Sinemde felek açtı bugün bir koca yâre
Elden ne gelir ağlamadan gayrı bu hâle
Şimdi size biraz da ölümden bahs edeyim; yemeklerden, içmelerden hasıl olan birkaç katre koyu su, bir insan vücûdunun aslıdır.
Maden, nebat, hayvan komprimelerinden hasıl olmuş bir hülâsadır, özdür, Cenâb-ı Hakkın kudreti ile cemal ve celâl elleriyle yoğrulmuştur. Evvelâ bu sulu hamur, âlemi berzah denilen dar bir menzilden çıkar. Nisbeten daha geniş bir mahalde dokuz ay kaldıktan sonra bu âleme gelir, birinci menzilden kopup ölmüştü. İkinci menzile eriştiğinde (oh eski yerim çok dardı. Burası daha geniş çok şükür Rabbime) diyerek şükrediyor, dokuz ay sonra bu âleme intikal ettiğinde orasının da çok dar olduğunu anlıyor. Her ne kadar bu genişlikten korkup feryâdı basıyor ise de, az zamanda alışıp Rabbimize yine şükürler ediyor.
Büyüdükçe yani kabahat ve günah işlemeğe münasib bir pozisyona girince Hakktan uzaklaşıyor. Eğer düşünme kabiliyeti varsa ve kendisine Hakkın bahş ettigi lûtuflar arasında ana, baba ve mekteb terbiyesinden sonra bir insanı kâmil ile arkadaşlık ederse, bu âlemin geçici zevklerine pek kulak asmıyor, vatanı aslisini hatırlıyor.
Tirenle yahut vapurla yapılan bir yolculuk gibi, 80-100 senelik bir ömür, bitmez gibi görünen o ihtiraslı ve heyecan günleri bitiyor. Kâmil insanların vücûdlarına (Misafirânı vücûdı mutlak) diyorlar. Eğer kemale erdiyse böyle bir misafir olduğunu bilerek bir şebi arûs esnasında vûslata eriyor. Beşerî kisvelerini terk ediyor, yemek, içmek, yorulmak, uyumak, üşümek, terlemek olmayan sonsuz bir âleme göçüyor ki, beden kaydından kurtulması dolayısiyle sonsuz bir rahata varıyor. İşte hepimizin olacağı budur. Bunu bilerek her gün nümunelerini görerek bu fâni âleme mi sarılalım? ALLAH’a mı sarılalım? Takdirinize bırakıyorum.
Bir gün Sultan Süleyman cenge hazırlanıyor. Kendisine faideli olabilecek hayvanlardan bile asker topluyor.
Hüd-Hüd kuşu (Yâ Nebiyyullah beni de yanına al. Ne olursun) diyor. (Benim gözlerim hepinizden daha ziyâde görmek hassasına maliktir. Hattâ gökte uçarken yerde ne kadar derinlikte su var, görürüm. Size haber veririm. Askerleriniz susuz kalmaz) diyor.
Karga bu sözü işitince kıskanıyor. Bunun meziyetini çekemiyor. (Yâ Nebiyyullah) diyor, (sen onun sözüne inanma. Madem ki gözleri iyi görüyor, niçin konacağı yerin tuzak olduğunu görmüyor da çabucak yakalanıyor?)
Hüd-Hüd kuşu cevap veriyor. (Alın yazısı nedir bilmiyor. “Kaza gelirken göz görmez” olur sözünden ne mana çıkar anlamıyor ya Süleyman) demiş ve zamanımıza kadar gelen bu sözler çoklarımızı uyaramamıştır.
Sabahleyin vazifeye gitmek için gün doğmazdan iki saat kadar evvel kalkarım, bir, bir buçuk saat kadar Cânanımla konuşuruz. Kâh o söyler, ben dinlerim; kâh ben söylerim o dinler.
(Arkadaşım, ne konuşursunuz bu uzun zamanda?) di-
diyeceğinizi tahmin ediyorum.
Mûsâ (Alh.) gibi şöyle yalvarırım ve hüngür hüngür ağlarım. (Benim azimüşşan olan büyük ALLAH’ım! Beni yoktan yarattın. Alil, hasta, sakat eylemedin. Akıllı bir insan eyledin, islâm memleketinde, islâm eyledin. 60 yaşıma kadar beni korudun. Aradığım bir eş ihsan ettin. Terbiyeli ve namuslu çocuklar ve torunlar verdin. Çocuklarıma verdiğin eşler de onlardan aşağı değildirler. Benim tahminim fevkindedirler. Duâlarla istediğim şeyleri verdikten başka hatırıma gelmeyen atâlarda da bulundun. Sen âlemlerin Rabbisin. Kudretin, kuvvetin, lûtfun sonsuzdur, umumidir. (Bunlara karşılık ne yapmalıyım ki borcumu ödemiş olayım?) derim. Rabbimin cevabı şöyledir. (Ey sevgili kulum, ben de biliyorum. Her mahlûkum benim lûtuflarıma mukabele etmekten âcizdir. Bu hâli idrâk etmeniz, bana kâfidir. Ben de bunu idrâk etmenizi istiyorum.) buyuruyor.
Müflis bir köle efendisinin yanında varlık izhar edemez. Karşı karşıya geldiği zaman ağız açmak değil, kulaklarına bile hâkim olamayacak derecede erimiştir. Eğer bana bir benlik verdi isen o da senindir. Benim (Ben) demekliğim bile saçmadır. Akıllı kârı değildir. Bana sensin, dedin, kulum dedin. Ben o zaman benliğimi anladım. Verdiğin akıllla geçmiş ve geleceği düşündüm. Senin lütfundan, azametinden başka bir şey görmüyorum. Ancak beşeriyet âlemine tenezzül ettiğim zaman, kardeşlerime gördüklerimi anlatmak sûretiyle yetiniyorum. İçim boşalıyor. Derdim hafifliyor. Dilediğin zaman göreceksin, bu vücûd libâsını da derhal terk edip nasıl huzuruna koşa koşa geleceğim… diyorum. Son nefesimi, senin ismini ağzıma almadan canımı alma ey benim Rabbim.
Her Âşık Mâşûkunu karşısında görür gibi olur. Bu hal aradaki perdelerin incelmekte olduğuna delâlet eder.
Hattâ ciğerimi yarsalar sevgilim çıkacak derler ya, benim de ciğerimi yarsalar sen çıkacaksın diyeceğim geliyor. Onun için ciğerim yarılmadan kâinatın uyuduğu bu saatte hep seni anıyorum. Hep seni zikredip düşünüyorum. Ama bana deli diyeceklermiş ne zararı var; zaten insanın adı deli çıkmayınca veli olamaz. Veli, yolu sana varana, peygamberin peşinden gidene, aynı yolu takip edene derler. Benim yolum kalmadı artık.
