Bu ihtimalin günü geldiğinde herhangi bir şekilde bütün bir in sanlığı kaplayacağı, dolayısıyla hiçbir milletin bu mukadder akıbet ten kendini kurtaramayacağı itirazı ilk bakışta doğrudur. Ama bu iddiaya da verilecek cevap vardır. Şurası bir gerçek ki bir gün gele çek, insanlık, artan nüfusun ihtiyaçlarını topraktan karşılayamaya çak ve nüfusun çoğalmasını sınırlamak zorunda kalacaktır. Bu durumda işi ya tabiata bırakacak veya kendisi bir yol bulacak ve bu denge kurmaya çalışacaktır. Biz şimdi şöyle ümit edelim ki böyle bir durum şimdiki imkanlara kıyasla daha geniş imkan ve vasıtaların bulunduğu bir sırada vukua gelsin. O zaman da bütün milletin bu durumdan üzüntü duyacaklardır. Halbuki bugün dünya üzerin de kendine gerekli olan toprağı elde etmeğe kuvveti yetmeyen millet, böyle bir durumdan rahatsız oluyor. Devrimizde halen istifade edilmeyen geniş topraklar vardır ve bu arazi işlenmeyi beklemektedir. Bu toprakları ilerde tabiat tarafından gönderilecek yeni milletler için tahsis edilmiş veya ayrılmış bir arazi olarak kabul etmek manasızlık olur. Bilakis bu topraklar, sahip çıkabilecek ve işleyebilecek millete nasip olacaktır. Tabiat siyasi sınırlar kabul etmez. O, yaratıkları dünya üzerine serpiştirir ve kuvvetlerin serbest faaliyetlerini takip eder. Cesaret ve faaliyet hususunda en kuvvetli olan, tabiatın sevgili çocuğu o “asil yaşamak” hakkını elde edecektir.
Bir millet dahili kolonizasyon faaliyetinin içine kapanırsa ve diğer taraftan diğer ırklar da dünya üzerine yayılırlarsa doğumları tahdit zorunda kalacaktır. Oysa diğer milletler nüfusça çoğalmaya devam edeceklerdir. Bu milletlerin işgal ettiği alan ne kadar küçükse bu durum o kadar süratli ortaya çıkacaktır. Esefle belirteyim ki, bütün medeniyet verici ırklar, içine daldıkları barışçılık prensibi ile yeni topraklar kazanmaktan çok zaman vazgeçerek, dahili kolonizasyon ile yetindiklerinden meydan değersiz milletlere kalmakta ve nüfusun iskan edilebileceği yerler bunların ellerine geçmektedir. Bunun sonucu olarak şu durum ortaya çıkmaktadır:
En yüksek medeniyete ulaşmış ırklar, daha aşağı medeniyete mensup, fakat tabiat bakımından daha kaba ve sert yapılı ırkların . geniş arazi üzerinde sınırlamaya gerek görmeksizin nüfusça arttığı ı bir sırada, kendi yerlerinin sınırlı oluşu neticesinde çoğalamamakta ve doğum kontrolüne gitmek zorunda kalmaktadırlar. Diğer bir tabirle, bir gün gelecek dünya kültürü daha az yüksek, fakat enerjisi fazla bir beşeriyetin eline geçecektir. Yani gelecekte iki imkan ortaya çıkacaktır! Ya dünyamız modern demokrasinin oluşumları ile idare edilecektir. Bu durumda da sayıca çok olan milletler terazide ağır basacaklardır. Veyahut dünya tabiat kanunları dahilinde idare edilecektir. Bu vakit de, doğumları sınırlamış topluluklar değil, sert iradeli milletler duruma hakim olacaklardır. Beşeriyetin hayatı bir gün büyük mücadelelere sahne olacaktır. Sonunda yalnız beka içgüdüsü Üstün çıkacaktır. Budalalık, korkaklık ve kendini beğenmişlikten oluşan insaniyet güneşte kalmış kor gibi bu içgüdü karşısında eriyip gidecektir. Beşeriyet daimi bir mücadele içinde büyümüş ve gelişmiştir. Daimi barış, beşeriyetin mezarını hazırlar.
