Kalesinde Halil Paşa Kulesi ve sahil kapusu Resim: Sabiha Bozcalı



Yüklə 5,55 Mb.
səhifə3/76
tarix27.12.2018
ölçüsü5,55 Mb.
#86801
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   76

2323 —

BAYTAR MEKTEBİ




birleşdirildiği sırada oradaki hocalarının bir çoğu baytar sınıflarında da tedrisatda bulundular, bu suretle baytarlık tababete bir derece yaklaşmış oldu.

Askerî Rüşdiyeler açılmadan önce ve açıldıktan 18.84-1885 (H. 1302) senesine kadar baytar talebesi de Gülhânedeki Tıbbiye idadisinin mahreç sınıflarında okurlardı, oradan Tıbbiye idadisine giderler ve Tıbbiye İdadisini bitirdikten sonra da Harbiye mektebindeki baytar sınıflarına geçerlerdi.

1885 de (H. 1302) Eyyubda bir baytar rüşdiyesi açıldı.

1888 de (H. 1306) Harbiyede tahsil gör-mekde olan baytar talebesi Askerî Tıbbiye mektebine nakil olundular. Buradan şahadetname alanlar Harbiyede olduğu gibi sânı mülâzimlikle çıkarlardı. Bunlar Beyoğlunda Taksim kışlasındaki Baytar Ameliyat Mektebinde bir sene staj yaparlardı. Fakat yine bu sene içinde baytar talebesi tekrar Tıbbiyeden Harbiyeye nakledildi. 1889 da (H. 1307) diploma alan baytarlar yüzbaşılıkla çıkdılar.

Bu zamanlarda Belçikadan getirilen baytar Dezutter bir kaç sene kadar seririyatlar-da Askerî Baytar Mektebinin son sınıflarına amelî tedrisatda bulundu.

1896-1897 ders yılı (H. 1314) Askerî Baytar Mektebi için bir yenilik devrinin başlangıcı oldu. 1892 den beri birer sene ara ile Harbiyede bulunan baytar sınıflarının birincileri arasından ayrılan Âdil, Mehmed Nuri, Hayreddin ve ismail Hakkı efendiler Fran-saya baytarlık tahsiline gönderildiler. Bu efendiler orada dört sene okudukdan sonra îstanbula dönmüşler ve her biri birer derse muallim tâyin olunmuşlardır.

Askerî Tıbbiye ile birleşmiş olan Baytar Mektebinin oradan ayrılarak müstakil bir idareye tâbi bulunduğu zamanki 1910 (H. 1328) den Cumhuriyete kadar gelen devridir, programları sivil liseler programlarına uydurulmuş, tedrisat da beş seneden dörde indirilnıisdir ve gitdîkce inkişaf etmişdir.

Mülkîye Baytar Mektebi — Türkiyede bir, çok meslek mekteblerinin askerî ihtiyaçlar dolayısı ile açılmış olduğunu hatırlamalıdır.

Orduda kullanılan hayvanların tedavisi için 1839 da (H. 1265) Harbiye mektebi için-

de baytarî dersler gören doktorlar yetişerek ilk zamanlarda bu işi görmüşlerdir ve Askerî Baytar Mektebi sonraları ayrıca tedrisata Başlamıştır. Fakat halkın elinde bulunan ve memleketin büyük bir servetini teşkil eden hayvanların sihhatini korumak, millî serveti tehlikeden kurtarmak yolları ilk zamanlarda düşünülmemişti.

«Tercümanı Hakikat»in 16 Mart 1888 tarihli nüshasına yazılan ve bir baytar mektebinin lüzum ve ' ehemmiyetinden bahis ile açılacağını tebşir eden imzasız bir yazıda deniliyor ki:

«Gaayet büyük Osmanlı ülkesinde yalnız sekiz nefer mülkiye baytarı mevcud olup bu kadar baytarla o kadar geniş ülkede yaşayan milyonlarca çeşitli hayvan sürülerinin sıhhî durumunun korunması insan gücüne sığmaz, bu yüzden yurd serveti çok büyük zarar görüyor.

«Ne garibdir ki, bâzı vilâyetlerde evvelce mevcud olan bir kaç baytar maaş alamadıklarından hizmetlerini terk ile orduya yazılmışlar. Yukarıda kaydettiğimiz sekiz nefer baytar da muntazam maaş alamadıklarından şikâyet etmektedirler. Memâliki Şahanenin beşde biri kadar olan Fransada dört bin nefer mülkiye baytarı vardır; memleketimizde baytar yetişdirmenin sağlayacağı fayda meydandadır».

Fakat Mülkiye Baytar Mektebi memleketimize lüzumu olduğundan ziyade Avrupalıların gösterdiği lüzum üzerine açılmıştır. Şöyle ki; Avrupalılar kendi memleketlerini hayvan hastalıklarından korumak için Tür-kiyeden gelen hayvanlara, yün ve deri gibi-hayvan mâmûlâtına kapularını kapayarak ancak gümrüklerde Baytarî Muayene usûlü kabul ve tatbik edildiği takdirde Türkiyeden yapılan bu gibi ihracata konulan yasağı kaldıracaklarını bildirmişlerdi. Bunun üzerine hükümet bâzı sivil talebeyi Askerî Baytar Mektebinde tahsil ettirerek hayvan muayeneleri ile uğraşmak üzere gümrüklere memur etmişdi.

