KELAMDA İMAN PROBLEMİ
-
İMANIN TANIMI VE KAPSAMI
“Güven içinde bulunmak” anlamındaki emn kökünden gelen iman, sözlük anlamı itibariyle “karşısındakine güven vermek, güvende olmak, bir sözü onaylamak, tasdik etmek, doğrulamak, gönül huzuruyla benimsemek, inanmak” gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamda iman, tereddütsüz, içten ve kesin olarak inanmaktır. Kelimenin kök anlamları dikkate alındığında imanın, güvenliği sağlamak, korkuyu kaldırmak demek olan manasının yanında; kabul ve tasdik ederek benimsemek anlamını da içerdiği görülmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de iman kelimesi, lügat anlamlarına uygun olarak, her iki anlamı da kapsamaktadır. Kureyş Suresinde: “…korku içinde iken kendilerine güven veren Allah’a kulluk etsinler.” denilmektedir. Burada iman kelimesinin “güven verme” anlamında kullanıldığını görüyoruz.
Diğer bir ayet-i kerime de Hz. Yusuf’un kardeşleri babalarına: “Sen bize inanmıyorsun.”1 Yani “senin bize güvenin yok, söylediğimizi tasdik etmiyorsun, bizi yalandan uzak tutmuyorsun” diyorlar.
Görüldüğü gibi, iman kelimesinin tasdik anlamı, kök anlamlarından biri olan “güven” anlamına da dayanmaktadır. Kelimenin birinci anlamının güven vermek, korkuyu kaldırmak olduğu düşünülürse, konuşan kimsenin dinleyenin kendisini yalanlamasından ve kabul etmemesinden korkması akla gelecektir. Çünkü dinleyen konuşana inanırsa, onu yalancı olmak korkusundan kurtarmış, ona güven vermiş, söylediği sözde güvenilir bir kimse olduğunu kabul ve tasdik etmiş olur2. Bunun yanında “âmene” fiili “ikrar etmek” ve “iz’an ve kabul” gibi anlamları da içermektedir3.
Istılahî bir terim olarak ise iman; Allah tarafından getirdiği şeylerde Hz. Peygamber’i tasdik etmektir. Başka bir ifadeyle, Hz. Peygamber’in Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen ve zarurât-ı diniyye denilen İslâmî esasların, hükümlerin ve haberlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmaktır4. Diğer bir tanımla iman, “Allah’tan alıp din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan hususlarda peygamberleri tasdik etmek ve onlara inanmaktır.”5
B. İMANIN HAKİKATİ
İlk dönemlerden itibaren kelamın en canlı tartışma konularından biri olan imanın hakikati problemi etrafında çok farklı fikirler ve yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. İmanın hakikatinin ne olduğuna dair kabuller, düşünce ekollerinin birçok konudaki yaklaşımına temel oluşturmuştur. Her bir ekolün iman tanımı ve imanın mahiyetine ilişkin fikirleri, iman-amel ilişkisi, imanın artması-eksilmesi, imanda istisna, büyük günah gibi pek çok konudaki görüşlerinin belirmesinde oldukça önemli bir etkiye sahip olmuştur. İmanın hakikati ve mahiyeti konusunda ortaya çıkan anlayışları farklı şekillerde ele almak mümkündür. Biz bu görüşleri beş başlık altında incelemye çalışacağız.
-
İman Kalbin Tasdikidir
Ehl-i Sünnet’in büyük bir çoğunluğu imanı sadece kalbin tasdikidir şeklinde değerlendirmişlerdir. Başta İmam-ı Âzam olmak üzere Mâtürîdî, Eş’ârî, Bâkıllânî, Ebu’l-Muin Nesefî, Cüveyni, Gazalî, Şehristani, Fahreddin Razi, Amidi gibi kelamcılar imanı; “Allah’a ve rasulüne ve onun Allah’tan getirdiğini söylediği şeylerin kesin ve doğru olduğuna kalpten inanmak ve tasdik etmek” şeklinde tanımlamaktadırlar. İmanı tasdikten ibaret gören anlayışa göre, dil ile imanın ikrar edilmesi sadece dünyevi ahkamın tatbik edilmesi için gereklidir. Bu durumda ikrar, hiçbir şekilde imanın şartı olarak kabul edilmez. Hem nakil hem de akıl yoluyla sabit olmuştur ki, imanın gerçekleşmesi için tek şart kalp ile tasdiktir6. İmanı kalbin tasdikinden ibaret görenlerin kendi görüşlerini temellendirmek üzere delil getirdikleri ayetlerden bazıları şunlardır:
“Ey Muhammed! Bedevîler: ‘Biz iman ettik’ dediler. De ki! ‘İnanmadınız ama İslâm (Müslüman) olduk deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi. Şayet Allah’a ve peygamberine itaat ederseniz Allah işlediklerinizden bir şey eksiltmez.”7
Ayet-i kerime bize inanmanın kalple ilgili olduğunu, dil ile söylenen inancın kalbe yerleşmesi gerektiğini söylemektedir. Sadece “iman ettim” demek suretiyle inanmanın olmayacağı, imanın kalbe yerleşmesinin zorunlu olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bundan başka imanın yerinin kalp olduğunu gösteren pek çok ayet-i kerime vardır. Bunlardan bazılarının meali şu şekildedir:
“Ey peygamber! Kalpleri iman etmediği halde, ağızlarıyla inandık diyenler ve Yahudilerden küfür içinde koşanlar seni üzmesin.”8
“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar.”9
“Kalbi imanla dolu olduğu halde inkâra zorlanan kişi hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse ve kim kalbini kâfirliğe açarsa işte Allah’ın gazabı bunlaradır. Onlar için büyük bir azap vardır.”10
Son ayet-i kerimenin nüzul sebebi de imanın yerinin kalp olduğunu göstermektedir. Kureyş Müşriklerinin ağır baskı ve tehditlerine dayanamayan Ammar b. Yâsir, kalbiyle inandığı halde inanmadığını, Hz. Muhammed’in dininden çıktığını söylemiş, bunun üzerine bu ayet ile Ammar’ın gerçekte mümin olduğu belirtilmiştir. Öyleyse, kalbin ifadesi olmamak şartıyla dille sarfedilen inkâr söylemleri sahipleri için küfür sebebi kılınmamıştır.