Hani sen bana (Ey has kulum biraz arkana bak) demiştin. Ben o zaman arkama baktım ince bir kervanı takip eden birkaç kişi görmüştüm, hemen yine sana döndüm. Ağzımı açamadım utanıyordum sen benim kalbimi okuyordun: İşte diyordun (benim sevgili Nusretim vakit ahır zamandır. Dört milyar insan hevâ ve hevesine kapılmış; biraz daha eğlensinler. Sanki benimle hiç alâkaları yokmuş gibi, sanki onları yaratan, yaşatan ve nihayet öldürecek olan ben değilmişim gibi nasıl gaflet içindeler) diyordun. Ve devam ediyordun, (Haydi bakalım benim ey sevgili kulum, habibimin habibi, dünya âleminde yapacak işlerin var. Seni bekleyenler var. Daimâ seninle beraberim, korkma… Yaz, konuş. Şu anda verdiğimi kimseye vermedim, koruyucun benim. Benim elim senin elindir. Senin sözün benim sözümdür. Müsade ediyorum. Beşerî faaliyetine başla. Sana ne istersen vereyim. Âlemler senin olsun. Emrine âmade olsun. Sen de benimsin) buyurduğu zaman ben de (Ey benim yerleri, gökleri yaratan ALLAH’ım, benzerin yoktur. Yarattığın âlemleri içinden ve dışından ihâtâ etmişsin. Ben dünya âleminin müştâkı değilim. Birkaç zaman senin saltanatını temâşâ etmek istiyorum. Âciz, hakir, fakir bir kulunum, beni kulluktan ayırma) dedim, yaşlarımı sildim. Secdelere kapandım. Sokağa çıktım. Bazı evler zifir gibi karanlık. İçerisinde, yorgun dünya sarhoşu gafiller horul horul horluyorlar.
Yarınki başlarına gelecek hallerden bî haber uykudalar, bir kısım evlerin lâmbaları yanmış. Onlar da yâ işlerine erken gideceklerin evleri veya yatakta inleyen bir hastanın odası veyahut da derdi aşk ile ALLAH, ALLAH diye feryâd eden bir âşıkın lâmbası yanıyor.
Gönül evlerinin lâmbası da böyle sönük oldu mu onları gaflet içinde bilin. Yaşayan ölü farz edin.
Gönül evinin lâmbası yananlar, sözlerinden belli olur, nûrlu yüzlerinden belli olur. Adetâ gözlerinden Rabbimizin aşkı, sevgisi, güneşi nûrlar saçar. Aziz kardeşlerim bu âlemi boş sanmayın, neler var neler… Size yalan, bana gerçek olan bu hakikat âleminden hayal âlemine geçelim.
Rab, terbiye eden demektir. Nasıl ki Hazreti İbrahim (Efendimizin ceddi âlileri) annesine soruyor:
-Anne benim Rabbim kim?
-Ben’im, oğlum.
-Senin Rabbin kim?
-Baban.
-Babamın Rabbi kim?
-Hâkân.
-Onun Rabbi?
-Onun Rabbi yok, hem bunlar nasıl sualler İbrahim?
-Hayır anne olamaz, Rabsız kimse olamaz. Rab dediğin böyle doğarak büyüyen, sonra da ölen kimseler olamaz. Deyip sözü kesiyor ve annesini hayretler içinde bırakıyor.
Hava kararıp gece olunca yıldızlara bakıyor. Hah diyor, ben bunları her gece gökte görüyorum zaten, işte (Rab) budur diyor. Birkaç gece sonra ay doğuyor. Bunu yıldızlardan büyük görünce (Hah budur) diyor ve yatıyor uykuya.
Sabah olunca güneşi görüyor, akşamki hal aklına geliyor. (Hah işte Rab budur) diyor. O çıkınca ay ve yıldızlar görünmez oluyor, diye sevinmesi guruba kadar devam ediyor. Güneş de gâib olunca (Bu da Rab degilmiş bir gözüken, bir gâib olan varlık Rab olamaz) diyor.
(Alâ merâtibihim) her büyük ve yaşlı, kendinden küçüklerinin Rabbıdır. Bu hali çocuklarda bile müşâhede etmek kabildir. Bir yâş bile büyük olan kardeş küçüğe emir eder. Öyle yap, böyle yapma; şöyle yürüme, buradan yürü… diye. Cenâb-ı ALLAH’a (Rabbülerbâb) derler, Rabların Rabbı demektir. Bir ressam resmini nasıl özene bezene yapar. Hatasız olmasına dikkat eder. Emek sarf ettiği için tablosunu çok severse… Bir heykeltraş, bir mimar, bir hoca… dahi öyledir. Yâni bunlar işe başlamadan evvel tasarlamışlar, sonra eserlerini vücûda getirmişler, sevmişler, beğenmişlerdir. Noksan bir eseri, sahibi bile benimsemeğe utanır.
İşte bu kâinat nakşını yaratan ve yaratma sıfatına sahip olan tek varlık ALLAH’tır. İsmini kendisi koymuştur.
Şu halde aşk, evvelâ onun tarafından geliyor. Âşık kullar da bu sevgiyi anlayıp takdir ediyorlar. Hakka âşık oluyorlar. Bu sûretle Hakkın aşkı insanın gönlünde mekân buluyor ve oradan adetâ fışkırıyor. Ağızdan, gözden, kalemden dışarı taşıp dökülüyor, her satıcı vücûd küfesinde, küpünde ne varsa onu satar. Biz de size aşk satıyoruz, satmak değil, onun değeri yoktur, bahâ biçilmez aşk dağıtıyoruz.
Bazı hocalar size cehennemi târif ederek o hayatı hem yaşarlar, hem de sizi yaşatırlar, yâni cehenneme sokarlar. Bazı hocalar medh ede ede cennet hayatı yaşarlar ve yaşatırlar. Hûri, Gılman, akan ırmaklar, buz gibi şerbetler… Onun da ehli var, bunların da ehli var.
Arabistan çöllerinde yanmış bir bedeviye güzel ahlâk sahibi olabilmesi için cennetin ırmaklarını bağışlamak kâfidir. Nefse uyup fuhuş yoluna sapılmaması için erkeklere Hûri, kadınlara Gılman bağışlamak bir vaaddir.