Bu suretle yetişen baytarların maksadı temine kifayet etmediği görülmesi üzerine ayrıca bir Mülkiye Baytar Mektebi açılmasına karar verilmişdir.

Bununla beraber hayvan hastalıklarının

memleketde ziraata ve millî servete çok büyük zararları dokunduğu görülerek hükümetçe bunun esaslı bir sûretde önüne geçilmesi düşünülmüş ve o neticede Pasteur telkih usûlü öğretilmek üzere 1888 de (H. 1304) Mülkiye Tıbbiyesinde bir sınıf açılıp talebe kabulüne başlanmışdır. Ve mektebde bir komisyon toplanarak, bir takım gençlere Pasteur telkih usûlü öğretilmekle memleketde bulaşıcı ve geçici hayvan hastalıklarının önü alınamayacağından baytarlığın bütün esaslarını öğrenmek üzere bir mülkiye baytar mektebi teşkiline bu komisyonda karar verilmiş, fakat büdcenin dar bir zamanda yeniden böyle esaslı bir mekteb açılmasına imkân görülemediğinden fizik, kimya, nebatat ve hayvanat gibi derslerin tıbbiye talebesi ile birlik-de ve teşrih (anatomi) ile fizyoloji gibi ferilerin ayrıca okutulması, ve bu suretle mektebin iki evvelki sınıflarının yatısız olarak Mülkiye Tıbbiyesinde, ve kalan iki sınıfının da o vakte kadar inşaat bitecek olan Halkalı Ziraat mektebinde açılması muvafık görülmüş-dür.

O zaman Ahırkapudaki Tıbbiye Mektebi kendi talebesine bile yetişemez iken mülkiye idadisi mezunlarından alman baytar talebesi bu bina dahilinde tıbbiye efendileri ile bir-likde pek sıkışık vaziyette derslere devam etmiş, yalnız anatomi ile fizyolojiyi kendi hocalarından ayrıca görmüşlerdi. 1889 da (H. 1305) Mülkiye Tıbbiyesi binasındaki Baytar Mektebine giren 25 talebenin 19 u iki sene sonra, 1891 de inşaatı bitmiş olan Halkalı Ziraat Mektebine yatılı talebe olarak nakledildiler. Ziraat talebesi bu mektebe bir sene sonra kabul edildi, hattâ mektebin açılma merasimi de ziraat talebesi alındıkdan sonra yapıldı. Mektebin o zamanki adı Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi idi. Hattâ kapusunun üzerindeki kitabede ziraatin hayvanlarla münâsebeti hasebi ile bu büyük binanın da bu iki faydalı mesleğin bir arada öğretilmek üzere yapılmış ve açılmış olduğu manzum olarak ifâde edilmiştir.

Halkalıdan birincisi 1893 (H. 1309), ikincisi 1894 (H. 1310) de olmak üzere iki baytar sınıfı diploma alarak çıkdı. Fakat muvakkaten Tıbbiye Mektebinde bulunmak-da olan ilk iki yatısız sınıfların da yatılıya

çevrilmesi zarurî görülüp, bunların Halkalıya getirilmesi ise, ziraat talebesi ile birlikde sekiz sınıfı bulacak olan iki mektebi binanın alamayacağı anlaşılarak baytar sınıfları Kadırga Meydanında kiralanan büyük bir binaya nakledildi. Bu suretle birinci ve ikinci, sınıfları Mülkiye Tıbbiyesinde, üçüncü ve dördüncü sınıfları da Halkalı Ziraat mektebinden ayrılan Mülkiye Baytar mektebi dört sınıfı bir arada ve yatılı olmak üzere müstakil bir binada yerleşmiş oldu.

Mülkiye Baytar Mektebinin açılmasında en çok hizmeti ve gayreti dokunan Mehmejd Ali Beydir. Evvelce Askerî Baytar Mektebinde emrazı umûmiye ve hıfzıssıhha muallimi iken Ziraat Mektebinin banisi sayılması lâzım gelen Amasyan Efendi tarafından (B.: Amasyan, Agob Efendi) gösterilen lüzum üzerine fennî baytarî müşaviri sıfatı ile Ticaret Nezâretine alınmış, sonraları umûri faaytariye müfettişliğine tâyin olunmuştur. Baytar Mektebinin, hattâ Ziraat Mektebinin ilk müdürlüğünü de bu zât yaprmşdır.

Askerî Baytar Mektebi 1848 (H. 1265) de açılmış olmasına göre asıl Mülkiye Baytar Mektebi bu .târihden ancak 47 sene sonra açılabilmişdir.