Almanlar için “dahili kolonizasyon” kelimeleri uğursuzdur. Biz de hayatımızı uyuşukluk içinde kazanabileceğimiz fikrini doğurur. Bu nazariye bizim içimize bir kere yerleşirse, dünya üzerinde Almanlara ait olan mevkii temin uğrundaki bütün gayretler bitmiş demektir. Bir Alman hayatını ve geleneğini bu vasıta ile temin edebileceğine inanırsa, artık her türlü faal savunma ortadan kalkar. Böylece bütün dış politika ile Alman milletinin geleceği toprağa gömülmüş olur. Bunun için bu uğursuz zihniyeti Alman milletine yerleştirmeye kalkanın daima Yahudi olması hiçbir zaman bir tesadüf değildir. Yahudi bu gibi işlerden gayet iyi anlar, insanları yakından tanıdığı için, onların hayat uğrundaki çetin mücadelelerini manasızlaştıra-cak şekilde tabiata yumruk indirmeyi ve kendini dünyanın hakimi mevkiine çıkaracak çareyi bulduğunu birtakım hayalperestlere inandırır. Yahudi bu zavallı hayalperest kimselerin, kendisinin minnettar birer kurbanı olduklarını da bilir.
Bir memleketin geniş topraklara sahip olması harici emniyetin esasını teşkil eder. Bir milletin sahip olduğu toprak ne kadar genişse o milletin tabii himayesi de o kadar büyük demektir. Belirli yere sahip milletlere karşı, daima daha çabuk, daha kolay, daha etkili ve daha askeri sonuçlar elde edilir. Toprağı daha büyük olan milletlere karşı durum değişir. Ayrıca devletin genişliği ciddi şekilde yapılmayan saldırılara karşı bir korunma alanı meydana getirir. Çünkü başarı ancak çok uzun ve çetin mücadelelerden sonra kazanılır. Birbirine baskın şeklinde yapılacak saldırılar ise, bu şekli göze almak için tamamen mecburi sebepler yoksa da pek çok görülebilir, işte böylece bir devletin toprak itibariyle büyüklüğü tek başına milletin hürriyet ve bağımsızlığın sürekliliğini sağlayan unsur olur. Dar toprak istilayı davet eder.
Almanya’da halkın çoğalması ile, genişlemeyen toprak arasındaki denge oluşturmada bu ilk iki çareden de kaçınıldı. Buna doğumların sınırlandırılması meselesinde bazı ahlaki konular sebep oldu. Dahili kolonizasyondan ise, büyük araziye karşı bir hücumun hissedilmesinden ve mülkiyete karşı bir tecavüzün başlangıcından korkulduğu için vazgeçildi.
Bu durum karşısında artan nüfusa ekmek ve iş temin etmek için ancak iki çare daha kalıyordu:
3) Bu çarelerden biri yeni topraklar elde etmek ve her yıl artan nüfusu bu yeni topraklara yerleştirmek suretiyle milletin kendi geçimini kendisinin sağlamasına çalışmaktı. 4) Diğer çare ise sömürge ve ticaret politikası idi. Kendimize dış pazarlar bulmalıydık.
Bu iki yol tetkik edildi ve nihayet son şık üzerinde karara varıldı. Halbuki ilk çare daha uygun idi. Artan nüfusumuzu yerleştireceğimiz yeni yerler temin edilmesi gelecek bakımından da son derece faydalı olurdu.
