Hece vezni. I. Dünya Savaşı yıllarında Türk şiirinde varlığını tamamen kabul ettirdi ve dönemin aydınları tarafından da iyice benimsendi. Cumhuriyet "ten sonraki yıllarda ise Halide Nusret Zorlutuna, Necmettin Halil Onan. Ahmet Kutsi Te-cer. Necip Fazıl Ktsakürek, Ömer Bedrettin Uşaklı, Ali Mümtaz Arolat bu vezni yeni bir anlayışla ve ustaca kullandıklarından "Yeni Hececiler" adını aldılar.
Cumhuriyet döneminde aruz vezninin giderek yerini hece veznine bırakması üzerine bazı şairler hece vezninde yeni imkânlar aramaya başladılar. Bunlardan bir kısmı aynı manzumede iki değişik hece kalıbı, bazıları da aruzdaki müstezad-dan serbest müstezada doğru gelişen şekil arayışlarına paralel olarak büyükten küçüğe veya küçükten büyüğe doğru hece sayısı azalıp çoğalan mısralı kalıplar kullanmayı denedi. Diğer bir yenilik arayışı ise aynı manzumede değişik duraklı mısralara yer vermek oldu. Ahmet Ham-di Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dranas gibi şairler, hece vezninde yeni bir durak anlayışı geliştirmek için bu vezni daha serbest bir şekilde kullanarak
149
HECE VEZNİ
duraksız şiirler yazdılar. Bu yıllarda hece vezninde yapılan en önemli yenilik ise gizli aruzdur. Hecenin monoton bir vezin olduğu görüşüne karşı çıkan bazı şairler açık-kapalıyani kısa-uzun hecelerin ritmik bir şekilde sıralanmasına dikkat ederek hece ile yazılmış, fakat aruz gibi ahenkli olan parçalar oluşturdular. Netice itibariyle hece, 11. Meşrutiyetten sonra başlayıp Cumhuriyet döneminin ilk yıllarına, bir görüşe göre 1940 yılına kadar varlığını hissettiren Millî Edebiyat akımının da şiirine hâkim bir vezin özelliği kazanmıştır. 1940'tan yani Garip hareketinden sonra gelen nesil, vezin ve kafiyeyi şiir için gereksiz sayınca hece vezni de giderek eski önemini kaybetmeye başlamıştır.
Aruzla kıyaslandığında hece vezninin Türkçe'nin yapısına daha uygun olduğu görülmektedir. Bunun başlıca sebebi, konuşulurken Türkçe'de hecelerin özel ses değerine fazla önem verilmeyişi ve bir çırpıda söylenişidir. Bu özellik hece vezninde de görülmektedir. Yani hecelerin "Anadolu" kelimesindeki gibi zayıf, "Hindistan" kelimesindeki gibi dolgun oluşu bunların ses değerini değiştirmez. Sadece hecelerin mısradaki sayısına bakılır. Bundan dolayı hece veznine "parmak hesabı, vezn-i benânî. hesâb-ı benân" da denilmiştir.
