BÖLÜM 9
Herhangi bir ismin düşüşünün derinliği, daima son durumu ile önceki durumu arasındaki mesafeyle ölçülür. Bu, milletlerin ve devletlerin düşüşleri için de böyledir, ilk durum, daha doğrusu ilk yüksek nokta, bu bakımdan kesin bir önem taşır. Düşen şey vasatın üstünde ise derine düşüşü veya çöküşü açıkça görmek mümkün değildir. Halbuki imparatorluğun çöküşü, muhakeme yapmaya, düşünmeye veya hissetmeye kabiliyetli kimseler için pek acı ve o derece korkunç görünür. Esasen imparatorluk öyle bir maksimum noktadan düştü ki, onun bu amansız çöküşü ve yıkılması karşısında bu acıyı tasavvur bile hemen hemen imkansızlaştı.
Eskiden imparatorluğun temeli bütün bir milleti yücelten olayların sihri ile kaplı gibi görünüyordu. Eşi görülmemiş bir koşu ile zaferden zafere geçilirken, çocuklar ve torunlar için ölmez kahramanlıkların mükafatı gibi bir imparatorluk gelişti. Bu gelişme ister bilinçli, ister bilinçsiz olsun bunun önemi yoktu, önemli olan, Alman milletinin hayatı ve devamlılığı, parlamento gruplarının dalaverelerine bağlı olmayan bu imparatorluğun kuruluşundaki güzellik sayesinde, diğer devletlerin üstünde olduğunu hissetmesi idi.
Esasen prenslerin ve halkın, yeniden Almanların muhteşem bir idare ile gelecek için bir imparatorluk kurmak ve imparatorluk tacını yüceltmek yolundaki istekleri, parlamentoda nutuk atma ve gevezelik yapmakla değil, Paris Cephesindeki kuşatmanın gök gürültüsünü andıran patlamaları ile ortaya kondu. Bu hareket, bazı katillerle yürütülmedi. Bismarck’m devletini kaçaklar, para çekici herif ler kurmadılar. Bu devlet cephede vuruşmasını bilenlerce kuruldu.
‘ Böyle bir kaynak ve pek eski devletlere pek ender nasip olan tarihi şan ve şeref parlaklığı imparatorluğu çevreliyordu. Sonra gözleri kamaştıran parlaklıkta bir gelişme başladı. Harice karşı sağlanan bağımsızlık, içerde halkın günlük ekmeğini sağlıyordu. Millet dünya nimetleri ile bolluğun içine gömülmüştü. Devletin ve milletin haysiyeti ve şerefi o zamanın Alman halkı ile olan farkı derhal göze çarpan bir ordu ile korunuyordu. Ama şimdi imparatorluğun ve Alman milletinin düşüşü öyle derin olmuştu ki, herkes baş dönmesine kapılarak, akıl ve histen yoksun kalmıştır. Geçmişin haşmetini akla getirmenin imkanı yok. Eski devrin büyüklüğü ve güzelliği, bugünün sefaleti yanında bir rüya gibi göze çarpıyor, işte bir devrin büyüklüğü, bu korkunç çöküşün sebebini aramayı unutturacak kadar gözlerimizi kamaştırmıştır. Halbuki bu çöküşün sebebi daha önceden herhangi bir şekil altında mevcuttu. Almanya’yı sadece iyi para kazanılan ve harcanan, yalnız bir oturma yeri kabul edenler, şimdiki durumu bir felaket diye vasıflandırırlar. Bunların dışında kalanlar ise, tam tersine, bugüne kadar tahakkuk etmemiş tahminlerini nihayet meydana gelmiş sayıyorlardı.