Bütün bir milletin temeli olmak üzere sağlam ve kusursuz bir köylü sınıfı meydana getirmek ve bunu muhafaza etmek hususuna önem verilmelidir. Dertlerimizin çoğu şehir nüfusu ile köylü arasındaki oransızlıktan doğmaktadır. Küçük ve orta köylülerden oluşmuş sağlam topluluk, eskiden beri toplumsal dertlerimize karşı bir korunma vasıtası olarak meydana çıkmıştır. Bugün de aynı toplumsal rahatsızlıklar içindeyiz. Bir millete kapalı bir iktisadiyat çerçevesi içinde günlük geçimini sağlayan tek hal çaresi budur. Böyle olursa sanayi ile ticaret üstün ve zararlı durumlarından geri çekilerek milli bir iktisadiyatın genel çerçevesi dahilinde bir mevki alırlar. Ve sonunda ihtiyaçlara denk hale gelirler. Artık, sanayi ve ticaret, milletin temeli olmaktan çıkarak, onun yardımcısı olurlar. Fonksiyonları ihtiyaçlarımızla, bütün alanlardaki üretimlerimiz arasında doğru nispeti korumaktan ibaret kalır. Bu durum, halkı yabancı devletlere tabi olmaktan bir dereceye kadar kurtarır. Sanayi ve ticaret müşkül günlerde devletin hürriyetini ve milletin bağımsızlığını sağlamaya yardım eder. Gerçi böyle bir toprak politikası ancak Avrupa’da uygulanabilir. Bu arada şunu da kabul etmeliyiz ki bir milletin öteki bir millete oranla elli misli fazla bir toprağa sahip olması, Tanrı’nın iradesine uygun düşmez. Böyle bir hal karşısında, siyasi sınırları dolayısıyla ebedi hukukun sınırlarından uzak tutulmaya rıza göstermek caiz değildir. Eğer dünyada herkesin yaşamasına yeter derecede yer varsa, yaşamak için gerekli olan toprağı bize versinler. Şüphesiz bunu gönül rızası ile yapmayacaklardır, işte o zaman da herkesin kendi hayatı için mücadele etmek hususunda sahip olduğu hak, işe müdahale edecektir. Sonunda tatlılıkla çözümlenemeyen iş yumrukla halledilecektir. Ecdadımız, vaktiyle kararlarını bugünkü manasız barışçılık anlayışı içinde verseydi, şimdi elimizde bulunan milli toprağımızın üçte birine bile sahip olamayacaktık ve böylece Alman milleti de Avrupa’da geleceğini düşünmek derdinden (!) kurtulacaktı. Hayır, Reich’ın doğu sınırlarını biz atalarımızın gayretli çalışmalarına borçluyuz. Ayrıca milletimizin toprak bütünlüğünü sağlayan kuvvet de onların sayesindedir. Esasen bugüne kadar gelebilmemizi sağlayan tek nokta bu toprak büyüklüğüdür. Toprak büyüklüğünün faydalarını ortaya koyan bir sebep daha vardır:
Avrupa’daki devletlerin çoğu bugün ters oturtulmuş piramitlere benzetilebilir. Bu devletlerin Avrupa’daki toprakları sömürgelerin o geniş arazisine, dış ticaretinin önemine kıyasla gülünç denilecek kadar küçüktür. Bu durum için, zirve Avrupa’da, kaide ise bütün dünya da denebilir. Sadece Amerika Birleşik Devletleri bu tarifin dışında kalır. Bu devletin kaidesi de kendi kıtasındadır. Dünyanın diğer bölgeleri ile sadece zirve ile temas kurarlar. Bu şekil o devletin iç kuvvetini meydana getirir. Avrupa devletlerinin zayıf noktalan da buradadır, ingiltere bile, Avrupa devletleri için söylediklerimi ters çıkartamaz. Çünkü Britanya İmparatorluğu söz konusu edilirken Anglo Sakson dünyasının varlığı unutulmamalıdır, ingiltere’nin sadece Amerika Birleşik Devletleri ile olan kültür ve dil beraberliğinden dolayı, herhangi bir Avrupa devleti ile kıyaslanamaz.
