Kur'an, hatalar için bir çok kaynaklar zikretmiştir. Bunlardan birisi insan oğlunun, yakin yerine zanna itibar etmesidir.46[46] İnsan her zaman için çeşitli meselelerde yakine tâbi olup zannı, yakin yerine kabul etmemeye dikkat ederse, hiç bir zaman yanlışlığa da düşmez.47[47] Kur'an bu konu üzerinde titizlikle duruyor, hatta bir yerde insan oğlunun en büyük fikri uçurumunu yakine ve gerçeğe varmadan zann ve ihtimal peşine koyulması olduğunu öne sürüyor. Diğer bir yerde de Rasulullah'a hitaben buyuruyor ki:
"Eğer yer yüzünde bulunan çoğu insanlara uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar (çünkü) onlar zann ve ihtimalden başka bir şeye uymazlar (işte bu yüzden hata edip) yalan konuşurlar ancak."48[48]
Bir başka ayette de diyor ki:
"Hakkında bilgi sahibi olmayıp (hakikatına varmadığın) bir şeyin ardına düşme."49[49]
Tarih'te bu meseleyi insanoğluna hatırlatan ve bu tür hatalara düşmemesi için uyaran ilk kaynak Kur'an-ı Kerim'dir.
Fikirde hataya sebep olan ikinci mesele ise "taklittir". Bu, özellikle toplumsal meselelerde söz konusu olan bir şeydir. Çoğu insanlar, toplumun inandığı her şeye inanır, birlikte yaşadığı kimseler veya geçmiş nesiller neyi kabullenmişse, onlar da aynısına hiç bir delil ve mantık aramadan uyarlar.50[50]
Kur'an, bütün insanlara, "Bir deliliniz olmadan geçmişlerinizin kabul ettiklerini tamamen kabul veya tamamen reddetmeniz yerine her şeyi akıl kıstasıyla ölçün de, doğruluk ve yanlışlığını öyle anlayın" diyor. Geçmişte sözkonusu edilen nice meseleler vardır ki, yanlış oldukları halde halk onları kabul etmiştir veya doğru oldukları halde halk cahillikleri yüzünden onları reddetmiştir! O halde (körü körüne taklit yoluyle değil) bu meseleleri aklımızdan yararlanarak kabul veya reddetmeliyiz.
Kur'an çoğu yerde geçmişlere (soya-sopa) tabi olmayı akla ters düşen bir husus olarak zikretmiştir. Örneğin diyor ki:
"Onlara, Allah'ın indirdiğine uyun dendiğinde, "biz atalarımızın tuttuğu yoldan yürürüz" derler. Ya ataları(nız) bir şey anlamamış (şuursuz) ve doğru yolu bulamamışlarsa ne olacak? (onların şuursuzluğunu devam mı ettireceksiniz?)."51[51]
Kur'an, bu ayetlerle şunu üstelemek istiyor: Bir düşüncenin eskiliği onun ne doğruluğunu gösterir ve ne de yanlışlığını. Eksilmek maddi şeylerde olabilir ancak. Fakat evrenin gerçekleri, üzerinden zaman geçmekle eskiyip yıpranır mı hiç?
Örneğin,
"Bir millet kendi nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez."52[52]
Ayet-i kerimesinde açıklanan hakikat ebediyete kadar devam edip, doğruluk ve sağlamlığını olduğu gibi korur. Kur'an diyor ki, her meseleye akıl ve fikir yoluyla bakmalı, başkaları hoşlanmıyor diye doğru bir düşünce hiç bir zaman bırakılmamak lazım. Herhangi bir görüş, sadece filan ünlü adama aitmiş diye kabul edilmemeli, bizzat insanın kendisinin meseleleri araştırıp her şeyin gerçeğine varması lazım.53[53]
İnsanı hataya sürükleyen önemli amillerden birisi de, Kur'an'a göre hevâ-hevese ve nefsani isteklere uyup garaz üzerinden meselelere bakmaktır. Mevlâ-nâ'nın dediği gibi:
Hevesler geldi mi gönül kararır
Perdeler çekilip gözler kapanır.
İnsan hevâ ve heveslerinden arınmadığı müddetçe hiç bir zaman doğru düşünemez. Yani akıl, nefsani isteklerin işe karışmadığı bir yerde doğru hüküm verebilir ancak. Şia'nın büyük fakihlerinden biri olan Allâme Hilli hakkında meşhur bir öykü anlatılmaktadır; söylediklerimize güzel bir delildir:
Allâme Hilli "Bir hayvan kuyuya düşüp ölürse, kuyudaki suyu ne yapmak lazımdır?" diye fıkhi bir meseleyle karşılaşmıştı. O bu meselenin hükmünü araştırırken, tesadüfi olarak kendi evindeki kuyuya bir hayvan düşerek öldü. Artık o yalnız başkaları için değil, kendisi için de fetva çıkarmalıydı. Yani kendi zararı da söz konusu idi.
