Sıbğatullah, bir şeyi her hangi bir renkle renklendirmek, mastarından alınmıştır. Allah'ın boyası demektir. Bakara, 138. âyetinde bu sözün, fıtrat, hilkat,1060 insanın aklı,1061 Allah'ın dini,1062 Allah'a kendisiyle yaklaşılan her şey,1063 hristiyanların çocuklarını batırdıkları vaftiz suyuna mukabil zikredilen bir tabirdir. "(Biz) Allah'ın boyasıyla (boyanmışızdır). Allah'tan daha güzel boyası olan kim? O'na küllük edenleriz" (Bakara, 138). Allah'ın boyası, Allah'ın fıtratı ve fıtrî dînidir.1064 İslâm'a istiare olarak sıbğatullah (Allah'ın boyası, rengi) denmiştir.1065 Yani Allah, insanları peygamberlerin getirdiklerine iman ve hakka kabiliyetle boyayıp yaratmıştır. Allah'ın bu selim fıtratına bir imâ vardır. Bu fıtrat üzere iman, bizim İlâhî boyamız, rengimizdir ki, renklerin en güzelidir.1066
Atomlardan galaksilere kadar Allah varlıklar âlemine nasıl rengini vermiş, onlara tevhid mührünü basmışsa ve nasıl ki beş milyara yakın insanın parmak izleri O'nun silinmez tevhid izlerini taşıyorsa, bizleri fıtrat dini üzere yaratması da aynı şekilde O'nun boyası, O'nun kendi rengidir.1067 Burada Kur'ân'ın derin manâlı ifade hususiyetlerinden bir hususiyet üzerinde bulunuyoruz.1068 Allah bir âyette insanları fıtrat üzere, İbrahim 1069 teşvik etmektedir. Yani mânâ, "kalbi temizlemekle irşad ve fıtratı korumakla meydana gelen Allah'ın rengine hürünün", demektir. Allah'ın rengi, boyası, renklerin en güzelidir. - Bu cehd ile yaşayınca, bu halin eseri, boy anılan şeyin üzerinde boyanın görüldüğü gibi, mü'minlerin yüzünde1070 marifet nuru apaçık görülür. Allah onların yüzüne kendi nûr boyasını vurur. "Yüzlerinde secdelerin izlerinden nişanları vardır" (Fetih, 29). Cü-neyd-i Bağdadîye (297/909) arif sorulunca, "suyun rengi kabının rengidir" diye cevap vermişti.1071 O halde Allah'ın boyası olan fıtrî iman ile iman etmeli, hristiyanlar gibi sudan imana, sun'î boyaya tenezzül etmemeli.1072 Yunus Emre'nin dediği gibi, "Bo-yandım rengine solmazam ayruk." Bu fıtrî iman ile boyandıkça inanç ve ilim kalbi kaplar, bunlar kalpte marifet meyvesi verirler ki, işte bu marifete yakîn denir. Çünkü suyun bulanıklığı durulunca araplar ey kane'1-mâu derler.1073
Yakînin de üç derecesi vardır: İlme'I-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn. Uzaktan dumanı görüp ateşin varlığına hükmetmek ilme'l-yakîn, ateşin kendisini görmek ayne'l-yakîn, ateşe bizzat dokunup yanmak hakka'l-yakîne bir temsildir. Kömürün ateşte yanarak nâr-ı beydâ haline gelmesi, mü'minin sıbğatullah (Allah'ın rengine) bürünmesine bir misal teşkil edebilir. Tasavvufta buna fena ve beka makamı denmektedir. Bu makamdaki kimse, her şeyi Allah uğruna feda mânâsında, cihanı yağmaya verebilir. Fena ve beka hali kulun sıfatlarında olur, zatında olmaz.1074 Kul farz ve nafile ibadetlerle Allah'a yaklaşınca "(...) Ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum"1075 hadis-i kudsîsinin tecellîsine mazhar olur.