Görüldüğü üzere imanın esası inanılacak şeyleri kalbin tasdik etmesidir. Bu durumda, bir kimse kalbiyle inanmadığı halde diliyle inandığını söylediğinde gerçek anlamda mümin sayılmadığı gibi, kalbiyle tasdik ettiği halde dilsizlik gibi sebeplerle bunu ifade edemeyen ya da inandığı halde tehdit altında bunu diliyle inkâr eden kimse mümin sayılmaktadır.
Kalpteki inancın dil ile söylenip açığa vurulması, kişinin bu dünyada söz ve ikrarına göre davranılmasına sebep olacağı için önemlidir. Dolayısıyla imanın yeri kalptir ve kalpte bulunan inancın dil ile ifade edilmesi imanın bir parçası değil, adeta onun dünyevi şartıdır.
İmanın yerinin kalp olduğu, naklî delillerin yanında aklî delillerle de ispatlabilir. Mâtüridî, önce imanın “tasdik” anlamından hareketle imanın yerinin kalp olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. Ona göre, kök manası bakımından iman tasdik demektir. Tasdikin baskı ve cdebir altında tutulamayan mahiyeti ise kalpte bulunan tarafıdır. Çünkü imanın bu noktasına herhangi bir yaratığın tahakkümü nüfuz edemez. Meselenin özü şudur ki, kişinin dilsiz olması imkan dâhilindedir. Dilsizliği dolayısıyla bu kişinin hak dini benimseyişi, Allah’a ve peygamberlere olan imanı inkâr edilemez. Şu halde imanın gerçekleştiği yerin kalp olduğu kendiliğinden kanıtlanmış olmaktadır11.
İmanın yerinin kalp olduğu ortaya konulduktan sonra, inandığını söyleyen ya da mümin olduğunu gösteren davranışlar sergileyen birine hiç kimsenin “hayır gerçekte sen mümin değilsin” deme yetkisi yoktur. Aksini söylemedikçe o Müslüman olarak tanınır ve Müslüman muamelesi görür. Zira kalplerdekini ancak Allah bilir.
-
İman Sadece Dilin İkrarıdır
İman eden kimsenin kendisini değil, diğerleri açısından nasıl göründüğünü esas alan bu yaklaşım, imanı sadece dilin ikrar etmesinden ibaret görür. Muhammed b. Kerrâm ve taraftarlarınca benimsenen bu görüşe göre, iman kalbin değil dilin ikrarı ve tasdikidir; kalp ile bilmek iman olmadığı gibi, dil ile ikrarın dışında hiçbir şey de iman değildir12.
-
İman Kalp İle Tasdik ve Dil İle İkrardır
Ebu’l-Yusr Pezdevî ve Serahsî gibi bazı sünni kelamcılar imamın; kalp ile tasdik ve dil ile ikrar olmak üzere iki rüknünden bahsederler. Sözü edilen kelamcılara göre, bu iki rükünden biri olmazsa iman gerçekleşmez. Çünkü bir kimsye mümin diyebilmemiz onun ikrarına bağlıdır13.
-
İman, kalp İle Tasdik, Dil İle İkrar ve Beden İle Ameldir
Hariciler, Mu’tezile ve Zeydiyye imanın; kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve beden ile amel olmak üzer üç şartı olduğunu iddia ederler. Bu anlayış ameli imanın bir parçası olarak gördüğü için ameli terk eden kişiyi imansızlıkla nitelendiriler.
Ameli imandan bir cüz kabul eden Mu’tezile, bu iddiasını kanıtlamak için Nisa Suresinin 93. Ayetini delil olarak getirir: “Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanetlemiş ve büyük bir azap hazırlamıştır.” Mu’tezile bu ayete dayanarak kasten adam öldüren kişi imandan çıkar demiştir.
Ehl-i Sünnet ise bu ayeti, “kim mümini öldürmeyi helal görürek öldürürse” veya “kim bir mümini imanından dolayı öldürürse” şeklinde yorumlamıştır.
-
İman Kalbin Marifetidir
Cehm b. Safvan ve onun görüşünü benimseyenler, imanı kalbin biilmesi olarak tanımlamaktadırlar. Cehm b. Safvan’a göre iman, kalbin marifetinden ibaret olup, tasdik olmaksızın Allah’ı ve Hz. Peygamber’in haber verdiği şeyleri kalben bilmektir.
İmanın mahiyetine ilişkin bu anlayış çok da tutarlı görünmemektedir. Çünkü marifet ve tasdik arasında önemli farklıklar söz konusudur. Marifet, ne suretle olursa olsun kalpte meydana gelen bilgi olarak nitelendirilirken; tasdik kalpte bir tercih ve dileme sonucu oluşan bir kanaat olarak nitelendirilmektedir. Kısacası tasdikte bir dileme ve tercih söz konusu iken marifet böyle değildir14.