Fakat yıkılmanın sebebi, bundan bir ders çıkarabilecek pek az adam bulunmasına rağmen, daha önceden ortada idi. îşte bugün, böyle bir ders çıkarmağa her günkünden çok ihtiyaç vardır. Bir hastalık sebebi bilinirse tedavisi de mümkün olur. işte siyasi felaketler karşısında da böyle hareket etmek gerekir. Hiç şüphe yok ki, bir hastalığın derin sebepleri yerine, ilk önce dıştan görünen arazları tedavi olunur. Birçok kişinin, dıştan görünen arazları düzeltemeyip, bunları hastalığın gerçek sebepleri ile karıştırmalarının sebebi işte buradadır. Hatta bu gibi kimseler böyle bir sebebin varlığını inkara bile saparlar. Bundan dolayı şimdi aramızdakilerin birçoğu, Almanya’nın çöküşünü, sonucun doğurduğu ekonomik zaruret ve yokluğa bağlıyorlar. Gerçi herkes kendi payına düşene katlanmak zorundadır. Bu, felaketin manasını ve genişliğini anlamak bakımından, herkes için kesin ve zorlayıcı sebeptir. Halbuki büyük topluluk, siyasi ve kültür yönünden, ırk ve ahlak bakımından bu çöküşe pek az başını çeviriyor. Bu büyük topluluğa dahil olanların pek çoğunda his ve akıl yokluğu göze çarpıyor. Haydi, çöküş sebepleri hakkında büyük topluluğun bu şekilde davranmasını kabul edelim. Fakat, aydın çevrelerin de bu çöküşü ekonomik felakete bağlamaları ve kurtuluşu ekonomik bir çözümden beklemeleri, bana şimdiye kadar tedavisi imkansız kalmış sebeplerden biri gibi geliyor. Çöküşte ekonominin ancak ikinci ve hatta üçüncü planda kaldığı, birinci rolü siyası, ahlaki ve kan etkenlerinin oynadığı anlaşılırsa, ancak o zaman şimdiki felaketin sebebine inilmiş olur. Böylece kurtuluş yolu ve çaresini bulmak imkan dahiline girer. Bunun için Almanya’nın yıkılmasının sebeplerinin araştırılması kesin bir önem taşır. Gayesi, bizzat hezimeti yok etmekten ibaret olan siyasi bir hareketin temelinde bu araştırmanın sonucu vardır. Fakat, geçmişin içinde yapılacak bu araştırmalar sırasında, göze hemen çarpacak sonuçlarla o kadar fark edilmeyen sebepleri birbirine karıştırmaktan kaçınılmalıdır. Bugünkü felaketimizin akla kolaylıkla gelen ve dolayısıyla en yaygın olan açıklaması şöyledir: Biz mağlup olduğumuz savaşın sonuçlarına katlanmak zorundayız. Yani bu feci durumun sebebi, mağlup olunan savaştır, işte bu ahmaklığa inanan pek çok kişi vardır. Fakat, bunu ağızlarında yalana dayanak olarak dolaştıranların sayıları daha da çoktur. Hükümetin çanağından yutmak imkanım bulanların hepsi böyle hareket etmektedir. Devrim taraftarları, savaşın sonuçlarına kayıtsız kalan halka karşı kötü davranmadılar mı? Hatta bu büyük savaşın zaferle sona ermesi ile ancak büyük kapitalistlerin ilgilendiği ve Alman halkının ve işçisinin böyle bir şey yapmaması gerektiğini gayet ciddi olarak iddia etmediler mi? Evet, bu dünya barışı şakşakçıları yok olan şeyin sadece militarizmden ibaret olduğunu ve Alman milletinin en güzel bir dirilme olayı için bayram yapabileceğini ilan etmediler mi? Bu çevrelerde düşmanın iyilikleri takdir edilip, kanlı kavganın bütün suçu Almanya’ya yüklenilmedi mi? Askeri hezimetin bile millet için, özel birtakım sonuçlar doğuramayacağı ilan olunmadan böyle bir iddiaya kalkışılır mıydı? işte bütün devrim bu yol üzerinden gidilerek yapılmadı mı? Devrim, zaferi bizim bataklıklarımızdan çaldı. Halbuki Alman milleti iç ve dış hürriyetlerine doğru ancak zaferle gidebilirdi. Bedbaht ve aldatılmış olan arkadaşlar, sizlere sorarım: Durum böyle değil midir?