"Sen yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir; Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler" (Rûm, 30). Bu âyette bildirilen fıtrat dini, yaratılışa uygun din-i İslâm'dır. Yaratılışın Yaratıcısına delâleti tabiî olduğu gibi, her insanın vicdanının derinliğinde bir hak duygusu, bir marifetullah gizlidir. Bu, inkâr edenlerde bile zor zamanlarda kendini gösteren bir fıtrî marifettir1076 (Lokman, 32; ibrahim, 10; Nemi, 14). Bu duygu, insanlarda kendini bilmek gibi açık olmadığı için, zaman zaman peygamberler gönderilerek insanların bu kabiliyetleri devamlı uyarılmıştır. Bu fıtrî duygu kötü alışkanlıklarla perdelenip sönebilir. Yani fıtrat değişip bozulabilir. O temiz fıtrat-ı ûlâ, kötü bir fıtrat-ı saniye haline gelebilir. "Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez" (Ra'd, ıi). O zaman da kalpteki fıtrî marifet nuru söner. Bundan dolayı, dinsizlik, inkâr, fıtrata aykırı bir sapıklıktır.1077 Çünkü Allah ismi bütün kâinata hakkedilmiştir.1078 Renan, "İnsanlardaki bu duygu, kuşlarda yuva yapmak gibidir" der. Bu izah şekli ise vahiy ve ilhamı kabul etmek demektir.1079Descarters da aynı şeyi itiraf eder: "Allah fikrinin de yaratıldığım zaman benimle birlikte doğmuş ve meydana getirilmiş olduğunu söylemekten başka diyecek bir şeyim yoktur. Bu tıpkı, ben yaratılırken, işçinin eserine hakkettiği marka gibi zihnime konulmuştur.”1080Maturîdî'ye göre Allah peygamber göndermemiş olsa bile, akıl yoluyla Allah'ı bilmenin vacib olması da bundandır.1081
Bundan başka insanın fıtrî vicdanı da Allah'ı hissetmektedir. Bu bir fıtrî biliş, bir hılkî duyuş ve seziştir. Zihin inkâra alış-tırılabilse bile duygulan ondan yoksun bırakmak kişinin elinde değildir. Öyle olaylar ve durumlar vardır ki, insan bunlar karşısında köksüz bir ağaç gibi devrilmemek için, benliğinin derinlerinde yaşayan ve özsuyunu görünmez bir kaynaktan çeken bir sese, bir ışığa dayanmak zorunda kalır1082 (Krş, avm, i28-i35; Muminun, 84-89; Rum, 33-36). Akıl susturulabilse bile vicdanın sesi susturulamaz. Çünkü tevhid akidesinin yeri iç ve vicdandır. İçe giden en yakın yol bedâhat, vicdana giden en yakın yol da histir. Kur'ân daima bedâhate dokunmak, ihsası uyandırmak ve bunlar yoluyla doğrudan doğruya basirete nüfuz etmek, vicdana ulaşmak ister.1083 Çünkü Allah biliyor ki, fıtrat inkâr pisliğini reddeder.1084 İnsanlar iman duygusundan kasten uzaklaşmak, kendilerini bu duygunun dışına atmak isteseler de, insan ruhu onu daima aramak sevdasına tutkun olacaktır. İnsan yaratıcıya imanı, lisanıyla inkâr etse bile, içinden Allah'ın varlığını birliğini bilmektedir.1085 Nitekim Allah "(...) Vicdanları da bunlara tam bir kanaat hasıl ettiği halde, zulüm ve kibirle yine (inatlarından) inkâr ettiler (...)" (Nemi, u)buyurur.
"Hani Rabbin, Ademoğullanndan, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahid tutarak; "Ben sizin Rabbınız değil miyim?" (demişti). Onlar da: "Evet (Rabbimizsin, buna) şahid olduk" demişlerdi. (İşte bu şahidlendirme) kıyamet günü, bizim bundan haberimiz yoktu dememeniz içindi" (A>âf, 172). Bu âyette ruhlar âleminde insanlarla Allah arasında bir ahitleşme, bir ezelî marifet mevzubahistir. Gerçi bu ahitleşme ve şâhidleşmeyi, bazı müfessirler, insanların, fıtratlarıyla, enfüs ve afâkta dikilen pek çok delillerle Allah'ın rubûbiyet ve ulûhiyetini bulup anlamaya kabiliyetli oluşlarının temsilî bir istiare şeklinde ifadesi olarak anlamışlarsa da;1086 müslümanlar arasında "elest bezmi" kâlubelâ'dan beri müslümanım tezi, ruhlar âleminde verilen ikrar, sırf temsile hami edilemez.1087 Hâzin tefsiri sahibi Alâaddin Bağdadî (741/ i34û), her iki görüşü naklederek, bu ahit ve misâkın hakikat olduğunu tercih eder.1088 