C. İMAN SINIFLANDIRMALARI
1. İnanılacak Hususlar Bakımından İman Çeşitleri
-
İcmâlî iman
İcmâlî iman, inanılması gereken şeylere kısaca, toptan inanmak demektir. Bu en özlü biçimde kelime-i şahadet ve kelime-i tevhid cümleleriyle ifade edilmektedir. Gerçekte Allah’ı ve onun elçisini tanıyıp kabul eden kişi, Allah’ın peygamber vasıtasıyla gönderdiği dini ve bu arada iman ve ahlâk esaslarını da toptan kabul etmiş demektir.
-
Tafsîlî İman
Tafsîlî iman ise, inanılması gereken şeylerin her birine ayrıntılı olarak inanmaktır. Müslüman olmayan birinin İslâm’a girmesi ve mümin sayılması için icmali iman yeterlidir. Ancak, imanın olgunlaşması ve kökleşmesi için neye, niçin inandığını ayrıntılarıyla bilmesi gerekir.
2. Kesin Delile Dayanıp Dayanmaması Bakımından İman Çeşitleri
-
Taklîdî İman
Kesin bilgi ve delillere dayanmaksızın, sadece yaşanan çevrenin telkiniyle gerçekleşen imana taklîdî iman denir. Başka bir ifadeyle, doğup büyüdüğü toplumun inançlarına herhangi bir sorgulama yapmaksızın körü körüne inanmaya taklîdî iman denir.
-
Tahkîkî İman
Kesin delillere, bilgi ve araştırmaya dayalı olarak oluşan imana ise tahkîkî iman denir. Her mümin için asıl olan, bilinçli ve delillere dayalı inanmayı ifade eden bu imandır. Zira insanın neye, niçin inandığını araştırıp bilmesi gerekir.
D. İMANIN GEÇERLİ OLMASI İÇİN GEREKLİ ŞARTLAR
-
İmanın geçerli olabilmesi için, her şeyden önce, hür iradeye dayalı bir tercih olması, baskı, tehdit veya dünya hayatından ümit kesme (yeis) durumlarında gerçekleşmemiş olması gerekir.
-
Kişi iman esaslarının tamamını bir bütün olarak kabul etmeli, iman esaslarından birini inkâr anlamına gelebilecek tutum ve davranışlardan uzak durmalıdır. Mesela “biri hariç peygamberlerin tamamına inanıyorum” gibi bir yaklaşım gerçek bir iman anlamına gelmez. Ya da, “Allah’a, peygamberlere, kitaplarına ve ahiret gününe inanıyorum ama melekler konusunda tereddüdüm var” gibi bir yaklaşım kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Bu durum “imanda istisna olmaz” ifadesiyle özetlenmiştir.
-
Mümin kişi, ne Allah’ın rahmetinden ümidini kesmeli ne de gazabından emin olmalıdır. Mümin kişi, “nasıl olsa imanım var, o halde ben kurtuluşa erdim” düşüncesiyle kendisinden emin olmamalıdır. Ya da, “Çok günah işledim, ben muhakkak cehennemliğim” gibi düşüncelerden uzak olmalıdır15. Kısacası mümin korku ile ümit arasında bulunmalıdır.
E. TASDİK VE İNKÂR BAKIMINDAN İNSANLAR
1. Mümin
Allah’a Peygamber’e ve onun haber verdiği şeylere kesin olarak, yürekten inanıp, kabul ve tasdik eden kimseye mümin denir. Kur’an-ı Kerim müminlerin cennete gireceğini ve pek çok nimete kavuşacaklarını müjdelemektedir. İnandığı halde günah işleyenler ise, günahları ölçüsünde cezalandırılacaklardır.
2. Münafık
Allah’ın varlığını, birliğini, Hz. Muhammed’in Peygamberliğini ve onun Allah’tan getirdiklerini kabul ettiğini söyleyip, bir Müslüman gibi davrandığı halde, kalpten inanıp tasdik etmeyen kişiye münafık denir. Münafıkların içi başka, dışı başkadır. Sözü özüne uygun değildir. Çeşitli sebeplerden dolayı ve menfaati icabı kendini Müslüman olarak göstererek, Allah’a, peygamberine ve Müslümanlara düşmanlığını gizleyen kişidir münafık. Gerçekten inanmadıklarını bilen Allah, onları ahirette ebedi azaba uğratacağını bildirmektedir.
-
Kâfir
Allah’a, Peygamber’e ve diğer iman esaslarına inanmayarak inkâr eden kişiye kâfir denir. Bunun yanında, Hz. Peygamber’in Yüce Allah’tan getirdiği kesin olan ve tevatür yoluyla bize ulaşan esaslardan (zarurât-ı diniye) bir veya birkaçını yahut tamamını inkâr eden kişi de kâfir olur. Meselâ, namazın farz oluşunu, şarabın haram oluşunu inkâr etmek, meleklerin varlığını kabul etmemek küfür anlamına gelir. Kur’an, kâfir olarak ölen kimsenin ebedi cehennemlik olduğunu haber vermektedir16.
Kelam kitaplarında çeşitli sınıflandırmalar mevcut olmakla birlikte, meydana geliş şekli, sebebi ve yeri itibariyla küfrün dört şeşidi üzerinde durulur.
Küfr-i İnkârî: Kişinin; Allah’ı, Hz. Peygamber’i ve onun Allah’tan getirmiş olduğu esasları kalbiyle kabullenmemesi, diliyle de açıkça inkar etmesidir. “Şu muhakkak ki, küfredenleri korkutsan da korkutmasan da onlarca birdir. Onlar iman etezler.”17 Ayetinde ifade edilen inkarcı grubun küfrü bu türdendir.
