2- Allah'ı Tanımanın Gereği ve İnsanların Allah Hakkındaki Marifetlerinin Sınırı
Mevzua başlarken hemen şunu belirtelim ki Rabb Tealâyı insanlara tanıtan üç mühim mauarrif vardır; 1- Varlıklar kitabı, 2- Kur'ân, 3- Hz. Peygamber (sav). Bu tanıtıcılardan gelen mesajları insan duyu ve akıl teçhizatıyla alır ve değerlendirir. Yani Allah insanı bu kabiliyetlerle donatmıştır. Allah insanlara peygamber göndermeseydi bile, insanların kendi akıllarıyla Allah'ın varlığını bulmaları zarurî olurdu. Çünkü göklerin, yerin, kendi vücûdunun ve diğer eşyanın yaratılışını düşünebilen bir insan için, Yaratanını bilmemekte bir mazeret mevcud değildir.968 Bu vazife insanın en önde gelen vazifesidir. Yerinde temas edileceği gibi, bu sebeble âlimlerin çoğu körükörüne taklidi caiz görmemişlerdir,969 Allah'ın varlığını, birliğini bulmak için nazar ve istidlali vacib görmüşlerdir.970 Yani insanlar Allah'ın kendilerine verdiği duyular ve akıl yardımıyla, O'nun kâinata koymuş olduğu delillerini düşünüp tefekkür ederek Allah'ı bulmakla tavzif edilmişlerdir. Diğer bir ifadeyle varlıklar kitabının âyetlerini okumakla görevlidirler. Kur'ân'da Hz. İbrahim bunun güzel örneklerini vermektedir (Enam, 75-78). Kur'ân, insanların kendi akıllarıyla Allah'ın marifetlerine büyük değer verir de, bu yolu Allah, Kur'an'da "İşte bunlar kavmine karşı İbrahim'e ver(ip öğrendiğimiz hüccetlerimizdi" (En-am, 82) diye yâ-deder.971
Böylece lüzumunu belirtmeye çalıştığımız marifetullahı (Allah'ı bilip tanımayı), insan ne derece gerçekleştirebilir, şimdi de bu nokta üzerinde duralım. Bilindiği gibi Allah madde değildir. Duyu organlarıyla idrâk edilemez. Benzeri ve dengi bulunmadığı için tahmin ve tasavvur edilemez. Akılla da mahiyeti bilinemez. Burada bilinemezden kastımız, Allah'ın zatı, mahiyeti, ha-kîkati ve künhüdür. Yani Allah nedir, bunu bilemeyiz. Yukarıda bilinmesinden bahsettiğimiz hususlar Allah'ın varlığı ve sıfatlarıdır. Bir şeyin varlığını bilmek başka onun mahiyetini bilmek başkadır. Nitekim, her varlığı bilinen şeylerin, mahiyeti bilinmemektedir. Allah'ın varlığını bilmenin yolu ise O'nun fiil ve eserleridir. O halde Allah'ın yaratıkları sayısınca O'na gidecek yol vardır.972 Bazı inkarcılar tarafından, Allah'ın zatının bilinemeyi-şi bahane edilerek varlığının da kabul edilemeyeceği iddiası vardır.973Mesela, Paris'i görmeyenler onun varlığını bilir, fakat keyfiyetini bilemezler. Keyfiyetini bilmemek bir şeyin varlığını inkârı gerektirmez.974 Varlıklar, güneş ışınlarını yansıtan şeffaf maddeler gibi, bize güneşin varlığını haber verirler, fakat nasıl ki o şeffaf şeyler güneşi ihata edemezlerse, varlıklar da Allah'ı idrâk ve ihata edemezler.975 "(...) Onlar ise bilgice O'nu kav-rayamazlar" (Tâhâ, no). Zira Allah'ın hakikatini bilmek için beşerde hiç bir alet ve hiç bir kuvvet yoktur.976 Meseleyi şöyle de açıklayanlar vardır: Anlaşılması gereken şey, çok gizli veya çok açık olursa anlaşılması zorlaşır. Bir şeyi gözümüze çok uzak olduğu zaman göremediğimiz gibi, çok yaklaştırınca da gözümüze perde olur, yine göremeyiz. Allah da zuhurunun şiddetinden gizlidir. Bizim akıllarımız zayıf, Allah'ın cemâli ise son derece parlaktır. Sonra her şey zıddı ile bilinir, zıddı olmayan Allah'ın keyfiyetinin bilinmemesine şaşmamalıdır.977 Allah o kadar zahirdir ki, bütün eşya onunla ortaya çıkmaktadır. Güneş hiç bat-masaydı karanlık bilinmezdi. Allah daima vardır. Eğer farz-ı muhal (haşa) O'na yokluk arız olsaydı veya kaybolsaydı yahut değişikliğe uğrasaydı, gökler, yer, mülk ve melekût yıkılırdı. O zaman iki hal arasındaki fark anlaşılırdı. İşte devamlı O'nun açıklığı, bu