Bir taraftan sular akar, sorar susuz hani?
Bir taraftan susuz sorar ki âb hani?
İşte kardeşlerim ab-ı hayat bizim çeşmede. Sizin susuzluğunuzu gidereceğim.
Bu mânevi ilimler bir birlerine eklenmiş su borularına benzerler. Su boruları gönüllerdir. İlmi ilâhi gönülden gönüle akar, deryâya ulaşır, şu anda benim sağımda hasenat defterini yazan melekler faaliyettedirler. Çünkü sizleri irşâd için uğraşıyorum. Solumdaki günahlarımı yazanlar boş oturuyorlar. Bu yazıları okurken ve mânâlarını hecelerken sizin de öyle. Ezan davet demektir. Câmiye çağırmak, Hakka çağırmak, yâni gönül âlemine çağırmaktır.
Cebrâil Aleyhisselâmın sesidir. Evvelâ sünnet namazına başlıyorsunuz, farz için kamet alınıyorsa o da bir ezandır. Bu defa yine o ses sizi daha içerilere çağırıyor.
Adeta Cenâb-ı Hakkın size müştak olduğunu bildiriyor. Sizin yeter bulduğunuz yerde kalmanızı istemiyor. Mî’râcın gayesi olan vûslata çağırıyor.
Yürü kim meydan senindir bu gece
Sohbet-i Cânân senindir bu gece
Mısraı ne güzel müjdedir ki (gece kalk ve nezr et) ayeti kerimesine tevafuk eden bir teşviktir.
Kırım hanlarından Adil Giray'ın manzum bir eseri vardır:
Yüksel ki yerin bu yer degildir
Dünyaya geliş hüner değildir
Yüksel ki, yerin sefil ve dûndur
Rağbet ana âdetâ cünundur
Hanzade idim velâdetimde
Doğmuş idim pek kalenderâne
Beytleriyle maddi ve mânevi yükselmeği tavsiye ediyor, hem de kendini anlatıyor.
Daha sonra Refiki isminde bir zat da (ALLAH razı olsun) o da bizim gibi gönül yolunu tutmuş, bizleri yedinci mertebeye çağırıyor.
Gel! Durma gönül râh’ına erkânı Alidir
Ey cân gözün aç sıdkile bürhanı Alidir
Pâk eyle gönül kâbesini durma tavâf et
Her şahsa nasip olmaz o divânı Alidir
Kalbinde eğer doğdu ise şemsi hakikat
Ref’eyle o dem perdeni meydanı Alidir
Maksudun eğer ru’yet-i didâr ise ey dost
Zâtında o bir noktai irfan-ı Alidir
Takdis edegör sen de o mihrâbı elesti
Hestin görünen âleme imkânı Alidir
Sen senden haber aldın ise sen de Refiki
Seyir eyle özün gözle ki seyranı Alidir
Radyolarınızın başında istirahat ederken veya içki âlemlerinde dinlediğiniz şarkılar içinde bile gönülden söylenmiş ne içli sözler vardır ki belki dikkat nazarlarınızı bile çekmez.
Fakat aziz kardeşlerim, bunları söyleyenler boş kimseler değildirler. Olgun ve kâmil insanlardır. Meselâ: (bir hâdise var cân ile cânân arasında)... diyorlar. İşte biz bu hâdiseleri anlatmak istiyoruz. Söz, bizim gibi bir insanındır. Fakat ondan söyleyen başka bir varlıktır. Bu gibi şarkılar hemen ruhumuzu bedenimizden ayırır, gönül âlemine götürür, bir ferahlık duyarız. Bu da bir davettir. Ruhumuzu kesafetten kurtaran hoş bir davettir.
«Gözlerine bakamam, gözlerim erir» diye ne güzel bir ifadedir. Demek ki gözleri eriten gözler de varmış. Acaba o nasıl bir göz ki, ok gibi nüfuz ediyor. Ateş gibi değdiği yeri eritiyor. Bu göz gönülden bakan, gözden fışkıran, aşk nûrunu taşıyan basiret gözüdür.
Esâsen göze bakan Ârifler, karşısındakinin gönlünü görürler ve okurlar. Öyle bir gözün câzibesine tutulanlar çoktur. Hemen hemen kendilerini bu câzibeden bir müddet kurtaramazlar. (Sana kim baktı yârim, yüzünde göz izi var) diyen âşıkın gözlerinde ne kudret var hissediyor musunuz? Bir hanım okuyucu da,
Şarap mahzende yıllanır
Aşkın gönlümde yıllanır
İnan! İnan! İçim yanıyor
diye aşkını anlatıyor.
Fakat sevgilisi hissiz davranıyor, duymamazlıktan geliyor ki, âşıkını inletiyor, rüsvay ediyor demektir. Meselâ (Âşık oldur kim kılar cânın fedâ cânânına) şarkısı da ne güzeldir. Aşk ahkâmının gayet açık bir ifadesidir.
Bu âlem cahiller için, şuursuz hareket edenler için bir cehennemdir. Kendi hâlinde olup kimseye zararı dokunmayan, elinden geldiği kadar iyilik yapan, ALLAH’ını, Peygamberini bilen kimseler için bir cennettir.
Ehli dil olan Ârifler, kâmiller, sâdıklar, vâsıllar için bir vuslathanedir, aşk sahnesidir. Dünyanın sefâsını bunlar sürer. Esasen bu âlem herkes için bir mekteptir. Her yaprak bir kitaptır. Bunları okuyabilmek için iyi ve muktedir bir hocanın elinden tutmak lâzımdır. Tahsili noksan bir hoca sizi nihayet kendi mertebesine çıkarır. Halbuki daha ileride çok uzun yollar vardır.
Görüyorsunuz ya, bu âlem hep aynı âlemdir. Değişiklik bakanlardadır. Bakanların gözleri de aynıdır. Basiret gözleri de aynı güneşin nurundandır.