Almanya için sağlam bir toprak politikasını başanya ulaştırabilmenin tek yolu Avrupa’da yeni yerler elde etmekle olurdu. Sömürgeler yoğun bir şekilde Avrupalılarla iskan edilmeğe müsait olmadıkça bu gayeye hizmetleri dokunamaz. Hem 19. yüzyılda barış yolu ile Avrupa devletleri için böyle sömürge görevini görecek topraklar elde edilemezdi. Hatta büyük bir savaşa girişmeden bu şekilde bir sömürge siyaseti dahi takip edilemezdi. Halbuki böyle bir savaşı Avrupa’nın dışında yerler elde etmek yerine, Avrupa Kıtası içinde toprak elde etmek üzere göze almak çok daha uygun olurdu, işte böyle bir şeye karar verilecek olursa, artık her şeyi bırakarak sadece bu harekete sarılmak gerekir. Hepimizin iradesine ve enerjisine ihtiyacı olan böyle bir hareket, yarım tedbirlerle, tereddütlü davranışlarla gerçekleştirilemez. Bunun için Reich’ın bütün siyasetini sadece bu gayeye ayırmak gerekir. Bu hareketin kuvvetlendirilmesinden başka, herhangi bir düşüncenin gereği olan bir küçük jest dahi yapılmamalıdır. Bu gayeye teşebbüse sadece savaş imkan verirdi. Bunu bütün açıklığı ile kabul etmek gerekir. Silahlanma yarışı sakin bir gözle dikkate alınmamalıdır. Bütün anlaşmalar bu yönden incelenmelidir. Avrupa’dan toprak mı isteniyor? işte bu sadece Rusya’nın zararına olur. Bunun için de Reich, Alman kılıcı ile Alman sabanına toprak bulmak ve böylece milletin günlük ekmeğini sağlamak üzere eski “Toton Şövalyeleri”nin yolundan yürümeliydi. Böyle bir siyaset için de Avrupa’da imkan dahilindeki tek müttefik ingiltere idi. Bir kere ingiltere ile anlaşma yapıldı mıydı, Germenlerin yeni seferlerine başlanabilirdi. Bunda bizim hakkımız, ecdadımızın hakkından az değildir. Barışsever halkımızdan hiçbiri doğunun ekmeğini yemekten çekinmiyor. O halde sapanın yolunu kılıcın açacağını da kabul etmek gerekir, ingiltere’nin sevgisini çekmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamalıdır, ingiliz sanayii ile hiçbir rekabette bulunmamalı ve sömürgelerden, denizlerdeki üstünlüklerden vazgeçilmeliydi. Bu sonuca ancak kesin ve açık bir vaziyet ulaştırabilirdi. Ya sömürgelerden ve ticaretten vazgeçilecekti, veya bir Alman savaş donanmasından...
Hiç şüphe yok ki sonuç geçici bir sınırlama olacaktı, fakat azamet ve üstünlük dolu bir gelecek vardı. Öyle anlar oldu ki, ingiltere böyle bir hususu görüşmeye müsait davrandı. Çünkü nüfus artışı yüzünden Almanya, ya ingiltere’nin yardımı ile Avrupa’da kaynaklar elde edecekti ya da ingiltere yardım etmezse dünyanın herhangi bir yerine kayacaktı, işte bu durumu ingiltere çok iyi anlıyordu. 20. Yüzyılın başlarında ingiltere’nin kendisi Almanya’ya yaklaştığı sıralarda, bu hususu gerçekleştirmek lazımdı. Daha ileri yıllarda açık oluşumlarını gördüğümüz bu istek o günlerde ortaya çıkıyordu, ingiltere hesabına kestaneleri ateşten çıkarmak düşüncesi Almanya’da hoşa gitmeyen bir durum yaratıyordu. Sanki, bir anlaşmanın her iki devlet için de kârlı olmayacağı kanaati vardı. Aslında ingiltere ile pek kolay bir anlaşma yapılabilirdi. Yalnız ingilizler, her istifadenin bir karşılığı olacağını bilen kurnaz kimselerdi.
Gayet iyi idare edilen bir Alman dış siyasetinin 1904 yılında Japonya’nın rolünü benimseyebileceği de düşünülmeliydi. Bundan Almanya hesabına çıkacak sonuçlar tahminlere sığdırılamazdı. Herhalde dünya savaşı çıkmazdı. 1904 yılında dökülen kan, 1914-1918 yıllarında on misli fazla kan akıtılmasına engel olurdu, işte bunun sonucu olarak, acaba bugün Almanya dünya üzerinde nasıl bir yerde bulunurdu?
