324. YOĞUNDA YEMEK DE NE DEMEK,
Elazığ’da bir özel hastanenin yoğun bakımında çalışan arkadaşlar, yemek yerken fotoğraf çekip internete koymasınlar mı, konuyla ilgili haber ve lahmacun görüntüleri Medimagazin’de yayınlanınca bir vaveyla koptu ki sormayın gitsin.
Yetkililer de, hemen bu olayın üzerine gidip, iki sağlık çalışanının işine son verivermişler. İşlem tamam, olay bitmiştir. Haberin sonrasında gelen yorumları okuyorum. Ne yalan söyleyeyim hayretler içinde kalıyorum.
İzninizle, bu konudaki görüşlerimi sizlerle de paylaşmak istiyorum. Bilmem katılır mısınız, kendimi özellikle bu konuda, görüş yazabilecek durumda görüyorum. Çünkü, ben kadın doğumun en meşakkatli olan kısmında, jinekolojik onkoloji bölümünde çalışıyorum, yani bir cerrahi branş uzmanıyım. Ömrüm (kısaca kırk küsur yıl diyelim), ameliyathanelerde, doğum salonlarında, yoğun bakımlarda dolanmakla geçti.
Kendim, o hastanenin sorumlu yetkilisi olsam, önce arkadaşlara afiyet olsun der, arkasından da olayın fotoğrafını çekip, medyaya düştükleri için uyarırdım, hepsi o kadar. Başkaca bir ceza asla düşünmezdim. Onlara yoğun bakım içinde yemek yiyebilecekleri ayrı bir yer hazırlardım. Bu nedenle, arkadaşların görevine son veren idarecileri, tek kelime ile kınıyorum.
Şimdi anlatayım. Efendim, yoğun balkımda da, ameliyathanede de, icabında çay da içilir, yemek de yenir.
Orada çalışan arkadaşlar, görevlerini aksatmışlar mı? Yok öyle bir şey. Hastalarının yanı başından ayrılmışlar mı? Bilmem kaç kat yukarı ya da aşağıdaki yemekhaneye gitselerdi daha mı iyi olurdu? 20-30 dakika yoğun bakımı doktorsuz, hemşiresiz bıraksalardı, olabilecekleri hiç düşündünüz mü? Hastane yönetimi yoğun bakımın içinde yemek yenilecek ayrı bir yer mi ayırmış? Fotoğrafta da açıkça görülüyor. Hastaların bağlı olduğu herhangi bir alet alarma verse, anında müdahale etmezler mi?
Bizim fakültede, günde iki yüz den fazla ameliyat yapılıyor. Ameliyathanede, doktor, hemşire, teknisyen, otoklavcı, hastabakıcı olmak üzere yüzden fazla kişi çalışıyor. Hiç kimse yemek için ameliyathane dışına çıkmıyor. Yemekler ameliyathanenin bir bölümünde topluca yeniyor. Dinlenme odalarında çay da içiliyor, TV de seyrediliyor. Ameliyathanelerde olduğu gibi, yoğun bakımlara da, sabah kahvaltı, öğle, akşam her öğün yemek gider. Hatta isteyen dışarıdan da getirtebilir.
Genel yemekhaneye gitmek için, önce görevi devredecek birini bulacaksın, kıyafetini ve sabonu değiştireceksin, döndüğünde tekrar değişeceksin. İşte bu her zaman hem mümkün değil, hem de zaman kaybı. Kıyafetini değiştirmeden gidip gelirsen, içeriyi dışarıyı kontamine dahi edebilirsin. İşin icabı, zamanında da gidemezsin, ya yemek bitmiş olur, ya buz gibidir, ya da yemekhane kapanmış olur.
Ameliyathanelerde, yoğun bakımlarda, bilgisayar da, TV de, çay kahve cihazları da, hatta tuvaletler de olur. İcabında oralarda yemek te yenilir, çay kahve de içilir, tuvalete de gidilir. .
Sağlık sektörünün dışında olanların, sağlıkçı olup ta bu bölümlerde hiç çalışmamış olanların, yoğunlarda, ameliyathanelerdeki çalışma düzeni ve oralardaki yaşam hakkında yorum yapmalarını oldukça yadırgıyorum.
