kadar benim için aziz bir şey olsa idi "Clemenceau"nun yapmak istediğinden ve yaptığından başka türlü hareket etmeyecektim. Nüfusunun azalmasından değil, ırkının en iyi unsurlarının, derece derece ortadan kalkması yüzünden yavaş yavaş ölmekte olan Fransa dünyada ancak Almanya'yı yıkmak suretiyle mühim bir rol oynayabilir. Fransız dış siyaseti bütün karmakarışıklığına rağmen en sonunda ve sürekli olarak en derin ve en ateşli unsurlarını tatmin edecek olan bu hedefe, Almanya'yı yıkma hedefine yönelecektir. Fakat varlığını korumak yolunda pasif bir iradenin aynı derecede azimli ve faal surette hücuma geçirdiği bir iradeye uzun süre sonra başarılı bir dayanma göstermesi mümkün değildir. Almanya ile Fransa'yı savaşmaya götüren sonsuz mücadele, bir Fransız hücum ve tecavüzüne karşı Alman savunmasından ibaret bulunduğu müddetçe, bu kavga hiçbir zaman kesin bir karara bağlı olmayacaktır. Ama Almanya asırdan aşıra yeni yeni topraklar kaybedecektir. Son iki yüzyıldan bugüne, Alman-ca'nın konuşulduğu sınırlar göz önünde tutulursa şimdiye kadar bizim için bu kadar kötü bir netice doğurmuş olan bu işin bundan daha iyi bir neticeye varacağına inanmak herhalde saflık olur.
Ancak bu gerçek vatanımızda iyice anlaşıldığı, artık milletin yaşama gücünün sırf pasif bir savunma içinde kaybolmasına razı olmadığı, tersine, bütün enerjimiz Fransa ile kesin bir hesap görme işi uğrunda ve kesin mücadele yolunda hep bir araya toplandığı, Alman milletinin başlıca amacının terazinin bir kefesine atıldığı zamandır ki, —evet sadece o zaman— bizi Fransa ile savaşmağa iten bitip tükenmez ve faydasız mücadeleye son vermek mümkün olacaktır. Fakat şu şartla ki, Almanya Fransa'nın ortadan kaldırılması için mecbur olduğu gelişmeyi nihayet milletimize başka bir bölgede sağlamak için bir çare bulmalıdır. Bugün Avrupa'da 80 milyon Alman bulunuyor. Dış politikamızın iyi yöneltildiğini kabul etmek, ancak yüz yıl geçmeden, kıtamızda iki yüz elli milyon Alman'ın, yeni dünya fabrikalarında çalışan tutsaklar gibi üst üste istif edilmiş yığılı bir durumda değil, mesaileriyle birbirlerinin hayatlarım karşılıklı olarak sağlanan köylü ve işçi sıfatları ile yaşayabilmeleri ile mümkün olabilir.
1922 senesinin Ocak ayında Almanya ile Fransa arasındaki münasebetlerin gerginliği, tehdit edici bir hal aldı. Fransa yeni ve bilinen istilâ tedbirlerini düşünüyor ve kendisine başarı sağlayacak dayanaklara gerek duyuyordu. Ekonomik istifadeden evvel siyasi bir baskı yapmak lâzımdı. Fransa'nın düşünüşüne göre ancak bütün Alman varlığının sinir merkezlerinden birine indirilecek şiddetli bir darbeden sonra, inatçı milletimize daha ağır bir boyunduruk kabul ettire bilinirdi. Fransa Ruhr Havzası'nı işgal etmekle ve böylece manen bizim belkemiğimizi kırmakla başarı sağladığını sanmıyordu. Bizi ister istemez en ağırlarına varıncaya kadar bütün zorunluluklara "evet" dedirtecek köle vaziyetine düşüreceğini de ümit ediyordu.
Ya boyunduruk geçirilmesi için boynumuzu uzatmak, ya münasebetleri kesmek söz konusuydu. Almanya derhal boyun eğmeye başladı ve sonunda tamamıyla direnci kırıldı.
Kader, Ruhr'un işgali ile Alman milletinin kalkınmasına yardım için bir kere daha el uzatıyordu. Çünkü önce feci bir istila imiş gibi görünen şey, daha yakından bakılırsa Almanya'nın ıstıraplarına bir "son" vermek için bir aracı idi. Fransa Ruhr'u işgal etmekle siyaset yönünden ilk defa olarak gerçek ve kızgın bir şekilde, ingiltere'yi kendisinden uzaklaştırıyordu. Hem yalnız İngiliz diplomasi çevreleri durumdan haberli değildiler. Bu çevreler Fransa ile anlaşmayı ancak soğukkanlılık ve ince hesaplara dayanması bakımından imzalamışlar, uygun görmüşler ve bugüne kadar korumuşlardı, ingiliz milletinin bütün tabakaları bile aynı duyguyu besliyorlardı.