Bütün bunlar Avusturya ile anlaşma yapmanın manasızlığım ortaya koymaktadır. Bu devlet kadavrası, Almanya’ya beraber savaşmak için yanaşmıyor, sadece sonsuz bir barışı korumak için sokuluyordu. Sonra bu anlaşmadan, monarşi içindeki Alman unsurları, yavaş, fakat er geç yok etmek için kurnazca faydalanacaktı. Gerçi bunu başarması imkansızdı. Bu durumda da anlaşmanın imkansızlığı ortaya çıkıyordu. Çünkü, kendi ülkesindeki Cermenliğin yok edilmesindeki kuvvete sahip olmayan bir devlet Almanya’nın menfaatlerine ne kadar yardımcı olabilirdi.
Almanya’da, Habsbourg Devleti’nden Alman ırkına mensup on milyon insana dilediği gibi hakim olmak imkanını çekip almak için milli his ve ruh yoksa, büyük bir cesarete ihtiyacı olan geniş planların tahakkukunda Avusturya’dan yardım beklenmesine de lüzum olmazdı. Eski Reich’ın Avusturya meselesinde aldığı tavra bakılarak, kendi milleti için kesin mücadelede nasıl davranacağı anlaşılırdı. Hiç şüphe yok ki, Cermanızmin yıldan yıla daha çok baskı görmesine fırsat verilmemeliydi. Çünkü, Avusturya’nın müttefik olarak değeri, ancak Alman unsurunun varlığı ile sağlanabilirdi. Fakat idareciler bu yolu tercih etmediler. Mücadele etmek kadar, çekinip korktukları bir şey yoktu. Gerçi sonunda buna müsait olmayan bir zamanda mecbur kalacaklardı.
Kaderin pençesinden kurtulmak istiyorlardı. Fakat çabaları boşa çıktı. Dünya barışını korumanın rüyasını görüyorlardı. Sonunda Dünya Savaşı ile derin uykudan uyandılar. Bu barış rüyası, Almanya’nın geleceğine şekil vermek için üçüncü yola önem verilmesinin belli başlı sebebi olmuştur. Ele geçirilecek toprakların doğuda olduğu biliniyor ve bunun için mücadele etmenin gereği kabul ediliyordu. Fakat ne pahasına olursa olsun barış isteniyordu. Çünkü daha o günlerden itibaren Almanya’nın dış siyasetinin esas ağırlığı Alman milletinin bekasım sağlamak değildi. Dış siyasetimizin esas gayesi her çareye başvurarak dünya barışını devam ettirmekti, işte bu tutumun sonucu herkesin bildiği gibi olmuştur. Bu konuya özellikle tekrar döneceğim.
Şimdi bu durumda dördüncü ihtimal kalıyordu. Yani sanayide ilerlemek, dünya ticaretine ve denizlere hakim olmak ve sömürgeler. Böyle bir gelişmeye daha kolay ve daha çabuk erişmek gerekirdi. Keza bir toprağı kolonize etmek çoğu zaman yüzyıllarca sürer. Esasen onun derin kuvveti de buradadır. Ani bir parlama söz konusu değildir. Hem derece derece, hem derin ve devamlı bir hamle söz konusudur. Yani sanayi gelişmesinin belirtilerinden farklıdır. Sanayi gelişmesi çevreye birkaç yıl içinde kuvvetli ve parlak alevler saçabilir, fakat bunlar devamlı değildir, sabun köpüğüne benzer. Israrlı çalışmalarla çiftlikler kurup, buralara çiftçi aileleri yerleştirmek, bir donanma meydana getirmekten daha zordur. Fakat seri bir şekilde meydana getirilen donanmanın yok olması da çok çabuk olabilir. Esasen Almanya böyle hareket ederse bu yolun da er geç savaşa çıkacağını bilmeli idi. Çalçene heriflerin gururla söyledikleri ırkların “barış yolu ile fethi” sözüne, yani silaha sarılmadan muz aramak için nazik olmanın ve iyi davranmanın yeteceğine, ancak çocuklar inanabilirler.
Hayır, biz bir defa bu yola girersek, günün birinde ingiltere’nin bize düşman olması mukadderdi, ingiltere’nin, Almanya’nın barışçılık faaliyetine şiddetli bir bencillikle muhalefet ettiğinden dolayı bizim bu harekete kızmamız budalalıktan da öte bir şey olurdu, işte biz bu kadar saftık!