Fark nerede biliyor musunuz?
Basiret gözünüzü perdeleyen perdelerdedir. Sevdiğiniz birisi vefat ederse, kederlenirsiniz, ilkbahar size bir ilhamda bulunmaz, vücûdunuz hasta olur, ruhunuz hastalıkla meşguldür. Cânandan haber alamaz, gözlüğünüz karadır.
Fakirsiniz, fakat bir sevgiliye, bir dert ortağına sahipsiniz, yazın kuraklığı, kışın buzları size cennet havası yaşatır. Bütün bu âlemleri yaratan ALLAH’dır (Celle Şânühû), her yerde onun eserini görüyorsunuz. Tetkike dalıyorsunuz, herşeyi tetkik etmeğe, hakikatini anlamağa bir değil, birkaç ömür bile kâfi gelmez.
Büyük Peygamberimiz Hazreti Muhammed, hayatın bu devresinde iken Cenâb-ı Hakkın kelâmı imdada yetişiyor.
(Ey habibim. Kendi kitabını oku. Bugün için bu sana kâfidir.)
İnsan kâinatın özüdür, ruhudur. Kitapların ruhu, özü de Kur’ân-ı Kerimdir. Söyleyen ALLAH’u Teâlâ Hazretleridir. Yaradan ALLAH’u Teâlâ Hazretleridir. O bâkidir. Biz gelip geçici. Bugün var, yarın yok olabiliriz. Hem de maddî ve mânevî bütün sahip olduğumuz şeyleri burada bırakacağız, beşeriyetin on, yüz, bin bir çok dertleri vardır. Bu dertleri bire indirebilen rahata, huzura kavuşur. O dert de derd-i âşktır. ALLAH sevgisidir. O sizi seviyor, hem de pek çok seviyor. Size bütün nimetlerini, lütuflarını vermiştir, hiç esirgememiştir. Kitaplar, peygamberler, veliler göndermiştir. Doğru yolu bulmakta müşkilât görmiyesiniz diye.
Onun aşkından, sevgisinden agâh olasınız diye. Bu azamet ve kudret sahibinden yüz çevirip de sizin emrinizde olan şeylere muhabbet ederseniz, gönül bağlarsanız size nasıl cezâ vermesin. Sabırlıdır, mühlet verir. Gafil kullarım belki bir gün uyanırlar diye.
Kabahatlerin cezâsını vermekte acele etmez. Bir gün tövbe edip pişmanlık duyarlar diye.
Kabahatlerinizi bir başkasına âşikâr etmez, örter. Zalimler, mazlumların âhını almadıkça cezâlar te’cile uğrar, mazlumun âhı gönülden gelir, ciğeri yana yana inkisar eder. Cenâb-ı Hakk adaleti de sever ve harekete geçer, sebebler halk eder, zâlimi daha kuvvetli bir zâlimle terbiye eder.
Hastalıkla, fakirlikle, yangınla, zelzele ile, kazalarla, milletleri de milletlerle harp ile terbiye eder.
Hiçbir zâlim yoktur ki cezâsının hiç olmazsa bir kısmını burada çekmesin, vicdan âzabı da bir cezâ değil midir zâten? Cenâb-ı ALLAH kendisini sevenlerle, mağdur ve mazlum olanlarla, kalbi kırık kimselerle beraberdir.
Bir iyilik yaparsanız gönlünüz bir ferahlık, bir sevinç duyar, işte bu sevinç Hakk’tandır. Sevindirdiğiniz kimsenin gönlünün aksi sedasıdır ki, ALLAH da sizden razı olmuş demektir.
Bir fenalık yaparsanız elem ve azap duyarsınız, o da kırdığınız gönül sahibinin mahzunluğunun size aksetmesidir.
Dokunma kalbime, zirâ ki incedir, kırılır
O tıpkı mabede benzer, önünde hıçkırılır
ne güzel bir sözdür. Ne hoş bir şarkıdır.
Her gönül bir mâbedtir. Oraya kirli ve teessürlü olarak girilmez, namaz kılarken de yüzümüz kıbleye karşı ruhumuz da gönlümüzde olmalıdır. Hazreti Mûsâ’ya bile (ayağındaki nalınları çıkar, o zaman beni görürsün) diye emir gelmiştir. Bu, sûret ve mânâ temizliğini emreden bir ihtardır.
Hz. Mevlânâ’nın, meclisimize gelenler dilenci iseler bay olurlar. Bay iseler sultan olurlar, demesi ne güzeldir. Hepimiz hak ve hakikat ilminin dilencileriyiz. Bundan müstağni olanlar nasıl insandırlar bilemem.
Gönül radyosuna hepimiz sahibiz, hangi tarafı istersek orayı dinleyebiliriz. Çeşid çeşid verici istasyonlar vardır.
Muhterem kardeşlerim, Hakkın gönülden gönüle olan radyosunu arayın, bulun, o da daimâ neşriyat yapmaktadır. Bu neşriyât namaz vakitlerinde, oruçlu zamanlarımızda, mahzun olduğumuz vakitler daha net ses verirler.
Mısri Niyâzi hazretleri nasihatlerine de kulak vermek yerinde olur.
Ey gönül gel, gayriden geç, aşka eyle iktidâ
Zümrei ehli hakikat aşka olmuş müktedâ
Cümle mevcudat ve malûmata aşk akdemdir
Zira aşkın evveline bulmadılar ibtidâ
Hem dahi cümle fena buldukta aşk bâki kalır
Bu sebepten dediler ki aşka yoktur intihâ
Dilerim senden hüdâya eyle tevfikin rakik
Bir nefes gönlümden asla aşkını etme cüdâ
Mâsivâyı aşkının sevdasını gönlümden al
Aşkını eyle iki âlemde bana âşinâ
Aşk ile tâmûda olmak cennetidir âşıkın
Leyk cennette olursa tâmûdur aşkın anâ
Ey Niyazi mürşid istersen bu yolda aşka uy
Enbiyâ ve evliyâya aşk olubdur rehnümâ
Gönül kâbesine giden yol başımızda bulunan akıl medinesinden geçmezse Hakka varılmaz. Fahr-i Âlem Efendimiz, (Ben ilim şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır) buyuruyorlar. Buradaki işâret, bulmak ve öğrenmekten sonra görmek lâzım geldiğini ve Hazreti Ali'nin göze teşbih edilmesi ve Ebu Bekir Hazretleri’nin de kulağa teşbihi onların vücûdumuzdaki mertebeleri anlatılmak isteniyor. Cümlesinden ALLAH râzı olsun.