Avrupa Kıtası'nda Fransız büyük hücumunun yanında bu yeni ve dehşetli destek özellikle ingiltere'nin iktisadi çevrelerinde belirli bir memnuniyetsizlik doğuruyordu. Çünkü Fransa şimdi Avrupa'da, askeri ve siyasi bir devlet olarak öyle bir yerdeydi ki, evvelce Almanya hiçbir zaman buna erişmemişti. Bütün bunlardan başka Fransa siyaset bakımından ingiltere ile rekabet edebilmek için, eşi bulunmaz ayrıcalıklı bir durum elde etmişti. Avrupa'nın en mühim demir, kömür yatakları öyle bir milletin avucunda birikmişti ki, bu devlet, Almanya'dan farklı olarak o zamana kadar can alıcı çıkarlarını hem azim, hem de cesaretle müdafaa etmişti. Büyük savaş sırasında da silâhlarına karşı duyduğu itimadı bütün dünya unutmamıştı. Fransa, Ruhr'u işgal etmekle ingiltere'nin elinden bütün savaş kârını almış sayılırdı. Basan bundan, sonra ingiltere'nin hareketli ve kaypak siyasetine değil, Mareşal Foch'a ve onun arkasındaki Fransa'ya ait bulunuyordu.
italya'da da Fransa'nın etkisiyle genel hava —zaten savaşın sonundan beri hiç dostane değilken— kesin bir kin şekline büründü. Bu, büyük bir tarihi an idi. Dünün dostları, yarının düşmanları olabilirlerdi. Böyle olmamış ve ikinci Balkan Savaşı'nda olduğu gibi, dost blok devletleri hemen birbirleri ile savaşa tutuşmamışlarsa, sebebi sadece Almanya'da bir Enver Paşa bulunmamasından ve Re-ich şansölyesinin Cuno ismini çok iyi tanımasından ileri geliyordu. Halbuki, Ruhr'un Fransızlar tarafından istilâsı Almanya'ya yalnız dış siyasette gelecek için geniş manzaralar açmakla kalmıyor, iç politikada da büyük imkanlar sağlıyordu. Basının durmadan devam eden yalancı tesiri sayesinde ve Fransa'nın terakki ve kapitalist şampiyonu olduğuna dair uyandırılan kanaat, Alman halkının büyük bir kısmını birdenbire bu hülya ile doldurmuştu. 1914 senesi bizim Alman işçilerinin aklına musallat olan milletlerin birbirleri ile anlaşması hülyalarını dağıtmış ve onları kanlı bir kavganın hüküm sürdüğü ve en kuvvetlinin hayatı en zayıfının ölümünü gerektiren bir dünyaya götürmüştü. 1923 yılının bahar ayları da aynı sahne ile geçti.
Fransa tehditlerini icra ettiği ve nihayet başlangıçta büyük bir titizlikle, aşağı Almanya'nın maden bölgesinde ilerlemeğe başladığı zaman "kader"in saatinde gelmiş olan dakika Almanya için pek kesin idi. Eğer o zaman bizim milletimiz o dakikaya kadar takip etmiş olduğu yolu bırakıp, başka bir davranış içine girse idi, Moskova, Napolyon'a karşı ne olmuşsa, Alman Ruhr bölgesi de Fransa için yine aynı şey olurdu. Ancak iki şekilde hareket etmek mümkündü. Ya bu alçalışa hiç ses çıkarmadan boyun eğilirdi ve kollar kavuşturularak durulurdu; yahut Alman milletinin bakışları, demir potalarının kızıllıkları görünen ve yüksek bacalarında dumanları savrulan bu kıtanın üzerine çekilerek, milletimizin gözünde bu devamlı hareketlere bir son vermek ve bitmeyen bir korku içinde yaşamaktansa o dakikanın her türlü dehşetlerine göğüs germek için ateşli bir atmosfer yaratılırdı.
O zaman Reich'ın şansölyesi olan Cuno, hiç ölmez ve eşsiz ünü sayesinde üçüncü bir yol buldu. Bizim Alman burjuva partileri de şansölyenin arkasından hayranlıkla yürüyerek ayrı bir ün kazandılar.