Kadırga Meydanında kira ile tutulmuş olan bir binada müstakilen tedrisata başlayan Baytar Mektebi için sonraları Sultanah-med Camii yanında eski ve geniş bir bina, «Tunuslu Mahmud Paşa konağı» alınarak ve bir hayli yeni binalar yapılarak oraya nakledildi.

1908 inkılâbından sonra mekteb fennî ve asrî laboratuarlarla teçhiz edilmiş, tedrisat kuvvetlendirilmiş olmakla beraber Avru-paya da talebe gönderilmeye başlanmışdı.

1911 de îshakpaşa yangınında mektebin bir kısmı, y anmış ve Birinci Cihan Harbi çık-dığı zaman kapatılmışdır. Millî hükümet teşekkül ettiği sıralarda İscanbulda birisi askerî, ötekisi mülkî olmak üzere mevcud olan iki mekteb birleştirilip Baytar Mektebi Âli-si'ne çevrildi. Birleştirilen mekteb tedrisât hepsi Avrupada tahsil görmüş muallimlere verildi. Ankarada asrın son terakkiyâtı ile mütenâsib Baytar Enstitüsü yapıldıkdan sonra da Baytar Mektebi Âlisi İstanbuldan kal-


BÂZÛBEND


- 2825 —

— 2324

çul çaput bir şeyler verdiler; oğlanı tarif ettim tanıdılar. «Meşhur şâkî Laz Dimitrinin yetişdirmesi Çerkeş Ali olacak, canını bağışladığına şükret!» dediler. Serde şairlik var:

Yollar dağ bayır orman

Kuş uçmaz derbendi var

Yanında yoldaş deyû

Şakî şehlevendi var

Kubur tabanca bıçak

Yatağan kemendi var

Ol şakiye dervişin

Silâhı yok fendi var

Sırrın açmaz kimseye

Babasının pendi var

Hattı mücevher ile

Kolda bâzûbendi var.». «Kimlik nişan» bâzûbendlere gelince orta çağda derebeylik devrinde kullamlmışdır; fakat hâtırası, îstanbulda meddah hikâyelerinde asrımız başlarına kadar canlı yaşatıl-mışdır ki «bâzûbend» deyince hatıra kol muskalarından önce bu kimlik nişanlar gelir. İstanbullu meddah muhayyilesinin eseri bu hikâyelerin vak'aları Cinde, Serendibde, Bu-hârâda, Semerkandde, Horasanda, bazan daha yakın, Basrada, Bağdadda; yâhud muhayyel ülkelerde geçer. Ana çizgileri şöyledir;




İstanbul meddah masalları tiplerinden Bâzûbendli Şehzade (Besim: S. Bozealı)

bayzar hanım

dırılıp Ankaraya, yeni Enstitüye nakledildi.

Osman Nuri Ergin

BAYZAE HANIM — Tulûatçı ermeni Aktris; Abdulrezzakm, Kel Hasanın, küçük ismail'in, Şevkinin kumpanyalarında oyna-mışdır. Oyuncuların en eskilerinden, tulûat-cılıkda bir eşi daha bulunmayanlardandı. Ablak çehreli, boyluca, iri gövdeli idi, tam Sa-matya ağzı ile konuşurdu, oyunun gidişatını kavramakda, hazır cevablıkda, komiğe, ihtiyar bunağa, sık bey damadına, nane molla kızına şıppadak laf yetiştirib bucalatmada ve şapa oturtmada üstüne yokdu.

Oyunlarda evin hanımı, kızın anası, da-mâd beye kaynana olurdu; Abdi ile, Kel Hasanla, Şevki ile karşılıklı zincirleme nüktelerle seyircileri gülmekden kırar geçirirlerdi. Hasan Bayzar Hanıma «Heybeli ada» derdi.

Sermed Muhtar Alns

Meslekdaşlarınm çoğu gibi Bayzar Hanımın hal tercümesi de karanlık içindedir; kimin kızıdır, sahne hayatına nasıl atılmış-dır, doğum tarihi, ölüm tarihi tesbit edilemedi. Ahnıed Rasim tulûatçılardan bahsederken, Bayzarın sâdece adını kaydediyor ve: «Küçük Amalya, Peruz, Viktorya, Aranik, Virjin, Kikina, Pikina, Agavni, Bayzar ve daha nicv isimlerle yâd edilen bu yadigârlar...» diye, , v çok ağır, çetin şartlar içinde türk sahnesinin bu fedakâr öncülerinin hizmetlerini görmek istemiyor.