Bütün mevcûdâtın gayesi, hedefi insana vasıl olmak ve insanın gönlünden hakikate ulaşmaktır.
İnsan da:
Devredüp geldim cihana yine bir devrân ola
Ben gidem bu ten sarâyı yıkılup virân ola
Dört yanımdan nâr ve bâd ve âb ve hâk ede hücum
Benliğim anlar alup bu varlığım nâlân ola.
diye teğanni ediyor.
Aşk keyfiyetinde bir kurnazlık vardır. Bunu âile hayatına da tatbik edebiliriz. Eskiden tanışmadan evlenilirdi. Çiftler aracıların târifleriyle birbirlerini tanırlar. Sonra evlenirler, sevişirlerdi. Bu evlilik ALLAH tarafından gittikçe kuvvetlenir, bağlar gittikçe kalınlaşır, ölünceye kadar devam ederdi. Boşananlar pek azdı.
Erkek, sevgisine şefkati katık yaparken, kadın da sevgisine hürmeti ve saygıyı katık yapardı. Bu güzel gidişi gören çocuklar da utanılacak hallere şahid olmadan kemâle ererlerdi.
Tabiî her iki taraf bir birini severdi. Yalnız, aşkını idare edüp karşısındakine hissettirmeyen taraf mâşûk mevkiine yükselir. Sevgisini gizlemeği bilmeyüp de âşikâr eden üzüntü içinde kalır ve pek mesut sayılmaz, kıskançlık başlar; sevgiyi israf etmemeli, ciddiyeti elden bırakmamalı.
Erkek mâşûkluk mertebesinden indi ve âşık mertebesine düştü mü kılıbık derler. Kadın aşkını gizleyemeyince şımarık derler ki, sonunda uzun uzun düşünmeler, hüzün devresi, zâfiyet ve hastalık, nihayet verem devresiyle yuva yıkılır.
ALLAH ile kul arasındaki sevgi de böyledir. Fakat burada Hazreti ALLAH mâşûk-u hakikidir. Sevilendir. Gizlenmiştir, aşkını gizlemiştir.
Kullara kulluk yakışır. Âşıklık yakışır. Mâşûkta gâip olup da o mertebeye çıksalar da, oradan eli boş dönmezler, yâ kitap, yâ ilham, yâ nasihat gibi incilerle geri dönerler. Asıl aşk budur.
Âşık olmağı tercih edenler, sık sık vuslattan zevk almak için çıkarlar, inerler. Fakat aziz kardeşlerim nazarı dikkatinizi başka bir tarafa çekeceğim, cânânımın müsaadesiyle.
Cenâb-ı Hak ve kadiri mutlak hazretleri evvelâ insana âşık oldu da ona lâzım olan her şeyi ve bu âlemi yarattı.
Bu aşk evvelâ erkeklik, kadınlık şeklinde tecelli etti. Saklambaç oynar gibi zuhurda kemal hasıl olunca, kendi gizlendi. Bu gizliliğin farkında olmayanlar sûrete takıldılar kaldılar. Kimi Meryem’e, kimi İsâ'ya, kendi yaptıkları putlara tapmağa başladılar. (Hayat budur) dediler.
Her gün birçok kişilerin doğdugunu ve öldüklerini gördükleri halde geçmişlerden ibret almadılar. Bu hayat seneleri bitmez zannettiler ve ilmü irfân tahsilini en sonraya bıraktılar. O zaman da ecel geldi, inleye inleye hasretle geçüp gittiler.
Baktılar ki, hepsi boşmuş.
Aralarında vatanı asli dedikleri o âleme, ölmeden evvel ölmek sûretiyle yâni ihtirasları, ibtilâları terk ederek hakikat yoluna yöneldiler, bir zarar görmediler. Fahrî âlem Efendimiz (Bazı insanlar derin bir uykuya dalmışlardır, ancak ölünce uyanacaklardır) buyuruyorlar. Ben bu sözü de çok doğru buldum. Siz ne dersiniz? Geceli gündüzlü çektiğim zahmetler, sizi bu gidişten, bu ölümden, bu uykudan haberdar etmek içindir.
Bir tecrübe ediniz. Emin olunuz, kârlı çıkacaksınız. Peşinde koştuğumuz dünya ve nimetlerini, idrâk cihetiyle terk ettiğiniz an yâni onlara lüzumundan fazla kıymet verip bağlanmadığınız zaman onlar sizin peşinizden koşacaklardır.
Güneşe arka dönerseniz gölgenizi tutabilir misiniz? Hem kaçar, hem büyür, hakikat güneşine doğru yürüyünüz. Gölge arkanızda kalacak ve peşinizden gelecektir.
Köylerde sıra ile su küpü, sirke küpü, pekmez küpü diye birçok küpler vardır. Yabancı olup hangisinde ne var anlayamaz-sanız, dışındaki ıslaklığa parmağınızı dokundurup yalayın. O zaman anlarsınız.