gizliliği îrâs etmiştir.978 Göz kapaklan (yumulunca) görmeye perde olduğu gibi dünya hayatı da Allah'ı ru'yete engel bir perdedir. Allah Musa (as)'a "len terânî -Beni göremezsin" (Araf, 143). "lâ-tüdrikuhu'l- ebsâr- gözler O'nu göremez, o gözleri görür, O latiftir, kabirdir" (Enam, 103) buyurmuştur.979 Ölüm ile beraber aradan perde çekildiği vakit, ruh kirlenme-mişse Allah'ı görür. %,.) Biz senin gözünden perdeyi açtık; bugün artık gözün keskindir" (Kâf, 22). Eğer ruh, kirli paslı ise -ki bunun da dereceleri değişiktir- temizlenmesi için ateşe tutulur.980
Allah'ın zatının mahiyeti, beşerî tabiatın mahdud hudutları içine girmediği için, bilinememesini de maddî misallerden anlayabiliriz. Hayvanlar insanlarla münasebet halinde olan varlıklardır. Onlar sahihlerini tanırlar, fakat onların mahiyetlerini, ne düşündüklerini bilemezler.981 Aynı şekilde varlıklardan bir üst derecedekilerle, bir bakımdan temasta olan bir varlık, onun her halini künhünü bilemez. İnsanlar, insan olan peygamberlerle münasebet halinde olmalarına rağmen, peygamberliğin hakîka-tini bilemezler. Nübüvvetin hakikatini ancak, peygamberlerin kendileri bilirler.982 Kaldı ki bugün insan, eliyle tuttuğu maddenin bile mahiyetini, esrarını bilemiyor.983Atomları parçalanan madde, ışığa ve enerjiye dönüştü. Sanki manevî bir şeye, elektriğe inkilâb etti. Adetâ maddenin ucu maneviyâtla birleşti. Nerdeyse en üst ve en alt noktadan şahadet âlemi, gayb âlemine bitişiyor.984 Maddeciler sımsıkı tuttukları madde kuşlarını da ellerinden uçurdurlar. Neredeyse madde de gayb haline geliyor. Fakat ilim, mâhiyetini bilemezse de bu gayba. inanıyor. Çünkü tesirini hissediyor. Atomların çözülen dili, artık bize çok şey ifade ettiği gibi, nebulaların tarrakalanndan da bir hayli şey anlamış bulunuyoruz. Ne var ki, henüz âlemşümul teşbihi okuyacak ve anlayacak bakışı kazanamadık.
Nitekim Batı filozoflarından inananları da Allah'ın tamamen, bilinemez olduğunu kabul etmektedirler. Descartes "Gözümüz denizin bütün enginliğini kavrayamaz. Fakat de- nizi görür. Pek büyük bir ağacı kollarımızla kavrayamayız; fakat ellerimizle tutabiliriz. Aynı şekilde tâbir caizse, zihnimiz, düşünce yoluyla Tanrıya dokunabilir; fakat onu kavra-yamaz, anlayamaz, yani hakkında tam bir bilgi edinemez" der.985 Alman filozofu F.H. Jacobi (isimde "Tanrı tanınamaz. Bilinebilen bir tanrı, tanrı olamaz. Gerçek tanrı dışta keşfo-lunamaz. O dolaysız olarak kendi içten benliğimizde belirir" der.986
Kalbe gelen şeylere benzemekten de Allah münezzehtir. Çünkü Allah'ın numunesi yoktur. İnsan numunesi olmayan şeyi düşünüp anlayamaz. Cüneyd-i Bağdâdî'ye (297/909), ma'rifet soruldu da "Kalbinde tasavvur ettiğinin hak hilafına olduğunu bilmendir" dedi.987 Sufîler de marifet hususunda değişik şeyler söylemişlerdir. Bazıları, Allah'ın var olduğuna delilim Allah'tır demişlerdir.988 Çünkü Allah kendisine şahadet etmektedir {âı-i îmrân, i8; En'âm, 19). Her şey O'nun şahâdetiyle bilinir.989 Onun için O, her şeyden sezilir zahir, hiç bir şeyle bilinmez bâtındır.990 Allah'ı bilmekle mü'min mukarreblerden olur.991 Yaratıklar içinde O'nu en iyi bilenler, O'nun azametini idrâkten, yahut zatını keşfetmekten aciz olduklarını en çok ikrar edenlerdir.992 Kuşeyrî'ye (465/1073) göre marifet, "Hak Tealâ'yı esma ve sıfatlarıyla tanıyıp, sonra muamelelerinde Allah'ı tasdik eden, sonra da düşük ahlâk ve afetlerinden temizlenen, sonra kapıda uzun uzun duran ve kalp ile itikafına devam eden kimsenin sıfatıdır (...). Bütün bunlardan dolayı da arif, Allah'tan güze! bir teveccühe nail olur (...) Kalbine, Allah'tan başkasına götürecek bir hatıra koymaz (...) Allah'tan başkasıyla sükûn ve huzur bulamaz hale gelir."993