BÂZÛBEND -- Bâzû, türk lügatında kol, bilek ve hassatan kolun dirsek ile omuz arasındaki kısmıdır; bâzûbend de kola bağlanan kimlik nişanı, muska demekdir ki Istan-bulun avam tabakası ağzında bâzû «pazı», bâzûbend de «pazvand» olmuşdur. Divan şâirleri tarafından ekseriya nevcivan güzellerin medhi ve tasviri yolunda kullanılır ve dâima gümüşe veya billura benzetilirdl; Hüseyin Kâzım Bey meşhur lügatına şu iki -misâli al-mışdır:

Râzûyi httîfi sahi sînıîn

Şeyh Galib *

Ben mî saki olayım bezme dururken sevdiğim Böyle simin sâklcr billur bâzûlcrle sen

Nedim

Fıtnat Hanım bu kelimeyi, nâdir misâl olarak «maşuk» yerine «âşık» için kullan-



İSTANBUL

mışdır;


Çülei şahtın çeker her deın keman ebrûlerin Aferin erbabı askın kuvveti bâaıısuııa!

Bir'-işi tez başarma yolunda fevkalâde gayret sarf edenler için de «var kuvvetini bâzûya verdi» denilirdi:

«... İki nefer dîv hey'et kayıkçı şehbaz-ları ol nazenin civanı kayığa aldıklarında iskeleden alarga olub var kuvvetin bâzûye virüb...» (Alacahamamlı Reşid Efendi Rûz-nâmesi).

«Bâzû sahibi» terkibi de «kuvvetli adam» yerinde kullanılır: «Sahibi bâzû şehbaz idi».

Eski Bedesteni! antikacı Nureddin Rüştü Büngül «Eski Eserler Ansiklopedisi» adındaki kitabında «Bâzûbend» maddesinde: «Nüshadan azmadır. Üç köşe gümüşden yapılır, içerisine nüsha konulan kutucuklardır; bunlar kabartma've telkari sanatlarla süslenir» diyor ki tamamen hatâdır, boyuna asılıp taşınan yâhud cebde veya koyunda muhafaza edilen «nüsha = muska»mn eksik bir tarifidir, bu satırların bâzû bend ile hiç alakası yokdur, namlı antikacının bâzûbend görmediği, ne olduğunu bilmediği aşikârdır.

«Bâzûbend», adı üstünde, muska yâhud kimlik nişanı, kola bağlanır, taşınırdı: taşıyanın içtimaî mevkiine göre, meşinden, bezden, ipekliden, atlasdan, gümüşden, altundan yapılırdı: gümüş ve altun bâzûbendler de bâ-zan elmas ve şâir kıymetli taşlarla müzeyyen, murassa olurdu, dirsek ile kol arasına bağlanır; her hangi bir sebeble, faraza günde beş vakit namaza abdest alır iken kollar dirseğe kadar sıvandığında bâzûbend görünmezdi; bâzûbend, gövde tamamen çıplak olduğu zaman, meselâ hamanda görülürdü. Bâzûbendler 2-4 parmak enliliğinde olurdu.

Bâzûben nüsha — muska olduğu zaman (B.: Nüsha; Muska) yazılı kâğıd bir muşambaya sarılır ve bâzûbendin içine yerleştirilirdi. Bâzan da meşinden veya kumaşdan bâzû-bendlerin içine yükde çok hafif bahada çok ağır bir kaç çıplak elmas, z-ümrüd, yakut gizlenir, esvab ve çamaşır soyulmadan, yâhud kol kesilmeden çalmmayacağı için emin yer idi; böyle olan bâzûbendler de ekseriya yolculuklarda kullanılırdı; kervanı haramiler de çevirmiş olsa, yolcuları bir donca soyduklarından, içinde büyük bir servet

ANSİKLOPEDİSİ

yatan bâzûbendi, hele sahibi dervişane tebdili kıyafet etmiş ise, haramilerin nüshadır diye bırakmaları ihtimâli vardı.

Geçen asrın dili zehirli hiciv şâirlerinden


Sürûrî, hiç sevmediği şâir Aynî'yi (B.: Sürû-
rî; Aynî) şu ağır kıt'a ile hicvetmiştir;
l Laf ider Aynî bizim karı yazar Mushaf deyû

İ Harfgirâne yalan söyler ki yokdur gaayeti

§ Belki yazmışdır o yosma kendi bâzûbendine

l Rağbeti zendostan için muhabbet âyeti!.

l . (Sürûrî, Hezeliyat)

JJ Nüsha - muska bâzûbendler zamanımız-

I da kullanılmıyor; onbin kişide bir kişinin ko-

• lunda yokdur diye biliriz; son kullananlar-

1 dan biri Bitlisli Çamiç Ağa olmuşdur; bâzû-

J bendinin macerasını şöyle nakletmiştir:

f «Memleketden 1908 de çıkdım; yarım

f asır geçdi, bir daha dönüb gitmedim; mâsû-

I miyetimi isbat edemeyecim çirkin bir teca-

I vüz iftirasına uğradım, çiftlikde idim, tevki-

I fime iki candarma geldi, ikişer altın bahşişle

I geri çevirdim, ve hemen o gece heybenin bir

İ gözüne azık, öbür gözüne çamaşır doldurup

l çok iyi bildiğim dağ yollarından ver elini îs-

| tanbul deyub yaya olarak kaçdım. Heybeme

f elli altın atmış, bâzû bendime de îstanbulda

l satup sermâye yapmak üzere ana yadigârı iki

İ güzel zümrüdümü saklamışdım. Bir nakşı

'l dergâhında kıyafetimi tebdil ile derviş ol-

I dum, otuz beş yaşlarında idim, sakalını da

J vardı. Kasabalara uğramadım, konaklarım

l tekkeler, hanlar, köyler oldu. Düzce köyle-

I rine kadar sağ ve salim geldim, orada bir

l handa yoldaş olayım diye peşime bir çerkeş

j delikanlısı takıldı; on yedi on sekiz yaş-

| larmda bıyıkları yeni terlemiş, pençeli, şeh-

| baz ve pür silâh çok güzel bir çocukdu, fa-

I kat bakışlarından şübhelendim, haydud ba-

I kışlı idi, iki de bir eşkiya çıksa ne yaparsın

f dîye sorar, bende heybemi alır, beni soyar,

l canıma kıymazsa helâl ider giderim derdim,

l Harami yatağı bir derbende girdik, oğlan ya-

:| tağanı çekdi:

l . — Derviş, soyun bakalım!., dedi.

| Heybemi aldı, beni yalın ayak, bir don,

| bir gömlekle bırakdı. Kolumdaki bâzûbendi

| sordu: «Muskamdır, istersen vereyim» dedim;

J «istemem, beni de seni korur gibi korur» de-

di. Uğursuz boğazdan canımla çıkınca, o kılıkla bir bektâşi tekkesine sığındım; üstüme

ANSİKLOPEDİSİ

- 232? —


BEBSK


Pâdişâh ava çıkar, yahud bir derviş kılığında memleketini dolaşır, güzel bir kızı görür, âşık olur, yoksul babaya bir diyet öder, kızla hemen o gece evlenir, ertesi sabah ayrılırken bir gecelik karısına murassa bir altın bâzûbend bırakır: «Evlâdımız kız olursa, satar, çeyiz parası yaparsınız, oğlan olursa, buluğa erdiğinde bunu bâzusuna takarsınız, falan belde yoluna salarsınız, orada bu bâzû bend ile babasını arar, bulur» der, çıkar gider.

Çocuk oğlan doğar, buluğa irince âfeti devran bir güzeller güzeli olur, bâzû bendi kolunda babasını aramağa gider, fakat pâdişâh babasının beldesinde iftiraya uğrar, masum iken ya haramilik ile, yahud kaatil olarak suçlanır, güzel genç fakirdir, hırpanî kıyafettir, iftira delilleri aleyhinedir, îdama mahkûm olur, cellâd oğlanın başını kesmek için belden yukarı gövdesini soydukda bâzûsun-daki elmaslı muhteşem nişanı görür, alelade bir bekâr uşağı clmadığı anlaşılınca pâdişâha

haber verilir. Baba, ancak o zaman fakir ve güzel köylü kızını hatırlar, nişan kendi verdiği nişandır, masum yüzlü dilber mahkûm da kendi öz evlâdıdır. Güzel oğlunu bağrına basar.

Hüsnü Kınaylı

BEBEK — Boğaziçinin Rumeli kıyısında, Arnavudköyü ile Rumelihisar arasında, güzel bir koy kenarında lâtif bir köydür. Kuzey kısmına Büyük Bebek derler, poyraz rüzgârına karşı gerisindeki sırt ile korunmuş-dur; güney kısmı küçük Bebekdir.

İdarî teşkilât bakımından Beşiktaş kazasının Arnavudköyü nahiyesine bağlıdır.

Boğaziçi köylerinin çoğu ve umumiyetle istanbul çevresi gibi târihden önceki çağlardan beri meskûn olduğu kuvvetle muhtemeldir.

Bebek köyünün bugün bilinen en eski adı «İskele» mânasına gelen Kallae (Challae) dir (R. Janin, Constantinople Byzantine, Paris 1950; E. Mamboury, İstanbul Touristique,



Ondokuzuncu asır (Resim; Brindezi'den O. Z.

istanbul 1951): Mehmed Ziya Bey «istanbul ve 'Boğaziçi» adlı eserinde Khile (Chilai), Türk Ansiklopedisi de Khelai şeklinde yazıyorlar.

Hiristiyanlıkdan evvel Bebekde avcıların ve balıkçıların koruyucusu Diana (Artenis) Diktinna adına kurulmuş bir putperest mabedi vardı; bugün yeri kesin olarak biline-•memekdedir.

Buralarda hiristiyanlığın yerleşmesinden sonra Bebekde St. Michel veya muhtemelen -St. Gabriel adına bir kilise yapılmışdır (R. Janin, Const. Byzan; ayni yazar, La geogra-phle ecclesiastique de l'Empire Byzatin, Paris 1953). Bu kilisenin yeri de bugün belli değildir, ö zamanın âdetleri gereğince Diktinna (Dyctinna) Mabedinin yerinde kurulmuş olması hâtıra gelebilir.

O zamanki Kallae'nin küçük bir balıkçı ve kayıkçı köyü olması muhtemeldir.