İnsanlann alacası içindedir. İçimizde olanları sözlerimizden anlamak kabildir. Cânândan, gayb âleminden haber veren sözlere rağbet ediniz. Âşıkların sözlerindeki nûr, belki bir gün sizin de kalbinizi aydınlatır. Bir gün Fahr-i Âlem Efendimiz, Hazreti Ali'ye büyük bir sır söyleyerek içini hafifletmişler ve tabiî rahat etmişler ve mahrem olduğuna da işâret etmişler. Hazreti Ali de ne yapsın? Hâmile kadınlar gibi bir ağırlık basmış, o da bu sırrı birine söylemek istiyor. Hem emir var söylememesi için, hem de kimsenin idrâkine güvenemiyor, nihayet kör bir kuyunun ağzından içeri (yâ hû) diye haykırıyor, kuyudan bir aksi sedâ (yâ hû) diye ona sesleniyor. Kendisi de bir kenara yıkılarak kendinden geçmiş. Bu basit görünen bir hikâyedir. Fakat içten içe derin mânâları vardır, kulak kesilin idrâkinizi benim sözlerimin peşinden koşturun, gördüklerinizi, duyduklarınızı ömrünüzün sonuna kadar hecelediğiniz vakitler cennete girmiş sayılırsınız. Hû ismi Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin birçok isimlerinden birisidir; mânâsı (O) demektir. İnsanlar ben ALLAH’ım, sen ALLAH’sın diyemezler, fakat O denildi mi Cenâb-ı ALLAH celle şânühû hatıra gelir.
Arap harflerinde (H) harfi, insanı kâmilin gözünün şeklidir. Her insanın gözüdür diyemiyorum, çünki o göz Hakkı gören bir gözdür. (Hû) ismi, insanı kâmilin yüzünde gözlerinden sonra (V) şeklinde ağzında nihayet bulur. Yâni kâmil insanların gözle görüp ağızlarından çıkardıkları sözler; kendi malları değil. Cenâb-ı Hakkın mânâ âleminden harf ve kelimelere bürünerek çıkan sözlerin zuhuriyle âyân oldu. Susunca gönül ve mânâ âleminde gizlidir. Mânâsını anladı da kendinden geçti. Hissi, görmek ve işitmek keyfiyetleri de diğer keyfiyetler gibi nûrânidir. Bizim bir varlığımız yok ki gördük diyelim. Bizden gören Hakktır. Biz ona gölge gibiyiz ve kendi kendimize çevirdiğimiz varlıkla (gördüm) diyoruz.
Aksi sedâyı yâni yankıyı bilirsiniz. Hazreti Ali Ya hû diye ALLAH’ı kastederek seslendi, ona da taşlar, otlar, topraklar arasında sen o isme daha lâyıksın. O sende gizlidir, gibilerde onun kulağına gelen yâ hû hitabı aklını başından aldı, bir an için Hû’luğa karıştı, eğer o kuyuya ben deseydi, kuyudan da ona ben diye cevap gelecekti; yâni sen yoksun, ben varım diyecekti.
Buradan anlaşılıyor ki, insanlar da ne ekerlerse onu biçerler, iyi, fena ne gibi bir harekettte bulunurlarsa muhakkak o hareketin aksi sedâsını işidirler. O iyilik ve fenalıkla karşılaşırlar.
Âşıkların bol gözyaşı ile derinden çektikleri bir de âh... ları vardır.
Teessürden ve fazla sevinçten de gözyaşı akar. (Gözün içinden gelen suya yaş derler ve göz yaşından başka kulak yaşı da olmaz ki, boyuna göz yaşı diyoruz. Lisan alışkanlığı, hoş görün.)
Âşıkların yaşlarının çoğu gönül âlemine akar ve yağmurun sokakları temizlemesi gibi gönlü de temizler. Âşıkların gözlerinden aktıkları görülen birkaç damlanın kıymetine baha biçilmez. Onları ancak Cenâb-ı Hakk meleklerine toplattırır derler.
Âşıkların âhı gönlün yedi kat derinliğinden gelir ve bu mertebelerden geçerken her tarafı aydınlatır. Nihayet ağızdan çıktığı zaman yakıcı bir hali vardır. Yusuf Peygamber bir gün Mısır'a sultan olduktan sonra at üzerinde çarşıda gezerken ucu gümüş kaplı kamçısını yere düşürüyor. Yanındakiler attan inip kamçıyı yerden kaldırıncaya kadar eski firavunun karısı Züleyha dünyayı terk etmiş vaziyette gezerken, Yusuf’u görünce aşkı tazelenir. Yaklaşır ve yere düşen kamçıyı alır, sapını ağzına götürür (Huh) der ve (buyurun sultanım) diyerek at üstündeki Yusuf’a uzatır. Yusuf Aleyhisselâm kamçıyı sapından tutunca eli yanar (uuf...) der ve diğer taraftan tutar. Züleyha (ne o sultanım, eliniz mi yandı? Ben o ateşi 20 yıldır içimde saklıyorum) der, ağlamağa başlar.
Ne çare ağlamaktan gözlerinde yaş da kalmamış. Biraz ıslaklık ve biraz da kırmızılık belirir.
Yusuf Aleyhisselâm bunun Züleyha olduğunu o zaman anlar, her ikisi de bekâr olduklarından evlenmelerinde mahzur yoktur. Ve nihayet evlenirler, mahzun gönüller şâd olur. Aziz kardeşlerim aşk böyle bir aşk olmalıdır. Yüksek kalitede vakur bir aşk sabreden âşıkların er veya geç mâşûklarına varacakları muhakkaktır.
Âşıkların yedi kat gönülden gelen ahlarının bir izâhını daha yapalım. Eminim bunu duymamışsınızdır. Âh ne olurdu beş on sene evvel dünyaya gelseydim de çok açık ve geniş mânâlı olan Arapçayı da öğrenseydim. ALLAH’ın lisanı, dinimin esası olan bu ulvî lisana vukuf peyda etseydim. Eski zamanda bir ebced hesabı vardı. Harfleri adetlemişlerdi, bu sûretle doğum, ölüm ve keşif tarihlerini yazı ile söylerlerdi.