Küfr-i Cühûd: Kişinin kalben Allah’ı bilip kabul etmesi fakatdili ile imanını itiraf etmemesi, inkar etmesi şeklinde oluşan küfürdür. Şeytan ile Ümeyye b. Salt’ın küfrü bu nevidendir. Allah Teala Ümeyye için: “Tanıdıkları o şey kendilerine gelince, onu inkar ettiler.”18 buyurmuştur.
Küfr-i İnâdî: Kişinin kalben hakikati bilmesi, dil ile de zaman zaman itiraf etmesine rağmen, haset, sapıklık, şan, şöhret ya da başka sebeplerden dolayıİslâm’ı bir din olarak kabul etmemesidir. Bu çeşit küfre, fikir arkadaşlarından ar edip guruna yediremediği için “küfr-i ârî” de denir. Hz. Muhammed’in amcası Ebu Talib’in küfrü bu türden bir küfür olarak kabul edilmiştir19.
Küfr-i Nifak: Kişinin inanılması gereken şeyleri diliyle ikrar ettiği halde kalbiyle tasdik etmemesidir. Münafıkların küfrü böyledir.
Hanefi fıkıhçıların eserlerin de bir küfür çeşidinden daha bahsedilir. Kendi iradesiyle küfür olduğunu bilmediği, fakat gerçekte küfür olan sözü söyleyen kişi çoğu fıkıhçıya göre kâfir olur. İşte bu tip küfre “küfr-i cehlî” denir. Ancak bilmeden küfür olan sözü söyleyenin cehaleti dolayısıyla kâfir denilemeyeceğini iddia edenler de vardır20. Bize göre de küfrün gerçekleşmesi için bir tercih ve irade söz konusu ise, bilmemek mazeret sayılabilir. Ancak kişi, kâfir olarak nitelendirilemese de kişinin bilgisizliği ayrı bir sorumluluk doğurur.
-
Müşrik
Sözlükte, “ortak kabul etmek”, terim olarak ise, “Allah Teâlâ’nın tanrılığında, isim, sıfat ve fiillerinde eşi, dengi ve ortağı bulunduğunu kabul etmek” demek olan şirk ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark küfrün daha genel, şirkin ise daha özel olmasıdır. Bu anlamda, her şirk küfürdür, buna karşın her küfür şirk değildir. Her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir. Çünkü şirk Allah’a, zât, isim ve sıfatlarına ortak kabul etme sonucu meydana gelir. Buna karşın küfür ise, küfür olduğu bilinen bir takım inançların kabulüyle gerçekleşir. Küfür olan inançlardan biri de Allah’a şirk koşmaktır. Mesela, Mecusilik’te olduğu gibi iki ilah kabul etmek şirk olduğu gibi küfürdür de. Hâlbuki ahiret gününe inanmamak küfürdür ama şirk değildir21.
F. İMAN-BİLGİ İLİŞKİSİ
İmanın içtenlikle kabul ve tasdike bağlı olması onun bilgiyle, bilmeyle alakalı olduğunu göstermektedir. Şöyle ki, iman en özlü olarak “kalben tasdik” şeklinde tanımlanmaktadır. İmanın tanımında yer alan tasdik; bir hakikati tanıma ve bilmeyi, kendine mal etmeyi yani benimsemeyi, doğrulama, teyit etme ve ispat etmeyi dile getiren bir kavramdır. Tasdik kavramının bilgiyle, bilmeyle alakalı bu anlam içeriği göstermektedir ki, doğrulanıp gerçekliği kabul edilecek bir şey hakkında bilgi sahibi olunmadan onu tasdik etmek mümkün değildir. Bu anlamda iman, “bilgiye dayalı tasdik” olarak karşımıza çıkmaktadır. Nasıl ki, doğrulanıp gerçekliği kabul edilecek bir şey hakkında bilgi sahibi olunmadan onu tasdik etmek mümkün olmuyorsa; imanda da inanılması gereken doğrulanıp kabul edilmesi gereken konularda bilgi sahibi olunmadan onları hüküm haline getirip tasdik etmek mümkün değildir. O halde, tasdik için bilginin, tasdike götüren sebep olması açısından ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bilgi olmadan tasdikin, dolayısıyla da imanın gerçekleşmesi mümkün olmamaktadır.
Nasıl ki bilgi tasdike götüren bir sebepse, bilgisizlik de tekzip ve inkâra götüren bir sebeptir. Onun için bilgi olmadan tasdikin bir anlamı olmaz. Zira insan neye, niçin ve nasıl iman ettiğini ancak akletme yoluyla elde ettiği bilgiler sonucunda ulaşır. Bundan dolayı, bilgiye dayanmayan bir iman, gerçek bir iman anlamına gelmez22. Kısacası bilgi tasdikten önce gelir. Çünkü insan bilmediği bir şeye inanmaz. Başka bir ifadeyle “tasdikin bilgiye dayanmaması, bir şeyin bilinmeden kabullenilmesi anlamına gelir ki, bu bir anlamda cehalete iman etmek demektir. Bu ise imanın mahiyetiyle çelişir.”23
İman-bilgi ilişkisi açısından, putperest bir kültür içerisinde yaşayan Hz. İbrahim’in akl-ı selimi ile tanrıyı araması ve bulması oldukça dikkat çekicidir. Hz. İbrahim’in bu arayışının kaynağı fıtratından gelen inanma ihtiyacı ile onu yönlendiren aklı ve sağduyusudur. Aklı onu kendilerine bile faydası olmayan putları reddetmeye yöneltmiştir. Yine o karşısındakilerin anlayışını boşa çıkarırken muhatabının aklına ve gönlüne hitap etmektedir. Kısacası o, inancında da reddettiklerinde de bilgiye dayanmaktadır. Bu ve başka örneklerde bilgi inanca giden yolun başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Buna bağlı olarak, Kur’an’ın tebliğ anlayışında öncelikle bilgilendirme ve delillendirme söz konusudur.