Bizans İmparatorluğunun İstanbul surları dışında hiç bir nüfuz ve kudretinin kalmadığı, Osmanlı askerleri, hattâ Rumeli Hi-.sarınm yerini tâyin için bizzat pâdişâhın hiç çekinmeden surlar dışında, Boğazın iki. kıyısı arasında gidip geldikleri, ve hisarın yapısında çalışdırılan binlerce türk usta amele, ır-gadının yine Anadoludan getirildiği bu sıra-



ortalarında Bebek Çakaloz eli ile)

larda (Âşık paşazade, Târihi âüosman; Hoca Sadeddin, Tâcüttevârih; G. Schlumberger, İstanbulun muhasarası ve zabtı, M. Nânid tercümesi, İstanbul 1911) esasen Bizansdan ziyâde Galataya bağlı olması gereken bu küçük balıkçı köyü halkının, olub bitenlere sâdece seyirci kalmış olması, pek muhtemeldir.

Fâtih Sultan Mehmed buraya inzibatı
sağlamak için bir bölükbafi göndermiğiir. Bu
zâtin lakabı «Bebek» olup köyde, muhteme
len fetihden sonra bu isimle acttânmıştır
(Türk Ansiklopedisi). , .,..•.

Bölükbaşırun fetihdefl sonra gönderilmiş olması kadar Rumeli Hisarının inşâsı sırasında da bu vazifeye tâyin edilmiş Dolması vâriddir.

Evliya Çelebi XVII. yüz yıl ortalarında Bebek çevrelerini, Arnavudköyünden başlayarak mevzii bir sıra takibi ile Ruınelihisa-rma doğru giderek şöyle anlatıyor (E. Ç., Seyahatname, cild I., s. 452):

«Akıntı Burnundan içeri bir körfez li-manlı yer olmağla vakti şitâda bir çok keştî kışlar, fakat Akıntı burnu bir kayalı mahal olduğundan pek muhataralı ve keştî imrârın-da çok müşkilâ't çekilir. Bu mahalli Murad Hanın (Dördüncü Sultan Murad) ruznâme-cisi İbrahim,, Efendi tamir idüb bir çeşrne-sâr câri ettirdi. Hâkimi Galata naibi (yâni Galata kadılığına bağlı), subaşı ve Bostancı-, başıdır (B.: Galata kadısı; subaşı; Bostaneı-başı). Bu mahalden biraz ileri varüdıkda Hasan Halîfe Bağı görülür ki hâlen pâdişâh bağçesidir (B.: Hasan Hâlife), Murad Ham Râbi asrında kul (asker) isyan idüb yeniçeri ağası Hasan Hâlifeyi paraladılar, bunun üzerine bağçesi mîrî oldu. Buradan bir mikdar ileride Bebek Bağçesi vardır ki pâdişâhlara mahsustur, Selim Hânı Evvelin bir kasrı var ise de bağçesi o kadar mâmur değildir, amma azîm servileri vardır. Burası da ubur olundukda Deli Hüseyin Paşa Bağına varılır, bu bağ safi sanavber ağacı (fıfstık çamı) ile müzeyyendir. Kayalar nâm mahalde kırk elli hâne ve Sıdkı Efendi Camii vardır, bu • cami fevkaanîdir, altında bir kayadan bir ayni zülâl cereyan ider. Buradan ötesi Rumeli Hisarıdır».

Evliyanın bu güzel tarifini, elimizdeki başka kaynaklardan aldığımız notlarla zâ-

BEBEK

2828

ÎSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

- 2329 -

BEBEK



man seyrine göre tamamlayalım,

• Fetihden sonra Bebekde ilk görülen türk yapısı Yavuz Sultan Selimin (1512-1520) adı ile anılan kasırdır. Bu kasrın mirî Bebek Bağçesi içinde olması gerekir, belki de Üçün-eü Sultan Ahmed devrinde inşâ edilmiş olan meşhur Hümayun âbâd kasrı (resimleri ile malûm Bebek kasrı) Sultan Selim kasrının yerinde yapılmış olacaktır.

1529 yılından evvel bu çevrede Kayalar mevkiinde bir tekke bulunduğu ve bu tekkenin sonraları «Durmuş Dede Tekkesi» adını aldığı bilinmektedir (Atâî, Şakaaik Zeyli). Dördüncü Murad devrinde (1623-1640) ruznâmeci İbrahim Efendi Bebekde bir çeşme yapdırıyor.

Yeniçeri Ağası Hasan Halîfe Dördüncü Muradın mahremi has gözdelerindendlr; bir askeri ihtilâlde paralanmasından sonra mîrî emlâke katılan bağçesinin pek mâmur bir zevkii safa yeri olduğunda şübhe etmemelidir.

• Kayalar Camiinin banisi Sıdkı Efendi, Sultan ibrahim ve Dördüncü Sultan Meh-med devirleri ricâlindendir; reisülküttâb ve üçtuğlu vezir olarak nişancı Sıdkı Ahmed Paşadır. Bu camiin civarında 40-50 ev görülüyor.