Ebced, hevvez, hutti, kelemen, saafes, karaşet, dağzigilen
A 1, B 2, C 3, D 4, H 5, V 6, Z 7, H 8, T 9, Y 10, K 20, L 30, M 40, N 50, Se 60, Ayın 70, F 80, Zi 90, K 100, R 200, Ş 300, T 400, Dat 500, Zı 600, G 700, Lam 800.
Ah derken, üst üste iki A vardır. Bunların ebced hesabına göre 1+1=2 eder. H de 5 rakkamını gösterir. O zaman AAh. 7 yapar ki, âşıkların uzattıkları Ahh. Gönlün yedi kat semâsından geldiği için yakıcıdır.
Biz gelelim Hazreti Ali’nin kuyusuna.
Bu ilâhi nağmeye dayanamayan bir kamış büyümüş fakat bu sedânın cevherini özünde toplamış, gel zaman, git zaman, bir çoban bunu keser. İçini boşaltır, başımızdaki delikleri hesap ederek yedi delik deler.
Bu deliklerin içine girseniz, son durak akıldır. Anın için bir delik de bu yedi deliğin karşısına sekizinci delik delmiş. Başlamış çalmağa. Tekemmül etmiş kavala. Ney demişler. Hû diye üflemekle bir çok nağmeler elde etmişler. Hazreti Mevlâna da Ney'i, kâmil insana teşbih eder. Neydeki nağmeler kendinden değildir. Üfleyendedir. Bunun gibi insanı kâmilin de sözleri kendinden değildir. ALLAH’dandır, anın için o sözler hayat veren birer Nef’hadır. Kuyu, bir sırdaşın gönül kuyusudur.
Gerek kamış, gerekse tellerden gelen sesleri kendilerinden sanma. Hakikî sahiplerinin tezahürüdür. Yalnız kamışın içi boş olduğu gibi, insanın da gönül âlemi temiz olursa bizleri öldüren, dirilten, sevindiren, ağlatan ne nağmeler duyulur.
Fahr-i Âlem Efendimiz, Cenâb-ı Hakkın habibi olduğu halde ve mî’râcını yaparak vûslatı hakikiye ermişken bu âlemi teşriflerinde yanındakilerin adımına ayak uyduruyor. Aşk ve gönül hikâyelerinin sonu yoktur. Ve bu iki görünen tek varlığın evveli de yoktur.
Sus diye emir alıncaya kadar devam edelim. İbâdet, hüzün, tefekkür, zikir, riyâzet bunlar gaib zannedilen hakiki varlığın eteklerine yapışan ellerdir. Sonu, o zâta varan yollardır.
Korkmayın, sevin, sevilin. Gayba imân edin. Gaybda ruhların âlemi vardır. Varlığı yokluğa verip âlemi oradan temâşâ etmelidir. Herkes o âlemi göremez.
Hazreti Mevlânâ’nın «gelin, gelin, yüz kere tövbenizi bozmuş olsanız bile yine geliniz. Yalvarınız, seher vakitlerinde ağlayınız. Yaptıklarınızın cezâsını geciktirmekteki maksad af dilemenizi temin etmek, yalvarmanıza mühlet vermek içindir. Dediklerimi yapın, korkmayın, ümitsizliğe düşmeyin. Çünkü O'nun büyüklüğünü, lütuf ve keremini takdir edemezsiniz» sözleri ne kadar derindir.
O bizim yabancımız değildir. Gayet yakından tanırım. Aramızdan su sızmaz, beni söyleten O'dur. Sizlere müjde vereyim, ne yaptınızsa yaptınız. Can ve gönülden nedâmet duymanız şartiyle, O'nun sevgilisine uymak sûretiyle, pişmanlığınızı isbat etmek şartiyle korkmayın. Utanarak yere bakmanız kâfidir.
Hiç şüphe etmeyiniz ki, hayat sahnesinde bir cümbüşün husule gelmesi için herkes aynı rolü yapamaz. Aynı rol yapılsa yeknesaklık olur, zevk olmaz.
İnip çıkmalar, düşüp kalkmalar, gülüp ağlamalar aynı hareketlerdir. İki göz var ama görme keyfiyeti birdir. İki kulak var ama biri başka diğeri başka işitmez, iki eliniz var, fakat birinin yaptığını digeri bozmaz, netice birdir.
Bu âleme temiz geldik, kirlenmemiz mukadderdir. Tekrar temiz olmamız için mücadele lâzımdır. Ben temizim diye aylarca su yüzü görmeyen, yıkanmayan kimse pis pis kokar.
Kur’ân-ı Kerim hikmetlerle dolu bir kitaptır. Dünya delillerle doludur. İnsan, her şeyi kendinde bulmalıdır. Anın için (Ey habibim kendi kitabını oku, bugün için bu sana yeter.) emri gelmiştir. Siz de O habibin ümmetindensiniz. O hitâb aynı zamanda sizedir. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla demek istenmiştir.
Kendinizi bilirseniz, gönül kitabını okuyabilirseniz, ayağınızı arştan ferşe indirmezsiniz, aynanın ayna olabilmesi için bir tarafın kara olması lâzımdır, her şey zıddiyle meydana çıkar, âşikâr olur. Kemâlâtâ eren noksan ve çirkin görmez, aşk bir gönlü istilâ etti mi, ayıplar ve noksanlar gözükmez, çünkü her nakış aynı nakkaşın yed-i kudretinden çıkmıştır. Hayır şerle, kemâl noksanlıkla, güzel, çirkinlikle anlaşılır; bir camın iki tarafı da kirli ve kara olursa, ona ayna denmez, bütün renklerden ve şekillerden feragat ederseniz, yâni fena makamına erişmedikçe Hakk kapısını bulamazsınız. Hiç bir ferd gönüle varan yolun dördüncü kapısı olan mutma’inne mertebesine gelmedikçe, fazilet ve kemâlâtı ilâhiyeden nasibini alamaz, en yüksek makam kulluk makamıdır. Yokluğunu, aczini, fakirliğini idrâk etmek, Rab ile karşı karşıya gelmek ve üstün sıfatları ona bırakmak demektir.
