Habsbourglar Devleti ile yapılan bu anlaşma daha Viyana’da en beni azap içinde bırakıyordu, şimdi ise bu husustaki fikir ve kanaatim daha da kuvvetlendi.
Devam ettiğim belirli yerlerde, çökmeye mahkum bir devlet ile yapılan bu manasız anlaşmanın içinden, eğer zamanında sıyrılamaz, Almanya’yı daha da felaket dolu bir sonuca sürükleyeceği hakkındaki kanaatimi gizlemiyordum. Sonunda Dünya Savaşı’nın fırtınası bütün akla uygun düşünceleri ortadan kaldırır gibi olduğunda coşkunluğun verdiği baş dönmesi ancak pek hoş olmayan gerçeğe bağlanmaları gereken merkezleri sardığında, bu kanaatim bir an bile olsa sarsılmadı. Hatta cephede bulunduğum günlerde bile, münakaşa fırsatı elime geçtiğinde Almanya’nın menfaati için bu anlaşmayı bozmak gerektiğini ve bu iş ne kadar erken yapılırsa milletimiz için o kadar iyi olacağını anlatıyordum. Habsbourglar Monarşisi’ni bırakmakla Almanya’nın düşmanlarının sayısının azalacağını ve böylece milyonlarca insanın çizme giymesi, çökmekte olan bir hanedanı ayakta tutmak için değil, Alman milletinin kurtuluşu için olacağını bir bir izah ediyordum.
Savaştan önce anlaşma siyasetinin sakat olduğu birkaç defa izah edildi. Alman muhafazakar çevreleri, bu mübalağalı güvene karşı daha ihtiyatlı davranılmasını tavsiye ettiler. Fakat bütün akla uygun Sözleri olduğu gibi bu ikazları da rüzgar silip götürdü. Nedense bir kere dünyanın fethi yolunda gidildiğinde bunun sonucunun pek büyük olacağına, bu işteki fedakarlığın ise bir hiç derecesinde kalacağına inanılmıştı. Bu işlerden anlamayanlar için de burunlarının dikine doğru yok olmaya gittiklerini ve fareli köyün kavalcısı misali o zavallı halkı da peşlerinden sürüklediklerini gayet sakin bir şekilde düşünmek kalıyordu. Bir iktisadi fethin saçmalığını, tatbiki mümkün bir siyasi sistemmiş gibi gösteren ve millete dünya barışının devamını siyasi bir gaye olduğunu kabul ettiren sebep, bizim bütün siyasi düşüncelerimizin hastalıklı durumundan ileri geliyordu.
Alman teknik sanayiinin zaferi, Alman ticaretinin artan başarıları, bütün bunların kudretli bir devlet ile kabil olacağını bize unutturuyordu. Birçok çevrede, bizzat devletin bu olaylara hayatını borçlu ekonomik bir müessese demek olduğu ve teşkilatın ekonomiye bağlı bulunduğu kanaati müdafaa ediliyordu. Bu hal en doğru bir vaziyet gibi görülüyordu.
Halbuki devletin iktisadi bir düşünce ile veya belirli bir iktisadı gelişme ile hiçbir münasebeti yoktur. Devlet sarih ve sınırları tayin edilmiş bir arazi üstünde, gayesi iktisadi görevler ifasından ibaret olmak üzere, ekonomik anlaşmalarla meydana gelmiş değildir. Devlet fizik ve ahlak bakımından birbirine benzer yaratıklardan oluşan bir topluluk teşkilatıdır. Devlet, bu insanların nesillerine daha iyi hayat sağlamak ve milletleri Tanrı tarafından gösterilen gayeye eriştirmek için kurulmuştur. Bir devletin manası ve gayesi budur ve yalnız bundan ibarettir.
iktisadiyat yukarıda izah ettiğimiz görevin ifası için gereken birkaç vasıtadan ancak biridir, iktisadiyat hiçbir zaman devletin ne sebebi ne de gayesidir.