Hastane idarecilerinin yerinde olsam, önce kendi yoğun bakımlarındaki istatistiklere bakarım. Mortalite oranlarımız, infeksiyon oranlarımız nedir diye, diğer hastanelerle, uluslar arası istatistiklerle karşılaştırırım. ,Hastaneleri ve yoğun bakımları iyi olmasaydı, oraları bomboş olurdu.
Bunları yapmadan, tek bir fotoğrafa bakıp, çalışanların işine son vermek, bana çok göre çok zalimce ve acımasız bir davranış. Böyle sebeplerle, kimseyi işinden ekmeğinden etmeyelim Yiğidi ne öldürelim ne de hakkını yiyelim..
323. KÜME DÜŞENLER,
Her yıl, sezon tamamlandığında en altta kalan, daha çok yenilen, başarıları az olan takımlar, bir alt lige düşerler. Lig bitimi transfer dönemi geldiğinde küme düşen takımların pek çok oyuncusunun diğer lig takımlarına, hatta yurt dışına transfer olduklarını görürsünüz. Futbol bu, on bir kişiyle oynanıyor. Tek kişinin çokça başarılı olması bile takımın kazanmasına her zaman yetmeyebiliyor.
Takımların idarecileri, teknik direktör ve antrenörleri, çoğunlukla diğer takımları da izlerler. Ayni lig, bir alt lig hatta amatör maçları bile. Maç sonrası yorumlar, TV görüntüleri ile ileride transfer etmeyi düşündükleri sporcular hakkında iyi bir bilgi kaynağıdır. Hastalıklar, sakatlıklar, sarı-kırmızı kartlar, takım ve karşı takım oyuncularıyla olan ilişkiler, oynanan maçlar, kurtarılan, kaçırılan, atılan goller, atılan deparlar, verilen önemli paslar bile kaydedilir.
Buna göre her takım ilerisi için kendi planlarını yapar.
Transferler, sadece spor takımlarında olmuyor. Sağlık ve eğitimde de oluyor. Ülkemizde başta büyük illerimiz olmak üzere, her gün yeni özel üniversiteler ve hastaneler açılıyor. Hastane zincirlerine yeni halkalar ilave ediliyor. Hal böyle olunca da yeni açılan üniversite ve hastanelere yeni hocalar, yeni doktorlar bulmak lazım. Kaynak, başta üniversiteler, tıp fakülteleri hastaneleri olmak üzere, tüm devlet hastaneleri ve başka özel hastaneler.
Anadolu’da çalışan meslektaşlarımızın bir kısmı, daha gelişmiş yerlere tayin olmak istiyorlar. Çocuklar büyüyor, okul gereksinimleri, eşlerin durumu spor, müzik, kurs olanakları vs.
Olanakları daha iyi olan özel üniversiteler, anabilim dallarının ve kliniklerin başında titri olanları görmek istiyor.
Transfer için ilk bakılacak yerler, başta büyükşehir üniversiteleri, tıp fakülteleri, ardından Anadolu Tıp fakülteleri.
Devlet üniversiteleri, bu yüzden, son zamanlarda giderek kan kaybediyorlar.
Eskiden üniversitede, kariyerde olmak, meslek açısından prestijli bir durumdu. Şimdi, özellikle tam gün ve düşük gelir uygulamalarından sonra prestij avantajı, yerini dezavantaja terk etti.
Öğretim üyelerinin bir kısmı, erken emekli olmakta, bir kısmı da istifa ederek özel üniversitelere transfer olmakta. Gidenlere neden gidiyorsun denilmesi doğru olmaz. Doğru olmaz da, üniversitelerdeki idarecilerin, hatta rektörlerin bu kan kayıplarını bir mercek altına almaları da gereklidir diye düşünüyorum.
‘Bizim her bir ana bilim dalında işte şu kadar hocamız var, eğitimde hiç aksaklık olmaz. İsteyen gider, şu şu derslerin hakkınca verilememesi, falanca ameliyat, organ nakli ya da işlemin bu nedenle yapılamıyor olması idareci olarak üniversite yöneticileri olarak bizi olarak hiç ilgilendirmez’ çoğu yönetici tarafından söyleniyor ki bu konuda hiç bir adım atılmıyor.