Cenâb-ı ALLAH, huzurunda tutmak istediklerine fakirliğini, hastalığı, ilmin sonundan gelen cehli, yâni kulluğu bahşetmiştir. Bunların kıymetini bilmek lâzımdır. İnsan, kâinatın özüdür. İnsanın özü de gönüldür. Hakkın tecelliyatına ayna olan bir sırdır. Namazlarda yüzümüz kıbleye, ruhumuz gönlümüze karşı olmalıdır. Kâmil insanın namazı, isimlerin, sıfatların ve eserlerin zatına olan iştiyakının aynıdır. Çünkü her mahlûkun kıblesi, insanı kâmildir. Kâmil, ârif ve vâsıl olmayanların her hâli belâdır. Cefadır. Kâmillerin, vasıl olan âriflerin ise belâları vuslat ve huzurdur. İnsan kanaat sahibi oldukça hürdür. Kanaat sâhibi değilse üstüne düştüğü şeyin esiridir. Ömrünüz dünya nimetleriyle pek hoş geçebilir, fakat devamı yoktur. Bu muvakkat hoşluğa aldanmayın, sana yeten az, seni azdıran çoktan hayırlıdır. ALLAH için olmayan her hatıra, her tefekkür, ALLAH ile aranızda perdedir, hadisi şerif muktezasınca, yeryüzünde olanlara acıyınız ki, gökte olanlar da size acısın.
İlmin anahtarı sormaktır. Münakaşa değildir. Münakaşa ile insanlar birbirlerini incitirler. Neticede bir şey elde etmiş olmazlar. İlim, idrâk, tecrübe farkları varken, barika-i hakikat meydana gelmez. Âriflerin sohbetinde bulunanlar, onlardan öğrendikleri şeyler kadar mârifete ererler.
Öğrendiklerini hayatlarına uydururlarsa, bildiklerini candan öğrenmişlerse, onların lâtife ve işaretlerini anladıkları kadar da Hakka yaklaşırlar. Âriflerin huzurunda edebli olmak lâzımdır. Edebli olunmazsa söylenen sözler yararlı olmaz, zararlı olur.
Cenâb-ı Hakkın dünyaya ihtarı (Ey dünyâ! Bana kulluk yolunda yürüyene engel olma! Beni unutup senin peşinden koşanlara da yüz verme ve zahmet çektir.) Siz Hakkın maiyetinde olursanız âlem de sizin maiyetinizde olur. ALLAH’ı anmadan geçen her saat boş yere geçmiştir sayılır, zamanınızı değerlendirmek ve kendi değerinizi anlamak istiyorsanız ALLAH’ı sık sık anınız, ALLAH’ı bütün sevgilerin üstünde tutunuz.
Ey muhterem kardeşlerim!
Şeriatın haricinde gibi gördüğünüz ve aykırı zannettiğiniz bu sözler bir hakikattir. İster kabul edin, istemezseniz kabul etmeyin. Ben size Fahr-i Âlem Efendimizin şefaatini dağıtıyorum. Biz ölü yıkayıcı değiliz. Atları tımar eden seyis değiliz(*)1. Aşk ve vahdet sırlarının toplandığı projektörü gönlünüze tutan bir kulum. İçinizden yetişmiş bir âcizim, size Peygamberimizin arkasından giden nûrlu bir yolun kılavuzluğunu yapıyorum. Yiyin, için, eğlenin, ALLAH’ı unutmayın. Peygamberimizi sevin, ibadeti ihmal etmeyin. Ey âlemi envar, ey Hakk güneşi, senin kıymetini bilemiyorlar, hattâ inkâr ediyorlar, fakat körlerin güneşi inkârından ne çıkar, tasdikinden ne çıkar, göz kör olduktan sonra eline seyyar elektrik lâmbasını dahi alıp yürüse düşmekten kendini kurtarabilir mi? Hz. Mevlânâ'nın buyurdukları gibi, hastalığım geçsin diye bana fâtiha okuyorlar, halbuki beni hasta yapan fâtiha. Evvelâ fâtiha’yı ben okudum, gönlümün kapıları açıldı. Aşk âleminin bahçeleri ve muhteşem sarayı gözüktü gözüme. Ben de kendimi gaib ettim. O âleme mahsus sözler söylemeye başladım. Şu 28 harf çerçevesi içinde gönlümün esrarını sizlere fâş ediyorum.
Gönül ve aşk âlemi, nûr âlemidir. Sizin geceniz benim gündüzümdür, gündüzünüz gecemdir. Beni deli zannedip hasta iyi olsun diye üzerime fâtiha okuyorlar. Halbuki o fâtiha, o fetih ve fütühat sûresi beni bu hale soktu. On deli arasında bir akıllının varlığı nasıl acınacak bir hal ise, on akıllı arasında bir delinin varlığı da öyledir. Bu âlemde ekseriyet sizde. Halbuki İsâ'nın nefesi bizde. Ölüleri dirilten o nefes sözlerimizdedir. İsrâfilin nefhası bizdedir. Sûrû kalemimizdedir. Bir nefeste sizi öldürüp yok yapacak, ikinci bir üflemede sizi hakiki mâşûka ulaştıracak ve onunla beraber ebedi kılacak. Nefha-i sûrû her an öttürmeğe başladık. Kulaklarınızı tıkamayın, çınlasın, iniltimizi, feryâdlarımızı duyun. Aşk ne imiş, tadın, darı tanesi yemeğe alışan bülbül ruhunuza, saman ikram etmiyoruz.