Burada, felaketin sebebini Yahudiler tarafından askeri hezimete bağlanmasında gerçekten bir yüzsüzlük vardır. Halbuki Berlin’de, bütün hainlerin merkez organı olarak yayınlanan Vorvvarts, bu defa Alman milletinin, bayrağını zafer kazanarak memlekete getirmeye hakkı olmayacağını yazıyordu. Durum böyle iken, şimdi bizim çöküşümüzün sebebi başka şekilde görülecekti öyle mi?
Eğer bu sayıklamalar ve saçma sözler, tamamen akıllarını kaybetmiş fakat kötü niyet ve her türlü sahtekarlıktan uzak kalmış bir-i Çok kimseler tarafından her tarafa yayılmış olsaydı, bu büyük yalan-r Cllarla mücadele etmenin hiçbir önemi kalmazdı. Ben de bu yolda konuşmaktan kurtulurdum. Gerçi bu münakaşalar, davamız için .kavga edenlere bazı deliller sağlayacaktır. Sözlerin ağızdan çıkar . Çıkmaz değiştirildiği bir devirde, bu deliller bizim için faydalı ola-I Çaktır, işte Almanya’nın yıkılmasını ordunun son savaşta yenik düş-(}• meşinden doğduğunu iddia edenlere verilecek cevap bunlardır. ı Hiç şüphe yok ki, savaşın kaybedilmesi vatanımızın geleceği ı için olumsuz yönden önem taşır. Fakat bu kaybediliş bir sebep değildi. O da başka sebeplerin sonucuydu. Bu ölüm kalım kavgasının i şanssız bir şekilde son bulması üzerine feci sonuçların doğması, koftu niyetli olmayan kimseler için gayet açık bir keyfiyet idi. Maalesef bu durumu anlamayan bazı kimseler ortaya çıktı. Veya işin gerçek yönünü bilmekle beraber ;bu gerçeğe karşı önce mücadele ettiler ve Sonra onu inkara kalkıştılar. Çok zaman bu herifler, gizli arzuları ı; olduktan sonra, körükledikleri felaketin büyüklüğünün çok geç farkına varıyorlardı.
Biz askerlerin yıkılmasının sorumluluğu, tamamen onlara aittir. ‘ Düşünüp söyledikleri gibi cephede bir hezimet yoktur. Gerçekte, hezimet onların hareketlerinin sonucudur. Şimdi iddiaya kalkıştıkları gibi kötü bir kumandanın eseri değildir. Düşman ordusu da korkaklardan kurulmamıştı. Onlar da ölmesini biliyorlardı. Savaşın ilk gününden itibaren Alman ordusuna sayıca üstün olan düşman askeri, teçhizat için bütün dünyanın depo ve fabrikalarından faydalanıyordu. Bundan ötürü bütün bu teşkilata ve dünyaya karşı Alman ordusu tarafından dört yıl boyunca kazanılan zaferler, bizim kumanda heyetimizin üstünlüğü sayesinde olmuştur. Bugüne kadar teşkilat ve idare yönünden Alman ordusunun bir eşine dünyada rastlanılmamıştır. Eğer bazı kusurlar olmuşsa bunlardan kaçınılması
imkansızdır.
Bu ordunun yıkılması, bugünkü felaketimizin sebebi olmamıştır. Bu felaket başka cinayetlerin sonucudur, işte bu sonucun, daha çok göze çarpan diğer bir yıkılmanın sebebini teşkil ettiği söyleniyor. Bu sonuç şu düşüncelerden çıkıyor: Askeri bir hezimet, bu milleti veya bir devleti böyle bir çöküşe götürebilir mi? Ne zaman dan beri şanssız şekilde kapanan bir savaş böyle bir sonuca sebep olmuştur? Milletler kaybedilen bir savaş sonunda ortadan silinirle ı mi? Bunun cevabı gayet kısadır: Eğer milletler askeri hezimetlerin de, ahlaksızlıklarının kudret noksanlıklarının, karaktersizliklerinin ve sözün kısası liyakatsizliklerinin karşılığım almış olurlarsa, bunun sonucu yukarıda söylediğim gibidir. Ama askeri hezimet bu sebeplerden dolayı değilse, sonuç daha yüksek bir seviyeye doğru yükselmek için bir kamçı yapar. O milli hayatın mezar taşı olmaz. Tarih bir sürü örneklerle bu iddianın doğruluğunu ispat eder.
Alman askerinin hezimeti liyakatsizlikten doğan bir felaket değil, ebedi adaletin haklı bir cezası idi. Halbuki bu başarısızlığa liyakatsizliğin sebep olduğu söyleniyordu. Yenilgi gün gibi ortada durmakla beraber, birçok kişinin gözlerinden kaçan ve bu felaketi ha zırlayan gerçek sebepler nedense tespit edilemiyordu. Felaketin sebebi, bünyemizde görülmek istenmeyen birtakım zincirleme olayların en çok kokuşmuş olanının dışarıya vurmasından ibaretti, işte bundan dolayı, Alman milletinin bu hezimeti kabullenme şeklini yeniden düzenlemeye bağlı olan olayları inceleyiniz.
Bazı çevrelerde, vatanın uğradığı felaketten dolayı en adi şekilde ve utanmadan, açıkça memnuniyet ifade edilmedi mi? Eğer kendisi böyle bir cezaya müstahak değilse, kim bu şekilde hareket edebilir? Gerçekten daha da ileri gidilerek cephenin bozulmasında rol oynandığı iftiharla söylenmemiş midir?
Bunu yapan, düşman değildi. Hayır, böyle bir utanmanın sorumluluğunu taşıyanlar Alınanlardır. Felaketin bu kimselere haksız olarak darbe vurduğu iddia edilebilir mi? Savaşın sorumluluğunu kendi omuzlarına almak ne zamandan beri adet haline gelmiştir? Hem de olaylar hakkında her şey bilindiği halde...
Hayır, bin defa hayır! Alman milletinin mağlûbiyetinin asıl sebebini birkaç mevziinin askeri bakımdan vazifesini yapamamasında, yahut bir taarruzun sonuçsuz kalmasında aramak yanlış olur. Çünkü, bir cephe, asker sıfatıyla mağlûp olmadı. Bir cephenin çöküşü de vatanın felaketini hazırlasaydı, Alman milleti savaşa bütün bütün başka bir surette tahammül ederdi. O zaman bu hezimetin sonuçlarına diş sıkılarak tahammül gösterilirdi. Tesadüfün hıyaneti, yahut kaderin iradesi sonucunda galip gelen düşmana karşı Alman milleti-: îtin kalbi baskı, şiddet ve hiddetle dolar, taşardı, işte o zaman millet, mağlup orduları karşılar, katlandıkları fedakarlıktan dolayı tefekkür eder, onları bağrına basar ve Reich’tan ümidi kesmemeyi tavsiye ederdi. Teslim olma bile akılla imzalanır, fakat o sırada kalp gelecekteki bir yükselme için çarpmaya başlardı. Eğer, biz yenilgiyi iadece kadere borçlu olsaydık, o zaman ne gülünür, ne de dans edilirdi. Korkaklıkla iftihar olunmazdı. Cepheden dönen askere hakaret edilmez; bayrak ve kokarttan çamura batmazdı. Özellikle, bir ingiliz subayı olan Repington’un “Üç Alman’dan bir tanesi haindir.” demesine fırsat verilmezdi. Fakat neticede, milletlerin bize karşı olan hürmet ve takdirlerinin son kırıntılarını da yok ettik ve bitirdik, işte, Almanya’nın çöküşüne savaşın sebep olduğu yalanı en iyi
bu noktadan çürütülür.
Bu hezimetin sonucu hiçbir zaman askeri zaaf değildi. Hayali
.olaylar, daha savaş çıkmadan önce Alman milletini yiyip bitirmişti.
1 Geleneklerin ve ahlakın zehirlenmesinin, beka içgüdüsünün ve buna bağlı hissiyatın azalmasının felaket dolu sonuçları ortada idi. Uzun zaman bu fenalıklar milletin ve imparatorluğun temellerini
oymaya başlamıştı.
Bütün bu olanların tek sorumlusu Marksist teşkilat ile Yahudiler di. Yalana inandırılan millet, vatan hainlerine karşı ayağa kalkacak yegane “tehlikeli davacı” olmak durumundan çıkarılmış ve elinden ahlaki hukuk silahları alınmıştı.
En büyük yalanların daima bir kısmına inanılır. Büyük halk topluluğu, ihtiyari ve şuurlu bir şekilde fenalığa atılmaz, fakat kalbinin en derin köşesinin kandırılmasına imkan bırakır. Bundan dolayı büyük halk topluluğu, hissiyatının basit sadeliği içinde, küçük bir yalana kapılmazsa da, büyük bir yalana aldanır. Genellikle kendiliğinden küçük yalanlar uydurur, buna karşılık büyük yalanlar uydurmaktan utanır.
Büyük halk topluluğu böyle bir sahtekarlığı aklına sığdıramaz, bu işitilmemiş derecede terbiyesiz ve sahte açıklamalara inanamaz. Hatta aydınlatılsa bile, yine de şüphelenir ve uzun süre tereddüt eder. Ama hiç olmazsa sonunda kendisine sunulan rasgele bir açıklamayı doğru olarak kabullenir.
En adi yalanlar daima bir iz bırakırlar. Bundan aldatma hususunda en yüksek mertebeye çıkmış olanlar, gayet güzel istifade ederler ve bu usulü alçakça kullanırlar. Bu durumu en iyi bilenle ı her zaman Yahudiler oldu. Zaten onların hayatları, tek ve büyük bir yalan üzerine, yani ırk söz konusu olduğunda, kendilerinin dini bir cemiyeti temsil ettikleri yalanına istinat ediyordu. Büyük düşünürlerden Schopenhaur, büyük bir gerçeği ortaya koyan küçük bir cümle ile onları ebediyen teşhis etmiştir: “ Yahudiler yalanın büyük üstatlarıdır “. Bu olagelen gerçekleri kabul etmeyen veya bunlara inanmak istemeyen, gerçeğin galip gelmesine hiçbir zaman katılıp yardımcı olmayacaktır.
Alman milleti için, uzun zamandan beri hafif bir şekilde bulunan hastalığın birdenbire müthiş bir felaket halini alması adeta sevinç duyulacak bir olay kabul edilebilir. Eğer bu böyle olmasaydı, millet daha yavaş yavaş, fakat muhakkak surette yok olup gidecekti.
Sonunda hastalık müzmin bir şekle bürünecekti. Fakat bir çöküşün son noktasında hastalık, kendisini bazı kimselere açık bir şekilde gösterdi, insanın; veremden çok, vebaya daha kolayca karşı koyması bir tesadüf değildir. Biri ölüm dalgaları halinde etrafa dehşet saçar ve insanlığı sarsar. Diğeri ise yavaş yavaş yayılır. Biri korkunç bir korku verirken, diğeri ağır ağır bir ilgisizlikle son bulur, işte sonuç budur: Bütün kuvveti ile, hiçbir şeyden çekinmeyerek vebayı alt etmeye çalışan insan, veremin önüne set çekmek için pek zayıf bir teşebbüste bulunur, insan vebaya hakim olduğu halde, vereme boyun eğer.