Maaşlarla ilgili ne gibi adımlar atılıyor? Maaş dışı ücretler için (döner, performans) dışarısı ile rekabet edilebilecek duruma geçilebildi mi?
İşin doğrusu devlet üniversiteleri giderek eski cazibelerini yitirir oldular. Bu yüzden devamlı transferlerle eleman kaybediyorlar. İşin ilginç yanı, bu gelişmeler, sadece tıp fakültelerinde değil diğer fakültelerde de oluyor.
Hakimlere, emniyet ve güvenlik görevlilerin maaşlarında cömert olan hükümetler, eğitimde cimri davranırlarsa bu gibi durumların olması kaçınılmazdır.
Özel üniversiteler, hem öğretim üyesi, hem öğrenci, hem de hasta bulmak için her türden reklam aracını kullanıyor. - Kullanır kardeşim, kime ne. -Resmi üniversiteler hiç bir şey yapmıyor mu? Haksızlık etmeyin. -İdarecilerin reklamı için bilmem yirmi dokuz, otuz renkli, cafcaflı, ve de sadece hocalara dağıtılan, oradan da direk çöpe atılan bülten mi çıkarıyorlar.
Yanlış düşünüyorsun, benim sevgili kardeşim demeyi ne de çok isterdim.
322. KÖŞE YAZILARI NEREDE?
Köşe yazıları nerede olacak, okunduktan sonra gazete çöpe atılır, onlar da unutulup giderler diyebilirsiniz. Başlangıçta ben de öyle düşünüyordum. Ancak eskiden beri yazdığım her yazıyı titizlikle saklamak gibi bir huyum vardır. Bende yazılanların hiçbiri kaybolmaz. Sırayla, kendi dağarcığımda birikirler. Önceleri, bilgisayarların hayatımıza girmediği dönemlerde, yazılarımı daktiloda yazıp klasörler içinde saklardım. Daktilo çok gürültü çıkardığından, çocuklar uyuduktan sonra, kapalı odalarda, çat çut ede ede yazardım. Bu yüzden, o dönemlerde, bazılarımızın adı ‘noter hoca’ ya çıkmıştı.
Toplananlar, birikenler, vakti zamanı geldiğinde bir yerlere giderler. Hiç kuşkunuz olmasın. İlk kitaplarım da, işte bu klasörlerde topladığım daktilo sayfalarından çıkmıştı. 1994 ten 2015 e, ‘yirmi bir’ yıl olmuş. Ben ise, hala yazmaya devam ediyorum. Gözüm gördükçe, elim tuttukça.
Benim çocukluğum ikinci dünya savaşı sonrasına rastlar. Ülkede yokluk ve yoksulluk yılları, henüz tam geçmemişti. Köylüler koyun- kuzu keserken derisini ortadan bölmeden yüzerlerdi. Deriyi önce tuzlarlar, sonra boyun kısmını dikerek kapatırlar ve deriyi çuval haline getirirlerdi. İşte buna da, ‘dağarcık’ derlerdi. Köyden gelirken, tereyağı, yoğurt ve peynirlerini satmak için dağarcıkta getirir, köylerine dönerken tuz, şeker, işte ne aldılarsa içine doldururlardı. Şimdi o dağarcıklara kaliteli tulum peynirini basıyorlar.
Son zamanlarda, bilgisayar dağarcığımda biriken Medimagazin yazılarına bir şeyler oldu. Yerlerinde duramaz oldu hınzırlar. Bu hınzırlıklar beni de rahatsız etmeye başlayınca, onları, bir rapt-u zapt altına alayım dedim.
En eskilerden başlamak üzere, 2012 yılından itibaren her yıl onları bir kitapta topladım. 2012 de ‘Üniversitede Kır Çiçekleri’, 2013 te ‘Üniversitede Arılar Karıncalar ve Ağustos Böcekleri, 2014 te ‘Üniversitede Hayaller ve Gerçekler’ yayınlandı. Yazılarımın arasına, amatörce yazdığım hiçbir iddiası bulunmayan serbest stildeki şiirlerimi serpiştirdim.