Köprülü Mehmed Paşanın bir mürteşi olarak idam ettirdiği Deli Hüseyin paşa (B.: Hüseyin Paşa, Deli) asrının büyük şöhret-lerindendir; o da Sultan Murad gözdelerinden, mahremlerindendir; bağı muhakkak ki Bebek etrafının lebi deryada en güzel yer-lerindendir.

Üçüncü Mustafa devrinde (1757-1774) reisülküttâb olan Mustafa Efendi Kayalar Mescidinin altında bir çeşme yaptırmıştır (Hadikatül Cevâmi); bu çeşme caddenin yeniden tanziminde 1914 de yıkdırıldı (M. Ziya, istanbul ve Boğaz içi, II); Bu civarda yukarıda âdı geçen Mustafa Efendinin direkli büyük bir konağı vardı yabancı elçileri bazan burada kabul ederdi (M. Ziya, ayni eser).

Üçüncü Ahmed (1703-1730) Bebekde bir cami yapdırdı (B.: Bebek Camii). Yine bu pâdişâhın zamanında Bebek kasn Hümâyunu, «Hümayunâbâd» yapıldı (B.; Bebek kas-

ikinci Sultan Mahmud zamanında Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından az evvel 1814-1815 arasında bir Bostancıbaşı defterinde (B.: Bostancıbaşı Defterleri) Bebeğin yalı boyu, Arnavud köyünden Rumelihisarına doğru şöyle tesbit edilmişdir:

... Akıntıburnu - Beyhan Sultan çeşme-si-Başeski Bostancının kahvesi - Beş aded dükkân - Berber - Bakkal - Halil paşazade Nuri Paşanın yalısı - Nuri Paşanın kardeşi istanbul kadısı Arif Efendinin yalısı-Binişi hümâyun yeri (pâdişâha mehsus kayık iskelesi) - Mehmed Paşa kasrı Beyhan Sultan sahil sarayı-Bedestânî Ahmed Ağanın yalısı-Hazmedar başı Şâkir Ağanın yalısı-Sadâret kethüdası İbrahim Efendi zevcesinin yalısı-Mîri peksimed fırmı-Hekimbaşı yalısı-Him-metzâde yalısı-Şeyhülislâm Dürrîzâde yalısı-Müderris Elmasebezâde Efendinin yalısı-Ye-sârîzâde Efendi yalısı - Diviti güzel zevcesinin yalısı - Bebek Bostancılar Ocağı - Bebek kasrı - Sultan Ahmed Camii - Mekteb - Bebek iskelesi - Kadı Mehmed Efendinin yalısı -Soğancıbaşızâde Kadri Beyin yalısı - Sabık Haremeyn müftüsünün yalısı-Paşa Mehmed Ağa zevcesinin yalısı - Cüce Hanımın yalısı-Haznedar Osman Ağanın yalısı - Ömer Efendi zevcesinin yalısı - Küçük Bebek - Bebek ustası Mehmed -ustanın evi - Hamamcı Mustafa Ağanın yalısı - Ata Efendi zade yalısı -Balıkcıbaşmm odası - Bebek Bostanı denilen yer - Dürrîzâde kızının yalısı - Molla Efendi yalısı - Sabık Hekimbaşı Behçet Efendi yalısı - Ata efendi torunu Nuri Molla yalısı - Nurullahzâde îlyas Efendi yalısı - kardeşinin yalısı - Yeniçeri Ocağı dîvan kâtibi efendinin yalısı - Topcubaşı Emin Ağa zadenin yalısı - Süleyman Râşid Efendi zade Mehmed Bey yalısı - Binyüzcü Halil Ağa yalısı -Musullu Ali Efendi kızının yalısı - ibrahim zade Vakfı câbîsinin yalısı - Attar Ali Beyin yalısı - Camii şerif mevzileri - Hasan Tahsin Efendi yalısı - Kayalar denilen yer...

Bu Kıymetli vesikaya ekleyebildiğimiz notlar şudur;

Dürrîzâde yalısının yeri bugünkü Mısır konsoloshanesi (Valdepaşa yalısı) ile Amerikan koleji arazisinin arasındaki geniş sahadır.

Halilpaşazâde Arif Efendi yalısı Raui

Paşaya, sonra sadırazam Âli Paşa, daha sonra da Mısır Hidivi İsmail Paşanın kızı Emine Hanımefendiye satılmışdır. Prenses Eroine Osmanlı Devletine bağlı hidivlerin sonun- , cusu Abbas Hilmi Paşanın annesidir, İstan- . bulda Vâlidepaşa unvanı ile meşhurdu, bu yalı da uzun zaman Valdepaşa yalısı diye anıldı. Eski târihî yalı fevkalâde bir tamir gördü ise de ahşab oluşu, yangın korkusu yüzünden yıkdırıldı, yerine bugün görülen kagir yalı yapıldı. Prenses Emine Hanım ölürken yalısını Mısır kırallığma yazlık sefarethane olarak bağışladı, Türkiyenin devlet merkezi Ankaraya nakledilince yalı da sefirlik yerine konsolosluk yalısı oldu.