Millet de bir vücuttur ve bu vücudun hastalıkları da aynı şekilde cereyan eder. Eğer hastalık, daha başlangıçta bir felaket şeklinde ortaya çıkmazsa, millet ağır ağır ona alışır ve sonunda kurtuluş ümidi kalmadan yok olur gider. Bu ara kader bu yok olma sırasında bir müdahalede bulunarak, hastalığa yakalanmış kimseye mikrobu gösterecek olursa, bu durum pek acı olmakla beraber büyük bir mutluluktur. Gerçekten böyle bir felaket defalarca ortaya çıkar. Bu durumda, pek büyük bir gayretle derde deva bulmak imkan dahilindedir. Fakat böyle durumlarda bile, hastalığı doğurmuş olan derin sebepleri arayıp bulmak ve tanımak gerekir. Burada da dikkat edilecek nokta, tahrik edici sebeplerle meydana çıkan karışıklıklar arasında farkları ayırt etmektir. Hastalığa sebep olan unsurlar milli bünyenin içinde ne kadar uzun zaman kalmış ve normal bir şekilde milli bünye ile birleşmiş ise, bu ayrımı yapmak da o kadar zor olur. Gerçekten bir süre sonra, mikropların milleti meydana getiren unsurlardan biri veya halkın zaruri bir felaket diye tahammül gösterdiği bir şey olarak kabul edilmeleri pek kolay meydana gelir. Bundan sonra işin içindeki yabancı tahrikçiyi aramak lüzumu duyulmaz, işte savaştan önce uzun barış yıllarında, birer felaket olarak kabul edilen birtakım durumlar ortaya çıktı. Fakat, bazı istisnalar hariç hiç kimse bunların gerçek sebeplerini aramaya önem vermedi. Buradaki istisnalar birinci derecede ekonomik hayata ait olaylardır. Bunlar, herkes tarafından diğer alanlarda vukua gelen arızalardan daha büyük bir ilgi ile idrak edilir. Birçok bozulma olayları meydana çıktı ki, bunun için gayet ciddi mülahazalarda bulunmak gerekti. Ekonomik yönden söylenmesi gereken noktalar da şunlardır: Savaştan önce nüfusun artması, günlük ekmeğin üretilmesi konusu bütün siyasi ve iktisadi işleri arka planda bıraktırdı. Bu durum gitgide daha kesif bir hal aldı. Maalesef tek bir hal çaresi bulunamadı. Gayeye daha az zarar verecek yollardan ulaşılacağı sanıldı. Avrupa’da yeni topraklar elde etmekten vazgeçildi. Dünyanın ekonomik yönden fethedilmesi hayaline saplanıldı. Böylece ölçüsüz bir sanayileşme hareketine girişildi. Bunun ilk ve en önemli sonucu köylülerin hayat şartlarının bozulması oldu. Köyden şehre akın başladı. Günden güne büyük şehirlerde proletarya sayısı çoğaldı. Sonunda köylü-şehirli dengesi tamamen bozuldu, işte bu sırada, zenginle fakir arasında korkunç bir ayrılık baş gösterdi, ihtiyaç ile sefalet koyun koyuna yaşadı. Bu durumun sonucu çok hazin oldu. işsizlik, insanları avucunun içine aldı. Sonunda sınıflar arasında siyasi bağlar koptu, iktisadi gelişmeye rağmen ümitsizlik, daha derin bir hale geldi ve herkes bunun uzun süre bu şekilde devam edemeyeceği kararına vardı.
insanlar, ne olabileceği hususunda açık bir fikre sahip olamadıkları gibi, ne yapacaklarını da bilemiyorlardı. Bu kendisini belli e-den büyük bir memnuniyetsizliğin en belirli vasıflarıydı. Halbuki başka olaylar bundan çok daha fena idiler. Milletin aklında ekonomik görüşün hakim olması, bu olayları doğuruyordu.