2015 e yeni girdik. ‘Her yıla bir kitap’, geleneğimizi bozmayalım diyerek, ocak ayında, dördüncü kitabım olan ‘Üniversitede Rüzgar Gibi Geçen Yıllar’ da yine Hatiboğlu Yayınları’ndan çıkardık.
Onları kitapçı reyonlarında göremezsiniz. Eşe, dosta kendim dağıtırım, fakültede bir defalık imza günü yaparım. Milli Kütüphane ve üniversite kütüphanemize gönderirim, hepsi o kadar. Sonradan bazıları ilgi gösterir, bir kısmını da, bazı ilaç firmaları ve dernekler kongrelerde meslektaşlarımıza hediye olarak dağıtırlar.
Son zamanlarda, yazılanlara internet ortamında, yoğun şekilde, yorum ve eleştiriler de geliyor. Yazılanların pek çoğuna, katılırım ya da katılmam. Ancak, hepsine saygı duyarım. Her yorum, her eleştiri benim için çok önemlidir. Eksiklikleri, yeri geldiğinde yanlışlıkları bile onlar sayesinde öğreniyor insan. Bu nedenle kitaplarımda, yazıların arkasına, o yazı ile ilgili gelmiş olan yorum ve eleştirileri de koyuyorum.
İşte böyle bir şey. Yazıp duruyorum. Ben bu yazıyı yazarken, aklıma bir fıkra geldi. Gelin size de anlatayım.
Eski zamanlarda köyün birinde, tellal bağırırmış. ‘Padişahımız yedi düvele harp eyledi, eli silah tutanlar askere’ diye. Adamın büyük oğlu savaşa gitmiş, dönmemiş, şehit haberi gelmiş. Gün olmuş tellal yine bağırmış, köylünün ikinci oğlu da savaşa gitmiş dönmemiş. Üç, dört, beş, derken tellal yine bağırıp, gençleri yine savaşa çağırınca, köylü dayanamamış, ‘ Söyle o padişahına, ona buna güvenip savaş çıkarıp durmasın, artık bende savaşa gidecek evlat kalmadı’ deyivermiş. Neredeyse yirmi yıldır yazıyorum. Yazdıklarımdan şimdiye kadar, ortalama yılda bir tane olmak üzere, çoğunluğu bilimsel ve kendi alanımla ilgili, son dördü sosyal içerikli olmak üzere, yirmi kitap yayınladım.
Bizim köylü babasının yaptığı gibi, bir yerlere seslenecek te değilim. Emekliliğime şunun şurasında ne kaldı.
321. GAZETECİ,
Gazeteciler, toplumu bilgilendirmek için olayları yerinde gözlemleyen, verileri toplayan, ve onları analiz ettikten sonra halkın hizmetine sokanlar, halkın bilgilenmesini sağlayanlardır.
Deprem olur, savaşlar çıkar, madenlerde kazalar olur, gösteri ve toplantı olur gazeteci oradadır. Bu uğurda vurulan, yaralanan, hatta ölenler yine gazetecilerdir. TV, radyo muhabiri, ya da gazeteci hepsi bir yerde ayni kapıya çıkar.
Gazeteci çoğu zaman liderlerin ve medyatik olanların, hemen arkasındadır. İtilse de kakılsa da, biber gazı cop yese de hiç fark etmez.
Gazeteci daima, toplumda eksikleri, aksaklıkları, yapılmayanları, yapılamayanları, ihmal edilenleri, legalize edilmeye çalışılan illegallikleri gören insandır. Etik dışı bir uygulama, hukuk dışı bir yönetim varsa gazeteci hemen oradadır. Kendini ortaya koyan, feda etmekten çekinmeyen, icabında yaptıkları nedeniyle zarar görendir gazeteci. Gün gelir yazdıkları yüzünden işinden atılır. Hapse düşer, ekmeğinden olur.
Ailesi, eşi çocukları, geçim sıkıntısına düşseler de, bundan pek çoğumuzun haberi bile olmaz. Haberi olanlardan bir kısmımız, ‘ne yapalım kendi düşen ağlamaz’, ‘o da öyle yazmasaydı, çizmeseydi’ deyip geçiveririz. Ancak, gerçek gazeteci, mesleğinden ve yazdıklarından asla taviz vermez. Haksız yere, hapse düştüğünde bile yazmaya, üretmeye -belki eskisinden daha çok-, üretmeye devam eder gazeteci.
Gazeteci, şakşakçı olduğunda, üniversitelerde yöneticilerin, toplumda güçlüler, patronlar ve iktidarların yanında olduğunda, güçlü ve iktidarda olanların işleri de, yaşamları da kolaylaşır. Bu durumda gazetecilerin, bir elleri balda bir elleri yağda olur. Ancak ulusal ve uluslararası ortamlarda giderek, reytingleri, değerleri ve kıratları düşmeye başlar.
On yılı aşkın bir süredir Medimagazin gazetenizde, köşe yazıları yazıyorum. Yazdıklarımı, amatör olarak kaleme aldığım şiirlerimle beraber, şimdilik dört kitapta topladım. ‘Üniversitede Kır Çiçekleri’, ‘Üniversitede Arılar Karıncalar ve Ağustos Böcekleri’, ‘Üniversitede Hayaller ve Gerçekler’, ‘Üniversitede Rüzgar Gibi Geçen Yıllar’. Hepsi de gazetenizde yazılan yazılarımdan çıktı. ( bk. Hatiboğlu ve Selvi Yayınları, kültür kitapları dizisi. )
Yazılarımda fikir ve görüşlerimi, hiç kimseden çekinmeden, olabildiğince açık şekilde dile getiririm. Kimseye hakaret etmem, kimseyi suçlamam. Ben ortaya yazarım, isteyen beğenir, isteyen beğenmez, isteyen gocunur. Yasal sınırlar içinde kalmak koşuluyla, toplumda ve ülkemizde, her zaman çok görüşlü olunmasından, her fikrin özgürce dile getirilmesinden yana olmuşumdur.
Yazdıklarım nedeniyle, tazminat için, mahkemeye de verildim. Ancak hakim suç unsuru görmediğinden dava açılmasına bile gerek görmedi. Yazdıklarım için tehdit bile edildim.
Bir yazım için yorum yapan meslektaşım, bakın neler yazmış, ‘ Fincancı katırlarını ürkütürseniz başınıza gelecekleri siz düşünün’. Bu konudaki yorumu, sizlere bırakıyorum.
Eskiler, ‘demirden korksa idik, trene binmezdik’ demişler. Doğru söze ne demeli.
Bu ülkede, ya da başka yerlerde, kimse benim düşmanım değil. Düşmanlığımsa, sadece yaptıklarına, ya da yapmadıklarına. Tembellik, sahtekarlık, kanunsuzluk ve etik dışı davranışlardır benim düşmanlıklarım. Kişiler, asla değil.
320. YİNE KARS’TAYIZ
12-14 aralık, 2014 günlerinde, ‘Türk Jinekolojik Onkoloji Grubu’ olarak biz yine Kars’tayız. Dört yıl ara ile, Kars’a bu ikinci gelişimiz. İlk gelişimiz, yaz aylarındaydı. Sınırda, tarihi Ani kentini, Sarıkamış’taki şehitler abidesini gezmiştik.
Bir eğitim kurumunun, Kafkas Üniversitesi’nin, bu güzel şehri nasıl geliştirdiğini, nasıl değiştirdiğini hayretler içinde gözlemliyoruz. Tıpkı usta bir ressamın, ufak ufak yaptığı, birkaç fırça hareketiyle, henüz tamamlanmamış bir tabloyu, bir eseri yüceltmesi, güzelleştirmesi ve olağanüstü hale getirmesi gibi.
Son dört yıl da, Kars ve çevresinde çok şeyin değişmiş olduğunu görmek gerçekten çok sevindirici. Toplam olarak on yedi bin öğrencileri var. Üniversite kampüsü oldukça geniş bir alana yayılmış. Bu süre içinde, Tıp Fakültesi Hastanesi ve Fakülte binalarının pek çoğu tamamlanmış durumda. Sağlık Bakanlığı, yeni ve modern bir bölge hastanesinin inşaatını bitirmiş bile.
Öğrenci yurtları, geniş bulvarlar, yeni toplantı binaları hizmete sunulmuş.
Kış burada henüz yeni başlıyor. Gece sabaha kadar yağdı. Her yer bembeyaz, hava oldukça soğuk ve temiz. Kars’lılar bu sene kışın geç geldiğinden yakınıyorlar, ‘nerede o eski kışlar ‘ diye hayıflanıyorlar. Hava soğuk, ancak Kars’lılar ve çevre yöre sakinleri ile birlikte ortam sıcacık. Bunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Şehirde, kaşar, gravyer, bal, tereyağı satan çok sayıda firma var. Tavsiye üzerine, bunlardan birine dalıyoruz. Satıcılar, sıcakkanlı ve çalışkanlar. Tatmamız için kapların içine peynir örneklerinden bol miktarda koymuşlar. Kimimiz tekerle, kimimiz kiloyla alıyoruz. Kars kaşarı, zaten herkesçe de biliniyor. Henüz ülkemizde çok bilinmeyen, bilinmediği içinde çokça tüketilmeyen, ‘Kars Gravyer Peyniri’ gerçekten çok muhteşem ve lezzetli.
Toplantılarda, onkoloji konularının yanında, rahim sarkmaları, idrar kaçakları, ve anne ölümlerinin en önemli nedenlerinden olan ‘doğum sonu kanamalar’ da işlendi. Zaten en hararetli tartışmalar da bu konular etrafında yapıldı.
Ertesi gün, Çıldır gölüne gidiyoruz. Göl henüz donmamış durumda. Kıyısında göl balığıyla öğle yemeği ikramı var. Balık vasat olsa da, salata muhteşem. Asistanımızın babası, büyük bilim adamı Gabil hocadan analitik matematik ve önemi konusunda çok değerli bilgiler alıyoruz. Hocanın üniversite ve ülkemiz bilimi için, ne büyük bir kazanç olduğunu gözlemliyoruz. Akşam yemekte, genç öğrenci grubunun, Kafkas Oyunları gösterisi, grubumuzdan çok beğeni aldı. Kendileri amatör olsalar da, gösterileri çok profesyoneldi.
Suat hoca, Kars Kazı’nın ekonomik getirilerini, yetiştirilmesini, kaz etini, tüyünü, evlerin etrafında güvenlik hizmeti görmelerini ve başkaca özelliklerini anlatıyor. Slaytta da gösterildiği gibi, her bir tanesi çeyrek altın değerinde. On kaz on çeyrek, yüz kaz yüz çeyrek. Kaz, ekonomik açıdan, bu kadar önemliyken, şehir girişindeki Kaz heykelinin kaldırılmasına anlam veremiyor insan. Mesele, kötü görüneni yıkmak, ortadan kaldırmak değil, daha iyisini ortaya çıkarıp koymak olmalı.
Bundan sonra Kafkas Üniversitesi ve bilimin yapması gereken, hayvancılık, süt ve ürünleri, kaz yetiştiriciliğinin gelişmesi için, yöre sakinlerine önderlik etmek, onlara bilimsel destek vermek olmalı diye düşünüyorum.
Toplantılarımıza, saygı duruşu ve istiklal marşımızla başlanılmasına, özellikle üniversite toplantı salonlarında, al bayrağımızın yanında üniversite bayrağı, ön duvarda Atatürk resminin bulunmasına hep dikkat ederim. Bu da benim, olmazsa olmaz çizgilerim. Arkadaşları uyardım. Bayrakları getirip koydular. Atatürk resmi içinde, bana söz verdiler.
Üniversite sosyal tesislerinde, kapalı alanda, hem de bizzat üniversiteliler tarafından, aleni sigara içilmesinin mantığını pek anlayamadım. Yönetimlerin ve yöneticilerin dikkatine!
Serhat şehrimiz Kars ile Kafkas Üniversitesi, bütünleşmiş durumda. Öğrencisi, üniversite çalışanları ve öğretim üyeleriyle. Bu da bizleri oldukça memnun ediyor.
319. ÜLKEDEN UMUDU KESMEMEK LAZIM,
Karabükspor teknik direktörü Tolunay Kafkas, 2.12.2014 te Hürriyet gazetesine yayınlanan maç sonrası demecinde, özetle şunları söylemiş
‘Ben ülkeden de, ülkemin insanından da umudumu kestim’. Hiç kimse futbolun gelişmesi ve ilerlemesi için bir şey yapmıyor. Kendi çıkarları ve menfaatleri için çalışıyor. Türkiye'de insanların kişiliğine, doğruluğuna, dürüstlüğüne saygı gösterilmiyor. Parasına ve gücüne gösteriliyor. Güç kimdeyse... Bu ülke bu durumda.
İnsanların kendi çıkar ve menfaatlerini bırakıp, doğru işler yaparlarsa, yanlışı savunmazlarsa bu ülkenin futbolunun düzeleceğini aktaran Kafkas, "Biz hep yanlışın peşindeyiz. Bu düzen ve sistem, radikal kararlar alacak düzen değil. Bütün namuslu insanlar kaçmaya başladı. Gelecek nesillere temiz, doğru, dürüst bir şeyler bırakmak lazım" ifadesine yer verdi.
Biz iyi şeyler yaparak, 20 yıl sonrasının planını yapmalıyız. En değerli şey, beyin gücü. O da kıt bulunan bir şey. Türkiye'de beyin gücüne hiç itibar gösterilmiyor. Başka bir düzen var. Birileri başarılı oluyor, birileri olmuyor veya oldu gibi gözüküyor. İlkeleri ve prensipleri koymak lazım……
Futbolda, diğer spor dallarında, çalışma hayatında, sağlıkta, işini dürüst yapanların yanında, şarlatanlar, yamuk işlere eğilimli olanlar her zaman olacaktır. Bunları sıfıra indirmek olasılığı neredeyse yok gibidir. Dünyanın en ileri ülkeleri de dahil olmak üzere, her ülkede vardır. Önemli olan bir toplumdaki dürüst olmayanların dürüstlere olan oranıdır. Bu oranı çok minimal düzeylere indirmek ülkelerin ana hedefi olmalı.
İleri toplumlar, aslında birer polis devletidirler. Kişi hata yaptığında önce polis, sonra da adalet yakasına yapışır.
Dünyanın her yöresindeki insanların kromozomları ayni değil mi? İnsanlar konulmuş olan kuralları çoğu zaman ihlal etmeye çalışırlar. Bir örnek vereyim. Kırmızı ışıkta geçerseniz, ters yöne girerseniz, alkollü araç kullanırsanız, ya da hız sınırını aşarsanız gelişmiş ülkelerde, nerede, ne zaman olursa olsun, anında polis yakanıza yapışır. Yüklü bir ceza öder, hatta duruma göre ehliyetinize hemen el koyarlar. Polis olmasa bile fotoğrafınız çekilir. Cezası ise, bir hafta içinde size ulaşır. Ülkemizde ise böyle yaparsınız, genelde nadiren ceza ödersiniz. Böyle olunca da yamuk yapmaya devam edip, hataları alışkanlık haline getirirsiniz. Amerika’da verginizi zamanında ödemeyin bakalım. Anında, doğduğuna doğacağına pişman ediverirler. Kural var, uygulamazsan, koyduğun kural neye yarar. Kimine söker kimine sökmezse, dürüstlerin de giderek ümidi kalmaz.
Sahtekarlık, hırsızlık, soygunlar, ülkede arttı mı, yolsuzlukların üzerine gidilebiliyor mu? İşsizlik önlenemiyor mu? İşte sorun burada. Hepimiz ayni geminin içindeyiz. Toplumda herkes önce kendi evinin önünü süpürmeli. Sonra da, yeri zamanı ve sırası geldiğinde, toplum menfaatini, kendi menfaatinin önüne koyabilmeli. Çünkü her beş yılda bir, işte o ‘zaman ve sırası’ geliyor ve hepimize soruyorlar.
Değerli Tolunay kardeşim, başkalarını bilmem ama, benim için gidilecek başka Türkiye yok. Evim de yurdum da burası. Dün, bugün, yarın, hiç fak etmiyor.
318. KERAMET SAKALDA MI ACABA ?
Son günlerde ülkede bir de sakal modası çıktı. Gençlerin neredeyse hepsi hem sakallı, hem bıyıklı.
Bizim genciğimizde de vardı bunlar. Uzun favori bırakmalar, kimilerinde saçlar enseden yele gibi uzanırdı. Solcu bıyığı, milliyetçi bıyığı, badem bıyık, çember sakal. Bunların hepsi değilse de çoğunluğu, kendini kanıtlamak, kendini başkalarına bildirmek içindi. Şu bizden, şu bizden değil gibi. Sakalına, bıyığına göre öğrenci yurdunda yer bulurdun, ya da bulamazdın.
Son zamanda yeniden ortaya çıktı bu işler. Hani fabrikada ya da sanayide çalışırsın da tıraş olmaya üşenirsin, ya da hacı olunca uzatır da gezersin. Onlar başka.
Gençlerinki, çoğunluk tembelliklerinden.
-‘Yahu hocam işi gücü bıraktın da sakalla bıyık mı kaldı bir karışmadığın’ diyenleri duyar gibi oluyorum.
Arkadaşlar kazın ayağı öyle değil. Malum, kadın hastalıklarıyla uğraşıyoruz.
Hastalarımız, eşlerimiz, çocuklarımız ya da annelerimiz. Klinik çalışma hayatında, kadın doğum kliniklerinde, bu türden işlerde daha bir dikkat gerekiyor. Koridor girişinde, mendil tırnak kontrolü yapacak ta değiliz. Ancak, bu klinikte görev yapıyorsak, bazı şeylere de dikkat etmeliyiz diye düşünüyorum. Hastalarımızın yeri geliyor en mahrem üreme organlarını muayene ediyoruz. O bölgelere yönelik girişim ve ameliyatlar yapıyoruz. Dönem dört stajyeri, intern ya da bir asistan, hasta odasına kirli pasaklı, ya da sakallı girdiğine, hastalardan şikayet ve tepki alıyoruz.
Aslında hastalarımızın en az bir kısmının, eşleri çocukları ve diğer yakınları da böyle saçlı sakallı ve pejmürde durumda. Ancak, hastalarımızın onlara aldırdığı pek yok. Ancak, kendilerine sağlık hizmeti sunan ekibinin, (doktor, hemşire, öğrenci, hasta bakıcı, personel hiç fark etmiyor), hepsinin temiz kıyafetli, pırıl pırıl olmasını istiyorlar ille de .
Tıp fakültelerinde, ilk üç yıl temel tıp bilimleri öğretiliyor. Öğrenci çok, derslikler kısıtlı. Bu nedenle derslerde yoklama bile yapılamıyor. Derse kim giriyor, kim kaytarıyor orası hiç belli değil. Sınavlarda başarılı olanlar bir üst sınıfa derken, üç yıl tamamlandığında, klinik tıp eğitimine başlıyorlar.
O güne kadar, hiç klinik deneyimleri olmamış. Hiç kimse, kliniklerde, hastanede nasıl davranılır, onları karşılarına alıp ta öğretmemiş. Sokakta görmeye alıştığımız insan manzaralarının aynisi hastanelerimizde. Bir farkla, burada gençler üzerlerine bir beyaz önlük geçirmiş vaziyetteler.
Eğitim başlar başlamaz, görevli asistanın dağıttığı hastaları hazırlamak için pürtelaş hasta odalarına dağılıyorlar. Hastanın ağrısı mı var, ameliyattan daha yeni mi gelmiş, saatlerce başka disiplinlerde, konsültasyon sırasının gelmesini mi beklemiş ya da bir vesile ile kanser olduğunu yeni mi öğrenmiş, aç mı tok mu, uykusuz mu, ağrısı mı var, kimsenin umurunda değil.
Üstü başı düzensiz, saçlı sakallı ama beyaz önlüklü gençler, makinalı ateşine tutmuş gibi, hastalara habire sorular soruyorlar. Hastaların kimi hiç konuşmuyor, uyuyor gibi yapıyor. Bazısı yanından kovalıyor. Hasta yakınları zaman oluyor, tartışmalara katılıyorlar.
Ardı ardına, hasta ve yakınlarından şikayetler. ‘Burası üniversite’ deseniz olmuyor. ‘Onlar da eğitim alacaklar’ deseniz yine olmuyor.
Hal böyleyken, hastalarla doğru iletişim kurabilen, onlarla konuşabilen öğrenciler, istenilen bilgileri bir çırpıda öğreniveriyorlar.
Dostları ilə paylaş: |