Şimdi bizim önümüze açılmış bulunan kapılardan ikincisini imkân olduğu kadar kısa bir şekilde tetkik etmek isterim:
Fransa Ruhr'u istilâ etmekle, Versay Anlaşması'm açık olarak ihlâl etmişti. Bu suretle anlaşmanın kefili bulunan devletler silsilesini özellikle ingiltere ile italya'yı kendinden uzaklaştırmıştı. Fransa artık bu devletlerin yalnız kendisinin menfaatlerine ve egoizmine yarayan Ruhr'u gasbetmek işine herhangi bir destek göstereceklerini umamazdı. Demek ki, Fransa bu sorunu sonuçlandırmak için yalnız kendi kuvvetine güvenebilirdi. Çünkü bu mesele başlangıçta bu maceradan başka bir şey değildi. Milli bir Alman hükümeti yalnız şeref ve namusun emrettiği hareket biçimini seçebilirdi. Fransa'ya derhal silâhlı bir "direnme" gösterilemeyeceği muhakkak idi. Fakat kuvvet ile desteklenmemiş bütün müzakerelerin gülünç ve sonuçsuz kalacağını kabul etmek gerekirdi. Gerçek ve etkili bir direnme mümkün olmadığı zaman "müzakereye girişmekten şimdilik imtina ediyoruz" demek mânâsız, gülünç bir harekettir. Ancak, bu kuvveti vücuda getirmeden müzakereye girişmek de daha budalaca bir hareket olur.
Askeri çarelerle Ruhr'un istilâsına karşı konabilirdi demek istemiyorum. Böyle bir kararı ileri sürmek için çılgın olmak lâzım gelirdi. Fakat, Fransa'nın davranışının meydana getirdiği görünüşten ve bu girişimi uygulamak için gösterdiği gecikmeden istifade edilebilirdi ve edilmeli idi. Fransa'nın parçalayarak ayaklar altına aldığı Versay Anlaşması'na bir değer vermeyen ve Almanya'yı temsil eden liderler ilerde dayanacakları askeri kaynakları temin etmeliydi. Şurası da belli olmalıydı ki, en iyi delegeler bile üzerinde bulundukları toprak, oturdukları koltuk kendi milletlerinin himayesinde olmadıkça görüşmelerde hemen hemen hiçbir başarı kazanamaz. Zavallı bir terzi parçası araçlara karşı mücadeleye girişemez. Savunmadan yoksun bir tüccar, Brennus terazisinin bir kefesine kılıcını attığı zaman, o da dengeyi sağlamak için kendi kılıcını diğer kefeye atamazsa neticeye rıza göstermekten başka bir şey yapamaz. 1918'den beri düşmanın tek taraflı ve keyfi kararlar alan düzenli ve gülünç müzakerelerinde hazır bulunmak ümit kırıcı bir hareket değil miydi? Halbuki bizi başlangıçta alay yoluyla bir konferans masası başına çağırarak evvelden tespit edilmiş kararlar ve programlar bize verilmekle biz bütün dünyaya bir "alet" manzarası olarak arz edilmiyor muyduk? Biz bu programlar hakkında nutuklar verebilirdik, fakat onları değişmez gibi kabul etmeye mecburduk. Doğrusu aranırsa, görüşmelerde bizi temsil edecek diplomatlarımız en mütevazı bir orta seviyeyi pek az geçmişlerdi, içlerinden çoğu Lloyd Geor-ge'un alay dolu sözlerini pek haklı gösteriyorlardı. Lloyd George eski Reich Şansölyesi Sitnon'un karşısında alaylı bir tavırla: "Almanların kendilerine lider olarak zeki adamlar bulmasını bilmediklerini söylemişti. Zaten dahi kimseler bile, taarruz etmeğe azmetmiş kuvvetli bir düşmanın iradesi karşısında ve temsil edecekleri müdafaasız milletin üzüntü veren aciz hali dolayısıyla pek önemsiz neticeler elde edebilirler.
Gerçi 1923 yılının baharında ordumuzu yeniden kurmak için Fransa'nın Ruhr'u istilâ etmesinden yararlanmak isteyecek bir kimse, önce millete manevi silâhlarını iade etmesi, ondaki irade kuvvetini geliştirmesi ve milletin içinde yatan kahramanlık duygularını silmek isteyenleri yok etmesi gerekirdi.