İman için bilgi, tasdikin oluşması açısından önemli bir işleve sahip olsa da imanın özdeşi olarak görülmemelidir. Nitekim Mâturîdî’nin de dediği gibi salt bilgiye sahip birinin iman etmiş sayılması düşünülemeyeceği gibi, bilgisizliği dolayısıyla bir kimsenin imanı yok sayılamaz. Kaldı ki, imanın zıddı küfür ve tekzib iken bilginin zıddı cehalettir24. Kısacası bilgi iman için yalnızca tasdikin temeli olarak işlev görmektedir. Bu yönüyle bilgi imanın hakikati olmayıp sebebidir25.
İman, bilgiye dayalı bir tasdik olarak kabul edildiğinde zihinsel bazı aşamalardan geçmesi gerekir. Hanifi Özcan Epistemolojik Açıdan İman adlı eserinde bu aşamaları ilgi, şüphe, zan, inanç, bilgi ve iman şeklinde sıralanmaktadır. Ona göre bu unsurlar bilginin oluşumunda var olan çeşitli bilişsel basamaklardır. Özcan, ilgi ile başlayıp iman ile sonlanan bu zihinsel aşamaları sırasıyla şu şekilde değerlendirmektedir:
İlgi: Kişinin bilgiye ulaşabilmesi için öncelikle o şeye ilgi göstermesi gerekir. İlgi olmadan bilgi hasıl olmaz. Mesela Kur’an’da öncelikle âlemin düzeninden, gecenin gündüzü takip etmesinden, baharda yağmurlarla tabiatın canlanmasından bahsedilerek dikkat çekilir, insanda ilgi uyandırmak hedeflenir.
Şüphe: Bundan sonraki basamak şüphedir. Şüphenin bireyi psikolojik olarak rahatsız eden biri yönü vardır. Şüphenin bu yönü insanı daha fazla araştırmaya sürekler. Bu sayede daha fazla bilgi sahibi olan insan bir sonraki aşamaya geçer.
Zan: Bu aşama zihnin, tereddütlü ve ihtimalli de olsa bir karar aşamasına ulaşan durumunu ifade etmektedir. Zihnin bu hali kesin olmayan bir karar hali olup farklı ihtimalleri barındırır. Buna karşın zihin bu aşamada da hala rahatsızdır, durgun değildir.
İnanç: Zan, hakkında herhangi bir inceleme yapılmadan benimsenir ve zıt kanaatlerin de aynı geçerlilikte olabileceğine imkân vermezse, bu durumda bu kanaat zan olmasının ötesine geçerek inanç halini alır. Ancak, inanç iman değildir. İman bir süreci ifade ettiğinden, inanç, imana giden yol üzerinde bulunan önemli bir kavram olarak görülmektedir. İnanç imandan önceki adımlardan biri olarak görüldüğünde o olmadan imandan bahsetmek doğru görülmemektedir. Nitekim insanların pek çok şeye inandıklarını, buna karşın bunların pek azına iman ettiklerini görmekteyiz.
Bilgi: İmana ulaşmadan önceki son basamak bilgi basamağıdır. Bu aşamada zihin sonuca çok yaklaşmıştır. Bundan sonraki aşama ise imandır.
İman: Bu aşamada artık bilerek, gerçekliğine inanarak gerçekleşen bir iman söz konusudur. Her türlü şüphe ve tereddütten kurtulmuş olan zihin psikolojik olarak artık oldukça rahatlamış durumdadır.
İlgi ile başlayıp iman ile sonlanan bu zihinsel aşamalar göstermektedir ki, bilginin imanla yakın bir ilişkisi vardır. Zira insanın makul olmayan bir şeye inanması kolay değildir. Her insan inancını rasyonel temellere dayandırma ihtiyacı hisseder. Onun için bilgi-iman ilişkisi felsefeciler kadar ilk devirlerden itibaren Müslüman düşünürlerin de yakın ilgisini çekmiştir.
G. İMAN-AMEL İLİŞKİSİ ve BÜYÜK GÜNAH MESELESİ
İman-amel ilişkisiyle ilgili tartışmaların H. I. asrın ikinci yarısından sonra başladığı bilinmektedir. Bu konuyla ilgili temel tartışma konusu, amelin imandan bir parça olup-olmadığıdır. Bu, imanın tanımını ve mahiyetini de belirleyen önemli bir ayrışma noktasıdır. Tartışma, ameli imanın bir parçası olarak gören Hariciler tarafından başlatılmış, daha sonra Mürcie Haricilerin bu anlayışına karşı çıkarak, eylemin imanın bir parçası olmadığını savunmuştur. Bundan sonra Mu’tezile’nin farz olan amelleri iman olarak görmesiyle tartışma daha da büyümüştür26.
Özellikle Sünni kelamcılar amelin imanın bir parçası olmadığını savunmuşlar, bu tezlerini desteklemek için de deliller ileri sürmüşlerdir. Kur’an-ı Kerim’de iman ile amelin birlikte kullanıldığı pek çok ayet yer almaktadır:
“İman edenler ve yararlı işler yapanlara gelince, onlar için içlerinde ebedi kalacakları Firdevs cennetleri bir konaktır.”27
Yukarıdaki ayet-i kerimede, yararlı işler yapmak yani başlıca amelleri işlemek imana atfedilmiştir. Gramer kaidesi olarak bilinir ki, atıfta başkalık vardır, yani başka başka şeyler birbirine atfedilir. Sözü edilen ayette de amelin imana atfedildiği görülmektedir. O halde iman başka, amel başka şeylerdir. Atfedilen şey, kendisine atfedilene girip ondan bir parça olamaz.