Âşık bir kimseye cennetin üzerine neyi tercih edersin? demişler, o da; Cennet demiş yemek, içmek, sevişmek yeridir. Rahat bir hayat sahasıdır. Onu ne yapayım demiş. Bana iki rekât namaz kılarak Hakkın huzurunda bulunmak, bu sûretle mî’râc yaparak vücûd kesâfetinden kurtulmak daha evlâdır demiş. Bu âlemde herkes bir arzunun esiri olmuş. Herkes çeşit çeşit putlara tâbi olmuş gidiyor.
İşte biz de Hazreti İbrahim gibi gönül evinizdeki putları kırmak istiyoruz. Bana kızmayınız. Hakktan başka her ne ki var, puttur. Mâsivadır. Rağbet edilmeğe layık değildirler.
Bir gönülde iki sevda olamaz dedikleri de doğrudur. Bir tarafta dünyanın zevkleri, eğlenceleri, diğer tarafta onları yaradan vardır. O yaradan aynı zamanda sizi de yaratmış ve yine O’na döneceksiniz. Hangisini sevmeği tercih edersiniz? Bunun cevâbını verebilmek için fazla akıllı olmağa, tahsilli olmağa, yaşlı ve tecrübeli olmağa hacet yoktur.
Gelelim gönlün içine giden tek yolun son kapısına, son kalesine. Burası Hakkın Cemâline mâni olan bütün sûretlerin, şekillerin, renklerin mahv ve müzmahil olduğu bir âlemdir.
Ey yürekleri Cenâb-ı ALLAH‘ın aşkının derdiyle yanan kardeşlerim! Bundan evvelki kitaplarımızda da olduğu gibi söylediklerimiz hep aşka dâir. Biz de aşk ile bozanlardan, bütün varlığını O’na hasredenlerdeniz, fakat muhtelif mertebelerden konuştuğumuz için yadırgamayınız.
Bahsettiğimiz hep aşk ve gönlün işleri, eserleri, muhtelif görünen vasıflarıdır. Zatından bahis câiz değildir. Bundan beşeriyet tamamiyle âcizdir. Aşkın deryâsına dalıp orada gâib olanlardan ses çıkmaz ki. Size, bana söylesinler. O âlemde kelimeler, harfler değil, kâinat ve bütün ilimler bir noktanın içine gizlenmiş ve gâib olmuşlardır.
Yazarken öyle anlar geçiriyorum ki, aşk kâh terevvuh ediyor, kâh tecessüm ediyor. Lisâna gelip gülünç bir çehre ile dudak ısırarak (Ben o muyum? Neler söylüyorsun? Senin sözlerini duyanlar hiç olmak teşebbüsünde bulunmazlar, gayretten ve çalışmaktan kesilirler, bazan “Biz böyle olamayız” diye ümitsizliğe bile düşerler) deyiveriyor, ben de utanıyorum.
Filvaki vücûd, ilim, idrâk katrelerinizde tûfanlar hâsıl etmek istiyorum ki, Hakkdan ve sevgiden başka bir şey bırakmasın, ne varsa boğsun, yok etsin. Gönüllerimiz, şimşeklerden ve fırtınalardan sonra çıkan yaz ve bahar güneşi gibi tertemiz olsun. Gönlümüzü aşk güneşi istilâ etsin. Karanlık bir yer kalmasın istiyorum.
Ey sevgilim niçin kendini gizliyorsun? Kulların gönül demişler, aşk demişler, ruh demişler, nefis demişler, tabiat demişler, akıl demişler, çoğaltmışlar da çoğaltmışlar. Niçin asıl ismini ve hüviyetini söylememişler?
Korkma, onların söylemediği şeyi ben söyleyecek değilim. Haddim değil bu kadar sözden sonra bir de sükût âlemi, heceleme âlemi, geviş getirme âlemi vardır ki, benim buraya kadar getirdiklerimin hangisine istersen duvağını aç mir’atı Cemâlini göster.
Ey sevgilim sen bu âlemlerin dışındasın, mislin ve misâlin yoktur. Aynı zamanda en içerimizde, en görünmez yerlerde de sen yoksun denemez. Benim âciz vücûdüm sana fener olmuş, sen onun nûrusun desem, içimde parlayan nûrsun desem, diğer vücûdlarda da senden başka bir varlık yok ki gözüksünler. Yâ kabahat yapanlarda da gizli olana nasıl isim takalım…
İşte bunun için âleme, halife olarak gönderdiğin şu münferid insanlara senin nûrunun gönüllerden şa’şaa pâş olabilmesi için kesâfet âleminin gönül aynasının bir tarafından silinmesini tavsiye ediyorum. Kesâfet, vücûd camının bir tarafında bulunması kâfidir diyorum. Tek taraflı olursa makbuldür.
Diğer tarafın çok temiz olmasından başka bakan gözde de görme kabiliyetinin bulunmasını şart koşuyorum.
Kör, âleme bakmış, güneşe bakmış, aynaya bakmış neye yarar? Gözü açık da karga gibi leşten başka bir şey göremiyor. Aynadan, nûrdan anlamıyor, neye yarar?
Ömrü sâadetle geçirmek için; âşıkın mâşûka lâyık bir güzellikte olması lâzım. Mâşûk hükmederken âşıkın boyun eğmesi lâzımdır. Âşık, müsaadesiz mâşûk rolüne çıkınca küstahlık etmiş olur.
Sana giden yolu bu kadarcık nurlandırmak istedim. Aşkı hastalık telâkki edenlerle, aşkı tevil edenlerle işim yok. Hevayü hevese aşk diyenlere de sözüm yok. Kuş kadar akliyle itiraz edenlere de cevabım yok. Hazreti Mevlânâ’nın buyurduğu gibi yanmakta olduğum bu mevkiden inip de ölü yıkamaya çıkmış bir adam değilim. Hayvanları tımar eden seyis de değilim. Gönülden konuşmak şüphesiz lisan ile konuşmaktan çok iyidir. Yalnız alıcı istasyonların bozuk olmaması şart.
Aklın lisânı aşkın beyânında bî tâkattir. Mücerred sözde kalan bî halettir diyorlar. Aynı aşk âlemini yaşamak lâzım demek istiyorlar. Bu âleme dahil olmak için birçok şartlar lâzım. 8-10 yaşında çocuğunuz size atom hakkında, top, tüfek, uçak hakkında sual sorarsa vereceğiniz cevapların hiç birisini anlamıyacak ve sizi birçok suallerle rahatsız edecektir. Esaslı anlayabilmesi için hiç olmazsa yedi, sekiz senelik bir tahsil ile tekemmül devresine ihtiyaç vardır.
Her insanın ve her mahlûkun gıdası başkadır. Alışık olmadığı gıdadan başkasını yiyemez, zevk alamaz, enerji temin edemez.
Bülbül saman yemez, doğan kuşu leş yemez, kedi bal yemez, beygir yumurta yemez. Kurt ekmek yemez. Domuz balık yemez, her insanın da aşk sözlerine tahammülü yoktur. Gölge, güneşten mahrumdur.
Dünyaya dalanlar aşktan mahcubdurlar. Güzel yüzünüzle, kibar ve zârif hareketlerinizle, tatlı sözlerle karşınızdakinin gönlüne girmiş ve kendinizi sevdirmiş olursunuz. Bu muhabbet biraz devamlı olursa, mecâzi aşka kadar gidebilir. Eğer bu aşk dürüst olursa hakiki aşka tebeddül edebilir. Gönlünü fethettiğiniz kimsenin bütün âzalarına ve servetine sâhip olabilirsiniz. Fakat kendi gönlünüze sâhib olabilirseniz hareketlerinizde riyâ ve menfaat yoksa ki (bunu yalnız siz bilirsiniz, karşınızdaki evvelâ fark edemez) kendi kendinizi sevmiş olursunuz. Sizi seven ve takdir eden ALLAH’tır. Gönlünüzün derinliklerindeki Hakkın nûru parlamağa başlamıştır. Size iyi hareketinizden dolayı onun razı olması sizin gönlünüze aksetmiştir. Aksi olarak fenalığınızda da O müteessir olmuştur. Hiç kimse görmemiş, bilmemiş olsa dahî.
Buna vicdan azabı derler. Aksine de vicdan rahatlığı, huzuru kalb, kalbi selim derler.
Cenâb-ı ALLAH’ın kullarından beklediği, istediği de ancak kalbi selimdir. Bir kâmil insanın gönlüne girmek, kalbini kazanmak da böyledir. Kâbe’ye girmek, Cennete girmek gibidir.
Kâmil insanlar da nisbeten yaşlı olduklarından, onlardan vücûd hareketiyle hizmet beklenemez. Onlar mâşûk olmuşlardır. Onlar ancak himmet ederler. Onları Hakk sevmiş ve övmüştür. İyi insanlar onları severler ve sayarlar, fena kimseler sevmezler, sevemezler. Çünkü kâmil ve olgun insanın gönlü bir ayna gibidir. Tabiî oraya bakan, kendini görür. Fena olanlar iyilerle bağdaşamaz, anlaşamazlar.
Bilirsiniz ki, güller birbirine aşılanabilir, erikler de böyle, diğer meyveler de. Fındığa armut aşılanamaz çünkü bağdaşamazlar ve aşı tutmaz, koyunla kedi çiftleşemez.
İyiler de kötülerle birleşemezler, iyiler kötüleri idare ederler, rengine boyarlar, istemiye istemiye evet derler.
Fakat ârif insanlar karşısındakinin gözünden girip gönlünü okurlar. Bazı sözlerle ve tedricen onu uyanıklığa dâvet ederler. Gaflette inad ve ısrarlarını görürlerse, kendilerini gizlerler. O zaman büyükler ben ölü yıkayıcı değilim, katır tımarcısı değilim derler. İyi ve usta bir terzi âdi kumaşlara el sürmez, iyi ve usta bir aşçı kokmuş et ve çürük sebze kullanmaz, iyi bir manav ham ve çürük meyve satmaz. İyi bir ressam da iyi bir fırça, iyi bir boya, güzel bir kağıt arar. Sanatını döktürmek için.
Cenâb-ı ALLAH da tek, Azimüşşân bir Hâlık’tir. Gönlü temiz, ahlâkı temiz, ârif, kâmil, olgun bir insana tecelli eder. Sırlarını ona söyler, mükâlemesi onunladır. Bir baba beş aylık çocukla ne konuşabilir? Bir hoca dört beş yaşındaki çocuğa ne öğretebilir?
Kendisine uygun arkadaş bulamıyan kimseler ârif olsun, câhil olsun, kadın olsun, erkek olsun gurbettedirler, mesut değillerdir. Bedbaht olmuşlardır. Evlilik hayatı da böyledir.
Zâlim bir insanın terbiyesinde bulunan hayvanlar da böyledir. Üzüm üzüme baka baka kararır derler, çok doğrudur. Fenalarla devamlı arkadaşlık eden de fena olmağa mahkûmdur.
İyiler ateş gibidir. Kömür ve odun ne kadar sert olursa olsun, ateşle arkadaşlık ederlerse yanmak ve yakmak keyfiyetini benimserler. Câmilerde namaz kılmak da böyledir. Birbirlerini câmiye teşvik ederler. Namaz kılmayanlar ya onlara özenir, ya onlardan utanır, nihayet câmiler dolar.
Bütün gönüller Hakkın huzurunda ve tek imamın arkasındadırlar. İmamlar da Kâbeye müteveccih olduklarından her namaz vakti Kâbei şerifin en yakınından tutun, en uzaklarına kadar Müslümanlar el pençe Hakkın huhuzurunda, divândadırlar.
(Cem’i Cem’ül cem’ile feth oldu ebvabı hüda) sözü Hazreti Mısri’nindir. Yâni evvelâ yediğimiz bir çok yemekler vücûdumuzda toplanır, bu bir cemiyettir. Topluluktan sonra bir aile reisi etrafında evde toplanılır, sonra bir memleket dahilinde toplanılır ve düşmana karşı harekete geçilir.
Câmilerde bir imam, tekkelerde bir mürşid etrafında toplanı-lır. Onlar da vücûdlariyle gönülleriyle Kâbeye müteveccihtirler.
O âlemde tek imam, âhır zaman peygamberi, Fahr-i Âlem efendimizdir. (Kendisine, arkadaşlarına, aile efradına, O’na tâbi olan ümmetine saadetler ve selâmetler dileriz.) Cenâb-ı ALLAH’a giden başka diğer bir yol yoktur.
Akılla bu kadar bilinir. Bilinmeyen ve söylenemeyen daha ne sırlar vardır. Garb filozoflarının düşüncesi hayal mertebesinden ileri gidemez. Boş bir gayrettir. Sonu cehalete ve hayrete gider. Bazısı gittiği yerden geri de dönemez.
Bu âleme insan olarak geldik, insan olarak ölelim.
Bu âleme islâm olarak geldik, islâm olarak ölelim.
Bu âleme efendi olarak geldik, efendi olarak ölelim, köle olmayalım. Bu âleme gelirken gerçi ağladık ve etrafımızdakiler de çocuğumuz oldu diye seviniyorlardı, gülüyorlardı. Giderken de onlar ağlasın, biz gülelim. Şebi arûsda ne gelin ağlar, ne de damat.