işte devletin, devlet sıfatı ile mutlaka belirli bir toprağa dayanmasının lüzumsuzluğunun sebebi buradadır. Böyle bir şart ırkdaşlarının geçimlerini kendi imkanları ile sağlamak isteyen topluluklarda zaruri olur. Bu arada beşeriyetin içine, diğer milletleri kendileri için çalıştırmak maksadıyla asalaklar gibi sokulmak kabiliyetine sahip milletler, sınırlandırılmış küçük topraklara dahi sahip olmamalarına rağmen devlet teşkil edebilirler. Bu asalaklığı ile bütün beşeriyete ıstırap veren millet Yahudilerdir. Yahudi Devleti hiçbir zaman mekan içinde var olmadı. Dünyaya sınırsız olarak yayılmakla beraber, bir milletin fertlerini ihtiva etmektedir. Bunun içindir ki bu millet her yerde devlet içinde devlet vücuda getirmiştir. Bu suni devlet, din yaftası altında ilerleyebilmek ve böylece üstün ırkların dini inanışlara her zaman gösterdikleri müsamahayı sağlamak için dünyanın en büyük hokkabazlık hünerlerini yapmaktan geri kalmaz. Gerçekte ise Hazreti Musa’nın dini, Yahudi ırkının korunması mezhebinden başka bir şey değildir. Bunun için bu din gayesine ilgisi bulunan toplumsal, siyasal ve ekonomik bilimlerin alanını da - tamamen içerir.
insanın bekasını sağlama içgüdüsü, insan topluluklarının oluşumunun ilk sebebidir. Bu yüzden, devlet bir ırk organıdır, bir iktisadi teşkilat değildir. Bu durumu çağdaş devlet adamları anlamamaktadırlar. Neticede bu devlet adamları, devleti iktisadi vasıtalarla kurabileceklerini zannetmektedirler. Halbuki devlet, türün ve milletin devamlılığını sağlama içgüdüsünü, faaliyetine esas alan bir oluşumdur.
Bir nevi bekası, bir ferdi feda etmeyi gerektirir. Schiller, “Hayatınızı ileri sürmezseniz, hiçbir zaman hayatınızı kazanamazsınız.” , der. Şairin sözlerinin manası da budur. Ferdi hayatın fedası, ırkın
!’ bekasım temin için geçerlidir. Bir devletin teşkili ve idamesi için en esaslı şart, karakter ve ırk birliği üzerine kurulmuş bir dayanışma
| hissinin hakim olması ve her vasıta ile bunun müdafaasına hazır durulmasıdır. Bu husus, kendi toprakları üzerinde yaşayan millet-
I ferde kahramanca faziletlerin gelişmesiyle, sahtekarlarda ise, riya ve hile dolu bir zulümle son bulur. Yeter ki bu üstün vasıflar doğuştan
l kazanılmış ve siyasi şekiller arasındaki fark da bunun güzel bir delili olsun, işte bir devletin kuruluşu, hiç olmazsa başlangıçta, bu üstün
‘Vasıfların oluşumundan meydana gelmelidir. Hayat mücadelesinde yenilen ve sonunda mahkûm olan ırklar, bu kavgada kahramanca (faziletler göstermeyenler ile dalkavuk ve sahtekarların hilelerine kurban gidenlerdir. Burada eksik olan akıldan ziyade, azim ve cesarettir. Bu da kendim insani hisler perdesi arkasında saklamaya çalışır.
Herhangi bir devletin iç kuvvetinin iktisadi gelişmeye pek ender uygun düşmesi, devletlerin yabancı ve koruyucu vasıflarının ekonomiye ne kadar az bağlı bulunduklarını açıkça ortaya koyar. Birçok örnek bize açıkça göstermiştir ki, ekonomik gelişme daha çok devletin çökmesinin yakın olduğuna işaret eder. Eğer insan topluluklarının kuruluşu her şeyden önce ekonomik kuvvet veya bunun etkenleri ile açıklanıyorsa, devletin kuvvet ve azametini ekonomik gelişmenin büyüklüğü ile ifade etmek gerekirdi. Devletlerin kuruluşunda veya korunmasında ekonomik kuvvete inanışı reddeden delillere tarihin her sayfasında rastlarız. Özellikle Rusya bu devletin kuruluşunda maddi unsurların rol oynamadığını, aksim ahlaki faziletlerin bu kuruluşu sağladığını fevkalade bir açıklıkla ortaya koyar. İşte, ancak bu ahlaki faziletlerin himayesi ile ekonomi meydana çıkmaya başlar ve eğer devletin yaratıcı kabiliyetleri çökerse o da yıkılır gider.