Ayrıca, “Kim inandığı halde iyi ameller işlerse zulme uğramaktan ve hakkının yenmesinden korkmaz.”28 ayetinde olduğu gibi, iman amelin sıhhatinin şartı kılınmıştır. Yine bir gramer kaidesi olarak bilinir ki, meşrut şarta dahil değildir. Zira bir şeyin kendisinin şartı olması imkânsızdır. Kısacası şartla meşrut arasında bir ayrılık gayrılık vardır. Yukarıdaki ayette meşrut yani ameller, imana yani şarta bağlanmıştır. Öyleyse iman ve amel başka başka şeylerdir. Dolayısıyla amel imanın bir parçası olamaz. Kaldı ki, Hucurat Suresi 9. Ayet-i kerime de Allah Teâlâ, “Şayet müminlerden iki topluluk birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz.” buyurmakla, amellerden bazılarını terk edenlerin imanlarının mevcudiyetinden bahsetmektedir. Haram olan adam öldürme fiili güzel amellerin bir kısmını terk etmek anlamına gelmektedir. Bu durumda eğer amel imandan bir parça olsaydı, ameli terk edenin mümin olarak vasıflandırılmaması gerekirdi29.
İmam-ı Âzam, amelin imandan bir parça olmadığını kanıtlamak üzere aklî bir delil ortaya koymaktadır. O bu hususta şöyle der: “Amel imandan ayrı, iman da amelden ayrı şeylerdir. Müminin birçok zaman bazı amellerden muaf tutulması bunun delilidir. Bu muaflık halinde müminden imanın gittiği söylenemez. Âdet gören bir kadın, namazdan muaftır. Fakat ondan imanın kaldırıldığını yahut imanın terk edilmesinin emredildiğini söylemek caiz değildir. Şârî o kimseye, ‘orucu terk et, sonra da kaza et’ demiştir. Fakat ‘imanı bırak, sonra kaza et’ denilmesi caiz değildir. Fakirin zekât vermesi gerekmez, demek caizdir. Fakat fakirin iman etmesi gerekmez demek caiz değildir.” 30 Kısacası, amel ile iman aynı şey değildir. Başka bir ifadeyle, eylem, imandan ayrı, ondan farklı bir şeydir. Kaldı ki, Allah Teâlâ, sürekli olarak iyi iş yapmayı salık verse de, yanlış işler yapanları ve ilahi buyrukları yerine getirmede tembel ya da ihmalkâr davrananları mümin olarak isimlendirmiştir. Bununla birlikte, iman ile amel arasında çok sıkı bir bağın olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.
Sonuç olarak, Kur’an’da önemli bir yer tutan iman ve amel kavramaları dinin itikâdî ve amelî iki yönünü oluşturmaktadır. Bunlardan hiç birini göz ardı etmek mümkün değildir. Bu yüzden ‘benim imanın var, bana bu yeter’ demek, Kur’an açısından doğru bir ifade tarzı olmadığı gibi, amelinin eksikliğinden veya günahından dolayı bir insanı küfürle suçlamak da aynı oranda yanlıştır. Bir dini benimseyerek ona kesin bir şekilde inanan insan, onu bütün yönleriyle kabul etmiş demektir. Bundan sonra da, ‘bazı hususları kabul etmiyorum’ demek onu eski durumuna geri döndürecektir. Bu ise tehlikeli bir durumdur. Fakat benimsediği dinde bir takım kuralları uygulamada hata ve eksikler yapmış olabilir. Kur’an’a göre, inkâr ve şirk olmadığı sürece bunların bağışlanması mümkündür.
Bununla birlikte, bütün bunlar amelin iman açısından önemini azaltan ifadeler olarak değerlendirilmemelidir. Zira Ömer Aydın’ın da dediği gibi, amelin imandan bir parça olmadığını söylemek başka bir şey, amelin gerekliliği ve imanla olan yakın, aksiyonel ifadesini dile getirmek başka bir şeydir. Amel, hem imanı güçlendirmede üstlendiği rol, hem de inanan kimseyi cehennem azabından kurtararak nimetlere ulaşmasına aracı olması ve rabbine karşı kulluk görevini gerçek anlamda yerine getirmesi bakımından oldukça önemlidir. Kaldı ki, kuralları, inanç unsurları, emir ve yasakları olmayan bir dinin bulunması mümkün olmadığına göre, İslâm Dini’nin sadece vicdanlarda bulunması gereken basit bir kabul olduğunu düşünmek de doğru değildir. Dini sadece vicdanlarda bulunması gereken bir kabul olarak gören yaklaşım dine uymayı değil, aksine dini kendine uydurmayı ifade eden bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Sıradan bir spor oyununun bile kuralları olduğuna ve o sporu yapan insanın oyunun kurallarına uymayı taahhüt ettiğine, uymadığı takdirde cezalandırılacağına göre, Allah tarafından insanlara gönderilen ve iki dünya saadetini kazandıracak olan bir dinin kurallarının olmaması düşünülemez. Kişinin, tasdik edip onayladığı şeyleri bilmesi ve benimsemesinin yanında, davranışlarıyla da tasdik edip onayladığı hususları desteklemesi gerekir. İman tanımında yer alan tasdik, imanın zihni yönünü, yani inanca ve bilgiye dayanan yönünü ifade etmenin yanında, hakikatin samimi olarak benimsenip özümsenmesini, içselleştirilmesini ve gereğinin yapılmasını, dolayısıyla insan hayatını biçimlendirmesini gerektiren yönünü de ifade etmektedir. Son olarak, amel iman ilişkisi konusundaki ana fikri özetler mahiyette olan şu ifadelerle bu konuyu neticeye bağlayalım: “Amel ile iman arasında yapısal bir ilişki bulunmamakla birlikte, aksiyonel bir ilişkinin bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.” 31
Kelamda iman problemiyle bağlantılı konulardan biri de büyük günah meselesidir. Kelam ekollerinin büyük günah işleyen kimsenin durumunun ne olacağı, işlemiş olduğu günahtan dolayı onun inancında bir değişmenin olup olmayacağı meselesine yaklaışımını belirleyen temel esas onların iman tanımlamaları ve iman-amel ilişkisindeki tavırlarıdır. Şimdi kelam ekollerinin büyk günah meselesine yaklaşımlarını özetlemekye çalışalım.