Hece vezni iki önemli kurala dayanır. Bunlardan birincisi mısralardaki hecelerin ses değerine bakılmaksızın eşit sayıda hecelerden meydana gelmesi. İkincisi, mısraın bölümlere ayrılması sonucu oluşan durgulanma ve bunlar arasında yer alan durakların teşkil edilmesidir. Mısraın ölçüsü, aynı zamanda adı olan kalıp o mısradaki hece sayısıyla belirlenir. Yedi heceli bir mısraın kalıbı yedili, on bir heceli bir mısraın kalıbı on birli olarak adlandırılır. Durgulanma ise herhangi bir kalıbın hareket farkını verir. Bu farklar da kalıp çeşitlerini meydana getirir. On birlinin 6 + 5 ve 4 + 4 + 3 çeşitleri durgu-janmadaki farklardan dolayı oluşur. Dur-gulanmanm esası mısraın "durgu" denilen belli bölümlere ayrılmasıdır. Yani on birli kalıpla söylenmiş, "Sümbüller perişan + güller kan ağlar" mısraı birincisi altı, ikincisi beş heceii olmak üzere iki dur-gulu (6 t 5); yine on birli kalıpla söylenmiş olan. "Bir gün olur + deli gönül + uslanır" mısraı ise birinci ve ikincisi dört, üçüncüsü üç heceli olmak üzere üç dur-guludur (4 + 4 + 3). Bu iki mısra arka arkaya okunduğunda aralarındaki hareket farkı değişik durgulanmalara sahip olmalarından ileri gelmektedir. Durgulanma-
nın tabii olması için sekiz heceli ve 4 + 4 durgulu, "Deli gönül + abdal olmuş" mısraı ile on dört heceli ve 7 + 7 durgulu, "Daha deniz görmemiş + bir çoban çocuğuyum" mısraında olduğu gibi durgulardan hemen sonra gelen durakta bir kelime kümesinin kendiliğinden tamamlanması ve başka bir kelime kümesinin başlaması gerekir. Bunun dışında, "O yol bizim + yolumuzdur" (4 + 4) mısraı ile, "Bir dakika araba + yerinde durakladı" (7 + 7) mısraında görüldüğü gibi mısradaki vurgulu hecelerden biri durgunun sonuna getirilmelidir. Mısra aynı zamanda bir ses bütünü olduğu için sonundaki durağın ihmal edilmemesi gerekir, sondaki durak İhmal edilirse mısradaki ritim kaybolur ve nazım nesre yaklaşır. Hece vez-nindeki durak aruzdaki taktîin karşılığı kabul edilebilir. Ancak taktîde kelimeler bölünebildiği halde hece ölçüsünde kelimeler bölünerek durak yapılamaz. Duraklar da durgulanmalar gibi sözün akışına göre gerekli ve tabii olmalıdır.
Hece vezni kalıplarında en az iki, en çok beş durak bulunur. Duraklar arası hece sayısı birden ona kadar değişebilir. Gene! olarak çift heceli kalıpların durguları iki bölüm halinde olduğundan durak tam ortada, tek heceli kalıplarda ise baştaki durguların hece sayısı sondakinden bir hece fazla olduğundan durak bu fazlalıktan sonradır. Ancak bu durum kesin olmadığından şair başka durgular da icat edebilir.
Belli kurallara fazla bağlı olmayan halk ve tekke edebiyatında hece vezninin bilhassa yedili, sekizli ve on birli kalıpları tercih edilmiş; yedili ve sekizlilerin hem durguluları, hem durgusuzları. on birlinin ise 6 + S veya 4 + 4 + 3 durguluları karışık kullanılarak ritmin zenginleşmesi sağlanmıştır. Bu durguların dışına çıkan, meselâ 6 + S ile 5 + 6 durgulu mısraları bir arada kullanan halk şairleri de olmuştur.
Hece vezninde iki heceliden yirmi heceliye kadar birçok kalıp vardır. Bu kalıplar içinde en çok kullanılanlar yedililer, sekizliler, on birliler ve on dörtlülerdir. İki. üç, dört ve beş heceli kalıplara ise genellikle atasözleri, deyimler, tekerlemeler, bilmeceler ve türkü kavuşmaklarında rastlanır.
Kural olarak hece veznindeki kalıpların durakları ve bu durakları oluşturan hece
sayılan şunlardır: Üçlüler (1 + 2. 2 + 1), dörtlüler (I +3.2 + 2. 3 + 1), beşliler (2 + 3, 3 + 2), altılılar (3 + 3, 4 + 2, 2 + 4),
yedililer (3 + 4, 4 + 3, 5 + 2, 2 + 5), sekizliler (4 + 4, 3 + 5. 5 + 3, 6 + 2, 2 + 6), dokuzlular (6 + 3. 3 + 6, 5 + 4, 4 + 5), onlular (5 + 5, 6 + 4. 4 + 6, 7 + 3, 3 + 7), on birliler (6 +5,4 + 4 +3), on ikililer(6 + 6, 7 + 5, 4 + 4 + 4), on üçlüler (8 + 5, 4 + 4 + 5), on dörtlüler (7 + 7), on beşliler (4 + 4 + 4 + 3, 8 + 7), on altılılar (4 + 4 + 4 + 4, 8 + 8). on yedililer (4 + 3 + 4 + 3 + 3), on sekizliler (8+ 10,4 + 4+ 10), on dokuzlular (4+ 4 + 4 + 4 + 3), yirmililer (4 + 4 +
4 + 4 + 4).
BİBLİYOGRAFYA :
Dıoânü lugâti't-Türk Tercümesi, II], 131; Ah-med-i Yeseuî: Dîvân-ı Hikmet'ten Seçmeler (haz. Kemal EraslanJ. Ankara 1983, s. 13, 46; Ebüzziyâ Tevfik. Numüne-i Edebiyyât-ı Osmâ-niyye, İstanbul 1302, s. 462-463; Köprülü, ilk Mutasavvıflar, s. 169-170; a.mlf.. Edebiyat Araştırmaları I, s. 125-Î27; Ahmet Talât [Onay], Halk Şiirlerinin Şekil ue Neü'i, İstanbul 1928, s. 11-13; a.mlf., Türk Şiirlerinin Vezni, İstanbul 1933, s. 12, 13, 18, 51, 54 vd; İsmail Habib [Sevük]. Edebiyat Bilgileri, İstanbul 1942, s. 202-206, 254-268; E. J. W. Gibb. Osmanlı Şiiri Tarihiilrc. Halide Edip). İstanbul 1943, s. 95-96; Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ue Tenkid Sözlüğü, İstanbul 1954, s. 118-119; Ahmet Hamdi Tanpınar. 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi (İstanbul 19561. İstanbul 1985, s. 102-103; Hikmet İlaydın. Türk Edebiyatında Nazım, İstanbul 1959, s. 28-35; Reşid Rahmeti Arat. Eski Türk ŞUri, Ankara 1965; Fevzİye Abdullah Tan-se!. Namık Kemal'in Husûsî Mektupları, Ankara 1967,1, 426-435; II, 448-459; a.mlf.. Meh-med Emin Yurdakul'un Eserleri-I, Şiirler, Ankara 1969, s. XV-XXVI, 4; Hikmet Dizdaroğlu. Halk Şiirinde Türler, Ankara 1969, s. 25-31; a.mlf.. "Halk Şiirinde Türler", TDL, XIX/207 (1968). s. 198-203; Banarlı. R7£7; II, 896; Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ue Sadeleşme Evreleri, Ankara 1972, s. 169-173, 264-271; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügati, İstanbul 1973, s. 52-53; H. Fethi Gözler. Hece Vezni, İstanbul 1980; Bilge Ercilasun, Seruet-i Fünûn'-da Edebî Tenkit, Ankara 1981, s. 228-233; Cem Dilcin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara 1983, s. 39-58; Yahya Kemal. Edebiyata Dair, İstanbul 1984, s. 109-126; Ahmet Kabaklı. Türk Edebiyatı, İstanbul 1985, 1, 651-659; Talat Tekin, XI. Yüzyıl Türk Şiiri, Diuânü lügâti't-Türk'-teki Manzum Parçalar, Ankara 1989, s. VII-IX; Kâzım Yetiş, Namık Kemal'in Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Görüşleri ue Yazıları, İstanbul 1989. s. 416, 419, 423;Hasan Kolcu, TürkEde-biyatında Hece-Aruz Tartışmaları, Ankara 1993; Abdullah Uçman, Türk Dilinin Sadeleşmesi ve Hece Vezni Üzerinde Bir Münakaşa, İstanbul 1997; İbnürreşad Ali Ferruh, "Evzân-ı Milliyyenin Terki ile Evzân-ı Arûziyyenin Kabulü", Mir'ât-t Âlem, sy. 8, İstanbul 1302; İ. Necmi Dilmen. "Türkçe Şiirler Cereyanına Bir Bakış ve 1905 Edebî Hareketi", DTCFD, I (1942), s. 48-71; Ali Canip Yöntem, "Selanik'te Bir Edebiyat Çekişmesi", Yakın Tarihimiz, II, İstanbul 1962, s. 3-4; Rekin Ertem. HHece Vezni", TDEA.IV, 194-202.
Iffll Nurettin Albayrak
150
HEDİYE
HEDİYE
Arapça'da "yol göstermek, doğru yola iletmek" mânasındaki hidâyet (hüdâ, hedy) kökünden türeyen hediyye kelimesinin isim olarak kazandığı anlam, yol göstermenin temelinde bulunan lütuf ve iyilikle yakından ilgilidir (Râgib el-İsfahâ-nî, et-Müfredât, s. 835, 839-840). Türkçe'de armağan kelimesiyle de ifade edilen hediye genelde, "İnsanlar arasında sevgi ve dostluk nişanesi olarak veya muaşeret kaidesi uyarınca karşılıksız verilen nesne" anlamını taşır. Mecei/e'de hediye, "bir kimseye ikrâmen götürülen veya gönderilen mal" şeklinde ve hibenin bir türü olarak tanımlanır (md. 834). Her hediye bir hibe olmakla birlikte yardım veya ibadet amaçlı diğer bağışlamaları da içine alması bakımından hibe hediyeden daha geniş kapsamlıdır.
Hemen hemen her toplumda görülen hediyeleşme âdetinin neredeyse insanlık tarihi kadar eski bir geçmişi vardır. Modern antropoloji çalışmalarında, iptidai topluluklarda karşılık beklemeden hediye vermenin yanı sıra hediye değişimi ve hediye ile sosyal bağ kurma, sosyal itibar ve onur kazanma amaçlı hediye şekillerinin de bir hayli yaygın olduğundan söz edilir. Bu sebeple de ilk dönemlerde he-diyeieşme geleneğinin, sosyal dayanışmayı temin eden mal değişimine dayalı ilkel ekonomi kültürünün bir uzantısı olduğu düşünülebilir. Dinlerde. Tanrıya adanan hediyeler O'ndan daha büyük karşılık bekleme, O'nun koruma ve yardımına sığınma amacıyla açıklanır.
Eski Ahid'de içtimaî ve dinî hayatın bir parçası ve temelde sevgi, saygı ve şükran nişanesi olarak verilen değişik hediye türlerinden sıkça söz edilir. Bunlardan aile fertleri arasında cereyan eden hediyeleşme örnekleri (Tekvîn, 24/53; 25/6; 32/14, 19, 21; 33/11), düğünde tarafların birbirlerine verdikleri veya davetlilerin getirdiği hediyeler (Tekvîn, 24/53; 34/12; Hâkimler, 1/15), krallara ve büyük şahsiyetlere sunulan hediyeler (Hâkimler, 3/ 15; I. Samuel, 9/7; 10/27; I. Krallar, 4/21; 10/13, 25- II. Krallar, 5/5; Mezmurlar. 45/ 12; 72/10; Süleyman'ın Meselleri, 18/16), kralların halka ve emrindekilere yaptığı bağışlar (Tekvîn, 43/34; Yeremya, 40/5; Daniel, 2/48) ilk sıralarda yer alır. Hanu-ka ve Purim bayramlarının çocuklara ve fakirlere hediye verilerek kutlanması da
(Ester, 9/22) yaygın bir gelenektir {ER, v, 556). Öte yandan gayri meşru amaçlar için hediye verilmesi, özellikle de rüşvet mahiyetindeki hediyeler kınanır ve yasaklanır (Çıkış, 23/8;Tesniye, 10/17, 27/25; Mezmurlar, 15/5: Hezekiel, 16/33).
Hıristiyanlık'ta hediye kavramı mâne-vîleştirilmiş ve sembolik bir anlamla doldurulmuştur. Yeni Ahid'de klasik anlamıyla hediyeleşmeyle ilgili referansların bulunmadığı, hediyenin daha çok Tanrı ve insan arasındaki ilişki çerçevesinde mâ-nevî-teolojik bir terim olarak kullanıldığı göze çarpar. Buna göre hediye Tanrfnın insanlara verdiği bağ ıslan mışlıktır (Resullerin İşleri, 2/38; 8/20; 10/45; 11/17; Romalılar'a Mektup,6/23). Fakat kelimenin daha seküler veya daha aslî anlamıyla kullanıldığı da görülür (Filipeliler'e Mektup, 4/16; Resullerin İşleri, 1 1/29; Romalılara Mektup, 15/26; 1. Korintoslular'a Mektup, 8/9). Bazan da kurban ve hediye eş anlamlı olarak kullanılır (İbrânîler'e Mektup, İt/4; Luka, 21/1-4; Matta, 5/23; IDB, II, 395-396).
Hinduizm'de özellikle Brahmanlar'da hediye verme geleneği oldukça yaygındır. Brahmanlar'ın tek geçim kaynağı verilen hediyeler olmuştur. Budizm'de bağış anlamında hediye anlayışı doktrinin özü gereği önemlidir. Bir anlamda nefsi yenmek ve arhatlığa (ustalığa) giden yola ulaşabilmek için dilenmek zorunludur. Dakkhinavibhanga Sutta ve Sigalovada Sutta, bağış yapmanın faziletlerini işleyen iki önemli Budist metindir \ER, V, 555).
Eski Grek ve Roma kültüründe evlilik, çocukluk, erişkinlik gibi dönemlerde hediye verme geleneği yaygın olup hediye türü özellikle para idi. Fakat rüşvet niteliğinde olduğu anlaşılan hediyeler şiddetle cezalandırılırdı. Milâttan Önce 204'te çıkarılan "Lex Cincia de donis ac muneri-bus" karan ile Roma topraklarındaki bu tip bağışlar kısıtlandı (ERE, VI, 213).
Kur'ân-ı Kerîm'de hediye verme ve hediye kabul etmenin hükmüyle ilgili özel bir açıklamaya rastlanmaz; sadece Sebe melikesinin Hz. Süleyman'a bazı hediyeler gönderdiği, fakat siyasî amaç taşıması sebebiyle bunların geri çevrildiği anlatılır (en-Neml 27/35-36). Hadislerde ise hediye ve hediyeleşme konusunda ayrıntılı hüküm ve bilgiler bulunur. Hz. Peygamber, hediyeleşmenin kural olarak İnsanlar arasındaki sevgi ve dostluğu geliştirdiğini, kıskançlık, bencillik ve cimrilik gibi kötü duygulan giderdiğini ve rız-
kın genişlemesine vesile olduğunu belirterek hediyeleşmeyi teşvik etmiş (el-Mu-uatta\ "Hüsnü'l-huluk", 16; Müsned, II, 405; Tirmizî, "Velâ3", 6), verilen hediyelerin -haklı bir sebep yoksa- geri çevrilme-mesini istemiştir. Yine Resûl-i Ekrem'in komşu ülke hükümdarlarına, arkadaşlarına ve aile fertlerine çeşitli hediyeler verdiği, peygamberlik görevinin de bir gereği olarak sadaka ile hediye arasında ayırım yapıp kendisine verilen veya gönderilen sadakaları geri çevirdiği, fakat hediyeleri temiz ve helâl olduğu sürece kabul ettiği ve hediyelere yine hediye ile karşılık verdiği bilinmektedir (Buhârî, "Hibe", 7; Şevkânî, V, 377-393; Abdülhay el-Kettânî, I, 273, 276; II, 66, 207-209, 310; ili, 164). Öte yandan Hz. Peygam-ber'in. hediyeleşmeyi teşvik ederken haksız kazanç yollarını ve bunlardan biri olan rüşvetçiliği ağır bir dille kınaması, zekât memurlarının hediye almasını bir nevi rüşvet veya görev suistimali olarak nitelendirmesi, hediye İle rüşvet arasındaki ince farkın belirlenmesi açısından ayrı bir öneme sahiptir. Ebû Humeyd es-Sâidî'-den rivayet edilen bir hadise göre Resû-lullah, Ezd kabilesinden İbnü'l-Lütbiyye'-yi zekât toplamakla görevlendirmiş, bu zatın daha sonra bazı mallarla gelip Hz. Peygamber'e. "Şunlar size aittir, bunlar da bana hediye olarak verildi" demesi üzerine Resûl-i Ekrem minbere çıkıp. "Benim -zekât toplamak için- gönderdiğim bir memura ne oluyor ki, 'Şunlar sizin, şunlar da bana hediye edildi' diyebiliyor? Dikkat edin. bu kişi evinde otursaydı kendisine hediye verilir miydi?" diyerek bu konuda açık bir tavır ortaya koymuştur (Buhârî, "Hibe", 17, "Ahkâm". 24, 41; Müslim, "İmâre", 26-29; Ebû Dâ-vûd, "İmâre", 11). Diğer bir hadiste, "Zekât memurlarına verilen hediyeler devlet malına hıyanettir" ifadesinin yer alması da (Müsned, V. 424; Şevkânî, VII, 338) böyle bir anlam taşır. Hulefâ-yi Râşidîn'in de devlet memurlarının hediye alması konusunda aynı hassasiyeti gösterdiği bilinmektedir. Bu dönemden itibaren oluşmaya başlayan dinî literatürde hem hediyeleşmenin fazileti ve âdabı, malına haram karışmış kimseden hediye kabulü gibi ahlâkî değerlendirmelerin, hem de hediye-rüşvet ve hediye-ribâ İlişkisi açısından devlet başkanı, vali, kadı, zekât tahsildarı, müftü, şahit gibi belirli bir görevin ifasıyla yükümlü olan ve beiirii yetkilere sahip bulunan kimselerin hediye almasının dinî ve hukukî hükmü, alacaklının borçlusundan hediye almasının ribâ