Devletleri doğuran ve muhafaza eden kuvvetlerin neler olduğu sorulursa, bu soruya verilecek cevap şu olur: Ferdin toplum uğrun da fedakarlık ruhu ve göstereceği irade. Bu iki faziletin ekonomi ılı bir ilgisi ve müşterek tarafı yoktur. Çünkü insan hiçbir zaman ekonomi uğrunda feda edilmez, insan, bir iş için değil, bir ideal için hayatını feda eder.
Halkın hissiyatını anlamaya ilgisi bulunan hususlarda Ingilizle rin psikoloji bakımından diğer devletlere kıyasla üstün olduklarını gösteren ve ispat eden şey savaşa girmeleri için ileri sürdükleri se beptir. Biz Almanlar ekmeğimiz için savaştığımız sırada onlar hürrı yet, hatta kendi hürriyetleri için değil, küçük milletlerin hürriyetle: ı için silah atıyorlardı. Bizde bu duruma güldüler ve kızdılar, böylece Alman diplomasisinin daha savaştan önce ne kadar fikirsiz ve aptal1 olduğunu ortaya koydular. Şuursuz ve azimli insanları her halde ölüme doğru yürüten kuvvetin ne olabileceği hakkında zerre kadar fikirleri yoktu. 1914 yılında Alman milleti, bir fikrin uğrunda savaş tığına inandığı sürece mücadeleye yardımcı oldu. Fakat Alman mil letini yalnız günlük ekmeği için savaşa soktukları zaman çarpışmak tan vazgeçti. Devlet adamlarımız, insanın bir iktisadi menfaat uğru na mücadele ettiği andan itibaren elinden geldiği kadar ölümden kaçındığını hiçbir vakit anlamadılar ve farkına varamadılar. Çünkü, ölüm onları kazanılan zaferin semeresinden mahrum bıraktı. Çocu ğunun selameti endişesi, en zayıf bir anneyi bile bir kahraman halı ne sokabilir. Bütün tarih boyunca görülen şudur ki, ırkın ve ocağın yahut bunları savunan devletin bekası uğrundaki mücadelelerde, insanlar kendilerini düşman mızraklarının üstüne atmışlardır. De mek ki şu husus ölümsüz bir gerçek olarak ilan edilebilir. Hiçbir za man bir devlet barışsever ekonomi ile kurulmamıştır. Devlet daim;ı ırkın beka içgüdüsü sayesinde kurulmuştur. Bu içgüdü, ister kendi ni kahramanlık sahasında,isterse entrika sahasında göstermiş olsun ikisi de birdir. Yalnız birinci halde, çalışan ve medeniyet sahibi olan |f devletler meydana çıkmışlardır. Diğer halde de asalak Yahudi toplulukları meydana gelmiştir. Bir millette ekonomi, bu içgüdüyü iletmeye başlar başlamaz; esaret, zulüm ve tazyiki getiren sebep «Üne dönüşür.
Savaştan önce, Almanya için dünya ticaret merkezlerini ele geçirmek veya ticaret ve sömürge siyaseti ile dünyayı barış yolu ile fethetmek imkanı olduğuna beslenen inanç, irade kuvveti, icraata az-, ve kesinlik gibi diğer bütün faziletleri yok eden klasik bir hasta-idi. Dünya Savaşı’nın bütün sonuçları ile böyle bir durumdan meydana gelmesi tabiat kanunlarının gereğiydi. Eğer meseleye derinlemesine bakılmayacak olursa Alman milletinin bu tavır ve hare-eti, çözülmesi imkansız bir muamma gibi görünür. Sadece kudret kuvvet siyasetinin temelleri üzerinde yükselmiş bir imparatorluğun en güzel örneğim bizzat Almanya vermişti. Prusya, Reich’ı donran hücre oldu ve bu hücreden çevreye şualar saçan bir kahra-anlık çıktı. Bu kahramanlık, mali işlemlerden ve ticari işlerden meydana gelmedi. Böylece Reich’ın kendisi de, kudrete yönelmiş bir siyasetin ve askerlerinin cesaretinin en büyük mükafatı oldu.
Şimdi Alman milleti nasıl oldu da siyasi içgüdüsünde böyle düşkün bir hale geldi? işte burada tek başına bir olay söz konusu değildir. Her tarafta gerçekten korku verecek miktarda çökmenin tek sebebi görülüyordu. Bu sebep bazı kere milletin vücudunda alevler gibi dolaşıyor, bazı kere çeşitli yerlerde milletin etini kemiren çıbanlar meydana getiriyordu. Sanki arkası hiç kesilmeyen bir zehir dalgası, esrarlı ve dikkatli bir kuvvet ile mikrobunu vücudun en son damarlarına iletiyor ve böylece aklı ve içgüdüsüyle felce Uğratıyordu. 1912 yılından 1914’e kadar Reich’ın anlaşma ve iktisadi siyasetine ait bütün konuları dikkatle incelerken ve Viyana’da başka bir yol takip ederken tanıdığım kuvvet, bütün bunların tek sebebi idi. Bu esrarlı ve zehirli kuvvet, Marksizm’in hayat hakkındaki düşüncesiydi.
Hayatımda ikinci defa bu yıkıcı ve yok edici doktrinin incelenmesine giriştim. Beni bu ikinci incelemeye çevremin günlük intibaları ve etkileri yerine, bu defa hayatın genel olaylarının değerlendirilmesi zorladı. Bu yeni dünyanın nazari edebiyatına tekrar girip sonuçlarını açıkça görmeye çalıştığım sırada, bunların siyası alanda, kültür ve iktisat hayatındaki tesirlerim tespit ediyordum. Bu sefer de bütün dikkatimi, bu veba mikrobuna galip gelmek için çalı:... n l teşebbüslere yoğunlaştırdım.
Bana, güya kendini sükûn ve intizam içinde gösteren geleciyi tarihin hakkımdaki haksız bir işlemi gibi kabul ediyordum. Geni, M günlerimde bile ciddi ve dikkatliydim. Hiç barışçı olmadım. Bun bu yolda terbiye etmeye çalışan bütün teşebbüsler neticesiz kaldı Boerier Savaşı* bana uzak bir devrenin şimşekleri gibi geldi. Ilı ı gün gazeteleri dört gözle bekliyor, resmi savaş bildirilerini dikkatli okuyordum. Bu kahramanlar savaşına uzaktan da olsa şahit olduğum için çok mutluydum. Rus Japon Savaşı ise daha yaşlı ve dal 1.1 dikkatli bir çağıma rastladı. O zaman milli hisler dolayısıyla Japon ları tutmuştum. Rusların yenilmesinden, Avusturyalı Slavların yenilmelerini görüyordum. Sonra yıllar gelip geçti.
Bir vakitler atalet içinde görünen şey, fırtına öncesi olan bir sûkûnetten başka bir şey değildi. Daha Viyana’da iken Balkanların üzerinde ilerde kopacak kasırgayı haber veren o sakin hareket yayılıyordu. Daha o günlerde kuvvetli bir ışık gibi parlayan ve sonra endişe veren zulmetler içinde gözden kayboluyordu, işte bu sırada Balkan Savaşı çıktı ve ilk kasırga Avrupa’yı silip süpürdü. Ortaya çıkan hava, insanı bir kabus gibi kaplıyordu. Hava, içinde tropik bir hararet gizli yordu. Öyle ki, bir felaket hissi, devamlı duyulan bir endişenin sonu cunda sabırsızca bir bekleyişe döndü. Artık hiçbir yönden durdurulmasına imkan olmayan kadere Tanrı’dan cereyan vermesi isteniyordu. işte o zaman dünyaya ilk korkunç yıldırım indi. Kasırga coştukça coştu, gök gürültülerine Dünya Savaşı’mn top sesleri de karıştı.
Arşidük Ferdinand’m öldürüldüğü haberini Münih’te duydu ğum zaman, derhal beni bir endişe dalgası kapladı. O günlerde so kağa pek sık çıkmıyordum. Bu olay hakkında birtakım önemli ha herlerden başka bir şey öğrenememiştim. Acaba Arşidük’ü yere se ren kurşunlar Alman öğrencilerinin tabancalarından mı çıkmıştı7 Bunlar veliahtın Slavlaştırmak çabalarına karşı galeyana gelerek bu iç düşmandan Alman milletini kurtarmak istemiş olamazlar mıydı; işte bu işin sonucunun ne olacağı derhal tahmin edilebilirdi. Hiç şüphe yok ki yeni bir zulüm kasırgası etrafı kaplayacak ve bu eziyetler bütün dünyanın gözünde “haklı” ve “kuvvetli bir gerekçeye” (Bu arada Hitler on yaşındaydı) istinat ettirilecekti. Fakat bir süre sonra bu işin faillerinin isimlerini işitip, bunların Sırp olduklarını öğrenince hikmetine akıl erdirilemeyen Tanrı’nın intikamı karşısında dehşete düştüm. Çünkü Slavların büyük dostu ve yardımcısı, Slav mutaassıplarının kurşunlarına hedef olarak can vermişti.
Bugün Avusturya Hükümeti ni verdiği ültimatomun şeklinden mündericatından dolayı suçlu görmek haksızlıktır. Başka hiçbir devlet aynı şartlar içinde daha değişik bir yol takip edemezdi. Avusturya’nın güneydoğusunda aman vermeyen bir düşman vardı. Bu düşman monarşiye karşı gitgide daha sık tahriklerde bulunuyordu, İmparatorluğun tahribi için en uygun gün gelene kadar bu tahrikken vazgeçmek niyetinde değildi. Bu beladan kurtulmak imkan-ı ve imparator ölür ölmez felaketin ortaya çıkmasından korkuyordu. Çünkü o zaman yıllar içinde devlet, ihtiyar imparatorunda kendi sembolünü bulmuştu. Artık büyük halk toplulukları Uyar devlet adamının ölümünün, imparatorluğun ölümünü ifade edeceğine inanmaya başlamışlardı. Böylece Slav siyasetinin bütün itlerine karşı Avusturya Devleti’nin hayatı bu ihtiyar imparatorun tel başarısı ile sağlandığı fikri uyandırılıyordu. Bu dalkavukça ha-etlerden saray hoşlanıyordu. Pohpohlu sözlerin altında yatan ve irini derhal gösterebilecek olan zehri göremediler. Çeşitli zamanda söylendiği halde, bu geçmiş devirlerin en akıllı hükümdarının, hükümeti idare hususunda sahip olduğu hünere ne kadar çok bel bağlanırsa, kaderin günü geldiği vakit vergisini almak üzere onun kapısını çalacağını hiç kimse düşünmüyordu. Belki de düşünmek istemiyorlardı. Hatta ihtiyar Avusturya Devleti’ni yaşlı imparator olmadan düşünmek mümkün müydü? Bir vakitler Marie Trerese’in kurban olduğu facia tekrarlanmayacak mıydı?
Ne denirse densin, Avusturya Hükümeti’ne sebep olduğu savaşı, eğer başka türlü hareket etseydi çıkmayacağını söylemek haksızlık olur. Artık savaştan kaçınılamazdı. Belki onu bir iki yıl geciktirmek kabildi. Fakat ne var ki Avusturya için olduğu kadar Almanya için de bir felaket gelecekse bu kaçınılması imkansız olan hesap gününü devamlı olarak ertelemekten ileri gelecekti. Çünkü hesap
günü hiç uygun olmayan bir zamanda gelip çatacaktı. Barışı kurtarmak için sarf edilen çaba, savaşı çok uygun olmayan bir zamana er-| (elemekten başka bir işe yaramayacaktı. Bence, bu savaşı istememiş olan bir kimse, hiç olmazsa bunun sonuçlarını da düşünmek cesaretini kendinde bulmalıydı. Avustur ya’yı feda etmek gerekecekti, fakat yine de savaş çıkacaktı. Ama sa vaş, diğer bütün milletlerin bize karşı müşterek bir kavgası şeklindi değil, Habsbourglar Monarşisi’nin parçalanması için patlak verecek ti. O zaman da ya Avusturya’ya yardım için savaşa girme kararı ala çak, ya da başımızı iki elimizin arasına alıp kaderin neler gösterece ğini bekleyecektik.
Bugün savaşı kötüleyenler ve bu hususta atıp tutanlar, bu sava şa en çok sebep olan kimselerdir. Yirmi otuz yıldır Alman Sosyalist Demokrasi’si, Ruslarla savaş için en hile dolu tahrikleri işleyip dur muştur. Halbuki Merkez Parti’si dini düşünceler dolayısıyla, Avus turya Devleti’ni, Alman siyasetinin köşe taşı ve merkezi durumuna getirmeye çalışmıştı. Simdi bu hataların sonuçlarına katlanmak gerekirdi. Ortaya çıkan bu olay, ne yapılırsa yapılsın önlenemeyecek ve mutlaka patlak verecekti. Alman Hükümeti’nin hatası, barışı ko rumak için hücuma uygun düşen zamanların geçmesine sebebiyet vermesi ve dünya ağına düşerek, bir dünya ittifakına kurban gitme sidir. Bu dünya ittifakı öyle bir anlaşmaydı ki, barışı koruma çabala rina karşı bir dünya savaşına çanak tutuyordu.
Eğer Viyana Hükümeti o zamanki ültimatomu daha ılımlı bir üs lupla kaleme alsaydı sonuç yine de değişmeyecekti. Hatta hükümet halkın nefret ve itirazı karşısında yok olacaktı. Çünkü halkın gözün de ültimatomun üslûbu çok ılımlıydı, tşte bu olayları inkar edecek bir kimse beyinsiz ve hafızadan yoksun veya bir yalancıydı.Tanrı şa hittir ki, 1914 savaşı halka zorla kabul ettirilen bir savaş olmamıştı Tersine halkın istediği bir savaştı. Genel güvensizliğe bir son vermek isteniyordu, iki milyon Alman’ın askere koşmasının ve kanlarının son damlalarına kadar vatanı müdafaaya hazır olmasının sebebi buydu Benim için de bu saatler gençliğimin acı ahlarında sanki bir kurtuluş saati olmuştu. Beni böyle bir devirde yaşattığı için bugün bile Tan rı’ya şevk içinde şükrediyorum. Öyle bir mücadeleye girişmiştik ki dünya bundan daha şiddetlisini görmemiştir. Çünkü halkta, bu defa Sırbistan ve Avusturya’nın akıbeti değil, Alman milletinin hayatının yahut sonunun söz konusu olduğu kanaati hakimdi. Senelerce de vana etmiş bir ataletten sonra halk kendi geleceğini açık olarak görü yor ve teşhis ediyordu. Bundan dolayı, bu mücadeleye başından itibaren şevk ve heyecan karıştı. Bu his halktaki coşkunluğun basit bir telaştan doğan alev olmasını sağladı. Halbuki ciddiyete çok ihtiyaç ardı. Genellikle bu mücadelenin derinliği hakkında esaslı bir şekilde düşünülmüyordu. Kış gelince eve dönüleceği ve yeni temeller üzerine sessiz sedasız çalışmaya devam olunacağı sanılıyordu.
Hiç şüphe yok ki insan arzu ettiği şeyi ümit eder ve sonunda la inanır. Millet uzun zamandır devam eden emniyetsizlikten yorgun düşmüştü, işte bundan dolayı herkesin Avusturya Sırp çekişmesinin barış yolu ile çözümleneceğine inanmaması pek normaldi, belki de bu sayıları milyonları bulan insanların arasında idim. Saldırıya geçildiği haberi Münih’te duyulur duyulmaz, aklıma iki şey geldi. Bir kere savaş kaçınılmaz bir hale gelmişti, ikincisi Habsbourglar imparatorluğu bu durumda anlaşmayı korumak zorundaydı. Beni en çok korkutan şey, Almanya’nın bir kavgaya sürüklenmesi ve Avusturya’nın da bu kavgaya doğrudan doğruya sebep olmadığı için Almanya ile beraber kavgaya girmek üzere karar vermeye ülkesindeki siyasi durumunun müsait olmaması idi. İmparatorluğun Slav çoğunluğu, böyle bir şeye karşı sabotaja girişecek ve müttefik devlete istediği yardımı yapmaktansa, imparatorluğu paramparça etmeyi daha uygun bulacaktı, işte bu tehlike şimdi ortada yoktu, ihtiyar imparatorluk istese de, istemese de savaşmak zorundaydı.