-
Hârcîlere Göre Büyük Günah İşileyenin Durumu
Hâricîler, küçük veya büyük günah işlemek suretiyle Allah’a isyan eden kimsenin kâfir olduğunu ve işlediği günahından dolayı ebedî olarak cehennemde kalacağını iddia ederler. Çünkü onlara göre, amel imandan bir cüzdür, farz olsun, nafile olsun bütün amel imanın bir rüknüdür.
-
Mu’tezile’ye Göre Büyük Günah İşileyenin Durumu
Mu’tezile, tıpkı Hâricîler gibi ameli imandan bir cüz olarak görse de, büyük günah işleyen kişiyi onlardan farklı bir konuma yerleştirir. Onlara göre, büyük günah işleyen kişi ne mümin ne de kâfirdir; o fâsıktır ve iki menzile arasında bir yerdedir (el menzile beyne’l-menzileteyn). Büyük günah işleyen kimse, imanın rükünlerinden biri olan ameli terk ettiği için mümin değildir. İmanın bir diğer rüknü olan tasdik bulunduğu için ona kâfir de diyemeyiz. O halde onu “fâsık” olarak nitelendirmek gerekir. Onlara göre, büyük günah işleyen kimse tövbe etmeden ölürse ebedi olarak cehennemde kalır. Ancak onun azabı kâfirlerinki kadar ağır olmaz.
-
Ehl-i Sünnet’e Göre Büyük Günah İşileyenin Durumu
Ehl-i Sünnet’e göre büyük günah işleyen kimse, günahı helal saymamak ve onu hafife ya da alaya almamak koşuluyla mümindir, kâfir değildir. Çünkü onlara göre, iman tasdikten ibarettir. Dolayısıyla amel imandan bir cüz değildir.
H. İMANIN ARTMASI VE EKSİLMESİ
İmanın artması ve eksilmesi meselesi, amelin imanın öz yapısına dahil olup olmadığı tartışmasının doğal bir sonucudur. Amellerin imanın öz yapısına dâhil olduğunu kabul edenler, doğal olarak imanda artma ve eksilmenin olacağını da kabul etmektedirler. Bu husustaki farklı görüşleri burada zikretme imkânına sahip değiliz. Burada sadece genel kanaati özetlemekle yetineceğiz.
İmanın tanımı ve imanın geçerli olması için gerekli olan şartlar göz önünde bulundurulduğunda, imanda, inanılması gereken hususlar yani iman esasları açısından artma ve eksilmenin olmayacağı kabul edilecektir. Zira imanın aslı kesinlik derecesine ulaşan kalbî bir tasdik olarak kabul edildiğinde imanda artma ve eksiltmeyi kabul etmek çelişkiye düşmek anlamına gelecektir. Tasdik sağlam olmazsa, zan ve tereddüt mertebesinde olur. Hâlbuki zannın, itikâdî konularda bir değer ifade etmediği aşikârdır. Yine iman bir bütün olduğuna göre, bir kimse, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, iman esaslarının bir kısmını kabul edip bir kısmına inanmasa iman etmiş sayılmaz. Bu durumda iman gerçekleşmediğinden, artma ve eksilmeden söz edilemez.
Ebû Hanife’ye göre, müminler iman ve tevhid bakımından eşittirler, ancak amellerde birbirlerinden farklıdırlar32. İmanın artması küfrün eksilmesiyle; küfrün artması da imanın eksilmesiyle gerçekleşebilir. Bu durumda, bir kişinin aynı anda hem mümin hem de kâfir olması nasıl düşünülebilir? Mümin gerçekten mümindir, onun imanında şüpheye yer yoktur. Aynı şekilde kâfirin de küfründe şüphe yoktur. Çünkü Kur’an’da, “İşte gerçek müminler onlardır.”33 ve “İşte onlar gerçek kâfirlerdir.”34 denilmektedir35.
İman, güçlü veya zayıf olması bakımından farklılık gösterebilir. Kiminin imanı kuvvetli, kiminin zayıftır. Kiminin imanı tam anlamıyla içine sinmiş, kimininki yüzeysel kalmıştır. Kimininki işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki görmeye dayalı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki de yaşamaya, gönülden duymaya ve iç tecrübeye dayalı bilgi ve inanç seviyesindedir. İmanda bu çeşit bir farklılığın bulunduğuna ayet ve hadislerde de işaret edilir. “Hani İbrahim, ‘Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.” demişti. (Allah ona) ‘inanmıyor musun? Deyince, ‘Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin olması için’ demişti.”36 Burada Hz. İbrahim’in Allah’ın ölüleri nasıl dirilttiğini gördükten sonraki imanının önceki imanından daha güçlü olduğu ifade edilmektedir37.