Allâme Hilli iki şekilde hüküm verebilirdi. Ya kuyunun doldurulacağına yahut temizlenmesi için içerisindeki suyun belli bir miktarda boşaltılacağına. O bu mesele hakkında tarafsız bir fetva verebilmek için önce kuyuyu doldurttu, böylece nefsani vesveselerden arınarak salim bir kafayla bu konuyu araştırıp fetvâ vermeye çalıştı.
Kur'an heva ve hevese uymanın fikri kaymaları doğuracağına bir çok yerde değinmiştir. Biz bu konuyla ilgili bir ayete değinmekle yetiniyoruz.
"O putlar, sadece atalarınızın uydurdukları isimlerden başka, hiç bir şey değildir. Allah onlara hiç bir belge indirmedi. Onlar yalnız batıl zanlara ve nefislerinin arzularına tabi oluyorlar..."54[54]
Kur'an-I kerİm'e göre kalp
İrfan ve edebiyat dilinde geçen "kalp"ten maksat vücudun sol kesimindeki, kanı damarlara pompalayan bir parça etin olmadığını hemen hepimiz biliyoruz. Örneğin Kur'an'ın şu tabirinde:
" kalbi olan(lar) için onda anlayış ve ibret (dersi) vardır."55[55]
Veya Hafız'ın oldukça latif şu irfani beytinde:
Dilem remide şud ve gâfilem men derviş
Ki in şikârı ser geşterâ çe âmed piş
(Kalbim ürtktü ve ben gafil-derviş kaldım. Bu başıboş avın (kalbin) başına ne geldiğini bilmiyorum).
Açıktır ki, bu tabirlerde geçen kalp, vücudun kalp denilen organıyla tamamen farklı ve esasen onunla hiç bir rabıtası olmayan yüce ve mumtaz bir hakikattır. Yahut şu ayet-i kerime'yi göz önüne alın ki kalp hastalıklarından söz ediyor, buyuruyor:
"Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırır..."56[56]
Bu kalp hastalıkları elbette tıp doktorunun tedavi edebileceği bir hastalık değildir.
kalb'İn tarİfİ
O halde bu kalp denilen şey nedir acaba? Evet, bu sorunun cevabını insan vücudunun hakikatinde aramalıyız, insan tek bir vücuda sahip olduğu halde yüzlerce binlerce yöne sahiptir. İnsanın "Özü" bir çok düşünceler, dilekler, korkular, ümitler, sevgiler ve ... den oluşan bir bütündür. Bunların hepsi bir noktada birleşen çeşitli nehirlere benzerler. Bu birleşim noktasının kendisi ise, engin bir deniz gibidir. Şu ana kadar bu konuya vakıf, hiç bir kimse bu denizin derinliklerine eriştiğini iddia etmemiştir. Filozoflar, arifler ve psikologlardan her biri, bu engin denize dalıp, onun gizliliklerini keşfetmeye çalışmışlardır; bir ölçüde de arifler, belki de diğerlerinden daha çok başarılı olabilmişlerdir. Kur'an'ın kalp dediği şey de işte bu engin denizden ibarettir. Bizim temiz ruh dediğimiz her şey bu denize bağlanan ırmaklar ve bağlardan ibarettir Hatta akıl bile bu denize bağlanan bir nehirdir.
Kur'an, vahiyden söz ettiği zaman aklıyla değil, Resulullah'ın kalbiyle ilgilenmiştir sadece. İşte bundan anlıyoruz ki, Rasulullah, Kur'an'ı akıl gücüyle ve akli delillerle elde etmemiştir. Bu gerçekleri idrak edebilecek bir duruma gelen, Rasulullah'ın kalbidir. Bu bizim için tasavvur edilebilecek bir şey bile değildir. Necm ve Tekvir Surelerinde bu irtibatın (Vahyin) keyfiyeti kısmen açıklanmıştır.57[57]
Kur'an, vahy ve kalp meselesi söz konusu edildiğinde, daima akıl ve düşünceyi aşan bir beyanla konuşmuştur. Fakat bu asla akıl ve düşüncenin zıttına konuşmak değildir. Çünkü aklın hadd-ı zatında, bu gibi konuları kavramasının imkanı yoktur.
Dostları ilə paylaş: |