Bu kavga karşısında benim şahsi kanaatim pek sade ve açıktı. ,’Kanaatime göre Avusturya ile Macaristan Sırbistan’dan herhangi bir özür dileme şeklinde cevap almak için savaşmıyorlardı. Bu savaş Alman milletinin bekasını korumak, geleceğini ve hürriyetini sağlamak için yaptığı bir mücadeleydi. Bismarck’m Almanya’sı şimdi şavaşmak zorundaydı. Atalarımızın Wissembourg’dan Sedan’a ve Paris’e kadar uzanan savaş alanlarında kanlarını kahramanca dökerek fethettikleri yerlerin, şimdi Alman gençliği tarafından yeniden kazanılması gerekiyordu. Eğer bu kavga sonuna kadar başarı ile yönetilirse, işte o zaman milletimiz, dünya üzerinde büyük bir haşmet ve gururla yerini alacak ve Alman imparatorluğu tekrar barış için bir sığınma yeri durumuna gelecek ve böylece milletin çocukları için barış aşkı yüzünden günlük ekmeklerinden yoksun bırakılmak mecburiyeti ortadan kalkacaktı.
Vaktiyle delikanlı iken milli şevk ve heyecanın boş bir hülyadan ibaret olmadığını ispat etmeye imkan bulmayı arzulardım. Bazı kere, haklı olmadan “hurra” diye bağırmak bile günah gibi gelirdi Kader tanrısının anlamsız eli milletler ve insanlar hakkında, duygu larının samimiyetine göre hüküm vermeye başladığı yerde bunu söylemek gerekirdi, işte bundan dolayı benim ve daha milyonlarca insanın kalbi felçli durumdan kurtulup, böyle bir duruma geldiği miz için saadetten kabarıyordu. “Deutschland Über Alles”i o kadar çok söylemiş ve avazım çıktığı kadar “Heil” diye haykırmıştım ki Tanrı’nın lütfü olmak üzere artık ezeli ve ebedi Hakimin huzuruna çıkarak bu hissiyatın doğruluğunu ispat edebilmek hakkını kazandığıma emin bulunuyordum. Çünkü, daha ilk andan itibaren bir sa vaş başlangıcında, kitaplarımı ne şekilde olursa olsun terk etmek zorunda kalacağım pek açık gelmişti. Yerimin, vaktiyle içimdeki sesin çağırdığı yer olduğuna inanıyordum.
Siyasi sebeplerden dolayı önce Avusturya’yı terk ettim. Habsbourglar Devleti için mücadele etmek istemiyordum. Fakat milletim ve imparatorluk için her an ölmeye hazırdım. 3 Ağustosta Kral Üçüncü Louis’ye bir dilekçe sundum ve Bavyera alayına girmek lütfunun benden esirgenmemesini talep ettim. Hiç şüphe yok ki o günlerde özel kalem daireleri pek meşguldü, işte bundan dolayı, hemen ertesi günü, isteğimin kabul edildiği haberini ve bir Bavyera alayına müracaat emrini alınca pek çok sevindim. Birkaç gün zarfın da ancak altı yıl sonra sırtımdan çıkaracağım üniformamı giydim işte benim ve her Alman için şu ölümlü hayatın en unutulmaz ve en yüce zamanı bu suretle başladı.
Bu büyük kavganın olayları karşısında, bütün bir geçmiş tatsız bir hiçliğe gömülüyordu, iftiharla, fakat üzüntü duyarak bu eski günleri düşünüyordum. Bu fevkalade olayın yıldönümleri on kert-tekrarlandı. Şimdi Tann’nın lütfü ile katılmak imkanına kavuştuğum o kahramanların kavgalarının ilk anılarım düşünüyorum. San ki hepsi dün olmuş gibi, birçok olaylar gözlerimin önünden gelip, geçiyor. Önce kendimi üniformalı olarak sevgili arkadaşlarımın arasında görüyorum. Sonra tek tek hepsi hayalimde canlanıyor: ilk de fa talime çıkışımdan, ta cepheye gidene kadar ki günlerim...