Hekimbaşı, Behçet Efendi yalısı sonra kardeşi Abdülhak Mollaya intikal etti. Ab-dülhak Molla büyük şâirimiz Abdülhak Hâ-mid Tarhamn dedesidir ve devrinin hekim-başılarındandır. Bu yalıdaki eczâhânesinin kapusu üstüne «Ne ararsan bulunur derde devadan gayri..» mısraını yazdırıp asdırdığı söylenir.

Tanzimatdan sonradır ki Bebek yalı boyu bir yazlık olmakdan çıkmağa başlamış, bilhassa Şirketi 'Hayriyenin kurulması ve Istanbula muntazam vapur seferleri ile bağlanınca İstanbulun Boğaziçi varoşuna katılmıştır. Tramvay hattı döşendikden sonra da süratle büyümüş, her tabakadan ailelerin yerleşdiği deniz kıyısı bir mahalle olmuşdur.

Şirketi Hayriye tarafından 1914 de neşredilmiş «Boğaziçi» adındaki eserde Bebek hakkında şu malûmat vardır:

«Burası, ekserisi islâm olmak üzere İngiliz, Amerikalı, bir az da Fransızlarla meskûndur. Ecnebilerin Bebeğe rağbet edişleri harasının itidali ile çocuklarını okutacak ecnebi mekteblerinin bulunuşu, bilhassa Robert Kollej'in yakınlığıdır.

«Bebeğin mehtabı meşhurdur. Mevkii bakımından yaz ve kış oturulur. Şehidlik Dağı eteğinde bulunub cenuba nazır olan Küçük Bebek kısmı kışlıkdır. Abu havası Fran-sanın cenubundaki niş iklimine muâdildir. Köyün arkasındaki dağ deniz sathından 91 metro yüksekdir.

«Bebek koyu lüfer balığı avı ile de meşhurdur; iskorpiti, kayası, ilaryası, barbunyası, ateş balığı da mâruf dur. Kılıç da avlanır.

Bu koy kısmen sığ olup sığ bir yerde taş üzerinde bir deniz feneri tesis edilmişdir.

«Şirketi Hayriyenin istatistik kaleminde toplanan malûmata göre Bebeğin yevmî vapur yolcusu 590 kişidir. Köye yazlık gidenler de günde. vasati 77 kişidir. Istanbula elektrik tramvayı ile bağlı ve hayli mâmurdur».

Bebek, İstanbulun, türk edebiyatında terennüm edilmiş semtlerindendir. On sekizinci asır sonlarının seçkin şâirlerinden En? derunlu Vâsıf, Bebekli bir nevcivanın sânında yazdığı hünerli bir şarkısında bu boğaz köyünün hem meşhur olan mehtabından hem de meşhur olan balık avcılığından bahsediyor:

Bir tıfla duşâr oldu gönül semti Bebekte Pervaz idemez yavrucnğnm dahi tünekte OI-mâM şikâr itmekiçün saydi semekte Bir âlemi mehtab idelim bizde felekde

Ayni şâir bir başka şarkısında da kayık-da, dilber bir sakinin elinden bade içerek mehtab saf asını tasvir ediyor: Kâm almak içün sâyei hüsnünde felekdea Sâger çekelim sâkii sîmin bîlekden Yelken idüb akla binelim semti Bebekdes Mehtab ideîim bu gece ey mâhj felektâb

Celâleddin Germiyaaoğltt

BEBEK — Boğaziçinin Rumeli yakasının bu şirin ve güzel köyü, mülkî idarede. Beşiktaş ilçesinin Arnavudköyü bucağına bağlı bir mahalledir. Mahallenin yaslandığı sırtlar deniz yüzünden 91 metre kadar yüksekdir. Köprüden 5,5 mil uzakda olub Denizcilik Bankası Liman işletmesinin doğru vapurları 27, Rumeli kıyısı iskelelerine uğraya seyreden vapurları da 45 dakikada alır. Kara yolu Karaköyden 9.5 kilometredir, taksiler engelsiz yürüyüş ile 15-20 dakikada alır. (Bebek'in tarihçesi için bundan evvelki maddeye ve Bebek kasrı, Bebek Camii' Bebek Hamamı, Bebek'in meşhur Yalıları maddelerine bakınız).

Mahalle 23 sokakdır; 1960 yılında sımn içinde 414 ev, 187 apartıman (mecmuu 739 dâire), 70 dükkân ve mağaza, 25 gece kondu, l polis karakolu, l inzibat karakolu, 2 banka (Yapı-Kredi ve ticaret Bankaları), l eczâhâ-ne, l hastahâne (Amerikan Kolleji Hastahâ-nesi), l fırancala fırını, 3 okul , (Amerikan




2331 —

— 2330 -

ÎSTANBUL


??• BEBEKKOYU

Yüklə 5,55 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   76




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin