311. GÜLSEM Mİ, AĞLASAM MI ?
Herkesin, çeşitli konularda değişik merakları var. Sizlerin olduğu gibi, doğal olarak benim de meraklarım var. Örneğin, yayınladığım kitapları, meslektaşlarım değerli buluyorlar mı diye hep merak ederim. Çaktırmadan, alıp almadıklarını, ya da okuyup okumadıklarını sorgularım. Yayınevinden satın alıp, okuyup yararlansınlar diye asistanlara dağıtırım.
Geçenlerde bir ilaç şirketinin pazarlama müdürü, İstanbul’dan Ankara’ya geldiğinde, fakültede ziyaretime gelmişti. Kendisiyle il kez karşılaşıyorum. Konuşmamızda, - ‘hocam sizi şimdiye kadar hep merak etmiştim, zira İstanbul’da ziyaret ettiğim ve benden bir isteği olup olmadığını sorduğum pek çok asistan ve uzman, istek olarak çoğunlukla sizin kitaplarınızı almamızı talep etmişti, bu yüzden merakımı mazur görün’ dediğinde yüreğimin yağları eridi demesem yalan olur.
Hiçbir zorunluğu yokken, basımevine şöyle bir uğrayıvermek. Orada çalışanlarla birlikte çay içmek, dizgiciyle olan didişmeler. Kitabın boyutu, dizaynı, sayfa numaralanması gibi pek çok konuda anlaşamama. Çoğunlukla öğle aralarında yaptığım basımevi ziyaretlerine boşta olan asistanlarımdan birini de yanımda götürerek, onların da bu türden işler konusunda meraklarının uyanmasını sağlamaya çalışırım. Kapak, arka kapak, boş sayfa muhabbetleri. Orada öğle yemeklerine misafir oluşum. Ekip halinde yeni çıkan kitapları almaya gidişimiz. Matbaadan yeni gelen kitap kolisinin açılması, ilk elime aldığımda o dayanılmaz mürekkep kokusu.
Bazen internette,ikinci el sitelerini ve sahafları tararım. Benimkiler ikinci ele düştülermi diye merak ederim. Eh bir kaçını görmüşümdür. Eski kitaplar da eski dostlar gibidir. Onlar da bir insanlar gibi yaşlanırlar. Onlar da zamana meydan okusalar da, yıllar geçtikçe hırpalanırlar. Kapakları eskir, ciltleri dağılır.
Geçenlerde bir sitede, ilk kitabım olan ‘Jinekolojik Onkoloji’nin 1994 teki ilk baskısının hem de bir meslektaşıma hediye ettiğim imzalısını gördüm ( bkwww.nadirkitap ). Normali dört lira, imzalısı on dokuz lira. Bilmem ağlasam mı, yoksa gülsem mi?
Kitapların elden geçirildiği özel durumlar vardır. Bir evde boya ve tadilat işleri yapılırken, evdeki kitaplar da etkilenirler. Onlar da yapılan işlerden nasibini alırlar. Bazısı gözün görmeyeceği ücra köşelere atılır, bazısı kutulara doldurulur, balkona, çatıya ya da bodruma kapatılır. Bir kısmı eşe dosta verilir, bazısı da şu veya bu şekilde yok edilir.
Kitabımın nasıl sahaflara düştüğünü düşünüyorum. Büyük olasılıkla, ev taşırken, ya da badana, boya işlerinden sonra evi yeniden düzenlerken çöpe atmışlardır. Hani yollarda kağıt, karton, gazete toplayan çocuklar var ya, işte onlar da bulup, eski kitapçıya ulaştırmışlar.
Epeyce oluyor, bir gazetede bu çocuklardan biriyle yapılan ilginç bir röpörtajyayınlanmıştı. – ‘Şu mahallelerin çöpü çoğunlukla sulu çıkar, şuralardan dergi, gazete, kitap çıkar’ diye bir bir anlatıyordu. Çöpte bulduğu, yarısı çürümüş elmanın nasıl yenileceğini, topladığı kitapları merak edip boş zamanlarında okuduğunu, küçük deposunda istiflenmiş gazete ve kartonların arasında, nasıl kütüphane oluşturduğunu hangilerini sahaflara sattığını bir biranlatıyordu.
İşte onlar, toplumuzun göze batmayan, üstleri başları pejmürde, elleri kirli, gönülleri zengin çöp toplayanları. Kimileri sokakta karşılaşınca onları küçümser, kimileri arabasına sürtmesinler diye endişe eder. Onlar, sadece işlerini yaparlar, kimseden dilenmezler, tiner, bali kullanmazlar.
Lütfen, okuyup ta, atmaya karar verdiğiniz gazeteleri, kitapları, dergileri onlara verin. Sobada, şöminede yakıp ta heba etmeyin. Bir kitabı yaktığınızda ısısı belki birkaç dakikada biter gider. Ancak başka ellerdeki ışıltısı, belki yıllarca sürer. Hiç merak etmeyin, onlar, gazete, kitap, karton toplayıcıları.Topladıkları dergi ve kitapları mutlaka bir yerlere ulaştırırlar.
310. KASILMAK ve ÖVÜNMEK,
Oldum olası hiç beceremediğim bir davranıştır, kasılmak. Hani şu ‘alçak dağları ben yarattım’tarzında davrananları, hiç mi hiç anlamamışımdır.
Ciddi durmak ile kasılmayı birbirinden ayırmak gerek. Bazı meslekler, örneğin hakimlik ciddiyet gerektirir. Ciddi olan, senelerdir, hatta gençliğinden beri ayni davranandır. Kasılanlar ise genelde bu yaklaşımı sonradan geliştirirler.
Malum, şu orta yaşlardan itibaren ortaya çıkmış olan anatomik özellikler dolayısıyla öyleymiş gibi görünenleri ayrı tutmak lazım. Kilo alıp göbeklenenlerden bahsediyorum canım, siz anladınız zaten. Ağırlık merkezi göbek nedeniyle biraz öne gelenler. Onlar öne düşmemek için sırt ve kafayı arkaya verirken biraz kasılıyormuş gibi görünürler. Onlarda, köşeyi önce göbek sonra vücut döner. Çokları, sempatik görünümlü, kendiyle barışık, piknik yapıda ve mutlu insanlardır. Zaten, konumuz da onlar değil.
Yaşlılarda kasılana çok az rastlanır. Yıllar belini büker insanın. Olgunlaşır, dedelik, ninelik onlara çok yakışır. Bir kısmı çoktan emekli olmuştur.
Gençlerde kasılan olsa da, çoğunlukla bu türden davranışları onların acemilik ve toyluklarına verir, gülüp geçeriz. Eh ne de olsa biraz hakları da vardır. Sınavlarda üst sıralarda olmak, dereceye girmek, üniversiteye girişte ilk beş yüzde, binde olmak gibi. Sonrasında fakültelerine başladıklarında, sıralarda oturanların da, kendisi gibi başarılı olduklarını görünce kasılmaktan vaz geçer pek çokları.
Fizik güzelliği, yakışıklılığı, atletik yapısı, boyu posu nedeniyle kasılanları, bir yerde anlarsınız, çoğunuz, ‘eh ne de olsa birazcık hakları var’, ‘ne giyse yakışıyor haspaya’ deyip gülüp geçersiniz.
Dilinin altındakini çıkar bakalım hoca diyenleri duyar gibi oluyorum. Anladınız siz, daha çok benim bahsetmek istediklerim, çalışma hayatında kasılıp, övünüp duranlardır.
Ne menem şeydir kasılmak, hiç bilmem, bilmek te istemem. Çalışma hayatında da, üniversiter yaşamda da, çalışan, üreten, araştırma yapanlar bu türden işlere vakit bile bulamazlar. Ülkemizde kimse, ‘bulunmaz Hint kumaşı’ değildir. Her yaşta her meslekte, vali, hakim, savcı, müdür, baş müdür, politikacı, mühendis, öğretmen, profesör, hangi meslekten olursa olsun yüzlercesi vardır. Aklıma geldi de sorayım, çölde tek bir ağaç mı olmak iyi, yoksa bir ormanda ulu çınar olmak mı iyi ?
Amerikalı turist Paris’ te taksiye binip, şoföre kendisine önemli yerleri gezdirmesini söylemiş. NotrDamekilisesininönünden geçerken sormuş burası neresi diye, şoför kiliseyi anlatmış. -İnşaatı kaç senede bitti ?
- On beş yılda. –Bizde olsa üç yılda biterdi. - Burası Versay kraliyet sarayı, yapımı on yıl sürdü. - Bizde olsa üç yılda biterdi. Bu şekilde gezi ve konuşmalar devam edip gitmiş. Eyfel kulesinin önünden geçerken şoför hiç bir şey söylememiş. Meraklı Amerikalı sormuş, şu büyük kule nedir diye. – şoför pişkince, -bilmem önceden hiç görmedim. – nasıl bilmezsin devasa yapıyı deyince, şoför yanıtlamak zorunda kalmış. -Dün geçtiğimde yoktu, herhalde bizimkiler gece vakti çırpıştırıvermişler deyivermiş.
Robotu, Pet CT, MRI, Gamma knife cihazlarını eller yaparlar. Hastanelerimize alınca, kasılması, övünmesi bize düşer.
Boğaziçi köprüsünü İngilizler, Fatih Sultan Mehmet köprüsünü, Marmaray’ı Japonlar yaptılar ve sessizce gittiler. Üçüncü köprüyü yine Japonlar yapıyorlar. Onlar için bu türden işler, rutin olarak her zaman yaptıkları olağan işler olarak görülüyor. Biz yaptık, biz kotardık diye övünense,maalesef yine bizleriz.
Örneklerde de görüldüğü gibi, çalışan ve üretenler, hiç kasılmazlar, hiç övünmezler. Onlar sessiz olarak, kimseleri uyandırmadan, araştırma ve üretimlerine devam ederler.
309. ACILI BİR ONDOKUZ MAYIS,
On dokuz mayıs yazsını, gelecek hafta çıkacak olan Medimagazin’de yayınlanması için çoktan göndermiştim. Bu yılda, her TJOD kongresinde olduğu gibi on dokuz mayıs bayramını, yine büyük bir coşkuyla kutlayacaktık.
Maalesef olmadı.
Soma’daki katliam gibi maden kazası tüm milleti ve insanlığı, derin bir yasa boğdu. Olayı hepimiz medyadan öğrendik. Trafo patlamış, yangın çıkmış, mışmışmış. Kalabalıkların arasından, birer ikişer önce yaralılar, sonra cesetler çıkarılmaya başlandı. Feryatlar ve ağıtları giderek protestolar izledi. Kurtarma görevlileri, ambulanslar, gazeteciler, resmi, özel görevliler, polis, jandarma, TV muhabirleri. Ailelerde ümitsiz bekleyiş, sessiz çığlıklar.
On beş yaşındaki yeğenini arayan, çorabı delik madenci görüntüleri, sedyeye konulurken, çizmemi çıkarın kirlenmesin diyecek kadar, temiz kalpli asil madenci davranışları. Tüm ülke yasta, kaybettiklerimize baş sağlığı, geride kalan yakınlarına sabırlar diliyoruz.
Olayın üzerinden saatlergün geçmiş, artık ölmüş madencilerin cesetleri çıkarılıyor. İçeride kalanların hemen tamamı, karbon monoksit zehirlenmesinden ölmüşler !
Trafo neden patladı, kurtarma odaları neredeydi, ikinci havalandırma neden yoktu, neden yeterli oksijen gönderilemedi, bu devirde böyle facia olur mu ? Olur olur, sen bilimin dışına çıkarsan olur.
Yaşadığımız trajik olaylar ve 19 mayıs, şu anda bana sadece bilimi hatırlatıyor.
Ülkenin her bir yanı işgal edilmiş, düşman zırhlıları, boğazları geçip, İstanbul’da Dolmabahçe sarayının önüne demir atmışlar.
Bir Osmanlı paşası, bir kaç arkadaşıyla birlikte, İstanbul’dan küçük bir vapurla yola çıkıp, 19 mayıs 1919 da Samsun’a çıkıyorlar.
Başlangıçta onlara inanan, arkalarından gelen çok az asker ve komutan olmuş. Gidip, -‘sadece şöyle bir,durumlara bakalım’ mı dediler acaba. Asla.
19 mayıstan başlayan, bilim, hesap ve diplomasi, o büyük liderin her zaman vazgeçilmezleri olmuş.
Önce tüm Anadolu vilayetlerine, kasaba ve köylere kadar, ulaşılabilen her yere, durumun ciddiyetini ve isteklerini bildiren telgraflar gönderilmiş. O telgraflar ki, ahali böylesine istekleri şimdiye kadar hiç görmemiş. O zaman anlamışlar ki vatan büyük bir belanın içindedir, bu nedenle de elden geldiğince yardım etmek gereklidir.
İki yıl gibi kısa zamanda, etraftaki beş on kişiden, iki yüz bine ulaşan muhteşem bir ordu kurulmuş.
Mustafa Kemal, asla bir hayalci değildi. O, bir kurmaydı, bir hesap adamıydı, çağına damgasını vuran büyük bir asker, devlet adamı ve sosyal bilimciydi.
Kimsenin burnu bile kanamadan, ilk önce Sovyetlerle anlaşma yaparak doğu sınırını güvence altına aldı. Antep ve Maraş direnişleriyle, zaten gücü kırılmış olan Fransa’yla, anlaşarak güneyden çekilmelerini sağladı. Artık bir tek İstanbul’da İngilizler, batıda ise onların maşası olan Yunanlılar kalmıştı.
Önce İnönü’de, sonra Sakarya’da onları durdurdu. Hatta Sakarya’da düşmanın soluğunu kesip bozguna da uğratmıştık. Ancak ordumuz da ileri derecede zayıflamıştı. Bu nedenle, arkalarından takip etmediler. Bu işler hayalle, haydi yürüyelim demekle olmazdı. Bir yıl hazırlıktan sonra, 26 ağustosta başlayan muhteşem bir hücumla, çoğu yaya, kalanı atlı olarak, dile kolay on beş günde beş yüz kilometre kat ederek, savaşlar 9 eylülde İzmir’de sonuçlandırıldı. Düşman Ege’de denize döküldü.
Bir yabancı gazeteci o günü şöyle yazmıştı. ‘9 eylülde Türk askerleri, başlarında komutanları, çoğu yayan, yırtık, pırtık üniformalarıyla, ancak son derece disiplinli bir şekilde şehre girdiler’.
Arkadaşlar, bütün bu yaşanan olaylar, kazanılan savaşlar, ancak bilim sayesinde olmuştur. Askerlikte şöyle bir deyim vardır: ‘savaş planlarında yapılan yanlışlıklar, savaşta düzeltilemez.’
Mustafa Kemal ve arkadaşları, bilimsel çalışma ve planlamayla, bu yurdun halkının sonsuz güveniyle başarıya ulaştı.
Bugün de yarın da, kim bilimden uzaklaşır, bunun bedelini günü gelir çok feci şekilde öder.
İşte bugün Soma’da yaşananlar, bunun çok canlı, çok somut bir örneğidir.
Her işte olduğu gibi, sağlıkta da, kapasitemizi, olanaklarımızı, artı ve eksilerimizi iyi değerlendirerek bilimsel çalıştığımızda, başarı kaçınılmazdır. Tersi durumunda ise, karşımıza çıkacak olan facialar, ve trajedilerdir.
Umarım,Soma’da kaybettiklerimize yandığımız, onlara rahmet dilediğimiz bir 19 mayıs, tüm vatandaşlarımıza, meslektaşlarımıza, bilimden uzaklaşmamaları konusunda uyarıcı olur.
308. NASIL UYUYAYIM Kİ.
Yine uyku tutmadı. Kalkıp bir şeyler yazmak lazım. Pencereden sokağa bakıyorum. Ağaçların yaprakları hafif hafif rüzgardan kıpırdanıyorlar. Belli belli onlarda ayakta. Arabaların üzerinde yağmur damlacıkları. Yağmur sanki yağmak istemiş te, sonradan caymış. Belki de bulutlar buraları beğenmemiş te, yağacak başka bir yer aramaya gitmişler gibi.
Acaba gecenin bu vaktinde kimler doğum için bağrışıyor. Acaba hangi bebek daha doğmadan beni kurtarın, kurtarın diye feryat ediyor. Sesimi duyan var mı diye inleyip duruyor. Hangi meslektaşım, günün bilmem kaçıncı acilinde terlemekte. Belki saatlerdir, kursağına bir lokma bile girmedi, bir yudum suyu bile içecek zamanı olmadı.
Bir ambulans sesini duyar gibi oldum. Acaba kim kalp krizi geçirdi, kim çatışmada yaralandı, ya da hangi sarhoş trafik kazası yaptı da, çarptıklarıyla birlikte acile getirildi. Kimin bacağı kırıldı, kimin apandisiti patladı. Kim şeker komasına girdi. Hangi bebeğin ateşi çıktı? Kim yalancıktan bayıldı. Kim karısını doğradı, anasını babasını kurşunladı. Kim dayaktan, kim gazdan, kim Toma’dan, kim sobadan zehirlendi?
Yetişin, yetiş doktor. Serum tak, kanını al, ateşini düşür, yarayı temizle. Röntgen, Tomografi anında çekilmeli, laboratuvar sonuçları dakikada vermeli.
Hemenbir şeyler yapılmalı. Ameliyat, müdahale, ne bileyim ne gerekiyorsa işte o hemen olmalı, hemen bitirilmeli.
Acilde doktorlar, hemşireler, sağlık çalışanları, röntgenci, laborantlar aportta zaten. Makina gibi, robot gibi her an hazır ve amadeler.
Zaten en önemli ve tek hasta, işte o en son gelen hastadır. En önce onun işleri bitirilmeli. Teşhis beş dakikada konulmalı. Ameliyat anında yapılmalı. Hastanın acilde olsa ameliyat için riski varmış, şekeri bilmem beş yüz müş, önceden kalp krizi geçirmişmiş, bypas olmuş muş hiçbirisi önemli değil. Ameliyathaneler mi? Hepsi boştur zaten, aletler dünden hazırdır. Hem de çalışır vaziyette.
Ekiplerse sabahtan beri steril vaziyette bekliyorlar. Ne, kim gerekiyor? Cerrah mı, kadın doğumcu mu, ortopedist mi, kulakçı mı, gözcü mü, yoksa bevliyeci, ya da beyin cerrahı mı, anestezist elde çantası zaten ayakta hazır. Hastayı kim götürecek, personel, hazır hazır, ameliyathane teknisyeni zebil gibi, hemşire yüz tanesi sırada bekliyor.
Pens, makas iplik miplik, stapler, kateter, dren sonda monda, oksijen, ya ilaçlar, anestezi, uyutma, uyandırma, antibiyotik, serum merum.
Ameliyatı yapacak doktor nerde be? Nerde olacak, senden önceki acilin ameliyatında. Ya teşhisi koyacak olan, meraklanma senden önce gelen acili muayene ediyor. Anestezistte, diğerleri de hepsi dünden beri bilmem kaç saattir ayakta ve durmaksızın çalışıyorlar. Steril malzeme kaldı mı acaba, bugün sabahtan beri yüz otuz mu ne ameliyat yapılmıştı da.
Zor zanaattır bu ülkede sağlıkçı olmak. Yola yanlış eğim verilir her gün kazalar olur, müteahhit malzemeden çalar ufacık depremde binalarda masumlar can verir. Dere yataklarına inşaatlara ruhsat verilir sel basar insanlar ölür. Sahte içki yaparlar, içenler hiç yoktan telef olur, sabilere uyuşturucu satarlar, birileri köşeyi döner, birileri elde şırınga ölür. Alkollü direksiyona geçerler, kazalarda yüzlerce masum ölür. Kimsenin umurunda olmaz. Kimse ceza almaz. Kimse vurulmaz, kimse dövülmez.
Devlet dairesinde, mahkemede, sabah gider anca akşama çıkarsın, şirket inşaatı vaktinden beş sene sonra ancak bitirir ses çıkarmazsın.
Amma, acilde bir doktor beş dakika geç gelse, ameliyata on dakika geç alınsa ya da olur a hasta ölse, vurun abalıya, acilleri basarız, doktorları döveriz de öldürürüz de. Sonradan ver hepsini mahkemeye. Bunu okumuşu da yapar cahili de.
Doktorun halinden, sağlıkçının derdinden ancak doktorlar anlar. Yüzde yüz adalet adaletsizliktir derler. Resmi işlerde, bilirkişilikte, mahkemelerde, adli tıpta, Şura’da, akla gelen gelmeyen her yerde ve her işte meslektaşlarımızın halinden,artık anlayalım arkadaşlar. Ben burada asla hukuka aykırı ve kanunsuz işler yapılsın demiyorum, sadece meslektaşlarımın haklarına, hukuklarına sahip çıkılsın diyorum. Hepsi o kadar.
307. YÖKSİS,
TV lerde her gün reklamları izliyoruz. Falanca petrol şirketi bayisinden şu kadar zaman içinde, dört defa yüz liralık yakıt alırsanız, bilmem ne kartı alanlara şu kadarlık ücretsiz yakıt veriyorlarmış. Ancak öncesinde ... numaraya kısa mesajla mesaj göndermek gerekiyormuş. SMS mi ne diyorlar. Gençler için bu türden işler çok kolay da bizler için biraz zor. Bu nedenle zorlananlarımız da olmuyor değil. Doğrusu kampanyaya katılmak için GSM şirketine mesaj için belli bir ödeme yapıyorsunuz. Bir nevi lotarya gibi.
Bu da nerden çıktı diyeceksiniz. Anlatayım. Uzun zamandır doçentlik sınavlarında görev almıyorum. Genç arkadaşlar giriyorlar. Sordum arkadaşlara nasıl oluyor, ne iş diye.
Anlattılar: Efendim, YÖK, internette, YÖKSİS adında bir sayfa mı, site mi,adına ne derseniz deyin bir şeyler yapmış. Bir öğretim üyesi, bir profesör olarak oraya girerek kaydınızı yaptırmanız gerekiyormuş. Ne güzel, öğrencilik yıllarındaki gibi. Sene başlarında kayıt yeniliyorlar ya, sanırım işte onun gibi bir şey. Oradaki kayıt yenileme, bizim zamanımızda harç parası almak için yapılırdı. Harcını yatırırsın, işlem tamamlanırdı. Burada harç parası da yok, acaba bu YÖKSİS niye?
YÖKSİS’e girerek, orada sanırım, yaptığımız işleri, yayınları vs girmek gerekiyormuş. Ona göre de doçentlik sınavlarında jüri üyesi olunuyormuş. YÖKSİS’e girdin sınavda jürisin, YÖKSİS’e girmedin sınav mınav yok sana.
Şöyle bir geriye doğru baktım. 1996 da prof olmuşum. Dile kolay on sekiz yıl geçmiş. Eskiden bu sınavlara bizler de girerdik. Şimdi prof olduğumuzu YÖKSİS vasıtasıyla YÖK nezdinde yeniden kanıtlamamız gerekiyormuş.
Yayınlarımız zaten internetten kolayca alınabilir. Öğretim üyelerine bu eziyet niye? YÖK te, bu işleri yapacak memur, sekreter hiç mi yok acaba.
Geçen gün genç bir arkadaşla konuşuyorum. Hocam ben YÖKSİS’e girdiğim halde bana da jüri üyeliği çıkmadı dedi. Zaten sınavlarda sabit jüri üyeleri belli gibi bir şey. Ankara’dan Ayşe, Fayşe, Hüseyin, İstanbul’dan Ali, Veli, bir de ondan evveli,yani hep ayni kişiler. Gazi Tıp’ta sınav oluyor. Yan odada oturuyoruz. Jüri üyeleri hepsi dışarıdan gelmişler. Her nedense, hep te ayni kişiler.
Sınavlar zaten uzmanlık sınavları gibi olmuş. Her giren bir saatte uzman da oluyor doçent te. Soruyoruz, sınava kaç kişi girdi diye. Cevap ayni, ‘hepsi geçti hocam’. Nadiren eser incelemeden ikmale kalan biri olursa, nasılsa ikinci sınavdagaranti doçent oluyor. Her ile üniversite, her üniversiteye de yeni hocalar gerekli.
Şimdiki gençler mi çok akıllı, yoksa sınavlar mı tırışkadan, onu bilemiyoruz.
YÖK ün, bu yeni YÖKSİS uygulaması, ormana yeni kral olmuş olan genç aslanın, kırk yıllık tilkiye, tilkiliğini ispat etmesini istemesi gibi bir şey, işte. Aslan dedik de aklıma bir aslan fıkrası geldi.
Aslan tavşanı dövmek istediğinde, çağırıp senin şapkan nerde diye soruyormuş. Hop hop tavşanda, şapka ne gezer. Tavşan, -yok şapkam deyince de, aslan onu bir güzel dövüyormuş. Canına tak eden tavşan artık her gün şapkayla gezmeye başlamış. Bu sayede dayaktan da kurtulur gibi olmuş.
Olmuş ta, aslan bundan hiç memnun değil. Bu durumu kurnaz tilkiyle paylaştığında, - kralım, sen tavşanı çağır, ‘git bakkaldan bana sigara al gel’, de. Filitreli getirirse, filitresiz istemiştim, tersi olursa filitreli istemiştim diye her durumda da döversin diye öğüt vermiş. Aslan tavşanı çağırıp sigara almasını istediğinde, dayak yiyeceğinden işkillenen tavşan, filitreli mi, filitresiz mi diye sormaz mı.
İşte böyle arkadaşlar, YÖKSİS kaydın vardır, sınav jüri üyeliğin vardır, YÖKSİS kaydın yoktur, sınav da yoktur. Ben kayıt olmuyorum. Bu senaryonun bir parçası olmak hiç istemiyorum.
306. BU YIL KİRPİ DERGİMİZİ ÇIKARAMADIK,
Bu yıl Ankara’da, 14 mart törenlerine, Gazi Tıp Fakültesi, yani benim fakültem ev sahipliği yapıyor. Önceki gün, törenleünvan alanlara binişleri giydirildi. Günün sabahında, Anıt Kabir’e gidildi. Anlamlı törenler ve diğer aktivitelerle Tıp haftası kutlandı.
Başka fakültelerde de olduğu gibi, Gazi Tıp Fakültesi’ de her yıl, 14 Marta, geleneksel KİRPİ dergisini çıkartır.
Orada arzu eden meslektaşların, öğretim üyelerinin gönderdikleri yazılar, idarecilerin görüş ve yazıları, fıkralar, karikatürler, öğrencilerimizin yazıları, şiirleri ve fıkraları yayınlanır.
Doğal Kirpi çalışanları, öğrencilerimiz, yeni çıkan dergiyi, hocalara ve diğer çalışanlar ücreti karşılığı dağıtırlar. Dergiyi ilk kez eline alan her hoca, önce kendisiyle ilgili ne var ne yok, fıkra, yazı, karikatür olup olmadığına bakar. Kimimiz kızar, kimimiz güler, hep birlikte eyleniriz.
14 mart öncesinde, stajyer ve internlere, ‘aranızda Kirpi’de çalışan var mı’ diye soruyorum. Yok diyorlar. Sonradan öğrendik ki, sponsor bulunamadığından, bu sene KİRPİ çıkmayacakmış.Zaten çıkmadı da.
Yıllardır, yılda bir kez, yayınlanan dergimizi ilk defa çıkaramadık. Nedeni parasızlık mış.Vah vah vah, ne hallere düşmüşüz. Gazi Tıp fakültesinde, üç bine yakın çalışan var. Sadaka misali, simit parasına, her birinden birer lira alsak, biz bu dergiyi çıkartırdık arkadaşlar. Birden öğretim üyeleri, dekan, başhekim, döner sermaye, dernek, vakıf, kantinleraklıma geldi. Hatta sayın rektörümüz bile, içimizden biri değil mi? Gidip soruldu da , hiç mi destek olmadılar, bilemiyorum.
İşin kolayıdır, ilaç firmalarının bir kaçından reklam alıp işi kotarmak. Onu dedemde yapardı. Reklam alamıyorsak, biz de reklamsız çıkarız niye denilmedi, denilemedi.?
Bu ayıp ne bize, ne idarecilerimize, ne çalışanlarımıza, ne de öğrencilerimize hiç yakışmadı arkadaşlar. Hani Gazi’li olmak ayrıcalıktı? Böyle mi olacaktı ayrıcalık?
Etkinlik var, toplantı var, balo var, KİRPİ yok. Unvanlar, hasta yatakları, ameliyathane masaları, servisler, makamlar, odalar, temizlik, güvenlik, sandalye ve koltuklar için verilen mücadelenin, çok değil onda biri kadar gayret sarf edilse, eminim bu dergi çıkardı.
Hiç bir şey yapılamıyorsa, birkaç A4, kağıdını dijital baskıyla çoğaltır, elli yüz tane, artık ne kadar olursa bastırırdık. Günümüzde işler çok değişti. Klasik matbaacılığın yanında, dijital baskı sistemleri de alabildiğince gelişti. Özellikle az sayıda, isterseniz bir kitap için bile baskı yapabiliyorlar.
Ben bu yıl, önceden dergi için yazı toplandığını hiç duymadım. Eskiden koridorlarda Kirpi kutuları vardı. Yazıları, önerilerimizi oralara atardık. Onları da bomboş. Kirpi’de kimler çalışıyor, onu da bilmiyorum. Zaman gecikmiş de olsa, hala bir şeyler yapılabilir. Yaza kadar zamanınız var. Yazılar da hazırdır sanırım. Haydi Kirpi’ciler, idarecisiyle, hocasıyla, öğrencisiyle görev başına.
Yeri geldi, ben size, son kitabım olan, ‘Üniversitede Hayaller ve Gerçekler’ de yayınladığım dörtlüğü yazayım.
DAVA
Hani birileri davayı,
Alıpta sırtlanacaktı?
Çıktı kendileri yükseklere,
Dava mı?O kaldı yerlerde.
Anlayan anladı mı, uydu mu,uymadı mı? Artık ben bilemem. Size laf yetiştirmekten dilim damağım kurudu. Çay olsa da içsek. Ali! Çay getir.
305. BEN GİDERDİM,
Meslektaşlar, hastalanan kaymakamın evine gitmeyen meslektaşımın başına gelenleri tartışıyorlar. Olay öncesinde de, sonrasında da, ona yapılanlar, hiç tasvip edilesi değil. Meslektaşımın bu nedenle işinden edilmesi hiç doğru bir yaklaşım değil.
Be ne yapardım bakın anlatayım. Göreve başladığım yerde,önce kaymakamla tanışıp, önce onunla dostluk kurardım. Kaymakam, belediye başkanı, hakim, savcı, polis, öğretmen, imam. Küçücük yer. Gündüz dairede, akşam lokalde, sokakta, lokantada, yolda,törende,her zaman, her yerde onları görürsün. Zaten kaç taneler. Bir elin parmakları kadar.
Onlar dadevletimizin görevlileri, vatandaş ta devletimizin vatandaşı. Bilirim çoğunuz sevdiklerinizden, ailenizden uzak, belki mahrumiyetler içinde çalışıyorsunuz. Dost olmak varken, negatif konuma düşmek niye? Orada edinilen dostluklar, gün olur yıllarca devam eder. Gün gelir, kimi vali olur, kimi milletvekili, diğeri Yargıtay üyesi, sen de bir hastanede uzman, yönetici, öğretim üyesi olursun, dost olmanın neresi kötü.
Muayene için, kaymakamın evine çağrıldığımda da, önceden durumu net kestiremediğim için, belki cidden acildir diyerek işi gücü bırakır giderdim.Acilen ne gerekiyorsa onu yapmaya çalışır, ileri tetkik ve tanı için önerilerde bulunurdum. Korku ve heyecanlarını gidermeye çalışırdım. Sonrasında da EKG der, tetkik der ultrason der, bir vesile ile hastayı ayağıma getirtirdim. Eh ne demişler, vakti geldiğinde dostlara yardım gerekir. Onlara yardım eder, gönüllerini dostluklarını kazanırdım.
Bu türden olaylar, bir yerde ilerideki dostluklar içinde fırsattır. Bir acı kahvelerini içerdim. Kimlerin evine gitmedik ki. Olayı salt meslek şovenizmi açısından görmemek lazım. Gelin size, iki çarpıcı örnek vereyim.
Yıllar öncesi, Ardahan’da askerliğini yaparken, hastamız doğum yapıyor diye, gecenin bir vaktinde, acil olarak çağrıldığı eve giden kadın doğum uzmanı arkadaşımın, aslında doğum yapacak olanın, evin ineği olduğunu gördüğünde, oradaki veterinerin de yardımlarıyla, ineği sezaryenle doğurttuğunu hatırlıyorum. Kulakların çınlasın Orhan kardeşim. ( bk. DoçDr Orhan Gelişen, Etlik Zübeyde Hanım Eğitim Hast ). İnanması güç ama gerçek.
İkincisi: İzmir kordonda yürürken, Ankara Tıp Fakültesi’nden hocası olan Prof. Dr.Sermet Akgün’ü görünce, (Yetmişli yıllar. Sermet hoca, Ankara Tıp fakültesinden, Ege Tıp fakültesine yeni geçmiştir) koşup elini öpen meslektaşımıza, hocası sorar:
- Oğlum ne iş yapıyorsun İzmir’de?
- Askerlik görevindeyim hocam.
-İyi, bitirince gel seni Ege Tıp Cerrahi kliniğine alalım.
Almışta. Zamanın genç doktoru, daha sonra oradan yetişip, profesörlüğe kadar yükselmiş, yıllarca genel cerrahi kliniğinde hocalık yapmıştır. Ben burada hocamızın ismini yazmıyorum.
Hocasına saygı duyup, eliniöpünce nesi eksildi, ne kaybetti, ne kazandı? Takdir sizin. Yorum sizin, çekinmeyin yazın, her türlü eleştiriye açığım.
En iyisi, ben yazımı yıllar önce yazdığım bir şiirle bitireyim.
KAYMAKAM
Delikanlı, Yalova’ya kaymakam olmuş,
Yolu İstanbul’a düştüğünde,
Galata köprüsünde gezerken,
Sormuş, ayakkabı boyacısına,
‘Yalova kaymakamı,
İstanbul’a gelmiş duydun mu’? diye
Gariban boyacı,
Kaymakamı ne bilsin.
Beyim burası İstanbul,
Varken İstanbul valisi,
Kim takar Yalova kaymakamını,
Deyivermiş.
Ben takarım Yalova kaymakamını,
Bakarsınız, bir gün vali oluverir,
Belki Ankara’ya, belki İstanbul’a
Nemelazım, bentakarımarkadaş.
2003
304. KIRK YIL SONRA, TAŞ BİNADA,
Geçenlerde, Ankara Tabip odası tarafından gönderilmiş bir töreni davetiyesi aldım. Davetiyede özetle: ‘14 mart Tıp Bayramı etkinlikleri içerisinde, meslekte 40. Yılını doldurmuş olan siz değerli meslektaşlarımıza Plaket verilmek üzere düzenlemiş olduğumuz törene katılmanız bizleri onurlandıracaktır. Buluşmak dileğiyle. Ankara Tabip odası Yönetim Kurulu’deniliyor.On mart, pazartesi akşamında buluşacağız.Yine ayni mekanlarda, yine ayni arkadaşlarla, bahçesinde top oynadığımız, kantininde çay içtiğimiz yerlerde olacağız. Heyecanım dorukta.
Nereden nereye, 1974 ten 2014 e, dile kolay kırk yıl olmuş. Davetiyeyi elime aldığımda hüzünlenmemek elde değil. Toplantı benim de mezun olduğum Ankara Tıp Fakültesinin Sıhhiye’deki meşhur ‘morfoloji binası’nda, yani taş binada yapılacak.
Aslında, ilk başta, Gazi’den Ankaray’la Kızılay’a oradan da tıpkı öğrencilikte olduğu gibi, fakülteye yaya olarak giderim diye düşünmüştüm. O gün ameliyatlar biraz uzun sürdü. Çaresiz geç kalmamak için yine arabayla ulaştım.
İşte, o muhteşem taş bina, tüm haşmetiyle karşımda. Binanın içi de dışı da tertemiz. Gençler,tıpkı öğrencilik yıllarımızdaki gibi, girişteki büyük salonda, folklor çalışıyorlar. Bize pek aldırdıkları yok. Doğal olarak, onlar da kendi alemlerinde.
Toplantıya daha çok, bizim fakültemiz, Ankara Tıp Fakültesi 1954, 1964 ve 1974 mezunları ile Hacettepe Tıp Fakültesi1974 mezunları katılıyorlar. (Hacettepe daha sonra kurulduğundan 54 ve 64 mezunları yok.)
Dışarıda, sınıf arkadaşlarıyla sohbet ediyoruz. Kırk yıldır görmediklerimiz, simasını unuttuklarımız bile var. İnsan tanımakta bile güçlük çekiyor. Neyse ki, yaka kartlarımızda adlarımız yazıyor. Çoğumuzun saçları beyazlamış. Saçı dökülenler, göbeklenenler. Ne yalan söyleyeyim, hanımlar beylerden daha şık ve bakımlılar. Bir gece önceki yemeğe, dişim kırıldığı ve o esnada tedavim yapıldığı için katılamamıştım. Tıbbiye girişimiz 1968, yani kırk yıldan da fazla. Eski dostlar, eski dostluklar. Yollar ayrılsa da, eski arkadaşlar, ayrı kentlerde yaşasalar da, birbirlerini görmeseler de dostluklar hep ayni kalmış.
Bir ara, aramızdan biri, ‘arkadaşlar biz neyiz ki, önce altmış yıllıklar, sonra ellilikler, en sonda da bizler plaket alacağız’ diye uyardı.
‘Kırk yıllık olduk diye böbürlenmeyin, ellisine, altmışına ulaşanlara ne mutlu’ dedi birileri. Bakalım bizler görebilecek miyiz o yılları.
Yetmiş yıllık olan varsa da, törende onlar yoktular. Altmışlıklar, yedi sekiz kadar. Elli yıllık büyükler, on beş yirmi kadar. Sahneye çıkmakta zorlananlara, plaketleri sahne önünde takdim edildi.
Bizler, salonun en gençleri, yani kırk yıllıklar, yetmiş beş seksen kişi kadarız. Ankara tabip odasının yetkilileri, tabipler birliği ikinci başkanı hep birlikte salondalar.
Ankara Tıp Fakültesi dekanımız da, toplantıya katılarak bizleri fazlasıyla onurlandırıyor.
Prof. Dr. Abdulkadir Noyan konferans salonunda, yine yan yana, büyüğüyle küçüğüyle birlikteyiz. Bizim zamanımızda, ders gördüğümüz, Noyan amfisi, Cebeci hastanesindeydi. Bina yıkılıp yerine hemşire okulu yapıldığından, amfi de yanındaki Pamir amfisiyle birlikte ortadan kalkmış idi. Konferans salonuna, neden böyle bir ismin verildiğini sorgulayanlarınız olabilir. Merak edenler Abdulkadir Noyan büyüğümüzün kim olduğunu, ne gibi işler başardığını internetten ve diğer yerlerden öğrenebilirler.
Büyüklerimiz arasında, bize de hocalık etmiş olanlar da var. Eşleri ve yakınlarının kollarında, salonda yavaş yavaş ilerliyorlar. Onlar, bizim büyüklerimiz, bize bu mesleği hem öğretmiş, hem sevdirmiş olan ulu çınarlar. Onlara saygı ile yol açıyoruz. Ellerini öpüyoruz. En önde yer veriyoruz.
Aldığım plaketi, odamda en görülür yere yerleştirdim. Bizler bir kırk yılı, göz açıp kapayıncaya kadar bir çırpıda geçirmişiz. Darısı bizden sonrakilere. Sağ olasın, Ankara Tıp Fakültem, sağ olasınAnkara Tabip odası.
303. ÜNİVERSİTEDE HAYALLER VE GERÇEKLER,
Yazılan yazıların, sadece gazete sütunlarında ve internet sitesinde kalmasına insanın gönlü razı gelmiyor. İşte bu nedenle, çoğunluğu Medimagazin’de yayınlanmış olan yazılarımı 2012 ve 2013 yıllarında, ‘Üniversitede Kır Çiçekleri’ ve Üniversitede Arılar, Karıncalar ve Ağustos Böcekleri’ adlarıyla iki kitapta toplamıştım.
On iki yıldır, köşe yazıları yazıyorum. Yüzerli dosyalar halinde eskilerden başlayarak yayınlanmış olan kitapların dışında kalmış olan, daha güncel olan yazılarımı, Üniversite başlığıyla sunulan, üçüncü kitabımı‘Üniversitede Hayaller ve Gerçekler’ adıyla 2014 mart ayında yayınladım.
Dört mart Salı günü, Gazi Tıp Fakültemiz, öğretim üyeleri yemekhanesinde, kitabın tanıtımı amacıyla gerçekleştirdiğim imza gününde, diğer kitaplarımda oluğu gibi, yoğun bir ilgiyle karşılaştım. Öğretim üyesinden, asistanlara, memurlara, intern ve stajyer öğrencilerimize kadar, tüm Gazi Tıp çalışanlarına teşekkür ederim.
Yine kimseden çekinmeden, korkmadan fikir ve görüşlerimi yazılarımda dile getirip özetledim. Vakti geldi, ona buna sataştım. Bazılarının moda deyimiyle, ‘ona buna laf çaktım’.
Yapılanları, yapılmayanları hatta yapılamayanları bile yeri geldi eleştirdim. Bir şeylerin, en azından bir kısmı, yazılanlar ve eleştirilenler nedeniyle düzelip değişebiliyorsa, işte bu, kalemi elinden bırakmayanların ve dolayısıyla kültürün zaferidir.
Benim yazılardaki, yelpazem bellidir. Okuyan arkadaşlarım gayet iyi biliyorlar. Daha çok sağlık, toplum ve eğitim alanlarında yazıyorum. Bu alanların dışına taşmamaya çalışıyorum.
Eskiden yayınlanmış olan yazılarıma, kimse eleştiri ve yorum yazmazdı. Doğrusu böyle bir adet yoktu. Günümüzde özellikle gençler tarafından, internet ve özellikle ‘Medimagazin’ sitesi daha çok okunup takip edildiğinden, hemen her yazıma yorumlar geliyor.
Yazılarımı okuyup, beğendiğini yazan da var, beğenmeyip eleştiri yazan da. Yazılanlara ve eleştirilere, katılsam da katılmasam da, hepsine ayrı ayrı saygı duyuyorum. Yazılarıma gelen eleştirilere, lüzumsuz polemik konusu olmaması için, ayrıca cevap yazmıyorum.
Tüm açık yürekliliğimle, sizlerden gelen eleştirileri, ayni orjinal haliyle, noktasını bile değiştirmeden, gönderen arkadaşımın yorumda kullandığı adıyla ve tarihiyle birlikte her yazının sonuna ‘İtalik’ olarak ekledim. Yazı aralarına, her zaman olduğu gibi, yine amatörce kaleme aldığım şiirlerimi koydum.
Üniversitede, işlere çoğu zaman hayal ederek başlarız. Hayallerimizin, araştırmalar sonucunda gerçekleşmesini ümit ederiz. Bu hayallerin çoğu gerçekleşmese de, gerçekleşenler, çalışanlar, araştıranlar ve üretenler için daima bir motivasyon nedenidir. İşte bu nedenlerle kitabın adını,‘Üniversitede Hayaller ve Gerçekler’ olarak koydum.
Bir bilimsel dergide araştırmamız yayınlanır. Hemen makalemizin atıflarına bakarız. Ne kadar başarılı bulunduk, ne kadar eleştirildik diye merak ederiz.
Zaten bu yüzden, öğretim üyeliği, hocalık, bir unvan ve bir meslekten öte bir yaşam tarzıdır, derler.
Medimagazin, gazeteniz, bana imkan tanıdı ve yol verdi. Ben de yazıyorum. Bu bakımdan gazeteye ve çalışanlarına gönül borcum var. Her üç kitabımı da, Hatiboğlu yayınevinden çıkarttım. İlgileneler, internetten kolayca ulaşabilirler.
302. TV DE DOKTOR PROGRAMLARI,
Hemen her kanalda neredeyse her gün sağlık programları izlenir oldu. TV de günü nasıl kurtaracaksın? Sabahtan akşama kadar ,filim ve dizi koymak ta olmuyor. Eh o zaman kurtarıcı programlara sığınırız denilerek yapılıyor bu türden programlar. Ekranlarda, yemek, evlilik, yarışma, müzik, ve sağlık ile konular neredeyse her gün işleniyor.
Vatandaşı sağlık konularında bilgilendirmek, aslında çok önemli ve yerinde bir yaklaşım. Hatta bir görev. Ancak dozunu ve bilimselliğini de irdelemek gerekiyor. Vatandaşınkorkuya kapılmasına neden olan, tereddütte bırakacak olan, bilgileri dikkatli vermek lazım. Bunun yanında yirmi otuz yıl öncesinin bilgileri, genel konuşup laf yuvarlamalar, hatta yanlış bilgilendirmeler de olmuyor değil.
Ben hemen her konuda,vatandaşa iletilen bilgilerin bilimsel kaynağı olup olmadığına, yapılan çalışmaların güncel olup olmadığına ve veriliş şekline göre kendimce bir değerlendirmesini yaparım.
İzleyenleri ne korkuya, ne de gereksiz rehavete sevk etmemek, doğru yönlendirmek, doğru bilinçlendirmek lazım.
Aslında TV ler gibi, sağlık ta özelleşmiş durumda. Bu nedenle çoğu zaman, ‘hastalarıille de bize gönderin’ tarzında adrese teslim programlarda, hastane ve hekim reklamlarını ibretle izliyorsunuz.
TV ekranlarında, yeniymiş gibi sunulan ve bu nedenle ballandıra ballandıra anlatılan bir yöntemi, yahu, biz on yıldır uyguluyoruz da reklam yapmıyoruz diyenleri duyar gibiyim. Hani bir otomobil firması, bizde yeni olarak şunlar şunlar var diye reklam yapıyormuş ta, konuyu bir de Mercedes’te çalışan mühendise sormuşlar. ‘Bizim arabalarda on yıldır var, ama biz hiç reklam yapmıyoruz. Bilenler zaten biliyorlar ve kullanıyorlar’ diye cevaplamış.
Hatta bu tarz programlarda, katılan doktorlardan sanal reklam olduğu için, yasal olarak, katılım parası ödenmesi de isteniyor. Parayı ver programa katıl vermezsen olmaz.
Bu konudaki görüşlerimi 17.12.2012 tarihli Medimagazin’de‘Televizyona çıkmak’ adlı yazımda da özetlemiştim. Bu nedenle bu konuya yeniden girmiyorum.
Benim burada üzerinde duracağım bir başka husus, sağlık programlarında hekim arkadaşların giydikleri kıyafetler.
Yeşil, mavi ameliyathane kıyafetiyle çıkanlar mı ararsınız, kepli maskeli çıkanlar mı, ya da stüdyoya beyaz gömlekleriyle gelenler mi, neler neler. Her türden şaklabanlık var.
Ben şunu düşünüyorum. Hiç siz bir güreşçiyi, yağ içindeki kispetiyle, futbolcuyu formasıyla, ya da bir maden işçisini yerin altında kullandığı giysileriyle televizyon stüdyosunda izlediniz mi? Ben izlemedim. Ancak doktorları gördüm. Hatta bazı sunucu hanımefendiler bile,üstüne bir beyaz gömlek geçirmiş halde, habire program yapıyorlar.
Ne iş? Arkadaş, seni çalıştığın hastanede, bir gün bile, beyaz gömlekle görmemişler, TV de pırıl pırıl, muhtemelen şimdiye kadar hiç giyilmemiş beyaz gömlekle ahkam kesmek niye?
Hastane kıyafeti, ancak hastanede giyilir. Eğer bir kanaldan arkadaşlar yerinde bilgilenmek amacıyla hastanenize gelip çekim yapmak isterlerse, orada beyaz gömlekle, hatta ameliyathane kıyafetiyle bile görülebilirsiniz.
Bu tarz komik işler özel TV ler de olabiliyor da, resmi kanalımızda olması bana çok komik geldi.
Şimdi, olay benim gibi dikkatli gözlerin ilgisini çekip te gazetede yazılınca, ‘hoca yine ona buna laf çakıyor’ bile diyorlar.
Ne diyelim gören gözler görür.
301. JİNEKOLOJİK ONKOLOJİNİN 25. YILI,
Başlıktan da anlaşıldığı gibi, bundan yirmi beş yıl önce kurulmuş derneğimiz. Cerrahpaşa’dan Turgay Atasü hoca, öncü olmuş ve dernek kurulmuş. Sonradan adına, bakanlar kurulu kararı ile ‘Türk’ adı eklenerek ulusal dernek haline gelmiş.
Başlangıçta, bu konuda çalışanlar neredeyse bir elin parmakları kadarken, şimdi yüzler düzeyine yükselmiş. Yurt dışı eğitimin sonunda, ülkeme döndükten sonra benim onkolojiye başlangıcım 1989. İlk zamanlarda, nedense çoğumuz derneğe kaydımızı yaptırmamış idik. Bu nedenle benim de girişim biraz gecikmeli olmuştur.
İlk yıllardaki faaliyetler, büyük şehirlerde münferit toplantılar şeklinde idi. İki yılda bir yapılan ulusal kongrelere olan katılım ise genelde iki yüzün altında olurdu. Pek çok merkezimizde ayrı bir jinekolojik onkoloji birimi yoktu.
Giderek, önce üniversitelerde ve eğitim hastanelerinde birimler kurulmaya başlandı. Yapılan tedavilerdeki yanlışlıklar, eksiklikler daha fazla görünür hale geldi. Bunun adına branşlaşma deniliyordu, ve biz de kadın doğumda branşlaşmaya başladık. Yan dal olarak onaylanmamız ise çok sonra oldu. Bakanlıkta kurulan inceleme komisyonuna,konularıyla ilgili olanlar, bilimsel dosyalarını verdiler. Uygun bulunanlara birer, ‘Jinekolojik Onkolojik Cerrahi Sertifikası’ verilerek çalışmalarımız legal olarak onaylanmış oldu.
Başlangıçta sadece radikal cerrahilerde pelviklenfadenektomileri tartışırken, barsak cerrahileri, İMA üzeri para aortik bölge, derken giderek üst batın cerrahileri tartışılır oldu. Kemoterapide Taksan grubunun devreye girmesi başarının, artmasına neden olurken, şimdilerde hedefe yönelik tedaviler, gündemimizde yer almaya başladı. HPV nin kanserle olan ilişkisinin net olarak ortaya konulması, bilim adamlarına Nobel ödülü verilmesi.
Ameliyatlarda hastanın ısıtılması, stapler, liga, ultrasicion, plazmakinetik, varis çorabı,rutin düşük dozlu heparin uygulaması, paranteral beslenme, başarının artmasında güçlü roller üstlendiler.
Başlangıçta, kemoterapi ilaçları ortalık yerde hazırlanırken, şimdi bu türden işler ayrı birimler oluşturuldu. İçlerinde, çekerocak, özel tuvaletve koltuklu kemoterapi odaları kuruldu. Bu işle ilgilenen hemşire arkadaşlarımız da kendi aralarında branşlaşmaya başladı.
Gençlerde ortaya çıkan kanserler başta olmak üzere, sinir koruyucu, organ koruyucu, hatta fertilite koruyucu cerrahiler yapılmaya başlandı.
Kanser öncesi lezyonların erken teşhisi, gündelik tedaviler ön plana çıktı. Bu konudaki en önemli gelişmelerde biri de,‘Ulusal Kanser Tarama Programı’nın başlatılması oldu. İkili, dörtlü koruyucu aşıları tartışırken, yakında çıkacak olan, yedili, dokuzlu aşıları hatta, tedavi edici aşıları beklemeye başladık.
Endoskopik cerrahilerdeki ilerlemeler, robotun cerrahide kullanılır hale gelmesi, ufkumuzu daha da ilerilere taşıdı.
Dernekçilik aslında ciddi bir özveri işi. Zamanını ve mesaini o işler için ayırma sorunu. Şimdiye kadar daha çok başka derneklerdeki görevlerim nedeniyle dernek yönetimi için bir istekte bulunmadım. Önemli olan işlerin yürütülmesi ise, görev alan arkadaşlarım görevlerini gayet iyi yapıyorlar. Gözümüz arkada değil.
Yapılanları, bilimsel gelişmeleri, aramızda devamlı konuşuyoruz, toplantılar yapıyoruz. Son yaptığımız toplantıda da, derneğimizin yirmi beşinci yılını kutladık.
Kurucu başkanımız olan Turgay hocamızı, ilk genel sekreter, Kılıç kardeşimizi aramızda görmek, jinekolojik onkolojiye gönül verenleri fazlasıyla memnun etti.
Yönetenler, yönetilenler, bu alanda çalışanlar, hepimiz geçiciyiz. Bugün görevde olanlar, yarın bu görevleri daha genç olanlara devredeceklerinin bilinci içinde çalışıyorlar, çalışıyoruz. Önemli olan, bilimin ve onun kurumları olan derneklerin kalıcılığıdır. Derneğimizi kuranlara, özveriyle çalışan arkadaşlarıma binlerce teşekkürler.
Sevgili genç meslektaşlarım,
Ülkemizin en köklü üniversitelerinden biri olan GAZİ ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTEMİZDEN başarıyla mezun olarak, aramıza katıldığınız için öncelikle sizleri gönülden kutluyorum.
Ben de tam kırk yıl önce Ankara Tıp Fakültesinden mezun olmuştum. Mezuniyet törenime maalesef annem ve babam katılamadılar. Hatta ben de katılmadım. Zira ayni gün komşu fakültedeki pediatri sınavına girmiştim. Orada, asistan olarak sadece kendi öğrencilerini aldıklarını, çok sonra öğrenmiştim. Bu nedenle yemin bile edemedim. Sayenizde ben de yemin edeceğim.
Son bir yıl içinde, aranızdan, Gülperi, Naciye, Satı, Gözde, Gonca, Ezgi, Damla, ve son olarak ta, Çağla, ile çalışıyorum. Hepsinin çalışmasından ve onları tanımaktan son derce memnun kaldım. Pek çoğunuza lüzumsuz ve bir yerde angarya işler yaptırdık. ameliyatlarda görev verdik, ekartör çektirdik. Ancak bizim tek derdimiz sizlerin iyi yetişmesi yanında, işlerin iyi yapılması ve hastalarımızın bir an önce sağlıklarına kavuşması idi.
Mezuniyet törenlerinde öğüt vermeyi pek uygun bulmam. Bu yüzden ben size, kendi hayatımdan kesitler ve edindiğim çıkarımları anlatacağım.
Ben bir memur çocuğuyum. Annem ilk okul mezunu, ailemden dayım hariç değil üniversite, liseyi bile bitiren yok. Ancak ben ailemle, annemle ve babamla her zaman gurur duydum.
İlk ve ortaokulu Polatlı’da okudum. Mezun olduğumda, babam bana iki seçenek sunmuştu. Ya tamirci çıraklığa başlayacaktım, ya da okuyacaktım. Ben okumayı tercih ettim. O günlerde Polatlı’da Lise yoktu. 15 yaşımda elimde tahta bir bavulla yatılı olarak liseye başladım.
Liseden mezun olduğum yıllarda, üniversite genel sınavları yanında ODTÜ; İTÜ ve ROBERT KOLEJ ayrı ayrı sınav yapıyorlardı. Genel sınavlarda önceden altı tercih yapılıyordu. Ben de İstanbul’dan Tıp Fakültesi, Eczacılık, Kimya Mühendisliği, ile Ankara’dan Eczacılık, Ziraat ve Siyasalı tercih ettim.
Eylülde önce ODTÜ sınavı belli oldu, asilden mühendisliği, yedekten mimariyi kazanmıştım. Eskişehir yolunda ODTÜ nün kapısında otobüsten indim, üniversite içerde dediler, yayan olarak kayıt kısmına vardım, sırada beklerken kazananlarla konuşuyoruz. Ben orta sıralarda kazanmıştım. İnşaat mühendisliğini istiyordum. Oradakiler, seninki ancak makinayı tutar dediler. Bir arkadaş, mühendislikte CALCULUS var çok zor, ben yedekten mimariyi kazandım, orada calculus yok ben mimariye kayıt yaptıracağım dedi. Ben de ondan etkilenip mimariye kaydımı yaptırdım.
İLK DERS, BAŞKALARININ PEŞİNDEN GİTME.
250 lira sömestr harcı, 100 lira otobüs parası 75 lira yurt parası, bendeki para suyunu çekti. Bu arada genel üniversite sınavları, belli olacak. İstanbul’daki avukat olan dayıma, giriş numaramı yazarak İstanbul Tıp Fakültesini kazanıp kazanmadığımı öğrenmesini rica ettim. Yazıhanesi Cağaloğlu’nda idi, kolaylıkla gidip bakabilirdi. 15 gün sonra aldığım mektupta, orta doğuyu kazandığım için tebrik ediyordu. Gidip durumuma bile bakmamıştı.
Hemen ODTÜ den İstanbul’a gidecek olan bir arkadaşa kayıt numaramı verdim, Kaydını almak için geri geldiğinde, sıramın geçtiğini, artık yedeklerin alındığını söyledi.
Aslında ben İstanbul’da yurtta kalacaktım. Bizim yenge hanımın İstanbul’a gelmemi istemediğini ise çok sonra öğrendim.
İKİNCİ DERS, AKRABANA BİLE GÜVENME.
İlk yıl İngilizce hazırlıktan sonra ertesi yıl mimariye başladık. Bu işler bana göre değil. Düzgün yazı bile yazamıyorum.
Okula çıplak model getirildiği gün kararımı verdim. Çünkü resmini yapamadım. İlle de tıbba gidecektim. Yeniden sınava girdim. Kazandım.
Yağma yok diyerek, İstanbul defterini kapattım. Ankara tıbba kayıt yaptıracağım, benden askerlik tecil belgesi istiyorlar. Cebeci askerlik şubesinde ikinci yoklamam yapıldı, hazırlanacak olan belgeyi bekliyorum. Görevli asker savsaklıyor. Oradaki havacı doktor binbaşıya tıp fakültesini kazandığımı, belgemin bir an önce verilmesi için yardımcı olmasını rica ettim. Doktor binbaşı, şube başkanı albaya – komutanım tıp fakültesini kazanmış olan şu gencin belgesini verelim dedi ve ben belgemi alabildim
ÜÇÜNCÜ DERS, İLK YARDIMI BİR DOKTORDAN GÖRDÜM.
Ankara Tıp fakültesinden mezun olduktan sonra, fakültemde kadın doğum ihtisasına, başladım, uzmanlık askerlik derken kendimi Denizli’de devlet hastanesinde buldum.
1981 nisanı Antalya Tıp Fakültesi yeni kurulmuş, Kepezde hastanesi yeni açılmış, orada doçent olan hocam kariyer yapmam için çağırdı, tayin işleri gecikti de gecikti, kasımda YÖK kanunu çıktı. Antalya çok pahalı bir kent YÖK teki olumsuzluklar da etkiledi, muayenehanemde de iyi kazanıyorum. Gitmekten vaz geçtim. Ama bu davranış altı yılıma mal oldu.
DÖRDÜNCÜ DERS, PARAYA TAMAH ETME.
1980-86 arası iyi kazansam da geceleri uyuyamıyorum. Bir akşam Ankara’dan bir telefon aldım. Arayan rahmetli Mülazım Yıldırım hoca, Özdemir hocamız ile birlikte karar vermişler, Gazı Tıp kadın doğuma, yardımcı doçentliğe çağırıyorlar. Yaşım olmuş otuz sekiz. Belki de bu son şansım.
Geliş o geliş 28 yıldır gazideyim.
BEŞİNCİ DERS, SON VAGON DA OLSA TRENİ YAKALA.
Kendimi geliştirmek istiyorum. İtalyan hükümet bursunu kazandım, Roma’da Onkoloji ve Ürojinekoloji konularında çalışıyorum. Öğleden sonraları boşum. Değişik kitaplardan konular hazırlıyorum. Dönüşümde biriktirdiklerimle birlikte, Jinekolojik Onkoloji kitabı hazırlıklarımı, bir klasör halinde rahmetli hocama götürdüğümde,
‘Bu kitap satmaz, boşuna uğraşma’ dedi. Satmaz denilen kitap şimdiye kadar dört baskı yaptı.
ALTINCI DERS,
ARKADAŞ OLSA DA, HOCALAR KISKANÇ OLABİLİR.
Doçentlik, ardından profluk derken yeniden muayenehane açmışım çalışıyorum. 2001 yılı bir gün rektör çağırdı. ‘Tıp fakültesi dekanı istifa etti, seni dekan yapalım’ dedi. Fakültem dekansız kalmasın diyerek muayenehanemi kapatıp, görevi kabul ettim. Altı ay vekaletten sonra, göreve bir başkası atandı. Bana da, dekan yardımcılığıyla yetin arkadaş denildi.
YEDİNCİ DERS, İDARECİLERDE VAFA OLMAZ.
Kendimi kaptırmış, yayıncılığa sarılmışım. Çeviri, telif, bir iki derken, on dokuz kitap olmuş. On altısı bilimsel, üçü değil.
Derken bir gün bir sarı zarf aldım. Saygıdeğer bir hocamız, 1994 teki kitabımda ‘intihal var’ diye şikayet ediyor. Şikayetçi, üç oda ilerimde, soruşturmacı ile yine ayni koridordayız. Her gün yüz yüze bakıyoruz.
Üzerinden yirmi yıl geçmiş, kitap çok yazarlı olmuş, çok tutulmuş, dört baskı yapmış. Soruşturmacılar, idareciler ve hukukçular, aslında maalesef hukukun H sini bilmiyorlar. Eski dost, zamanın rektörü, üniversiteden atılmam için YÖK e yazı yazıyor.
YÖK Disiplin kurulu, güldü geçti, haydi hoca sen işinin başına git, müsterih ol dediler.
SEKİZİNCİ DERS, DÜŞMANI UZAKTA ARAMA.
Sevgili genç meslektaşlarım, size yaşamımdan anektotlar aktardım.
Ben hepsinden, ve tüm yaşadıklarımdan kendime dersler çıkardım.
Arkadaşlar, yaşam, hızla giden bir trenin vagonlarını boyamak gibidir. Her durakta bir vagonu boyayıp, bir başka vagona geçersiniz. Tren son durağa geldiğinde tüm vagonları boyanmış olur. Gazi Tıp Fakültesi treninde, altı yılda altı vagonu başarıyla boyadınız.
Aslında tren, her son durağa geldiğinde, yeni bir yolculuğun ilk durağına ulaşmıştır. Şimdi sizler, vagonları tekrar boyamaya başlayacaksınız. Önünüzde TUS sınavı, uzmanlık, evlilik, ve diğerleri. Yeniden çalışmak yeniden boyamaya başlamak lazım.
- ‘Anne benim anatomi kitabım nerede’ diye soranları duyar gibi oluyorum. Fakültede vagonları çok iyi boyadıysanız, ikinci katı boyamak çok kolay olacak, değilse eskisini sil baştan kazımak ve işleri bu sefer düzgün yapmak gerekecek.
Hayatta her zaman hatalarımız olmuştur. Sizin de hatalarınız olacaktır. Ancak, Keçiler bile tökezledikleri yoldan tekrar geçmiyorlarsa, hatalardan ders alıp onları tekrar etmemek gerekir.
Uzun yıllar öncesinde: ‘İlim Çin’de de olsa gidin’ denilmiştir.
ŞİMDİ SİZİ ÇOK UZAKLARA, JAPONYAYA GÖTÜRECEĞİM.
17. yüzyıldan itibaren Avrupalı Hristiyan misyonerlerin istilasına uğrayınca. Japonya, sınırlarını yabancılara kapatarak 250 yıl inzivaya çekilmiş. 1850 li yıllarda Amerikan savaş gemileri Japonya’ya gelerek İmparatorun önüne bir ticaret anlaşması bırakmışlar. Bunu inceleyin ikinci gelişimizde karşılıklı imzalayacağız diyerek tehdit etmişler. Anlaşmayı zorla imzalayan imparator. Sonrasında, bilge kişileri toplantıya çağırmış. Amerikalıların demirden gemileri, topları tüfekleri olduğunu, bu nedenle anlaşmayı imzalamaya mecbur olduğunu, kendini aşağılanmış hissettiğini söyleyerek onlardan bu duruma çare bulmalarını istemiş.
Toplanan bilge kişiler kurulu, KENDİLERİNDE EKSİK OLANIN BİLİM OLDUĞUNU VE BU EKSİĞİN SÜRATLE KAPATILMASININ ŞART OLDUĞUNU, BUNUN İÇİN, BİLİMİN İLERİ OLDUĞU ÜLKELERE ÖĞRENCİ GÖNDERMEK GEREKTİĞİNİ imparatora bildirmişler.
Bu şekilde Japonya’dan Avrupa ve Amerika’ya öğrenci gönderilmeye başlanmış.
Japonlar başka ülkelerle yapılan her anlaşmaya, Japon öğrencilerin anlaşma yapılan ülkeye eğitim için kabul edilme şartını koydurmuşlar.
İşte bu bilimsel gelişmeler sayesinde de, Japonya dünyanın en gelişmiş ekonomilerinden biri haline gelmiştir.
Bizde de, Osmanlı zamanından başlayan Avrupa’ya öğrenci gönderilmesi, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yeniden uygulamaya başlanmış.
Cumhuriyet döneminde ilk yurt dışına gidenlerden olan eski başbakanlarımızdan Prof. Dr Sadi Irmak hatıralarında şöyle diyor: - İstanbul Sirkeci istasyonundan Avrupa’ya gitmek için trene binerken bir telgraf geldi. Özetle şöyle yazıyordu.
GENÇLER, BEN SİZİ BİR KIVILCIM OLARAK GÖNDERİYORUM, ORADAN BİR VOLKAN GİBİ GERİ DÖNECEKSİNİZ.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Cumhurbaşkanı.
Başka bir söylevinde : Atatürk şöyle diyor.
Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz.
Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile bağlarımızı kopartamayız.
Aksine, yükselmiş, ilerlemiş, çağdaş bir millet olarak,
medeniyet düzeyinin de üzerinde yaşayacağız.
Bu hayat ancak, ilim ve fen ile olur.
İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her ulus ferdinin kafasına koyacağız.
İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.
Şimdi tüm dünyadan ve bizim ülkemizden özellikle Amerika’ya beyin gücü oluyor.
Oralara gidip bilimsel gelişmeleri öğrenip, ülkemize dönüp yenilik ve bilimsel gelişmeleri ülkemizde uygulamak gerekir diye düşünüyorum.
Eğer ille de orada kalınacaksa, orada üniversitelerde bir yer edinip, ülkemizden gelecek olan gençlere yardım etmek, onların önünü açmak gerekir.
Ülkemizle olan bağları koparmamak, oralarda asimile olmamak, çocuklara, gençlerimize dilimizi mutlaka öğretmek lazım.
NE İÇİN ÇALIŞMALI?
Saat almak için çalışmamalı
MESLEKTAŞLARLA, AMİRLERLE OLAN İLİŞKİLER
AİLE ÜZERİNE,
ANNE BABA VE KARDEŞ İLİŞKİLERİ,
Anne, baba ve kardeşlerimizle, daima iyi ilişkiler içinde olmalıyız.
Gençler, Gazi Tıp Fakülteniz, her zaman sizlerin yuvasıdır. Gazi Tıp Fakültesi, o meşhur Damgasını hepinize vurmuştur. Mezunlar derneği ile ve birbirinizle olan sıkı işbirliği ve arkadaşlığınıza devam edin.
Hep ‘Gazili olmak bir ayrıcalıktır’ derler. Aslında elle tutulur somut bir farklılık ta yoktur. Bu farkı, bu ayrıcalığı, bilimsel ve hümanist davranışlarınızla, ve iyi hekimlik yaparak sizler ortaya koyacaksınız. Bu konuda, asla bir kuşkumuz yoktur.
Başınız sıkıştığında, ya da bir gidip yuvamı ve hocalarımı göreyim dediğinizde kapılarımızın sizlere sonuna kadar açık olduğunu hiç bir zaman aklınızdan çıkarmayın.
GENÇ TIBBİYELİYE.
Bakın, bakın,
Mısırpatlağıgibigeliyorlar,
Birçağlayangibi,
Patlayarak, çoğalarak
Sporcu,
Sanatçı,
Hatta,
Mankenlergibi
Gelin, gençlergelin,
Sevgilimeslektaşlarım
Aramızagelin,
Size de uygunyerlerimizvar,
Çoğunuzapratisyenlik,
TUS u kazananauzmanlık,
isteyenedoktora,
Daha da çalışana, kariyer.
Babanızınparasıvarsa
Benzinlikteaçarsınız,
Birahane de.
Kimsekarışamazişlerinize.
Keyfinize göre takılın,
Paşagönlünüzneyiçekiyorsa
Istertemelbilimci,
isterdahiliyeciolun,
istercerrah,
Istersenizimalatçı
Istersenizithalatçıolun
Yeterkivataniçinçalışın
Bir de meslekonuru,
Her nerede olursanız,
Her ne işi yaparsanız,
Hekim olduğunuzu asla unutmayın.
Sevgili anneler babalar,
Hayatta en önemli yatırım insana olan yatırımdır derler. Şimdiye kadar onların iyi birer eğitim alması için, iyi bir vatan evladı olmaları için çok çabaladınız. Altı yıl önce onları bize emanet ettiniz. Biz de onları, kendi evlatlarımız gibi sevdik. İşte bize emanet ettikleriniz, dünkü çocuklar hani şu kadarcık, mini minnacık çocuklarınız, bugünün genç doktorları, karşınızda.
Bu genç doktorlarla, genç meslektaşlarımızla ne kadar gurur duysanız, ne kadar övünseniz azdır. Ne mutlu sizlere.
Genç meslektaşlarım, sizlere mesleğinizde son derece başarılı, sağlıklı ve mutlu bir yaşam dilerim.
Prof.Dr. Haldun GÜNER, 12. Haziran, 2014
Sayın hocam,
Ben Ankara Tip’tan 1967'de mezun oldum. Bu yazımı size 2003 yılında yazdığınız yazıyı okurken ismini gördüğüm Dr. Murat Oflaz nedeniyle yazıyorum.
Ortopedide başasistandım. Murat kardeşim de yeni başlamıştı. O gün intaniyeye taşınmıştık. Durum çok ağırdı. Zannederim evliydi veya değildi. Bilmem çocuğu var mıydı?
Gencecik arkadaşımızı kaybetmiştik. Annesi babası perişandı. O günü hala unutamadığım gibi ismini bile unutamadım, Sevgili Murat' ın..
Ben o yıllardan beri İsveç’te doktorum. Emekliyim. Ankara'ya gelince Gazi'de ağız cerrahisi hocası biraderim Nadir'i ziyaret ederim.
Bu vesileyle selamlarımı yollarım.
TARIK GÜNGÖR, ASKERI TIBBIYEDEN
1967 ANKARA MEZUNU
tarik.g@telia.com
METRODA,
Ankara’da, Çayyolu metrosu 20 mart Perşembe günü açıldı. Eşime çok önceden, ‘eğer buraya metro açılırsa, işe metroyla gideceğim’ diye bir söz vermiştim. Artık sözümü tutmam gerek. Cuma sabahı, her zaman olduğu gibi yine arabayla işe gittim. Akşam hastaneden yürüyerek çıkarak Ankaray’ın, Bahçelievler durağına geliyorum. -Çayyolu metrosuna nasıl gideceğim- diyegörevliye sordum. Önce Ankaray’la Kızılay’a, oradan da Çayyolu metrosuna geçmem gerektiğini söyledi. Öyle de yapıyorum. Ankaray alt katta. Metro, onun bir kat üzerinde, birbirine olan uzaklık elli metreden daha kısa. Metroda iki tren peronu var. Biri Çayyolu, diğeri Sincan’a gidiyor. Sincan treni bizimkinin arkasındaki peronda duruyor. O tarafa gidecek olanlar, ya bizimkinin içinden de geçiyorlar, ya da özellikle tren yoksa, yürüyen merdivenle bir kat çıkıp inerek arka perona ulaşıyorlar.
Bu uygulama yeni başladığından, hata yaparak Sincan yerine bizim metroya binenler de oluyor. Onları uyarıyoruz. İlk durakta inip geri dönerek, tekrar kendi metrolarına biniyorlar. Bu duruma düşenlerden özellikle kadınlar, evlerine geç kaldıkları için hayıflanıyorlar.
Aslında Ankaray ile Çayyolu metrosunun,Söğütözü durağında yer altından bağlantısı planlanmış. Ancak yer altındaki birleşim henüz açılmadığından henüz o yolu kullanamıyorum. Dışarıdan da, Ankaray’ın son durağı Aşti’denArmada’ya kadar uzunca bir yol kat etmek gerekiyor.
Akşamları, Eskişehir yolundaki Ümitköy durağından,yayan olarak hafif bir rampa ile Ümitköy’e kadar çıkılıyor. Kısa bir mesafede önce kaldırımı olmayan dar sokağın ardından nisbeten geniş yoldan ilerliyorum.
Meksika caddesinden, dar sokağın girişinde drenaj kapakları yolun biraz altıda kaldığı için, yolu iyi bilen şöförler kasise girmemek için yolun iyice sağına yanaştıklarında, neredeyse yayalara sürtecek kadar yakından geçip, sonra araçlarını kısmen yolun ortasına doğru alıyorlar. Aslında onlar da, biz yayalar da haklıyız. Araç kullanalar bu kısa yolda ilk kez yaya görüyorlar. Zira bu yoldan Metrodan önce nadiren yaya geçerdi. Yoldan geçen yayalar da, ilk kez bu denli kısa ve kaldırımsız yoldan geçiyorlar. Kenarlarda, otoyollardakilere benzeyen metal bariyerler var. Zira bariyerin bir tarafında dış banket yolun üç metre derinliğinde. Diğer yanında etrafı demir telle çevrili bahçe içinde depo gibi bir bina var. İstimlak edilip burası otopark yapılsa genel kullanım için çok uygun olacak.
Sabahları, yol yokuş aşağı olduğundan daha kolay gidiliyor.
Yıllardır önünden araba ile geçtiğim için, hiç farketmediğim güzellikleri ancak şimdi bu sayede görüyorum. Yol kenarları, bahçeler mis gibi çiçek kokuyor. Bir kısım ağaçlar yeni çiçek açmışlar. Bir kısmı bembeyaz, bir kısmı pespembe. Sanki şapka giymiş gibiler. Metrodan çıkan bazı gençler, çiçek açmış ağaçların önünde hatıra fotoğrafı çektiriyorlar.
Yolumun üstünde,solda Ümitkent sitesi var. Etrafı duvarla ve demir parmaklıkla çevrilmiş. İçerisi yemyeşil, tıpkı halı gibi çimle kaplı, aralarında yürüme yolları, etrafta sıra sıra dikilmiş ağaçları var.Ümitköy sitesi girişinde anayol arasında küçük bir park var. İçinde kısa yürüme yolları ve oturma bankları var. Yorulursam oturup dinlenmek için işte tam da burayı gözüme kestiriyorum. Şimdilik ihtiyaç duymasam da ileride belki gerekebilir diye düşünüyorum.
Anayolda Çağdaş markete kadar kaldırımdan gittikten sonra trafiğin azaldığı anı yakalayıp yolun soluna geçiyorum. Çiy köfteci, kuru temizlemeci, beyaz eşya ve mobilyacının önünden, iki de bankayı geçtikten sonra, dershaneleri geçip sola dönerek parke döşeli küçük patikadan sonra Mutluköy’e , bizim siteye ulaşıyorum.
Sabahları gidiş on dakika, akşamları dönüş, on iki on üç dakika kadar sürüyor.
Yolda yürürken genellikle elim boş oluyor, memurlar gibi yanıma çanta da almıyorum. Sadece, okumak için elimde kitabım var. Kızılay’a kadar metroyla gitmek ortalama yirmi beş dakika kadar sürüyor. Oturmak için şimdilik yer bulunuyor. Sıra koltukların genelde en başına oturuyorum. Kitabımı açıp okumaya başlıyorum. Bu nedenle kimseyle pek irtibatım olmuyor. Genelde gençler, kulaklıkla müzik dinliyor, orta yaşlılar birbirleriyle sohbet ediyorlar. Arada bir göz ucuyla etrafı kolaçan ediyorum. Nadiren benim gibi kitabını okuyan gençler de oluyor. Çoğunluk ya yanındakiyle konuşuyor, ya da kuşkulu gözlerle etrafını seyrediyor.
Vagonlardaki ekranlarda sırasıyla ülkemizde yapılan işler gösteriliyor. Yollar, köprüler vs gibi. Gelecek istasyon ve gidilen istikamet devamlı anons ediliyor. Üç kere düdük çalmadan kapılar asla açılıp kapanmıyor.
Metroya henüz alışılmadığından, kullananlar ve vagon sayısı şimdilik az, bu nedenle trenler durduklarında istasyonun tamamını kaplamıyor. Boş kalan yerleri bantla kaplamışlar. Şimdilik, trenlerin hızları biraz yavaş gibi. Olsun hızlı gitsek ne olacak. Belki son durağa, şimdikinden üç dört dakika önce varacağız, hepsi o kadar.
Metro kullanıldıkça, bazı eksiklikler de göze çarpıyor. Öncelikle uzaktan durağa arabasıyla gelenler için otopark yeri düşünülmemiş. Arabaları yol kenarlarına park ediyorlar. Böyle giderse yollara bırakılan arabalar yüzünden trafikte sıkışmalar bile yaşanabilir. Aslında ben de durağa araba ile gidebilirim. Ancak şimdilik yürümeyi tercih ediyorum. Ring otobüs seferleri henüz Ümitköy durağında başlamamış durumda. Son duraktan ring otobüs seferlerinin başladığını söylüyorlar.
Nisan ayına geldik, hala sabahları oldukça serin oluyor. Akşamları da güneş battıktan sonra döndüğümden yol henüz terletmiyor.
Son durak olan Kızılay’da indikten sonra bir kat aşağıdaki Ankaray istasyonun Aşti yönüne geçiyorum. Ankaray, metrodan daha sık geliyor, çok da hızlı. Kızılay’da neredeyse trenin yarısı boşalıyor. Durakta bekleyenlerle birlikte içeri yeniden doluşuyoruz. Bazen oturacak yer bile bulunuyor. Bulunmasa da çok şey fark etmiyor. Gazi Tıp’a on dakikada ulaşıyoruz. Çoğunluk, sabah derse giden öğrenciler. Kızlar, çoğu kez kitaplarını göğüslerine bastırarak taşıyorlar. Erkek ve kız öğrencilerin bir kısmında sırt çantaları var. Kaplumbağanın, bağası gibi kitap defter ne varsa sırtlarında taşıyorlar. Arada bir hastane çalışanlarını görüyorum. Selamlaşıyoruz.
Geçenlerde bir arkadaşım hatırlattı. Bilmem kaç yaşını bulanlara kart çıkarılıyormuş. Gidip kartımı çıkartayım diyorum. Kızılay metroda, camın arkasındaki görevli kıza, nüfus cüzdanımı ve bir resmimi veriyorum. İki dakika sonra kartım elimde. Sonradan baktığımda, soyadımın Güner yerine Güngör olarak yazıldığını görüyorum. Gidip değiştirsem olur da, ne gam. Tekrar sıralara girmek, ayakta beklemek lazım. Ben kartımdan memnunum. Kartı cihaza gösteriyorum. Kapı kolu açıldı diye, şak diye ses geliyor.
Söğütözü’nde, Metro- Ankaray yer altı bağlantısı açıldığında süre daha da kısalacak gibi görünüyor. Şimdilik evden hastaneye, hastaneden eve hiç fark etmiyor. Toplam elli dakikada gidiyorum.
Metroda her gün ortalama otuz sayfa okuyorum. Geri kalanını, akşamları evde okuyorum. Hepsini toplarsak ortalama günde yüz, yüz elli elli sayfa kadar ediyor. Büyüklüğüne göre, ortalama üç dört günde bir kitap bitiyor. Bu sayede alıp ta henüz okuyamadıklarımı azaltabileceğim.
Metro gerçekten, modern bir taşıma aracı. Trafik, özellikle Eskişehir yolunda giderek daha da artıyor. Kışın arabanın camındaki buzlanmayı temizle, motorun ısınması için bekle, ardından buz gibi koltuğa otur. Yolda, ahırdan çıkmış misali deli gibi giden, arkadan devamlı olarak selektör yaparak başka sürücüleri rahatsız eden trafik manyaklarına yol ver. Yolcu indirip bindiren dolmuşların, hastaneden olanca hızıyla çıkış yapanların arasından park yerine girdin girdin. Giremezsen, arkadan korna çalanlara kızmamak lazım. Gün gelir, arkadan gelip çarpmadıklarına bile şükredeceksin. Erken gelirsen, görevli henüz gelmediğinden, öndeki bariyeri de kendin açman lazım.
Mal bıraktın,mülk bıraktın üşüştük
Kavga ile niza ile bölüştük
Üç-beş karış toprak için dövüştük
Mezarında hüzün ile yat baba
Evlatlarım etsinler diye rahat
Satmadın da geçindin kıt kanaat
Evladından sana olsun nasihat
O dünyada malın varsa sat baba
Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan.
Askerlikte, Silah ve cihazlar için,
GESTAY KAİDESİ
Gözle muayene
Elle muayene
Sıkıştırma
Ayarlama
Yağlama
Tıpta, Hastalar için,
ANİPPAL kaidesi
ANamnez... Kişisel bilgi, yakınma, öykü
İnspection ... Bakarak muayene
Palpation ..... Elleyerek muayene
Percution .... Vurarak muayene
Auscultation.. Dinleyerek muayene
Lab ............... Laboratuar
Üniversitelerde hoca çalışma sistemi :
Dostları ilə paylaş: |