Firavunla Musa (as) arasındaki meşhur ulûhiyet tartışmasında, Firavun "Alemlerin Rabbı (dediğin) nedir?" (Şuarâ,23), "Rab-bınız kimdir. "(Tab-a, sû) şeklinde mahiyetten sorunca, Musa (as) hep fiiller ve sıfatlarla cevap verdi (Taba. 5i-53; şuara, 24,26,28). Firavun etrafındakilere, bunların sorusuna cevap olmadığı imajını vererek mugalata yapmak istiyordu. Halbuki Musa (as), beşerin Rabbini tanıyabileceği en güzel şekilde, yani fiil ve sıfatlarıyla O'nu haber vermişti.994 Çünkü ulûhiyet hakkında bilinemeyecek şeyler ikidir, 1- Zât ve hakîkat-i ilahiyyedir. Bunun için Hz. Ebu Bekir (ra) "Allah'ın zatının sırrından bahsetmek şirk yapmaktır" demiştir. Ve yine kendisine nisbet edilen bir sözü de şöyledir : "İdrâk etmekten acizlik idrâktir" 2- Allah'a isnadı caiz olup olmayacak şeylerdir. Çoğu ilahî emirler, helal ve haram, şeriatın ferî ahkamı bu kabildendir. Şeytan ise insanı bu bilinemeyecek şeylerden vehim ve hayal ile bahse teşvik eder.995 En iyisi, îsâ (as)'ın dediği gibi demektir: "(...) Benim içimde olan (her) şeyi sen bilirsin, Ben ise Sen'in zatında olanı bilemem. Şüphesiz ki gaybları hakkıyla bilen Sen'sin Sen" (Maide, 116). Şu halde, her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki Allah'ı Allah'tan başkası hakkıyla bilemez.996 Celâlinin künhünü O'ndan başkası ihata edemez. Bu hususta Melekler de nebiler de böyledir. Ariflerin de Allah'ı bilmeleri sınırlıdır.997 İnsanların Allah'ı marifet dereceleri farklı olsa da, yine bir noktaya kadardır.998 "Sultanı yine sultan bilir ve kadr-i sultanı gayr-ı sultan ne bilir?"999 Hakîkat-i ilahiyyeyi bi-hakkın marifet, onu kendisi gibi bilmek demek olacağından, bu mütenâhî âlemde kullar için bu mümkün değildir. Ma arafnâke hakka ma'rifetik (Ya Rabbî, seni hakkıyla tanıyamadık), O'nun nimetlerine de hakkıyla şükredilemez, mâ abednâke hakka iba-dedik (Ya Rabbî sana hakkıyla ibadet edemedik) demekten başka yol yoktur.1000 İbn Sina da Allah Tealâ'nın zatının mertebesinde, ancak "Hüve", yani "O" demekten başka bir şekilde idrâk ve ifade olunamayacağına işaret eder. Yani kendisini ancak kendisi bilen Zatını, akılların idrâki kabil olmadığından dolayı, Zatının mertebesinde ancak "Hüue" demekle tarif edilebilecek olan Vâcibu'l-Vücûd, Hakk'ın zat-ı hüviyyeti demektir. O bizim mahsusât ve makûlatımızla çizdiğimiz suretlerin, sınırların çerçevesi içine giremez, O her şeyden evvel iken her şeyden âhir, her şeyden zahir iken her şeyden bâtındır. O'na zatında ancak "O" denebilir.1001 Kendisinin bir benzeri, biz de bir ölçüsü bulunmaktan münezzeh olan Tealâ hazretlerine "O" demekten başka imkânımız yoktur.
Netice olarak diyebiliriz ki, Kur'ân'a göre insan Allah'ı fiilleriyle, sıfatlarıyla bir dereceye kadar tanıyabilir. Bu hiç bilmemek değildir. Aslında bu, insanlara beşer ölçüsünde ileri bir rnarifet vermektedir. Bu usullerle, insan, Allah'ı yakından duyar, sezer, hisseder, hatta hususî tecellîlere mazhar olabilir. Bu tecellîlerle kalbi mutmain olur. Fakat Zatının mahiyetini bilme hususunda varacağı rütbe, O'nu bilememektir. Bu hususta insanın aczini itiraf etmesi, takdir edilecek bir idrâk örneği sayılmalıdır. Bunun daha ötesinde yol aramaya kalkışmak, tasvir ve tasavvur sevdasına düşmek olur ki,1002 bu da aslında Allah'ı hakkıyla takdir edememe demektir1003 (En'&m, 9i- Hacc, 74). Allah'ın Resulü (sav) " AHahım sana karşı lâyık olduğun gibi tam sena ve medihlerini sayamam, Sen kendini nasıl sena ettinse öylesin" 1004 buyurmakla biraz da bu gerçeğe işaret etmiş olsa gerektir.1005
Dostları ilə paylaş: |