İbnu'l-Enbârî'nin, bu görüşü, hadisçile-rin ve ilim ehlinin büyüklerinin görüşü olarak tavsif ettiğini nakleder. Allah Hz. Adem'in sırtından zerreler halinde zürriyetini çıkarmış, bunlara akıl, şuur vermiş ve sonra onlara hitab ederek ahd ve mîsak almıştır. Zikir için dağlara (Sebe, 10), Hz. Peygamber (sav) e secde için deveye, işitip Hz. Peygambere gelmesi için ağaca akıl verip hitab etmesi örneklerini de O'ndan nakleder.1089 Şarânî (973/1565) de aynı görüştedir. Sirâcu'1-Ukûl sahibi Kazvînî'den, "Allah Âdem (asyın belindeki kılların delikîerinden zürriyetini zerreler halinde çıkardığını ve nitekim ter ve kokuların da bu deliklerden çıktıkları" görüşünü nakleder. Ayrıca Hz. Ali'nin "Rabbıma verdiğim o zamanki sözü şimdi hatırlıyorum. Hatta o zaman sağımda ve solumda kimlerin bulunduğunu da biliyorum" dediğini nakleder.1090 Şeyh Ce-mel de Haşiye'sinde bu âyetin tefsirine genişçe yer verir. Allah Önce Hz. Adem'in belinden kendi çocuklarını zerreler halinde çıkararak, sonra o zerrelerden doğacak zürriyetlerini, insan nevinin sonuna kadar gelecek zürriyetlerini zerreler halinde çıkardı. Bunlarda akıl, bilgi, hareket ve konuşma yarattı, ahd ve mîsak aldıktan sonra çıkarıldıkları sırayla birbirine girdirerek Hz. Âdem'in sırtına döndürdü, şeklinde izah eder.1091 Hüseyin el-Cisr de "Madem ki bir damla su yeryüzündeki insan fertleri mikdarınca mikroskobik maddeleri içine alıyor, Hz. Âdem'in sırtının bütün zerreleri içine almasına ne engel gösterilebilir? Bu mikroskobik canlıların hareketli, besin yollarını bilen, kendisiyle başkasını ayıran varlıklar olduğunu zaten fizyoloji ilmi söylemektedir. Zerre de atom demektir. Allah zürriyetlerin esas atomlarını çıkarıp, onlara şuur vermiştir. Esas atomlar değişmez. Nitekim haşrin de bu değişmeyen ve kaybolmayan atomlarla olması mümkündür" şeklinde açıklar.1092 Hüseyin el-Cisr'in yetişemediği ve bugün gelişme gösteren genetik ilmi de ortaya koymuştur ki yeryüzünün bütün insanlarının maddî ve manevî bütün özelliklerini ihtiva eden genlerin hepsi bir terzi yüksüğünü doldurmamaktadır.1093 İlmin bu gelişmeleriyle Kur'ân hakîkatleri daha kolay anlaşılmaktadır. Bursalı İsmail Hakkı (1127/1724) bu âyeti tefsirinde şaşırtıcı bir şekilde, önce temsile dair görüşleri zikreder sonra Te'vilât-ı Necmiyye'den diğer görüşleri nakleder ve der ki: "Sen buradan anladın ki ehl-i hakikat, bunun hakikat olduğu fikrindedir. Çünkü kimin rûhâniyeti cismâniyetine galib gelirse işi kolay görüp ona birşey zor gelmez. Ehl-i zahir ve Mu'tezile bunun hilâfına (...) O halde sana düşen elest ahdine riayettir. Tâ ki sana ve senin gibilere Örtülü olanlar açılsın (...)"1094 Âlûsî ise şöyle der: "Bu meuzudaki hadislerin1095 ahâd diye reddolunması, insana gaybt fütuhatın kapılarının kapanmasına sebep olur ve söyleyeni büyük ilâhî bağışlardan mahrum bırakır. Mü'min için, rısalet menbaından sadır olan haberlerin bildirdiği (mîsâk) almayı, tasdik etmek gerekir" . Umumiyetle sûfîler bu mîsâkın hakikat olduğuna kaildirler.1096 İbrahim Hakkı "İnsan kalbi olan rûh, alem-i ervahta iken kendi Halikını ve Sâniini bilâ hicap görmüş ve bilmişti ve ne hizmet için yaratıldığını anlamıştı ve kâlû belâ meclisinde elestü bi Rabbikum badesi ile mest olmuştu (...) Bütün zürriyet-i Âdem onda evliya ile beraber muradalmıştı" der.1097 İnsanın bu bilgisi Âdem (asj'a isimlerin öğretilmesiyle devam etmiş, böylece hilâfete lâyık olmuştur.1098
Hülâsa bu mîsak ve ahid, ister gerçek olsun ister fıtrat ve kabiliyet mânâsına olsun, Allah'ı marifetin insan ruhundaki bilgisini ifade eder. Bu imtihan dünyasında, marifetullahtan uzak duranlar, verdikleri ezelî ahid ve rflteaklarını bozmuş olurlar (Bakara, 27).1099
Dostları ilə paylaş: |