Kamışta şeker nasıl gizlenmişse, insânı kâmilin toprak olan vücûduna da Hakkın nefhaları gizlenmiştir. Vücûdlarımızda gönül aynasının gizlendiği gibi, toprak gibi alçak gönüllü ve temiz yürekli olun, bu sözlerle gönül tarlanıza buğday ve pirinç taneleri ekmiş oluyoruz. Hakktan inâyet bir iki mevsim sonra mahsul vereceksiniz. Herkes birbirinin hem cebraili, hem ezraili, hem isrâfili, hem de mikâilidir. Düşünün, heceleyin, yanlış anlamayın, hakikî sevginin adresi bizdedir. O sevgili seyre çıkınca, bir gün sizin de gönül evinize uğrayacaktır. Ârif kimseler gönül kapısından ayrılmazlar, bir gün olur da dost gelirse karşılayayım, beni evde bulsun, boş dönmesin diye. Ona, şanına münasib bir karşılama yapayım diye. Zavallı canlar toprağa esir olmuşlar, dağlara, taşlara, yıldızlara köle olmuşlar. Aşk bunları esâretten, kul ve kölelikten kurtarmak istiyor. Evvelâ meyvenin dalını çekin, sonra meyveyi koparıp ağzınıza atınız, dalı çekmeden meyve ağzınıza girmez.
Meryem oğlu İsâ'yı çok sevmeğe başlamıştı. Hattâ Hakkı bile unutmuştu. Gâipten bir ses geldi (içindeki temiz ruh haleti sebebiyle sana yaz ve kış rızık veriyoruz. İç âlemden yaradanın sevgisini silersen istediğin her şeyi zorlukla bulursun.)
Bu söz o zaman Meryem'e idi. Şimdi de Türk ve İslâm evlâdlarınadır. Ermiş hanımlardan Râbia hatun vardır. Meşhurdur. Bir gün birisi bu hanımın peşine takılıyor. Yüzünü kızartıp evlenmek teklifinde bulunuyor. Çok sevdiğinden ve ancak kendisiyle mesut olabileceğinden bahs ediyor.
Hanım dinlemiş dinlemiş, arkamdan kız kardeşim geliyor. O benden daha genç ve daha güzeldir, diyor. Adamcağız bu kadından daha genç ve güzel olan kardeşi, acaba nasıl bir âfettir, diye başını çevirip arkaya bakmasıyla yüzünde bir tokat şaplıyor. Rabiâ hanım (Seni utanmaz, yalancı, ahlâksız seni. Eğer sözünde sadık olup beni sevseydin, arkana dönüp bakmazdın. Başka bir sevgili aramazdın. Defol.) deyip yoluna devam eder.
Âlemleri yaratan ALLAH’ü azimüşşândır. Her şeyi de bizim için yaratmıştır. Evvelâ onu seversek, onun sevgisini tercih edersek, gönlümüze onun sevgisinden başka bir şey sokmazsak, ihtiyacımız olan her şeyi bize verir.
O dururken mahlûklarına, hizmetimize verdiği nesnelere dönersek, ona yüz çevirip arka dönersek, tabiî tokadı yeriz. Çok can yakıcıdır, bu Hakk'ın sillesi.
Hazreti ALLAH’dan istediğiniz şeyin en çoğu, O’nun indinde çok ufak ve ehemmiyetsizdir. O’nun Şânı ile mütenâsib bir talepte bulunursanız, onun en ufak lütfunun bile ölçüsünü hesaplaya-mazsınız.
Hazreti ALLAH’ın mekri, yâni kulları yola getirmeğe mahsus mücahedeye sevk eden hilesi, O’nun hilmiyetinde gizlidir. Her türlü nimetleri verir. Kıymetini bilmeyene ve bu nimetleri verenin kendisi olduğunu anlamayana da felâketler yağdırır, uslanmaları için kullarına mühlet verir. Gaflette devam edenlerden de bu lûtuflar gittikçe eksilmeye başlar.
Âşık, gönül âlemine dahil olup yedinci mertebeye varınca, feryâdı, iniltisi kalmaz. Zatının deryâsına girmiştir. Gâib olmuştur. Artık namsız ve nişansız olan o âşıka mâşûk derler.
Gözlerinden ve hattâ mesâmatının her deliğinden aşk fışkırır. Her tarafı göz olmuştur.
Cenâb-ı ALLAH kullarını aşk-ı hakikiye alıştırmak için bazen mecâzi aşktan hisse bahş eder. Ayşe’yi Ahmed’e, Hasan’ı Fatma’ya sevdirir. Bir taraftan sevilmesini istediği kimseye bir câzibe, bir güzellik verir ki, zavallı âşık gayri ihtiyari pervane gibi onun etrafında döner, diğer taraftan âşıka da yanmak, yakılmak, inlemek, feryâd etmek için kuvvet bahş eder.
Mecâzi aşktan ümidini kesenlere de (gel benim has kulum. Yüzünü bana dön) der. Bu söze uyan mesuttur. Kul, bu aşk ve gönül yolunda merhaleler kateder. Rabbimizin hoşuna giden bu tevekkül ve terakki sahibine (ey benim sevgili kulum, dile benden ne dilersin. Senin arzun benim fermanımdır) buyurur. Malûm ya, aşka ilk mertebelerde meyil, muhabbet, aşırı sevgi denir. Ve nihayet mecâzi aşk hakiki aşk olarak tecelli eder ve son bulursa dere, çay, ırmak, nehir gibi sonu denize varır.
Hazreti Mevlânâ’ya bir dervişi «aşk nedir?» diye soruyor. O da ayağa kalkıyor, sağ avucunu semâya, sol avucunu yere baktıracak şekilde uzatıyor, boynunu sola büküp sağa bakıyor ve dönmeğe başlıyor. Kendisi mihverde dönerken dervişleri de hem kendi etraflarında, hem de Hazreti Mevlânâ’nın etrafında dönüyorlar. Güneş manzumesini tanzir ediyorlar. O zaman aşkın târifinde (Ben ol da gör) buyuruyor. Aşk târif edilmez. Ancak âşık olmakla onun hakikati anlaşılır. Harfler ve kelimeler, onu târifde âcizdir. Kudretleri yoktur. Onu anlamaktan akıl da âcizdir. Malûm ya, sözleri tanzim eden akıldır. O âciz kalınca, sözün zuhuruna meydan kalır mı?