Avrupa’da toprak ele geçirmek için Rusya’ya karşı ingiltere ile birleşmek gerekirken, sömürge ve dünya ticareti politikası da ancak Rusya ile birleşerek İngiltere’ye karşı takip edilebilirdi. Ancak bu takdirde, bu politikanın sonuçlarını kabul etmek ve özellikle bir an evvel Avusturya’yı bırakmak lazım gelirdi, işte ne taraftan bakılırsa bakılsın Avusturya ile yapılan anlaşma 1900 yılına doğru gerçek bir delilikten ibaretti. Fakat gerek ingiltere’ye karşı Rusya ile ve gerek Rusya’ya karşı ingiltere ile anlaşma yapmak hiç düşünülmüyordu. Çünkü her iki halde de savaş çıkardı, işte bu savaşı önlemek için, o ticaret ve sanayi siyaseti benimseniyordu, iktisadi ve barış yollarından dünyanın fethi her çeşit kuvvet politikasının kesin olarak boynunu koparıp atacak ve işini bitirecek bir usul sanılıyordu. Gerçi bundan tam emin değildiler. Özellikle ingiltere’den ara sıra hiç akıl almaz tehditler geldiği zaman inançları sarsılıyordu. Bundan dolayı bir donanma inşa etmeye karar verdiler. Fakat bu karar verilirken ingiltere’ye saldırmak ve onu yok etmek düşünülmüyordu. Tam tersine barışı korumak ve dünyanın barış yolu ile fethedilmesi faaliyetine devam edilmesi isteniyordu. Bundan dolayı, gerek sayı ve tonaj itibariyle ve gerek silah yönünden mütevazı bir donanma meydana getirildi. Niyet barışçılık emelim anlatmaktı.
Dünyanın iktisadi ve barış yollarından fethedilmesi konusundaki saçmalıkların bir devletin dış siyasetinin en büyük prensibi derecesine çıkarılması, kepazelikten başka bir şey değildi, ingiltere’yi böyle bir fethin imkan dahilinde olduğuna örnek gösterilmesi ise bu kepazeliği en açık şekliyle ortaya koyuyordu. Bizim tarihi, bir öğretmen olarak kabul etmemizin bu alanda bize çok zararları dokunmuştur. Bu zararları onarmak ise pek zordur. Birçok kimse tarihi hiçbir şey anlamadan ezberlerler, işte bundan dolayı ingiltere’nin, yukarıdaki düşüncelerin tam karşıtına örnek olduğunu anlamadılar. Çünkü hiçbir devlet iktisadi fetihlerini ingiltere’den daha sert ve kılıç zoru ile yapmamış ve yapmış olduklarım da ingilizler kadar azimle korumamıştır. ingiliz siyasetinin göze çarpan en büyük özelliği siyasi kuvvetinden iktisadi fetihler yapması ve sonra her iktisadi başarısını siyasi kuvvet haline getirebilmesidir. Ayrıca ingiltere’nin kendi iktisadi çıkarları için savaşmayacak kadar korkak olduğuna inanmak çok büyük hata idi. ingiltere’nin milli orduya sahip olmaması bu iddiaya hak verdirmez. Burada önemli olan ordunun geçici bünyesi değil, eldeki bu orduyu ileri sürmek niyet ve kararıdır, ingilizler ihtiyaçları olan silaha daima sahip olmuşlardır. Onlar savaştan galip çıkmalarını sağlayacak silahları ellerinde bulundurmuşlardır. Ücretli askerler yettiği müddetçe savaşa bunları yolladılar. Fakat başarı için bu yetmeyince, kendi milletinin en değerli kanından yardım almak yolunu da bildiler. ingilizlerin mücadele iradeleri, sebatları daima aynı şekilde kalmıştır. Oysa Almanya’da okullarda, basında ve mizah yayınlarında