151
HEDİYE
ile bağlantısı, sebep ortadan kalktığında verilen hediyenin, özellikle de nişan hediyelerinin durumu, haksız kazançla ilgisi ve iade yükümlülüğünün olup olmadığı gibi çeşitli konularda açıklama ve tartışmaların yer aldığı görülür. Başta fakih-ler olmak üzere İslâm âlimlerinin bu konuda takındığı tavırda gerek Hz. Peygamber ve sahabe uygulamasının gerekse kendi dönemlerindeki ahlâkî telakkilerin, görgü kurallarının ve beşerî ilişkilerin gelişim seyrinin ayrı ayrı etkisinin bulunduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
İslâm ahlâkçıları, hediye vermenin ve hediyeye hediye ile mukabele etmenin güzel bir davranış olduğunu, taraflar arasında dostluk ve sevgi bağını güçlendirdiğini, bu sebeple de hediyeden karşılık beklemenin veya verilen hediyeyi geri istemenin doğru olmadığını ifade etmişlerdir. Nitekim bir hadiste, bu şekilde davranabilecek kişilerden hediye almanın uygun olmayacağı belirtilmiştir (Tirmizî. "Mcnâkıb", 73], Yine bazı İslâm âlimlerinin üst düzey devlet görevlilerinden hediye almayı uygun görmemeleri, onların mallarına haram karışmış olması ihtimalinin yanı sıra böyle bir yetkilinin, verdiği hediyelerle toplumun ileri gelenlerini kendine bağlayıp halkı daha kolay yön-lendirebilmesi ihtimaline karşı alınmış bir tedbir mahiyetindedir (Gazzâlî, il, 189-193).
Hediye verme ve almayla ilgili fıkhî tartışmaların önemli bir kısmı hediyenin dolaylı yoldan rüşvet, faiz (ribâ) veya ücretin yerini alması, böyle bir amaçla alınıp verilerek bir nevi kanuna karşı hile teşkil etmesi ihtimalinden hareketle hediye ile bunlar arasındaki farkı açıklamaya ve bu sonuca giden yolları kapatmaya yöneliktir. Hz. Peygamber, zekât tahsildarlarının rüşvet veya nüfuz suistimali sayılabilecek tarzda hediye almasını yasaklamış, Hulefâ-yi Râşidîn de devlet memurlarının aynı şekilde hediye almasını ve diğer şaibeli kazançlarını sıkı denetim altında tutmuş, bu konuda birkaç istisnaî olay dışında o dönemde önemli bir hadise ortaya çıkmamıştır. Ülke topraklarının genişlediği ve devlet gelirlerinin arttığı sonraki dönemlerde ise bu konuda aynı hassasiyetin gösterildiğini ve aynı çizginin korunduğunu söylemek mümkün değildir. Nitekim bu devirde âlimlerin hediyeyi rüşvete giden yol olarak görüp meselâ Abdullah b. Ömer'in hediyeyi fitnenin öncüsü şeklinde nitelendirmesi (İbn Kuteybe, III, 34), Ömer b. Abdülazîz'in de Hz. Pey-
gamber ve Hulefâ-yi Râşidîn'e verilen hediyeleri kastederek onların gerçekten hediye olduğunu, kendi döneminde verilen hediyelerin ise rüşvete dönüştüğünü ifade etmesi (Buhârî. "Hibe", 17), aynı şekilde konunun fıkıh literatüründe ayrıntılı biçimde tartışmaya açılıp hediye ile rüşveti birbirinden ayırmaya matuf bazı ölçülerin konmaya çalışılması, hediye alıp verme hususunda giderek ilk dönemdeki ahlâkî çizgiden sapılmasının bir sonucudur.