Kur’an-ı Kerim’deki, “İman etmiş olanlara gelince (her inen sure) onların imanını arttırmıştır.”; O, müminlerin yüreklerine imanlarını katmerli bir imanla artırmaları için manevi kuvvet indirendir.”; Müminler onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer. Allah’ın ayetleri okunduğu zaman bu onların imanını arttırır.” anlamındaki ayetler ile bu konudaki hadisler, imanın kuvvet ve kalbin derinliklerine nüfuz yönüyle farklı seviyelerde olabileceğini, nitelik yönüyle artma ve eksilme gösterebileceğini ifade etmektedir38.
I. İMAN-İSLÂM İLİŞKİSİ
İman ile İslâm kelimeleri sözlük anlamları itibariyle aynı anlamı ifade etmeseler de, İman ile İslâm’ın aynı şeyler olup-olmadığı teolojik tartışmalara sebep olmuştur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, iman tasdik, yani bir şeyi doğrulamak, benimsemek anlamlarına gelirken; İslâm, itaat etmek, boyun eğmek, bir şeye teslim olmak gibi anlamlara gelmektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse, iman tasdikten, İslâm ise teslimden ibarettir. Tasdikin yeri kalptir. Teslim ise daha geniş bir kavram olup, hem kalp hem dil hem de insanın organlarıyla ilgili bir kavramdır39.
Mâturîdî ve Nesefî imanla İslâm’ın aynı şey olduğunu savunmaktadırlar. Bu iki kavram her ne kadar farklı iki lafızla isimlendirilmiş olsa da, uygulamada her ikisinden de aynı şey amaçlanmaktadır. Nitekim “Kim İslâm’dan başka din seçerse, bu kabul edilmeyecektir.” ayetinde söz konusu olan İslâm, imanı da içeren ya da onunla aynı anlama gelen İslâm’dır. Dolayısıyla burada söz konusu olan İslâm, son tahlilde imanla kesin ilişkisi olan ve onunla aynı anlamları içeren bir kavramdır.
İslâm ile imanın farklı kavramlar olduğunu savunanlar ise; “Bedeviler iman ettik dediler. De ki, ‘siz iman etmediniz, İslâm olduk (boyun eğdik) deyiniz. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi.”40 Ayet-i kerimesini delil olarak sunmaktadırlar. Buna ilave olarak, Cibrîl Hadisi de iman ile İslâm’ın farklı şeyler olabileceğini düşündürmektedir41. Ancak, Cibrîl Hadisi’nde “İslâm nedir?” sorusuna verilen cevabın birinci maddesini Allah’a ve resulüne iman oluşturmaktadır. Bu ise İslâm’ın daha özel bir kavram olan imanı da içeren çok daha genel bir kavram olduğunu göstermektedir. Yani iman öznel, İslâm nesneldir. Kısacası bu iki terim arasında sıkı bir ilişki söz konusudur42.
İ. İMANDA İSTİSNA
Müminin, “Ben müminim inşallah” demesi “imanda istisna” sorunu olarak bilinmektedir. Buradaki temel tartışma, bir kimsenin, “Ben gerçekten müminim” demesi mi yoksa “Ben İnşallah müminim” demesi mi gerekmektedir noktasında düğümlenmektedir. Görünüşü itibariyle önemsiz gibi görünse de, imanın özüyle ilgili bir husus olması bakımından, bireyin iman konusundaki kararını ilgilendirdiği için üzerinde önemle durulmuş, Mâturîdîler ile Eş’ariler arasında ciddi tartışmalara sebep olmuştur.
İmam Şâfî, imanda istisnayı caiz görmektedir. İmanda istisnayı caiz görenler, “inşallah” sözünün imanda şüpheye yer bırakıyor şeklinde anlaşılmamasını, bu kelimeyi bir saygı, ululama ve edebe riayet kastıyla söylediklerini belirtmektedirler. Yine onlara göre bu söz, şüpheyi ifade etse bile, bu şüphe imanın şimdiki durumuyla değil son durumuyla ilgilidir. Çünkü muteber olan iman, ölüm anındaki imandır.
Mâturîdîlerin bu konudaki tavrı, Ebu Hanife’nin daha önce de belirttiğimiz: “Mümin gerçekten mümindir. Onun imanında şüphe yoktur. Aynı şekilde, kâfir de gerçek anlamda kâfirdir ve onun küfründe de şüphe yoktur” esasına dayanmaktadır. Bu esastan hareket eden Mâturîdîler, bir şüphe ve tereddüt anlamı taşıyabilecek olan “inşallah” sözcüğünün iman ile birlikte ifade edilmesinin doğru olmayacağını düşünmektedirler. Zira kendisinde tasdik ve ikrarın bulunduğu kimse gerçek mümindir. Böyle bir kimsenin, “ben inşallah müminim” demesi doğru değildir. İman konusunda “inşallah” demek şüpheyi gerektirir, en azından şüphe ihtimali taşır43. Mâturîdî, imanın bir akit olduğunu, “inşallah” ifadesinin ise bu akdi ortadan kaldıran bir ifade olduğunu belirtmektedir44. “Halk istisna söylemini sadece şüphe ve zan çerçevesindeki mevzularda kullanır” diyen Mâturîdî, Allah Teâlâ’nın da iman alanında şüphe ve tereddüt ifadesinin kullanılmaması hususunda uyarıda bulunduğunu45, ayrıca nifak ehlini şüphe ve zanna tabi olmakla46 nitelendirdiğini hatırlatmaktadır47. Sonuç olarak, iman konusunda “Ben müminim inşallah” demek sakıncalı olmamakla birlikte hoş karşılanmamıştır.
Dostları ilə paylaş: |