Toprağa dikilen bitkilere dikkat ettiniz mi? Bütün bir kış mevsimi daneler toprak altında düşünürler. Ağaçlar yapraklarını döker mütevazi bir sabır devresi geçirirler. Bahar gelince hepsi harekete geçer, kımıldamağa ve yükselmeye başlarlar. Bu da aşkın onlara mahsus bir tecellisidir.
Danelikten çıkıyor, sinesini paralıyor. Lisanı hal ile (Yâ Rabbi beni öyle bir insana kısmet et ki, ibâdetinde, zikrinde, tesbihinde ona kuvvet olayım da sana kadar olan mî’râcım tamam olsun) diyor.
Zavallı insan, vücûdündeki mî’râcdan ve tekamül kanunlarından bî haber, koruktan helva, dut yaprağından atlas, topraktan insan, kırmızı kandan süt, daha neler neler imâl eden kudret ve hikmet sâhibi bir yaradanın kuluyuz. O sevilmez de kim sevilir? O’na ibadet edilmez de kime tapılır? Ondan korkulmaz da kimden korkulur?
Çiçekler bile durup durup Nûru Muhammedi’den hisselerine düşen tekamül nûrunu alarak sinelerini açıyorlar. Kokularını neşrederek şükür ve tesbihde bulunuyorlar. Kokan o ufacık zerrecikler aşk nağmeleridir, onların son sözleridir.
Kemâle eren her meyva kurtlanmaktadır. Bu da onun aşkıdır. Son tekâmül merhalesidir. İnsanlann da gönlünde aşk cevheri nasıl olur da kımıldamaz? Hareket etmez, mahbus kalmayı tercih eder, bir türlü anlayamıyorum.
--------------
Şimdi size Taceddin zâde Şükrü Nâhid isminde bir zâtın, akıl yolu ile eriştiği yükseklik derecesini gösteren yazısını takdim ediyorum.
Ruh eğer bir ârif olduysa bunu bildi ve sustu, değilse yanıldı. Yahut itirafı acz ederek ALLAH men etti diye korkup çekildi. Fennin o kahhar sihri bile mebhut ve mütehayyir kaldı. Ancak herkes kanaati zatiyenin sedayi ilhamını okudu. Halbuki bu bâkir mânâ tamamiyle ilâhi ve mânevi idi. İnkâr edemem. Bu esrarı bilen bir zümrei irfân vardı. Onlar bir elinde meş’alesi irfân; bir elinde âsâyı kemâlât vehbî ilimlerini; âlemi ruha, âlemi emre kadar yükselterek hayli esrâra agâh idiler. Fakat bunlar, hep sükûtu hatta sâliklerine bile muhafazai ketûmiyet ederler. Bu zümreye mensub ne dervişler tanırım ki, ruhtan bir şey söyleyecekleri zaman kulaktan kulağa fısıldaşırlar. Bunu en mahrem bir sırrı ilâhi talakki ederler. Ruh nedir? diye bir soran olsa, derhal renkleri tagayyür eder, boyunları bükülür, yutkuna yutkuna cevap verirler. (Onu ALLAH bilir.
ALLAH’ın emrinde olan şeyi bize sorma.) Fakat kabil olsa da onların kanaati ilmiyelerine nüfuz edilse o zaman onların için için gülerek, ah! şer’i şerife ifrat hörmetimiz olmasaydı, size ondan haber verirdik dedikleri vücûdlarını birer boş kılıfa, ruhlarını da o kılıf içinde neşri envar eden birer ziyâ farz ederek mevcudiyetlerini kağıttan birer fenere benzetmiş olduklarını görürdük. Acaba mânâyı rûh vücûdumuzda bir şemai hidayet midir? Yoksa bizden nebeân eden bir hava mı, bir gaz mı, bir madde mi, bir esiri kuvvet mi?
Mahsusat, şuûnat gibi iki büyük âlemin içtimâi ve müşterek yardımı ile husule gelen bir âleme âlemi imkân diye ad vermişler, bu iki âlemden her biri müctemian veya münferiden şey’i mevhûmun imkânı tecellisini idare ve idâme ederler. İşte bu iki âmili mühimden şuûnat âlemine âlemi hayat, mahsusât âlemine de alemi ruh diyoruz. Ruh ve hayat bunlar tev'em2 ama ayni zamanda başka başka şeylerdir. Ruh, şey’i tecellinin mevcudiyeti asliyesi; hayat ise anın aksi envarıdır. Ruh bâki, hayat âfildir. Ruh lâyeteğayyerdir. Hayatta inkilâbât vardır; teceddüd, tekemmül vardır. Hayat, rûhı azamın kanun-ı iradesiyle mestur bir kitaptır. Ruh ise yazdığı o kitabı bizzat hayat göziyle okuyan sehhar bir san’atkârdır. Ruh, ilâhi bir irâdedir, ulvidir, musaffadır. Hayat ise varlığını onun mevcudiyetine medyun bir hiç-i hayal; aynı varlığın efserde3 bir gölgesi, nakıs, pür riyâ bir gâzei kesâfeti; zelil, hakir bir emektarıdır. Ruh, âlemi lâ yezalinin bütün mehasinimi, bütün bedâyiini, bütün kudret ve kuvvetini câmi bir nefhai mukaddesdir. Hayat ise onun fıtratındaki kenzi tecellinin4 bir aksi, bir şekilesi, onun varlığı huzurunda bir aynada görünen sanki bir aksi, bir tasviridir. Ruhun iradei hassasiyetiyle müsahhar olan âfil hayat, pür füsûn bir incilâyı şa’şââdârî içinde, zatında bir vücûdı imkân görür, bir şuûra, bir kuvvei irâdiyeye malikiyetini iddia eder. Ruhun varlığiyle, ruhun hassasiyetiyle yine de ruha bigâne kalmak ister, heyhat!... Hayat mefkûresinden sünûh eden bu kanaati ruhiyyenin, bu itimadı nefsin yine ruhun varlığiyle husule geldiğini hayata kim temin ederdi?
Sahibi nefehat yâni Kâdiri Mutlak hazretleri, mevcudiyetini izhar etmek, hüsnünü, kemâlini bizzat aşkı tecellâsında müşahede etmek için âlemi emri tahrik ederek nefhai zâtiyesini âlemi fezâya serptiği zaman bu nefehat, desti kazâ ile daha uzak ve münsi iklimlere dağılır. Artık bir derikei cehl içinde hüsün toplamak; kemâl dilemek için ayrı ayrı âlemlerde münferid seyranlara hazırlanan ve ruhı azamın zâtî mevcûdiyetini câmi bulunan bu nefehât, yaradılış icabı her uğradığı yerde bir ünsiyet bularak ve her tesadüf ettiğiyle beraber olarak seyrini ikmâl ve itmama çalışır. Pek kâdir bir kuvvei câzibeye malik bulunduklarından, uğradıkları âlemlerin kemâl ve mehasinini eme eme tekessüf ederek birer kuvve halini almaya başlarlar. İklim iklim dolaşarak nihayet bir gün yollarının manzumei şemsiyeye ugradığı olur. Orada birer birer seyyârâtı ziyâret ederek maddeye inkilâb eder ve imkâna gelir. Artık o envârı tecellâ huzurunda aksi mevcudiyetlerinin şahidi olarak hayat denilen demi ezvaka girmiş olurlar, şimdi bu vücûd bir hayatın varlığı, var olan bir ruhun gizlenişi demektir. Bu varlıkta yokluk, yoklukta varlık kazıyesinin aksi tezadı imkânda yeni bir kuvvet tevlidini bâis olur ki, bu kuvvet, hayatı mevcudiyetine bir şebekei havas hissi terdif eder.
İşte bu sûretle gözlerine tutiyayı gaflet çekilen hayat, esasatı tecellinin emektar bir mukallidi olarak kalır. Burada hayat ile ruhi yekdiğerinden tefrik edebilmek için, misâl olsun diye bir çiçeği tetkik edeceğiz.
Çiçek şüphesiz bir unsurı nebâtidir. Onun tarâveti, bûy’i letâfeti, rengi, mehasını, demi hayatı oluyor. Fakat onun şekli hazırının aldığı o ânı mehasının mihrakı tecellisine ruh diyeceğiz, yâni hayat bir şekil, ruh ise o şeklin esâsâtı maneviyesi oluyor. Manzumei şemsi bir vücûda benzetirsek, onun heyeti âzasını teşkil eden seyyarelerden arzı da o vücûdün batnı mesabesinde tanıyacağız. Belki onun doğrudan doğruya bir rahmi mâdere benzediğini bile iddia edeceğiz. Filhakika dünyâ ve dünyeviler süt emen bir çocuk gibi hep emmek, emdikçe büyümek isterler. Hep böyle bir hissi nef’i ile bir emel takip ederek yaşamaz mıyız? Sanki serâpâ bir iştihayız. Mevcudiyetimizi teşkil eden bütün âzamızda usanmak, bıkmak bilmeyen bir ihtiyaç ıztırabı gizlenmiştir. Emmek, her şeyin bidâyetini emmektir. Arz bile eme eme câzib ve pür iştiha, çılgın ve ateşli ihtiyaçla bizi başka âlemlerden çeke çeke havzai iklimine sokar. Sonra emzire emzire büyütür. İşte bütün bu olanlar bir kanuni ihtiyaçtan başka bir şey değildir. Her şeyin ihtiyacı, dairei nisbetini tecavüz edemez. Bir vücûd tekemmül ettikçe ihtiyacı artar. Vücûdün tekemmülü, kemâlin tezayüdünü intaç eder. Kemâl ziyâdeleştikçe hayata bigânelik, ric’ate hazırlık başgösterir.
Zavallı beşer! Dem-i hayatın muvazzah bir memuru idi. Bir çiftçinin tarlasına saçtığı bir avuç tohum gibi, arsai imkâna dağılan nefhatını bizzat toplamaya mahkûmdu. Çünkü âlem, âlemi imkân; vücûd, vücûdı ekmel; vakit ise mevsimi hasaddı. Şimdi bir taraftan envâı levni tecelliye boyanan o nefehat, mütenevvi hulki mehasin ve kemâlât içinde onu arar. Bu temâşâgâhda mütenevvi şekil hey’etinde ve elvâhı muhtelifei tabiiyye içinde onu çağırır. Ona ulaşmak için isticâl eder. Öteden vücûd dahi onların cezbei iştiyâkiyle bir meczub gibi döner dolaşır. Demi hayatta rahat yüzü görmez. Zavallı beşer çalışır çabalar, arzularının husul bulduğunu zanneder. Döner, bakar ki yine bir noksaniyet, yine bir boşluk, yine bir ihtiyaç, tekrar çalışır, koşar. Hayf ne bilir ki o noksâniyet ve boşluk kemâlindedir; o ihtiyaç ruhundadır.
Evet; onun bütün uzviyâtı birer hak talep ederler her âzâ muhtaç olduğu gıdayı dâva eder. Her birisi birer nefhai zevk, birer hissei ihtiyaç içinde sabırsızlanır. Mütemadiyen onu iz’aç ederler; onların arzusu varlıklarını birer sûretle toplamaktan ibarettir. Nazarlar görmek, kulak işitmek, mide nevale, gönül ise huzur ister. Bittabi her ihtiyâç bir noksaniyetin kemâline hizmet eder. Bittabi ihtiyâcâtı beşer kemâle, hüsne olan meclûbiyetiyle bütün bunların en kâmilini, en ahsenini ister; ruhunun âşinâ olduğunu tefrik ve intihab eder ve bu gıda ile ruhunu besler.
Kemâlât en güzel bir huydur, çünkü her şeyin mükemmeli, o şeyin en güzeli demektir. Lâtif bir renk, güzel bir koku bir çiçeğin huyu olduğu gibi insanın huyu da, sözü, haşr oldugu irâde ihtiyaciyle belli olur. Eğer noksan ise henüz kemâlâtın kokusunu alamadığından noksanlıklar içinde dolaşır, rûhi bir maraz içinde inler; eğer bu maraz müzminleşirse yavaş yavaş derikei süfliyete doğru sukuta başlar ve insaniyetten uzaklaşır. Bir vücûdün kemâlâtı, gayesinin ulviyyeti, ahlakının yüksekliği ile anlaşılır. Her kemâl, mertebe-i insaniyete ikmâl ve itmam olur. Bütün eşya hazreti insana âşıktır; bâzan en noksan bir vücûd, muhtacı tasfiye bir mevcudiyetin cezbesine kapılır.
Gayesinden uzaklaşmağa ve muvakkat bir zaman için noksaniyet içinde pûyân olmağa mahkûm olur. Yalnız şurası inkâr edilemez ki vücûdün ihtiyacı her şeyde bir mükemmeliyet arar, her arzu ettiği şeyi o şeyin en güzel olmasını ister ve bu sûretle imkânı vücûdündeki boşluğu aradığı ahsen kemâlât ile telâfiye uğraşır. İrâdemizin bigâne kaldığı her şey, bizim için muzirdir, gerçi âlemde muzir, çirkin bir şey yoktur. Her şey güzel ve mükemmeldir, ancak bizim noksan gördüğümüz bütün hâlât, yine bizim noksaniyetimizi ifham eder. Huyumuzdaki zaif, onları bize nakıs olarak kabul ettirir. Bu vebal, noksaniyet ancak bize aittir; eğer beğenilmeğe lâyık olduksa her şeyi beğenir, âlemi bir gülşeni pür bedi’i, bir cenanı ebediyet olarak kabul ederiz. Bunu idrâk edecek bir mertebede değilsek azab içindeyiz. Sahnei hayat bizim renk ahlâkımız demek olduğundan, haiz olduğumuz evsaf, kemal mertebesinde bizim iç yüzümüzü nazarlarımıza sermiş olur. Biz de ancak kemâlât zâtiyemizin şahidi oluruz.
Rızk, mütemadiyen o câmiai ekseriyete dahil olarak kesif bir kitlei zerrât şeklinde vücûdün itmamını, ikmâlini ihzar eder. Sonra hayâtı mevcûdiyetinde birer tasfiye görerek birer nûrı bînişan halinde tecellii ervaha karışırlar, onlardan inhilâl eden bu boşluğu bir zümrei diğer doldurmağa uğraşır bu sûretle hayat, yegâne bir tabii kanûnûn ahkâmını icrâ eyler. Nasıl ki bir nefha vücûda ulaşmağı arzu ederse vücûd da ayni ihtiyaç içinde kıvranır. Benliğinin bakiyei mevcudiyesini bir an evvel toplayarak tekemmül etmek ister. Nihayet o külfetin de hitam bulduğu arsai imkâna ekilen o mahsula da bir nihâyete erdiği gün gelir. Her âzada bir edâyi istiğna mahsus olduğu bir an gına gelir. Mevcûdiyetleri, zarûreti ihtiyaçtan, cidâli dünyeviyeden kurtaran bu sabâhı ferda; artık o vücûda bütün kemâlinin, bütün ihtiyâcâtının ve iştiyâkının istihdaf ettiği büyük gayeyi tebşir ederek âlemi hayatla vedalaşmasını tenbih eder. Artık o kâmil vücûd müsterihane enzarı sûrûrunu ezeliyete doğru çevirir, sevine sevine yurduna döner. Bâğı hüsnün bedâyiini müşahede ettikden, âyinei zâtiyesinde zâtı hüsnünü seyir ettikden, nefsini idrâk ettikden sonra zaten hayat ile ne alâkası kalmıştır. Gayesi bu idi. Bunca külfet, mihan ve meşak bunun içindi. Bütün âlâm ve ıztırarı hayâtiye bu gâyenin hîyzi husûlü için susmuş; kendisine bunun için gına gelmişti. Nefehat bir câmiai ekseriyet şeklinde tecelli etmeğe başladığı zaman hayata olan kurbiyeti nisbetinde bir aksi tecelliye mazhar olur.
Yâni nefehat bir araya ictima etmek sûretile bir mevcûdiyeti külliye halini almağa başladığı zaman aksine şahid olur. İşte o vakit âkis ile mâkûs beyninde bir mücâdele başlar ki ona mücadelei hayatiye derler. Burada âkis ve mâkûsun fıtri câzibeleri karşılaşır. Zâtı vücûd âyinei aksine uğrayan her şe’eni tecellâdan, her nefhai mehasinden bir türlü zevki kemâl, bir türlü nûrı irfân, bir türlü sefai garâm alırken ötede ayinei aks diye tasvir etmek istediğimiz hayat âleminde noksaniyetin terbiyei kemaline olan iştiyakı dolayısiyle onun gölgei kesafetini tekrar çeker alır, bu sûretle yekdiğerine mâkûsen mütenasip bu iki câzibe müfit bir mücâdele musâreasile birbirine muin ve zahîr kesilirler. Fakat burada zâtı vücûd dediğimiz esâsât, tahayyülden ibaret olduğundan o bir nûrı bînişandır. Bunun için imkânda ancak şekilei mevcudiyet dediğimiz mevcudiyeti hayatiye görünüyor ki her iki kuvayi hâmil ve her iki kuvanın faaliyeti onda meşhud oluyor. Mâkûsen inzimam eden bu ikinci kuvve onda dafia vazifesini görür.
Bu iki zıd ceryân imkânı mevcûdiyetin muvazenesini temine çalışır burada vücûd câzibesiyle bir müstahsil, dafiasiyle bir müstehlik olur. Daimâ bunlar bir düstur üzerine hareket ederek istihsâlât ve istihlâki aynı muvâzene ile idare olunur. Onlar bu çığırı kaybettiği gün, vücûdü bir fevkalâdelik, bir arıza istilâ eder. İstihlâk fazlalaşır da hasılat tenakus ederse, azayı vücûdda derhal bir ihtilâl kopar. Emrâzı cünûn, emrazı sâire baş gösterir. Bunun aksi takdiri bir harikai inkılâb hazırlar ve derhal nûrı irfan zûhur eder ki buna ilmi mevhibe derler. Bu da gıdanın kesretiyle olmayıp vürud eden mahsulde az fakat zengin ve kâmil bulunması şartiyle olur. Çünkü vücûdü yoran gayri safi ve kesreti tegaddidir. Nûrı irfan ile müşerref olan bu vücûd, artık nefsini idrâk eder. Esrarı hayatın bütün muzlim ve gayri mekşûf gibi esrarengiz görünen akidelerini çözer ve perdei hayalini yırtarak irâde-i külliyeye nüfuz eder ve o kâdir irâde ile hayatı imkânda hukuku tasarrufa malik olur. Mûcizeler, kerametler bu mertebeden sonra başlar. Bidâyet zamanlarda bir vücûd kadar terü taze bulunan nefehât, tabiatiyle az mahsul ve az kesâfetle gelirler. Bu esnada vücûdün letafet ve revnakını muhafaza etmekle diğer taraftan kemalât bir acziyet içinde hırpalanır. Vakta ki istihsâlât zenginleşmeye başlar, kesafet de o nisbette artar, vücûdünde yavaş yavaş letafet ve taraveti çenberleşmeğe, kıymeti kemâlinde dahi bir eseri selâh müşahede edilmeye başlar. Vücûd tekessüf ettikçe kemâl artar, daha sonraları hamulei kesâfetle bitâb; vurud eden nefehat peydayı muavenet ettiği vücûdü dahi aynı hamulei kesâfetle ezer, yıpratır. Bu zaman gerçe nefehatın en ekmel en zengin bir ânıdır. Ne çare ki her vücûdün buna kabiliyeti olamadığından, bundan istifade etmesini ihmal ederek onu israf eder. Bu israfat aynı istihlâk demek olduğundan, vücûdün bu devresi ekser defa malûliyetle hitama erer. Taceddin zâde Şükrü Nahid
--------------
Hiç şüphesiz bu zât, ârif ve kâmil bir insanın arkadaşlığına mazhar olsaydı, daha ziyâde olgunlaşır, ulaşmak istediği hedefe vasıl olabilirdi. Eğer misk yağiyle arkadaşlık etseydi, o şişeye kapak olsaydı, ölünceye kadar o kokuyu benimserdi. Kendi kokusu gibi kokardı. Eğer kuvvetli bir kıvılcıma hedef olan kuru bir ot veya odun olsaydı, ayaklar altında ezilmez, cayır cayır yanar ve yakardı.