Devlet başkanı da dahil olmak üzere devlet memurlarının hediye alıp vermesinin caiz olup olmadığı veya hangi şartlarda caiz olacağı konusunda literatürde farklı görüşlerin ortaya konmasının sebebi, fakihlerin konuyla ilgili hadisleri yorumlama farklılığından çok, devlet başkanı ve diğer kamu görevlilerine verilen hediyelerin kendi dönemlerinde gerçekte ne anlama geldiği hususunda farklı müşahede ve bilgi birikimine sahip olmaları ve ayrıca bu konuda farklı derecelerde ihtiyatlı davranmalarıdır. Hz. Peygam-ber'e nisbet edilen, devlet başkanının aldığı veya verdiği hediyenin haram ve kirli kazanç olduğu, devlet malına hıyanet teşkil ettiği yolundaki İfadeler (Muttaki el-Hindî, VI, 111-112; Şevkânî, VIII, 302), sahih hadis mecmualarında yer almasa da en azından bu konuda muhtemel su-istimallere karşı duyulan kaygıyı dile getirmesi bakımından önem taşır. Nitekim kaynaklarda Hz. Ömer'in kamu görevlilerinden hediye kabul etmediği, kabul ettiklerini de devlet hazinesine devrettiği, aynı tutumu sürdüren Ömer b. Abdülazîz'in âmillerinden görev esnasında verilen hediyeleri hazineye devretmelerini istediği (Sadrüşşehîd, II, 39-48), bir kısım İslâm âliminin de devlet başkanına verilen hediyelerin haram kazanç olduğu görüşünü taşıdığı bilinmektedir (Gazzâlî, I!, 198-199). Meselâ İbn Ferhûn, Resûl-i Ekrem'in hediye kabul etmesinin ona mahsus bir ruhsat olduğunu ve bu konuda ölçü alınamayacağını, devlet başkanı ve öteki kamu görevlilerinin hediye almasının İmam Mâlik ve diğer ilk dönem âlim-lerince mekruh sayıldığını, geleneğin de böyle olduğunu ifade eder )7ebşıratü7-hükkâm, 1. 23; ayrıca bk. Mâverdî, XVI, 282). Mâverdî. devlet başkanının yabancı ülke yönetici ve halkı tarafından gönderilen hediyeleri kabul edebileceği, ancak bu hediyelerin -özel bir bağ sebebiyle olmadıkça- devlet hazinesine aktarılacağı görüşünü benimser. Kendi halkının ver-
diği hediyelere gelince bunun birçok türünün bulunduğunu, halifenin bu hediyeleri kabul etmesinin kural olarak caiz olmadığını, fakat kadîm bir bağ ve dostluğun devamı mahiyetindeki mûtat hediyeleri herhangi bir karşılık beklenmeden verilmesi halinde kabul edebileceğini, bunun dışındaki hediyelerin farklı sebep ve görüntülerle de olsa bir nevi rüşvet ve haksız kazanç olacağını, veren için ise ancak zaruret halinde caiz sayılacağını belirtir (el-Hâui't-kebir, XVI, 283-284). İbn Âbidîn, zekât memurlarıyla ilgili hadisteki halktan hediye kabul etme yasağının, onların başı olması sebebiyle devlet başkanı için de geçerli olduğunu, fetva kitaplarında kaydedilen, "Müftü ve imamın hediye alması kural olarak caizdir" İfadesiyle {el-Fetâua'l-Hindiyye, III, 330) namaz İmamlığının kastedildiğini belirtir {Reddü'l-muhtar, y 373). Öyle anlaşılıyor ki bazı fakihlerin bu konudaki olumsuz tavrı, adı hediye de olsa bu yolla devlet başkanıyla yakınlık kurulması, hak edilmeyen makam ve gelirlerin sağlanması, neticede hediyenin bir nevi rüşvet işlevi görmesi, devlet başkanının da devlet hazinesinden hediye adı altında ölçüsüzce bağışlar ve kayırmalar yapabilmesi şeklindeki bazı kaygılara dayanmakta, bu kaygılarda da Hulefâ-yi Râşidîn'den sonraki dönemlerde gözlenen olumsuz gelişmelerin etkisi görülmektedir.