ingiltere hakkında çok yanlış fikirler ortaya kondu. Bu yanlış fikirler bizim hayal kırıklığına uğramamıza sebep oldu. Her tarafa yayılan uydurma kanaat, sonunda ingiltere’yi hafife alma hissi doğurdu, işte bunun cezasını çektik. Bu yanlış fikirler ingilizlerin akıl almayacak kadar korkak ve sadece hilebaz birer iş adamı oldukları fikrini yaydı. Bizim sözde iyi yetişmiş profesörlerimiz, ingiltere gibi geniş ve dünyaya egemen bir imparatorluğun hile yolu ile ele geçirilemeyeceğini akıllarına getiremiyorlardı. Bu hatalı yolu ikaz eden az sayıdaki kişilerin sözleri ise dinlenmiyordu. Tommiesler, Flanderlerde bizimle karşı karşıya geldiklerinde hayrete düşen arkadaşlarımın yüz ifadelerini hâlâ hatırlıyorum. Kavganın ilk günlerinden itibaren herkese bu Iskoçyalıların, mizah yayınlarında ve resmi ağızlarda anlatılan kimselere benzemediklerini anladılar. Bu olay benim için, bazı propaganda şekillerinin faydası hakkında inceleme yapmama sebep oldu. Bu yanlış düşünce, hiç şüphe yok ki onu yayanlara bazı faydalar sağlıyordu. Dünyanın iktisadi yönden fethedilmesinin mümkün olduğunu İspat için, yanlış olmakla beraber bu örnekten faydalanılabilinirdi. ingiltere’ye başarı temin etmiş bir şeyin bize de başarı sağlaması gerekirdi. Hatta Almanların yüksek görüşleri ve bizim ingilizlere has olan hilebazlıktan uzak oluşumuz biz Almanlar için bir üstünlük sayılırdı ve böylece küçük milletlerin sevgilerini ve itimatlarım kazanmamız söz konusu olurdu. Bizim hürriyetimizin başkaları için derin bir nefret kaynağı olacağını bir türlü anlamıyorduk.
Üçlü anlaşmanın manasızlığını bize ancak, dünyanın iktisadi ve barış yolları ile fethedilebileceğine ait saçmalıklar açıkça anlatabilirdi. Hangi devletle anlaşma yapılabilirdi. Bir fetih için Avusturya ile Avrupa’da bile savaşa girilemezdi. Bu anlaşmanın doğuştan sakat oluşu buradaydı. Belki bir Bismarck çaresizlik içinde, böyle bir anlaşmaya katlanabilirdi. Fakat onun başarısız halefleri hiçbir iş yapamadı. Hele Bismarck tarafından yapılan anlaşmanın en esaslı temelleri, artık kalmamıştı. Çünkü Bismarck kendi zamanında, Avusturya’yı hâlâ bir Alman Devleti sayıyordu. Fakat oy usulünün yavaş yavaş kabulü ve parlamenter usullere göre idare edilme bu ülkeyi Almanlıkla hiçbir ilgisi olmayan karmakarışık bir hale getirdi. Irki bir siyaset yönünden de, Avusturya ile anlaşma yapmak, kötü ve yanlış bir yoldu. Çünkü Reich’ın yanında yeni bir büyük Slav Devleti’nin kurulmasına göz yumuluyordu. Hiç şüphe yok ki bu devlet, Rusya aleyhine değil de er geç Almanya aleyhine dönecekti. Tuna Monarşisi’nde, bütün birinci derece makamlardan Panjermanistler uzaklaştırılınca, anlaşma çürüyecek ve yıldan yıla zayıflayacaktı. Almanya’nın, Avusturya ile anlaşması 1900 yılına doğru, Avusturya’nın italya ile olan anlaşmasının aldığı şekle bürünmüştü.
Avusturya’daki Cermenliğin uğradığı zulüm ve baskıya karşı, protestoda bulunmak gerekirdi. Ancak böyle bir yol tutulursa, açıktan açığa bir mücadeleye girmek gerekirdi.