1914 ve 1915 senelerinde Marksçılık "bela"sının başı kesin surette ezilmek işi ihmal olunduğu zaman, bu hatayı 1918 tarihinde kanımızla ödedik. 1923 yılının baharında, memleketlerine kötü gözle bakan ve milletlerinin katili olan Marksistleri artık kesin olarak zararsız hale getirmek için fırsattan istifade edilmediği zaman kötülük edilmiş olan kabahatin cezasını acı surette çekecektik. Fransız hücumlarına ve tecavüzlerine karşı tesirli bir direnme fikri, eğer beş sene evvel savaş meydanlarında Alman direncini içten parçalamış olan nüfuzlara savaş açılmayacak olursa halis bir çılgınlıktan ibaret kalırdı. Yalnız "burjuva" düşünceli kişiler, Marksizm'in bir gelişme geçireceğini ve 1918 yılının Kasımında o murdar, iğrenç yaratıkların ve o zamanki hükümet makamlarını elde edebilmek için iki milyon ölüyü soğukkanlılıkla ayaklar altına serdiklerini unutarak birden milli şuura saygı göstereceklerim tahmin edebilirlerdi. O zamanlar vatanlarına ihanet etmiş olanların bir an içinde Alman hürriyetinin birincileri kesileceklerini ümit etmek akla sığmaz olduğu kadar da gerçekten anlamsız bir fikir idi. Nasıl bir sırtlan bir leşi pençesinden bırakmazsa bir Marksist de vatanına ihanetten vazgeçmez. Burada bana sakın aptalca itiraz ileri sürülmeğe kalkışılmasın. Belki vaktiyle birçok işçilerin de Almanya için kanlannı dökmüş oldukları söylenecektir. Evet Alman işçileri konusunda hemfikiriz. Fakat o zaman bu Alman işçileri uluslararası Marksist değildi. 1914 yılında Alman işçi sınıfı yalnız Mark-sistlerden kurulu olsaydı, savaş üç haftada biterdi. Almanya daha ilk askeri sınırı geçmeden çökerdi. Hayır, o vakit Alman milleti mücadeleye son vermemiş ise "Marksizm deliliği"nin onun kalbini henüz zehirlemiş olmamasındandı. Fakat bir Alman işçisinin ve bir Alman askerinin savaş sırasında Marksist liderler tarafından ele geçirilmesi o işçi ve askerin vatan için kaybolmuş hale gelmeleri demekti. Eğer savaşın başında ve devam ettiği müddetçe vatandaş ların karakterinde yaralar açan ve ahlâkını bozan bu "iBRANl-LER"den on iki bin, yahut on beş bin tanesi türlü türlü kaynaklardan gelme çeşitli mesleklere mensup en iyi Alman işçilerinden yüz binlercesinin savaş hattında maruz kaldıkları o zehirli gazlan teneffüs etselerdi, milyonlarca insanın feda edilmesinin bir mânası olacaktı. Böylece bu alçak ruhlu adi kişilerden zamanında yakamızı sı-yırabilseydik kahraman bir milyon Alman'ın hayatı da kurtarılırdı. Fakat burjuvazinin siyaset ilmi, milyonlarca adamı, hiç göz kırpmadan savaş meydanında öldürmeğe göndermekten ve öte tarafta vatan haini olan on, on iki bin alçak Yahudi'nin, faizci, dolandırıcı, hırsız heriflerin vatanın en kıymetli ve en kutsi varlığı olduğunu ve bunlara dokunmamak icap ettiğini yüksek sesle söylemekten, çevreye duyurmaktan ibaretti. Bu burjuva aleminde zayıflığın ve korkaklığın mı, yoksa tamamen bozuk ve perişan bir ahlâkın mı hüküm sürdüğü hakikaten kestirilemez. Burjuvazi ortadan kalkmağa mahkum bir sınıfı temsil eder ve fakat ne yazık ki kendisi ile birlikte bütün bir milleti uçuruma sürükler.
işte 1923 senesinde 1918'dekine benzer bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz. Ne türlü bir dayanma şekli seçilirse seçilsin, ilk alınacak tedbir milletimizi Marksizm zehrinden kurtarmak idi. Ben o düşüncedeyim ki, gerçekten milli bir hükümetin başta gelen görevi Marksizm'e karşı bir yok etme savaşını açmağa karar vermiş insanları aramak ve bulmak ve daha sonra onlara meydanı serbest bırakmaktı. Bu hükümet sosyal, barış, güvenlik ve asayiş gibi anlamsız bir prensibin alçakça taraftarı olmamalıydı. Çünkü öte yanda ülke dışındaki düşman vatana en tehlikeli darbeyi indiriyordu ve içte de hıyanet köşe başlarında, sokaklarda, caddelerde, her yerde kol geziyordu. Gerçekten milli bir hükümetin, o zamanlar karmakarı-şıklığın oluşunu keskin bir gözle görmesi icap ederdi. Ne var ki bu durum milletimizin can düşmanı olan Marksistlerle tam bir hesap görmeye cidden imkân vermeli idi. Bu yedek çare unutulursa her ne şekilde olursa olsun bir direnci ve dayanmayı düşünmek tam bir çılgınlık olurdu.
Dostları ilə paylaş: |