Günahsızım, kabahatsizim, ömrümce doğru yoldan ayrılmadım diyenlerde emin olun iş yoktur. Onlarda kaf dağı denilen bir benlik vardır ki o kolay kolay ortadan kaldırılamaz.
Bu benliğe bir de ilmî varlıklar koyun. O kimselerin kalplerine, gönüllerine girilemez. O kuyularda petrol bulunmaz. O dünyâ mamuresinde hazine bulunmaz. Virânelerde hazine arayanların muvaffakiyet ihtimalleri daha çoktur. Sadakai fitire fakirlere verilir, zekât fakirlere verilir. Zenginim diyenlere verilmez. Hastayım diyenlere hekim gelir, tedavi eder. Sıhhatte olanlar tedaviye ihtiyaç göstermezler.
Dertliyim, âşıkım diyenlere hâkimin eli yetişir. Tedavi eder. Cahilim diyenlere ilim öğretilir. Çantasındaki birkaç taş parçasına güvenenlere kafasındaki birkaç senelik ve beş on kitaplık ilme güvenenlere kıymet verilmez. Ârifler indinde bu böyledir. Bir defa küpünüzde dünyevi varlığa delâlet eden ne kadar tuzlu su varsa hepsini dökün. Gönül kabınızı yıkayın. İnci ile dolduralım tabiî küpünüzde ne kadar öte beri varsa, boş yer o kadar azalmıştır. Ve o kadar da inci koyabiliriz. Netice, az kârla avdet edersiniz.
Aziz kardeşlerim! Şimdi şu satırları yazmakta olduğum bu vakit ne vakittir biliyor musunuz? Gece yarısından sonra saat 2. Sabah yedide oluyor.
Altıda, yedide yâni işçilerin ve mü’minlerin uyandığı bir saatte uyanan âşıkın ne kıymeti vardır? Mâşûkiyle baş başa hasbihal edebilmesi için, dertleşme, sözleşme ve vuslat için ancak bu saat yakışır âşıklara. Bizler âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin evlâtlarındanız. Ümmetindeniz. Biz de onun bu sıfâtına ayine olduk. Gönlümüzde onun cilveli hareketleri, söz ile emirleri, el ile işâretleri «bu sıfâtımızı açıklayın» buyuruyor.
Yukarıda arz ettiğim gibi benim günahım yok diye aşka bigâne kalanlarda iş yok. Hazreti ALLAH’ın rahmeti günahkârlaradır. Yalvaranlaradır. Ağlayanlaradır. Anın için ümitsizliğe düşmeyin, genç veya ihtiyarsınız, erkek veya kadınsınız, bilerek ve bilmiyerek bizim de bir çok günahlarımız vardır. Âlemleri yaratan zâtı vacibülvücûd hazretlerinin rahmeti, mağfireti, âlemdeki bütün âsilerin, kabahatlilerin günahlarını örtecek derecede geniştir. Bizzat kendisi (Rahmetim gazabımı kaplar) buyuruyor.
Gönlümde aşk dalgaları kabardı. Varlık şehirlerini yıkıp istilâ ediyor. Sinemde aşkın ateşi alev alev yanıyor. Benliğe kadar olan bütün varlıkları yakıp yok ediyor.
Benim varlığımı yakan bu ateş günah bırakır mı? Öyle ya! Ben var isem ilk sâhib olduğum şey benlik, ilim, kibir, gurur, azamet, servet olacak. Değil bana, bütün kullara perde olan bunlardır. ALLAH’da perde yoktur. Kendi, feyzi, rahmeti, gün gibi âşikârdır. Bütün esmâ ve sıfâtı ilâhiyye Hakka yalvarıyorlar. Bize birer vücûd ver de saltanatımızı sürelim diyorlar. Bu isim ve sıfatlara zıd olanlar da dahil.
Meselâ: Kahhar ismi şerifi de kahretmek için bir cesede girmiş, o vücûdda saltanat sürüyor. Etrafı kahrediyor.
Adalet isim ve sıfatı da, Müntakim isim ve sıfatı da hepsi harekettedirler. Bizim vücûdümüzde de Rahiym ismi şerifine bağlı nusret sıfatı hareket halindedir. Güneş gibi döner, gölgede olmayanlar nûrlanır, pişer, olgunlaşır.
Dünyâ ve ahirette hükmünü icrâ eden tek bir sır var. Onu tek nefeste tek kelime ile söylemek istiyorum. Boğazım dar geliyor. Düşüp kendimden geçiyorum. Elbet bir gün o da olacaktır, o sır karşıma geliyor. Sus diyor, beni ele verme, gizle beni, gizleyeyim seni diyor. Bu iş sözle değil anlamak ile, idrâk ile olur. Ben diyor, susanla da beraberim. Fakat yüzüm söyleyenin karşısındadır.
Ama dinleyenin de idrâkini allak bullak, hurdahaş ederim, yakar geçiririm. Tâ ki yeniden, temiz bir taht kurulsun. Bana lâyık olsun. Bektaşilerde güzel bir ata sözü vardır. Almayanın elini keserler, vermeyenin dilini. Fakîr Nusret kulunuz da size aşk ve muhabbet veriyorum, alınız ki eliniz kesilmesin.
Size ben bir perdeyim, benden yâni perde arkasından konuşanı görünüz. Bu kadar ifşaata karşı görmeyenin de gözünü çıkarırlar. ALLAH’u Teâlânın rahmeti tecessüm etti, karşınıza geldi, kıymetini biliniz. Zaman gelecek bu rahmet terevvuh edecektir. O zaman hasret ateşi ciğerlerinizi dağlayacaktır, fakat ne çare.
İseviler, Museviler, aleviler gibi olmayın, çünkü son pişmanlık fayda vermez. Sözlerim umuma şamildir. Arapça değil, rusça değil, ingilizce değil, fransızca değil. Tercüme istemez. Onlar ne yaptık, ne ettik diye sinelerini döverler, faydasızdır.
Dostları ilə paylaş: |