Kamu görevlilerinin hediye alması konusunda fıkıh literatüründe yer alan tartışmaların ağırlık noktasını kadıların hediye kabul etmesinin dinî-hukukî hükmü teşkil eder. İlk dönemlerden itibaren literatürde, hâkimin halktan hediye almasının kural olarak caiz olmadığı, fakat yakınlarından ve kadılık görevi öncesine dayanan bir bağ sebebiyle öteden beri he-diyeleşmekte olduğu dostlarından hediye kabul edebileceği belirtilir. Bunun yanında, bu kimselerin mahkemede herhangi bir davasının bulunmaması ve hediyenin de mûtat ölçüden çok yüksek değerde olmaması kayıtları getirilir. Diğer bir ifadeyle hediye verilmesinin o kimsenin kadı oluşuyla hiçbir bağlantısının bulunmaması aranır. Bu ihtiyatlı tavır, verilen hediyenin kadıyı hediye veren lehine etkileyeceği ve tarafsızlığına gölge düşüreceği, hediyenin bir tarafa mahkemede hak etmediği bir yarar sağlayabileceği veya en azından geleceğe matuf bir yatırım olarak görülebileceği, bütün bu ihtimaller söz konusu olmasa bile hediye almasının kadıyı halk nezdinde töhmet al-
152
HEDİYE
tında bırakacağı ve kadılık makamının itibarını zedeleyeceği gibi düşüncelere dayanır. Meselâ Serahsî konuyla ilgili olarak. "Hediye kapıdan girince görev bilinç ve sorumluluğu pencereden çıkar" darbımeselini zikreder [et-Mebsüt, XVI, 82}. Hadiste zekât memurlarının hediye almasının yasaklanması da. hâkimin aldığı hediyenin sahabe ve tabiîn âlimlerince haram kazanç, hatta bir nevi rüşvet sayılması da esasen böyle bir anlam taşır. Öte yandan fakihler. kadıyı içtimaî hayattan ve beşerî ilişkilerden tamamen tecrit etmemek için yukarıdaki sakınca ve ihtimallerin bulunmadığı durumlarda kural olarak onun hediye alıp verebileceğini belirtmeyi de ihmal etmemişlerdir. Literatürde, kadıya verilen hediyelerin gerek veren gerekse veriliş amacı bakımından çeşitli ayırımlara tâbi tutulması (Gazzâlî, il. 197-198; Sadrüşşehîd, 11, 35-36; el-Fe-tâua'l-Hindiyye, İli, 330). hediye ile rüşvet arasındaki ince çizgiyi netleştirmeye matuf gayretler olarak görülmelidir.
Fıkıh literatüründe ganimet, zekât ve vergi memuru, ordu kumandanı, bölge valisi ve yöneticisi gibi devlet memurları da genelde kadı grubunda mütalaa edilir ve bunların muhatap oldukları veya yönettikleri kişilerden hediye almaları kural olarak doğru bulunmaz. Fakihlerin bu konuda Hz. Peygamber'in, sahabe ve tabiîn büyüklerinin aynı paraleldeki sözlerini, ayrıca hediyenin hediye alan üzerinde meydana getireceği psikolojik baskı ve yönlendirmenin bilerek veya farkında olmayarak adaletten sapmaya yol açacağı noktasını göz önünde bulundurduklarını belirtmek gerekir. Mahkemede şahitlik yapan kimselerin, lehine şahitlik yaptığı kimseden hediye alması da aynı şekilde değerlendirilir. Fakihler, kamu görevlilerinin hediye kabulünü caiz görme-yişlerini açıklarken, "Eğer yapılması istenen iş o kişinin görevinin gereği ise onu esasen yapmak zorundadır, bu hizmeti karşılığında ayrıca bir karşılık beklemesi doğru olmaz; eğer yapılması istenen iş onun yetkisi dışında ise o takdirde böyle bir işi yapması da buna bir karşılık alması da doğru sayılmaz" diyerek modern hukuktaki âdi rüşvet-ağır rüşvet ayırımını hatırlatan bir yaklaşım ortaya koyarlar.
Dostları ilə paylaş: |