Yine bir kitabında, aşk âleminde (aklı maaş yâni yemek içmek gibi maddi şeyleri düşünen akıl, çamura batmış eşşeğe benzer) diyorlar. Diğer taraftan Fahr-î Âlem efendimiz (akıl ubudiyyeti eda içindir. Rububiyyeti idrâk edemez) buyuruyorlar.
Akıl, şeriat işlerini ayarlar. Sağa sola inhiraf etmeyen bir hayat yolu çizer. Maişet ve medeniyet peşinde koşar. Akıl on mertebeye yükseldikten sonra kemâle erer. Bu âlemin ve bu âlemdeki zevklerin hepsinin geçici ve ölüme mahkûm olduğunu düşünür. Daha ileri gidemez, yanmaktan korkar. Aşk gönülden tecelli ettiği gibi, gözden ve kulaktan alınan feyizlerle de galeyan haline gelir.
Gönül âlemine açılan birinci kapıdan ancak masivâ denilen sûret âlemine ferâgat gösterenler geçebilir.
İkinci kapı, yaptığı hareketlerin fenalığını düşünerek kendisine levmeden ve bir daha yapmamaya, o eski şuursuz hale dönmemeye azmedenlere açılır.
Üçüncü kapı, mânâ âleminden ilham almaya başlayan kimselere açılır.
Dördüncü kapı; bu kapı Hakk kapısıdır. Bu yollar doğru yoldur, bizi aslımıza ulaştırır. Gittikçe artan nûrlu bir âlemden geri dönmeği aklına bile getirmeyen kimselerin kapısıdır.
Beşinci kapıya ulaşan yolcu, artık anlamıştır ki, ölü hiçbir şey yoktur. Her şey hayattadır. Bizim varlığımız, sahilde ışıklar yandığı bir gece suya akseden ve hareket eder gibi görünen yakamozlu bir hayattır. Bu dünya hayatıdır.
Asıl hayat yukardadır. Vücûdlar hareket kabiliyetini oradan alıyorlar. Diğer bir tabirle (insanlar uykudadırlar. Ancak öldükten sonra uyanırlar) kelâmı kudsisini anlayanlara açılan bir hayat kapısıdır.
Onun için insanlar kemâle erdikçe, olgunlaşdıkça bu hakikati anlarlar. Bu hakikati anlayanlara da ölmeden evvel ölmek yâni ibtilâ ve ihtiraslara son vererek hakikate doğru yönelmek ihtiyacını tam mânâsiyle duymuşlardır.
Ezelde içilen Tahûr şarabiyle ekseri insanlar sarhoş olmuşlardır. Ayılma hali gösterenler olduğu gibi tamamiyle ayılanlar, kendini bulup bilenler de vardır ki, bu ayıklara Ârif, Kâmil, Vâsıl, Âşık, ermiş… derler. Gözden gönüle, gönülden Hakka yol vardır. Göz bebeğinin etrafındaki daireler de mânâlıdır. Gönüle giden yoldaki kapıların adedi kadardır.
Gözden gönlün hâlini anlayanlar vardır. Gönül ehli yüzünüze gözünüze bakar, o sizin özünüzü sizden evvel bulmuştur. Huzurda mısınız? Serâpta ve telâşta mısınız? O bilir.
Hele bir iki kelime de konuştunuz mu (herkes küpündeki malı satar) sözü yok mu? Sizin ne gibi hallerde bocaladığınızı anlar. Eğer ukalâlık edip de itiraz ederseniz, teferruata girişip anlayamadıklarınızı sormaya ve münakaşaya kapılırsanız (evet, evet haklısınız) der ve renginize boyar, geçer gider. Şimdi herşeyi gaib etmişsinizdir. Sükût eder dinler ve anlayamadığınızı sonradan düşünüp hecelerseniz, edepten ayrılmazsanız, bir çocuk gibi elinizden tutar idrakinizi sözleriyle, misalleriyle yükseltir. Âdetâ ruhunuz beden kesafetinden kurtulur, o âlemleri özlemeğe başlarsınız. O sohbetleri daima ararsınız. Sizi kademe kademe kendi hizasına getirir.
Eğer evvelâ kendi makamından konuşsa bir şey anlamanıza imkân yoktur. Onun sözleri, Hazreti İsâ’nın ölüleri dirilten nefhası gibidir. İsrafil aleyhisselâmın sûrû bir üflemesiyle taze hayat vermesinin aynı gibidir.
Yâni Lâ ilâhe illâllah - Sen, ben, hiç bir ilâh yok, ancak ALLAH var. Dünya şarabı ağızdan içilir. Sarhoş eder. İnsana her fenalığı yaptırır, habâsetlerin, fenalıkların anasıdır.
Aşk şarabı gözden içilir. Dudaktan verilir. Kulaktan alınır, sarhoş eder. Ölümsüz bir hayata eriştirir. Bütün günahlarınızı yakar. Benliğinizi yıkar. Sizi sultanı aşka ulaştırır.
Altıncı kapı bütün varlıkların, Hakkın zatiyle var olduklarını anlayanlara açılır. Vahdeti vücûdun idrâki buradan başlar. Hıristiyanlar ve bunlara uyanlar, bu ilme panteizm derler, tevhid ilmi diyemezler. Çünkü arapçadır. Akılları ermez, bilmezler ki kendileri de o deryânın birer katresidirler.
Aziz kardeşlerim.
İşte bu dakikada Reşad isminde çok sevdiğim bir arkadaşımın vefat haberini aldım. Cenâb-ı ALLAH cümlemizi imân selâmetinden ayırmasın. Taksiratımızı af etsin. Âmin.
Dostları ilə paylaş: |