Ekonominin, devlet hakimi ve idarecisi mevkiine çıkması sonucu, para herkesin ibadet etmesi ve önünde boyun eğmesi gereken bir tanrı oldu. Göklerin Tanrısı gittikçe unutuldu. Sanki O ihtiyarlamış ve vakti geçmişti de, O’nun yerine Memmon putu saygı buhurdanının dumanlarını üflüyordu. Bu sırada esaslı bir piçleşme meydana geldi. Bu durum, milletin kahramanlığa varacak yüce bir zihniyete her zamankinden çok ihtiyacı olduğu sırada, özellikle felaketli bir olay teşkil etti. Almanya günlük ekmeğini barışçı ve ekonomik çalışma yolu ile sağlamak teşebbüsünden dolayı, bugün değilse, yarın silaha sarılmak zorunda kalacaktır. Paranın saltanatı, maalesef paraya en çok karşı durması gereken otorite tarafından da kabul edildi. Saygıdeğer imparator, özellikle asil sınıfı kendi maliyesinin bayrağı altında topladığı zaman, feci bir harekette bulunmuş oldu. Buradaki tehlikeyi Bismarck da takdir edememişti. Bunu imparator lehinde kaydetmek gerekir. Fakat bu yola sapmakla, fiiliyatta yüksek fazilete sahip kimseler, paranın değerine boyun eğmiş oluyorlardı. Çünkü, kan asaleti bu yolda yürüyünce, yerini mali asalete bırakmak zorunda kalacağı pek açık idi. Çünkü mali işlemler, savaşlardan çok daha kolay başarılı olurlar.
Bu durumda gerçek kahraman veya devlet adamı için bankaların adamı olan Yahudilerle rasgele münasebette bulunmak pek uygun bir hareket değildi. Gerçekten kabahatli olan bir kimse, kendisine verilen ucuz nişanlara hiçbir önem yakıştıramaz ve bunu teşekkür ederek reddetmekten başka bir şey yapamazdı. Fakat kan bakımından bu gelişme son derece feci idi. Asalet, kendisine hayat veren ırkçı hikmetini kaybetti. Daha çok, çevresinin çoğunluğu için asalet unvanına layık oluyordu. Ekonomik bozulmanın önemli olayı, şahsi mülkiyet hukukunun yavaş yavaş dağılması ve genel ekonominin tahviller kanalıyla şirketlerin mülkiyetine doğru kayışıydı. Mülkiyetin bu terk edilişi, ücretliler karşısında ölçüsüz bir oran aldı. Borsa başarı kazandı, ağır ağır ve muhakkak bir surette milletin hayatını himayesine aldı. Almanya’nın servetinin uluslararası bir hal alması tahvil usulü ile sağlandı. Bu arada Alman sanayinin bir kısmı kendim bu akıbete karşı korumaya çalışıyordu. Fakat Alman sanayi bu mücadelede, istilacı kapitalizm sisteminin, kendisine en sadık ortağı olan Marksizm’le birlikte yaptığı saldırı sonunda yenik düştü. Ağır sanayine karşı girişilen mücadele Alman ekonomisinin Marksizm tarafından uluslararası hale sokulmasının açık bir başlangıcıdır. Esasen Alman ekonomisi, Marksizm’in ancak devrim sırasında kazandığı başarı ile tamamen yok edilebildi. Ben bu kitabı yazdığım sırada, Almanya’nın demiryolu şebekesine karşı girişilen genel saldırı, sonunda başarıya ulaştı. Bu demir-. yolu şebekesi uluslararası maliyenin ağına düştü. Böylece uluslararası Sosyal-Demokrasi en önemli gayelerinden birine ulaştı.
Alman milletinin ekonomik yönden ufalandığının en açık delili, savaş sonunda Alman sanayinin ve ticaretinin başında bulunanlardan birinin, Almanya’nın tekrar dirilmesinin ekonomik kuvvetlerle olacağını iddia etmesidir. Fransa, bu hataya çare bulmak için, öğretim müesseselerinin programlarını tekrar hümanist temel üze-İ rinde kurarken, bizde millet ile devletin payidar kalmaları bir ide-| alin ölmez nimetlerine değil, ekonomik sebeplere bağlı olacağına t dair saçma sapan sözler yükseliyordu. Stinnes’in eskiden ortaya attığı bu düşünceler inanılmayacak derecede bir şaşkınlık meydana getirdi. Fakat bu düşünceleri hemen işlediler ve büyük bir süratle bütün şarlatanların ağızlarında nakarat haline getirdiler. Kader, devrimden sonra bu herifleri, devlet adamı adı altında Alman milletinin başına bela etti.
Dostları ilə paylaş: |