Üçlü anlaşmanın değeri psikolojik yönden mütevazı idi. Çünkü bir anlaşma mevcut bir durumu korumak ve devam ettirmekle kalırsa, kuvveti de gitgide zayıflar. Halbuki bir anlaşma o anlaşmayı yapan devletlerin, bundan yararlanarak gelişmeyi düşünmeleri sonucunda daha kuvvetli bir duruma gelir. Bunda da kuvvet karşı koymada değil, saldırmadadır. O günlerde bu gerçek bazı kimselerce kabul edildi ise de, maalesef mesleki çevrelerde anlaşılmadı. 1912 yılında, genel kurmaya bağlı bir subay olan Ludendorff bir muhtıra ile bu anlaşmanın zayıf yönlerini açıklamıştı. Ne yazık ki devlet adamları bu muhtıraya değer vermediler. Genellikle, akıl ve mantık sadece basit insanlarda daha etkili bir şekilde kendini gösterse de, siyaset adamları söz konusu olunca bu prensip tamamen ortadan kalkar.
1914 Savaşı’nın Avusturya yolu ile çıkması ve Habsbourgların işin içinden sıyrılmağa imkan bulamamaları Almanya için bir bahtiyarlıktır. Eğer savaş başka bir sebepten ve yönden çıksaydı, Almanya yalnız başına kalırdı. Çünkü Habsbourglar hiçbir zaman Almanya yüzünden çıkmış bir savaşa katılmadıkları gibi, böyle bir kavgaya dahil olmak da istememişlerdir. Avusturya’daki Slavlar 1914 yılında monarşinin Almanya’ya yardım etmesine imkan bırakmadan monarşiyi parçalardı. Fakat o devirlerde Tuna Monarşisi ile yapılan bu anlaşmadan doğacak tehlike ve zorlukların artması ihtimalim anlayabilenler pek azdı. Avusturya’nın pek çok düşmanı vardı. Bu köhne devletin mirasına konmak için her taraftan Tuna Monarşisi’nin parçalanması bekleniyordu ve Almanya’nın buna engel olacağı düşünülerek bize karşı da husumet besleniyordu. Sonunda şu karara varılmıştı, Viyana’ya ancak Berlin’den geçilerek kavuşulur. Bu yüzden Almanya en çok ümit verici anlaşma imkanlarını kaybetti. Halbuki bu anlaşma Rusya ve hatta italya ile gergin bir havanın esmesine sebep oldu. Çünkü Roma’da halk Almanya’ya karşı olumlu düşünüyorsa da, Avusturya aleyhindeki düşmanlık her italyan’ın kalbinde yatıyordu. Sonra, ticaret ve sanayileşme politikasına girişilince, Rusya ile savaş asla düşünülemezdi. Böyle bir şeyden ancak bu i-ki devletin düşmanları faydalanabilirdi. İşte bunun içindir ki başlangıçta Yahudiler ve Marksistler her şeye başvurarak bu iki devleti birbiri ile savaşmaya zorladılar.
Bir de bu anlaşma daima Almanya için tehlike arz ediyordu. Çünkü Bismarck’ın Reinch’ına düşman olan bir devlet için, diğer devletleri Almanya’nın müttefiki olan Avusturya’nın zararına zengin olmak vaadi ile kışkırtmak, her zaman pek kolay bir şeydi. Viyana Monarşisi’nin aleyhine bütün Doğu Avrupa’yı, özellikle Rusya ile italya’yı harekete geçirmek imkan dahilindeydi. Eğer Almanya’nın müttefiki olan Avusturya herkesin ilgisini çeken bir miras teşkil etmeseydi, Kral Edward’ın nüfuz ve idaresi altında kurulan dünya anlaşması meydana gelmezdi, işte bu yüzden çeşitli niyetleri olan ve birine zıt gayelerin peşinde koşan devletleri aynı taarruz cephesi sürüklemek mümkün olmuştur. Almanya’ya karşı genel bir saldırı halinde bu devletlerin hepsi Avusturya’nın zararına zengin olmayı tasavvur edebilirlerdi. Osmanlı împaratorluğu’nun da bu felaketler getiren anlaşmaya açıkça değilse bile, dolayısıyla katılmış bulunması bu tehlikeyi daha da artırıyordu. Dünya maliyesini idare e-.... Yahudilerin ise henüz mali ve ekonomik kontrol altına almaları Almanya’yı yok etmek üzere çok eskiden beri besledikleri emellerini sonuçlandırabılmeleri için böyle bir yeme ihtiyaçları vardı, işte, ancak anlaşmanın bu şekilde lehimlenmesi mümkün oldu.
Dostları ilə paylaş: |