O zaman beni ve arkadaşlarımı üzen tek bir husus vardı. O da cepheye geç ulaşmak korkusu. Bu durum, çok kere beni rahat etmekten alıkoyuyordu. Nihayet mutlu gün geldi. Görevimizi yapmak üzere Münih’i terk ettik, ilk defa Rhein’i gördüm. Nehrin sakin dalan yanı sıra batıya doğru gidiyorduk. Bu Alman nehrini yüzyıllık Uçmanın hırs ve tamahına karşı koruyacaktık. Güneşin ilk ışıkları sabah sisini aralarken gözlerimizin önünde Niedenvald anıtı parıldadı. Göğsüm heyecandan daralıyor ve nefesim kesiliyordu. Sonra soğuk ve rutubetli; bir gece geçirdik. Bütün gece boyunca sessiz yürüdük. Sabah birdenbire başlarımızın üzerinden kurşunlar geçmeye başladı. Kurşunlar toprağı kamçıladı, ilk ölüm haberi üzerine iki yüz ağızdan ilk “Hurra!” yükseldi. O zaman kurşunların vızıldamaları, toprağın sesi ve insanların feryat ve şarkıları duyulmaya başladı. Herkes gözleri hummalı kendisini ileri doğru çekilmiş hissediyordu. Hem de gittikçe hızlanarak. Sonunda kavga, pancar tarlalarından ve çitlerden ötelerde başladı. Bir kavga ki göğüs göğüse... Fakat uzaklardan bir melodi kulaklarımıza kadar geliyordu. Bu hal, yavaş yavaş bizi avucunun içine alıyor, takımdan takıma sirayet ediyordu. Ölüm bizim saflarımızda tahribata başladığı zaman, şarkı bizi de ı etti. Onu sıramız gelince söyledik ve başkalarına intikal ettirdik: Deutschland, Deutschland über Alles, über Alles in der welt!” Dört gün sonra geriye döndük. On yedi yaşındaki çocuklar, ü birer büyük adam gibi görünüyordu. List alayına mensup gönüllüler ihtimal ki, askeri kurallara uygun bir şekilde savaşamıyordu, ama hepsi de “asker gibi ölmesini” biliyorlardı. Bu başlangıçtı. Yıllar birbirini böyle takip etti. Şevk ve heyecan yavaş yavaş soğudu. Ölüm korkusu coşkun sevinçleri boğdu. Bir gün geldi ki, herkes idi hayatı ile görevi arasında mücadele etmeye mecbur kaldı. Bu mücadele benim şahsımda da oldu.
Ölüm çevrede dolaştığı vakit, daima belirsiz bir şey insanı isyana sevk ediyor, acz içinde kalmış vücuda kendisini mantığın sesi gibi göstermeye çalışıyordu. Ne var ki bu sadece korkaklıktan ibaretti ve ‘tebdili kıyafet” ederek herkesi avucunun içine almak istiyordu. Fa-at insanı ihtiyatlı olmaya zorlayan bu ses ne kadar çabalarsa çabalasın, ona karşı direnme de o kadar şiddetli oluyordu. Böylece gizli bir mücadeleden sonra görev hissi üstün geliyordu. Bu mücadele bende daha 1815-1916 kışında sona ermişti, irade, inkarı imkansız bir hakim mevkie geçmişti, ilk günlerde saldırılara “yaşasın” diye bağırarak (Almanya’nın Renonya üzerindeki hakimiyetini ifade eden 35 metre yüksekliğinde cermen heykeli.) ve kahkahalar savurarak katıldımsa da, şimdi sakin ve o nispetti azimliydim. Bu hislerini devamlıydı. Artık asabım bozulmadan, akıl sağa sola sapmadan sadece kaderin son denemelerine katılabilirdim.
Dostları ilə paylaş: |